Hazreti Muaviye hakkındaki bazı suallerin cevapları

652_320_a60f825d Hazreti Muaviye hakkındaki bazı suallerin cevapları

…….

(6)    Soru:
Muaviye ashabı Kiramın şahadetleri ve kitapların beyanatı veçhile Kur’anı mübînin ve Resuli A’zamın emirlerini ayak altına alarak İmamülmüslimine bagy ve isyan edip müslümanlar arasında ilk defa fitne ve fesat sokarak iki yüz küsur bin mü’minin kanlarının dökülmesine ve İmamül’ müslimînin şehadetine sebep olmuş değil midir?. 

Cevap:

Bu sual de tahlile, tashihe muhtaçtır.;.

“Şöyle ki: Hazreti Muaviye, Kur’anı mübînin ve Resuli Ekrem’in emirlerine her veçhile itaati bir vecîbe bilen yüksek bir müslümandır, o bunlara amden muhalefet etmiş olamaz. Fakat masum olmadığı için bu hususta bazı yanlış hareketleri görülmüş olabilir. Ümmeti merhume arasında Kur’anı Kerimin ve Hazreti Peygamberin emirlerine hakkiyle riayet edip kendisinden asla hatâ, muhalef et sudur etmemiş kaç zat gösterilebilir. Ancak Allah Taalâ gafurdur, rahimdir, kullarını hemen hatâ ve muhalefetlerinden dolayı ubûdiyyeti şerefinden mahrum, islâmiyet sahasından tard etmez. Elverir ki yapılan hatâ ve muhalefet bir küfr-ü şirkten ibaret bulunmasın.

* Hazreti Muaviyeye gelince bütün ehli sünnet uleması müttefiktirler ki, onun Hazreti Aliye karşı muhalefeti bir ictihad neticesi idi. Şöyle ki; Amca zadelerinden olan Hazreti Osman mazlûmen şehid edilmişti. Katilleri meydanda dolaşıp duruyorlardı, Hazreti Osmanın evlâdı, babalarının katilleri hakkında kısas icrasını istedikleri halde bu hükmi şer’î yerine getirilmemişti. Bunu yerine getirecek olan da — Emirülmü’minin olması cihetiyle — Hazreti Ali idi. Artık bu hususta Hazreti Osmanın evlâdına müslümanların ve bilhassa kendi amca zadelerinin müzahareti bir vazife teşkil ediyordu, aksi takdirde bir emri dinînin ayaklar altına alınmış olacağı zannedilmişti.

Bunun içindir ki Ümmül’mü’mînin Hazreti Aişe ile aşerei mübeş-şereden Hazreti Zübeyr ve Talha da bu emrin temini icrası için muhalefete geçmişlerdi. Deniliyordu ki: «îmam Ali “(Kerrem-allâhü veçhen), eğer imameti kübra makamını ihraz etmiş ise kuvvet ve satvet sahibi olacağından bu kısası icra etmelidir. Ve eğer bunu icraya muktedir değilse demek ki henüz îmamül’müslimîyn değildir, şayet bu kısası kasden tatbik etmiyorsa Hak Taalâya asi olmuş olacağından biz kendisine nasıl tâbi’ olabiliriz?. Allhu Taalâya ma’siyyeti icap eden hususta mahlûka itaat caiz değildir.»

 لاطاعة المخلوق عند معصية الخالق İşte Hazreti Muaviye de bunları nazara alıyor, bey’attan kaçınıyor, bir hakkı şer’înin bir an evvel yerine getirilmesini istiyordu. Biz bu hususa dâir evvelce de biraz izahat vermiş bulunuyoruz.

Filvaki Hazreti Ali haklı idi, içtihadında — Allahü a’lem — musîb idi, fakat hazreti. Muaviyenin içtihadı da hatâ olsa bile hakkında Afvi ilâhînin tecellisine ve belki de bu yüzden me’cur olmasına kâfi idi.

Binaenaleyh Kur’anı Azîmin ve Peygamberi Zîşanın emirlerine karşı Hazreti Muaviyenin riayetsizlikte bulunmuş olduğu iddia edilemez.

* Hazreti Muaviyenin bağy-ü isyanına gelince buna dâir ileride izahat vereceğiz. Ancak burada şunu arzedelim ki: Buğy denilen hareket, bir içtihada, bir te’vile müstenit, veliyyülemrin gayrimeşrû zannedilen bir muamelesine karşı isyandan ibaret olduğu cihetle her halde mezmum bir hareket sayılmaz ve sahibi Ehli sünnetin Cumhuruna göre tefsîk edilmez. Kütübi fıkhiyemizde mufassalan yazıldığı üzere bağilerin haklarında da tamamen islâm hükümleri câri olur.

* Sonra müslümanların arasındaki ilk fitneye gelince bunu Hazreti Muaviyeye isnat etmek, tarihe karşı bir bühtandır. Malûmdur ki, müslümanlıkta ilk fitne, Hazreti Osmanın şahadetini intaç eden ve ondan sonraki fitneleri doğuran, Mısırlı, Basralı, Kûfeli ihtilâlcilerin vücude getirmiş oldukları fitnei azî-medir.

Hazreti Alinin şahadetine sebep olan Hazreti Muaviye değildir. Belki İmam Alinin ordusundan ayrılmış, kendisine cephe almış ve hattâ Hazreti Aliyi de, Hazreti Muaviyeyi de tekfire cür’et göstermiş olan haricîlerdir.

Cemel vak’asının da Siffiyn vak’asından evvel vücude gelmiş olduğunu unutmamalıdır.

* Tathirülcenanda deniliyor ki: «İmam Ali’ye karşı muhalefete başlamak hâdisesini yalnız Hazreti Muaviye’ye tahsis etmek, hoş görülmiyecek bir tahakkümdür. Bu hususta kendisine ecillei sahabeden ve tabiînden nice zatlar da muvafakatta bulunmuşlardır. Bilhassa mertebeleri Hazreti Muaviye’den daha yüce olan Hazreti Aişe, Hazreti Zübeyr, Hazreti Talha ve kendileriyle beraber olan sair bir kısım sahabei güzîn, İmam Ali ile mukateleye, Hazreti Muaviye’den evvel başlamışlardı. Bunların bu husustaki te’villeri, Hazreti Osman’ın katillerini vârislerinin kısasen kati ettirmelerine İmam Ali’nin mani olmuş olması idi. İşte Hazreti Muaviye’nin te’vili de bundan ibaretti. Nasıl ki o ecillei sahabe, bu te’vil ile mukateleyi mubah görmüşlerdi, Hazreti Muaviye’de bu te’vil ile bunu mubah itikad etmişti.»

«Bu zatlar, İmam Ali ile böyle mukateleyi mubah gördükleri halde Hazreti İmam, bunların bu butlanı kat’î olmayan te’villerine bakarak: (اخواننا بغوا علينا = Kardeşlerimiz bize karşı serkeşlik ettiler) diyerek kendilerini ma’zur görmüştü. Muhaddis ibni Ebi Şeybe bunu aenediyle rivayet etmiştir.» [Tathirülcenan, s: 75.] demek ki mukatele, şer’i müevvel üzerine vuku’ bulmuştu.

Siffiyn vak’ası hakkında islâm âlimlerinin kanaatlarına burada biraz işaret edeceğiz.

Şöyle ki: Bazı zevata göre Siffiyn harbini vücuda getiren her iki taraf da müctehid, müteevvil olduğundan musîb idi. Çünkü bir çok usuliyyûne göre her müctehid, kendi içtihadını sarf ettiği için musîb sayılır. Kelâm, hadis fıkıh ulemasından bir çoklarının kanaatları böyledir. Eş’a-rîlerin ekserisi ve Hanefî, Şafiî fukahasnın bir çokları buna kaildir. Bazı zatlara göre de bu iki taraftan lâaletta’yin biri musîb idi. Kerremiyyeden bir taife buna kaildir.

Bir çok zevata göre de bu vak’ada Hazreti Ali musîb, Hazreti Muaviye ise bir müctehidi muhtî idi. Mezahibi erba’a ulemasından bir çokları buna kaildir, .bir kısım zatlar da demişlerdir ki: Evlâ olan, bu kıtale meydan verilmemekdi.

Çünkü bu bir fitne kıtali idi, Vâcib veya Mustahab bir kıtal değildi. Bunu terk etmek, iki taraf için de hayırlı idi. Şu kadar var ki, bu hususta İmam Ali, Hazreti Muaviye’den hakka daha yakındır. İmam Ahmed’in, ekseri ehli hadîsin, bir çok fukahanın ve ekâbiri sahabe ile tabiînin kavilleri de böyledir. Bunun içindir ki, ekâbiri islâmdan bir çokları bu harplere iştirak etmemişlerdir. Hattâ Imran ibni Huseyn (Radıyallâhü anh) bu iki fırkaya silâh satılmasını nehyeder, «Bu fitne zamanında silâh satmaktır» derdi. Sahabei kiramdan Üsamet ibni Zeyd, Muhammed ibni Mesleme, Sa’d ibni ebi Vakas gibi zatlar bu kanaatta idiler.

Binaenaleyh ehli sünnetin mezhebi, ashab arasındaki münazaattan lisanları tutmaktır. Çünkü hepsinin faziletleri sabit, muhabbet ve muvalâtı vacibtir. Olabilir ki, onların bu hususta indallah makbul olan özürleri bulunur da başkalarına gizli kalmış olur ve bunlardan bazıları tövbe etmiş, bazıları da Allahın mağferetine nail olmuş olabilir. Bunların aralarındaki münazaalara dalmak, bir çok insanların kalblerine buğz ve adavet düşürür. Artık insan bu babda muhtî, belki de âsi olur. Öyle ise insan kendi nefsine bakmalıdır[Minhaccüs sünne c: 2. s: 219.].

Görülüyor ya, Hazreti Muaviye aleyhinde alelitlâk ashabı kiramın şahadetleri, kitapların beyanatı mevcut değildir. Onun lehi ve yazılanlar, söylenilenler, aleyhine yazılanlardan, söylemlerden daha çoktur, bir kısım tarih kitaplarının ve bir takım ehli bid’attan bulunan gayri ilmî mezheb sahiplerinin her iki taraf lehine veya aleyhine yazdıkları şeyler ise asılsız, veya mübalâğalı birer hikâye kabilinden olduğu cihetle bu bapta bir sened olamaz.

* İbni Teymiyye diyor ki: «Rafizî taifesi, İmam Ali’ye karşı mukateleye kıyam edenler, hakkında işi i’zam edip Hazreti Osman’ı katledenleri ise medh ederler. Halbuki, Hazreti Osman’ı katledenler hakkındaki zem ve günah daha büyüktür. Çünkü Hazreti Osmanın hilâfetinde nâs’ın ittifakı vardı.

Hazreti Osman bir müslimi katletmiş değildi. Bilâkis ona karşı hilâfetinden ayırmak için mukatelede bulundular. Onun velayetinde devam etmesi hakkındaki mazereti, îmam Ali’nin kendisine nâ’sın itaatim talep hususundaki mazeretinden daha kuvvetlidir.»

«Hazreti Osman sabr etti, nefsini müdafaada bulunmaksızın mazlûmen şehid oldu. İmam Ali ise Muaviye’nin ashabını öldürmeğe başladı. Halbuki bunlar kendisine karşı mukatelede bulunmuş değildiler. Yalnız kendisine mubayaadan imtina’ ediyorlardı.»

«Sonra İmam Ali, Muaviye’yi azle mübaderet etti, halbuki o azle müstahak değildi. Çünkü Nebiyyi zişan hazretleri Muaviye’nin babası Ebu Süfyanı Necrana vali ta’yin etmişti. Resulullâh, ahirete irtihal buyurdu, Ebu Süfyan halâ orada vali bulunuyordu. Peygamber Efendimizin bir çok ümerası, Beni ümeyyeden idi, hattâ Mekkei Mükerremenin fethinden sonra oraya Beni ümeyyeden bir genç olan «Attab ibni Esid»i vali ta’yin etmişti.Halid ibni Saidi, Eban ibni Saidi de me’muriyetlerde istihdam buyurdu.»

«Bilâhara Hazreti Sıddık da, Hazreti Ömer de bunları vilâyetlerde bulundurdular. Halbuki Hazreti Ali’ye Hazreti Muaviye’yi azl etmeyip muvakkaten olsun istihdam etmesini tavsiye ettiler, «Ya Emirülmüminîn! onu bir ay kadar vali ta’yin et, sonra kendisini ebediyyen azl edersin» dediler. Fakat Hazreti Ali dinlemedi. Şüphe yok ki; onu valilikte bulundurması, onun ya istihkakından veya kalbini te’lif ve isti’taftan dolayı maslahata muvafık olurdu.»

«Resuli Ekrem hazretleri, îmam Ali’den afdal olduğu halde Hazreti Muaviye’den afdal olmayan babası Ebu Süfyanı vali ta’yin etmişti. Şimdi İmam Ali, Hazreti Ebu Süfyandan afdal olan Hazreti Muaviye’yi vali ta’yin etmeli değil mi idi? [Minhacüs sünne.  c: 2. s: 222.].

Filhakika İbni Abbas hazretleri de İmâm Ali (Kerremal-lâhü veçheh) ye bu yolda tavsiyelerde bulunmuştu. Hattâ bir kerre: «Ya Emirülmüminîn!    Senin şecaatında söz yok, fakat siyasetinde isabet görülmüyor demişti. Hattâ Hazreti Ali, kendisine karşı yapılan muhalefetleri ve bu tarzda söylenilmiş olan sözleri «Nehcül’ belâğa» da münderiç bir hutbesinde şu veçhile hikâye buyurmuştur:

وفسدتم علي رأى بالعصيان والحزلان حتي قلت قريش ان ابن ابي طالب رجل شجاع ولكن لاعلم له بالحرب

Ya’ni: İsyan ile, yardımı terk ile re’yimi bozdunuz, tâ ki Kureyş: «Ebu Talibin oğlu, şecaatli bir kişidir, fakat onun savaşa bilgisi yoktur, der oldular» [Nehcülbelâğe. s: 78. Tarihi Kâmil.].

* Yine Şeyhul’islâm ibni Teymiyeden naklen şu sözleri de ilâve edelim: «Gerek İmam Alinin ve gerek Hazreti Muaviyenin taraftarları görünen kimseler arasında öyle zümreler var idi ki, bunlar ne Hazreti Alinin, ne de Hazreti Muaviyenin sözlerini dinlemiyorlardı. Bu iki zat, kan dökülmesine meydan vermemek istiyordu. Fakat mağlûp bir vaziyette kalmışlardı. Bir kerre fitne parladı mı, onu söndürmekten hükema âciz kalır.»

«İki tarafın ordularında (Esteri Nehaî), (Haşim ibni Utbe), (Abdürrahman ibni Halid), (Ebu a’verisselemi) ve benzerleri gibi kitale haris serkerdeler var idi. Bunlardan bir taife, Hazreti Osmanın intikamını almayı son derece istiyordu. Diğer bir taife de Hazreti Osmandan nefret edip duruyordu. Kezalik; bir taife, İmam Aliye yardım ediyor. Diğer bir taife de ondan nefret duyuyordu. Sonra Hazreti Muaviyenin ashabı, hassatan Hazreti Muaviye için harp etmiyorlardı. Belki başka sebeplerden dolayı savaşa başlamışlardı. Fitne kitali, cahiliyet kitali gibidir ki, ehlinin maksatları, itikatları rabt ve zabt altına alınamaz» [Minhacüs sünne. c: 2. s: 222.].

İşte bütün bu yazılardan anlaşılıyor ki, siffiyn badiresi, ister istemez vücude gelmiş, bundan dolayı Hazreti Ali de, Hazreti Muaviye de müteessir bulunmuştur. Artık bunun mes’uliyetini Hazreti’ Muaviyeye yüklemek doğru olamaz.  وكن امرالله قدراًمقدرا

* Sıffiyn harbi yüzünden iki yüz küsur bin müminin kanlarının dökülmüş olmasına gelince, bu hale elbette pek çok acınır. Bundan dolayı elbette kalblerimiz cerihadardır. Maamafih şunu da kaydedelim ki, bu mikdar pek fazla gösterilmiştir. Sıffiyn vak’asında Hazreti Alinin fırkasından yirmi beş bin, Hazreti Muaviyenin fırkasından da kırk beş bin kimse şehid düşmüştü   [Mürûcüzzeheb. Kısası Enbiya c: 7. s: 103.].

Maalesef İslâm tarihinde bundan daha feci’ hâileler vücude gelmiştir. Yalnız Sıffiyn faciasını behane ederek bir takım ea’zima karşı hakarette bulunmaya bugün bizlerin ne hakkımız olabilir?

* Hani, Hazreti Alinin hanedanı namına hareket eden, sonra da viche-i azimetini değiştirip Abbasîler için temin ettiği hükümet ve saltanatın kabrine uğrayarak mahv-ü münderis olan Ebu Müslimi Horasanînin dökmüş olduğu Ehli islâm kanlarını da bir düşünmeli değil midir?

* Hangi maksatla, hangi intikam emelile hareket ettiği Hak taalâya ıyan olan Ebu Müslimi Horasanı, Abbasîler namına muharebelerde öldürdüğü müslümanlardan başka Beni Ab-basa karşı itaatlarında şüpheli olmaları behânsile altı yüz bin ma’sûmu da oklar ile, taşlar ile vura vura şehid etmiş. Bunlar müslüman değil mi idiler?. Bu faciaları îbni Esir ve sair müverrihler yazmışlardır. Ne için bu mazlum şehidlerden dolayı bîr sedayı teessüf duyulmuyor?.

* Yine hangi hain, intikamcı kimselerin gizli ve aleni teşvikiyle idi ki Emin ile Me’mun arasında; bir hanedane mensub bu iki kardeş beyninde muharebeler devam ederek binlerce müslüman kanı seller gibi akıp gitmişti. Bunlar, «benî Ümeyyeden değil, benî Haşimden idiler. Hazreti Alinin kendi muhterem ahfadı arasında da nice kanlı muharebeler vukua gelmiş olduğu tarihçe sabittir, bu hususta (,خلاصة الكلام في بيان امراء البلد الحرام adındaki kitabı okumak kâfidir. Ne için bunlardan dolayı da bir taraf hakkında teessüf ve telehhüf sadaları yükselmiyor?

*  Maksadımız yanlış anlaşılmasın, biz şimdi bu gibi sadaların yükselmesine asla taraftar değiliz. Allah Taalâ iki tarafın taksiratım afv buyursun. Ancak şunu demek istiyoruz ki, Sıf-fiyn badiresinin yad edilip durması; ashabı kiramdan bir kısmına adavet ve hakaret göstermek ve bu sebeple müslümanların arasına tefrika düşürmek için ötedenberi bir behâne ittihaz edilegelmiştir. Artık bu gibi hallerden vazgeçmeli, başkalarına bir gaflet eseri olarak âlet olmamalı, islâm birliğini ihlâl edecek hallerden çekinmelidir. Mazideki bir takım elîm hâdiselerden dolayı eslâfi tahkir etmekte faide yoktur. Bizim için lâzım olan geçmişten ibret almaktır. Mazideki nahoş hallerin tekerrürüne meydan vermemektir, müslümanlarm arasındaki din kardeşliğinin asarını tecelli ettirmeğe elbirliğiyle çalışmaktır.
(  كونوا عبادالله اخواناً  (يدالله علي الجماعة)

(7)   Soru:
Muaviye, İmam Ali ile muhiblerine şehâdetlerinden sonra altmış dokuz sene Cum’a ve Bayram günlerinde minberlerde lâ’net etmiş ve ettirmiş midir? Bu lâ’net(لاتسبو اصحابي ومن سبهم فعليه لعنةالله) ve (  سباب المؤمن فسوف وقتاله كفر) hadisleri mucibince memnu’ değil midir?.                                              .

Cevap:

Bu suale cevap vermeden evvel şunu kaydedelim ki lâ’net, ya müslim veya gayrimüslim bir kimse hakkında vaki olmuş olur. Müslim hakkındaki lâ’netten maksat, kerametten o müs-limin uzak bırakılmasından ibarettir. Nitekim (المحتكر ملعون) hadisindeki lâ’netten murat, budur, onun ebrar derecesinden mat-rudiyetidir, yoksa gaffarın rahmetinden matrudiyeti değildir. Gayri müslim hakkındaki lâ’netten murat ise onun alel’ıtlak kerametten, rahmetten, cennetten tard ve ib’ad edilmesi demektir [Ruhülbeyan: c: 1. s: 122.],

İnceleyin:  Evrim Teorisi Hakkinda

Seb mefhumuna gelince, bu da bir kimseyi kendisinde bulunan bir şey ile zem etmektir. Sibab ise bir şahsı kendisinde bulunmayan bir vasf ile zem eylemekten ibarettir [Camiüssagir haşiyesi, c: 3. s: 56.].

Kimlerin haklarında lâ’net veya seb ve şetm caiz olup olmayacağına dair ileride malûmat verilecektir.

* Biz şimdi sualin cevabına gelelim:

İmam Ali, kerremallahü vecheh hazretlerine şehadetlerinden sonra bizzat Hazreti Muaviyenin lânette veya sebb-ü şetm-de bulunmuş olduğu asla iddia edilemez. Zaten elimizdeki muteber tarih kitaplarında vesairede de buna dair bir sarahat yoktur. Ancak Şeyhülislâm ibni Teymiyenin yazdığına nazaran «Hazreti Ali ile Hazreti Muaviyenin taraftarları arasında muharebe vaki olduğu gibi telâun de vaki olmuştur. Bu iki taifeden her biri, diğerinin rüesasına dualarında lâ’net okumuşlar imiş» «denilmiştir ki: Bu iki taifeden her biri namazlarda diğerinin aleyhine Kunutta, bedduada bulunmuştur. El ile kıtal ise dil ile telâundan daha büyüktür. Bunların bu mütekabil hareketleri, ister günah olsun ve ister bir içtihad neticesi olarak hatâ ve sevap bulunsun tövbe etmiş, mağfireti ilâhiyeye ermiş olmalarına mani değildir, yahut evvelce yapmış oldukları hasenat sebebiyle veya uğramış oldukları mesaîb dolayısiyle bu hareketlerinin mes’uliyetinden kurtulmuş olmaları da melhuzdur.»

«Garibi şudur ki: Rafiziler, Hazreti Ali’ye seb’edilmesini münker gördükleri halde kendileri Hazreti Sıddika, Hazreti Ömere, Hazreti Osmana ve daha birçok sahabei kirama ve onlara muhabbet edenlere seb ve şetm etmekten geri durmazlar. Hazreti Muaviye ve onun fırkası, Hazreti Ali’yi asla tekfir etmemişlerdir, bu fazihayı haricîler irtikâf etmişlerdi. Rafizîler ise daha birçok zevatı tekfir ederek “haricîlerden şerir bulunmuşlardır»[Minhacüssünne. c: 2. s 225.].

* Evet… Emevîlerden bazılarının hutbelerde Hazreti Ali hakkında seb etmek fezahatine cür’et etmiş oldukları tarihlerde mukayyeddir. Bu seb, öyle söğüp saymadan ibaret olacağı asla tahmin edilemez. Olsa olsa Hazreti Ali’nin harekâtını tenkitten, yaptığı muharebelerin yerinde olmadığını beyandan, Hazreti Osman’ın katillerine karşı müsameha göstermiş olduğunu iddiadan ibaret olabilir. Yoksa büyüklüğü, fazıl ve kemali bütün müslümanlarca müsellem olan bir zata karşı lâ’nette, seb ve şetemde bulunmaları kabil değildir. Buna ne zamanın, ne de zeminin hali mütehammil olamazdı.

* Şunu da düşünmeli ki, arada bir muharebe vuku’ bulmuştu, iki taraftan her biri kendisini haklı görüyordu. İhtimal ki bunlardan her biri diğer tarafı tenkid ediyor, o tarafın yolsuz hareketini, gayrı lâyık ahvalini söyliyor, hasımlarını badirelere sevk etmiş olanların azabı ilâhîye müstahık olduklarını iddia ediyordu.

Arada kanlar dökülmüş, bahusus Hazreti Osman gibi bir zatı âli, islâma o kadar hizmet etmiş bir halife, mazlûmen öldürülmüştü, iki taraftan her biri kendisini haklı görüyordu. Artık bunlar; kendilerinin haklı, diğerlerinin haksız, muhtî olduğunu isbat mecburiyetinde idiler. Acaba umuma karşı minberlerden verilen nutuklarda banlar mı bahis mevzuu oluyordu?. Bunlar bizce meçhul.

Maahaza o mübarek, kutsi tiynet İmam Ali Radıyallâhü anh Efendimiz hakkında mübalatı diniyyesi noksan bazı kimseler, böyle bir cür’ette bulunmuşlar ise bundan Hazreti Muaviye’yi mes’ul tutmaya kimsenin hakkı olamaz. Çünkü onun bu cür’ete razı ve taraftar olduğuna hükm edilemez. Bazı tarihlerin mübalâğalı yazıları ise bu hususta bir hüccet teşkil edemez.

* Velhasıl: Hazreti Muaviye’nin Hazreti Ali’ye böyle bir seb ve lâ’nette bulunduğu ve buna muvafakat ettiği müstebeddir.

Evvelâ: Hazreti Muaviye’nin Hazreti Ali’ye karşı ne hayatında, ne de şahadetinden sonra seb ve lâ’net ettiğine dâir ihticace salih bir rivayet yoktur. Bilâkis Hazreti Ali hakkında hürmetli bulunduğu bir çok sözlerinden, hutbelerinden anlaşılmaktadır. İmam Ali’ye isnad edilen hutbeler, nutuklar ile Hazreti Muaviye’ye nisbet edilen nutuklar, mektuplar mukayese edilirse İmam Ali Hazretlerinin Hazreti Muaviye’ye karşı daha tenkitkâr bir lisan kullanmış olduğu görülür.

Saniyen: Hazreti Muaviye, İmam Alinin şahadetinden sonra yirmi sene kadar yaşamıştır. Vefatı hicretin altmışıncı senesine müsadiftir. Artık altmış dokuz sene kadar la’net veya seb ve şetem etmiş ve etdirmiş olduğu nasıl iddia edilebilir?. Bu bir su’i zandan ibarettri. Bilâhere böyle bir fezahata başkaları cür’et  etmiş   ise  bundan   Hazreti   Muaviye   mes’ul   değildir.ولا تزر وازرة وزراخرى

Salisen: Haziati Muaviye, hasımlarının da itiraf ettikleri veçhile son derece halım, selim, hekim, fetin bir zat idi. Muhiti de adabı şer’iyeye riayet eder, binlerce sahabei kiram ile, e’azımı tabiîn ile dolu idi. Artık böyle bir muhitde İmam Ali hazretlerine iddia edilen tarzda la’net edilmesi aklen tasavvur olunamaz. Böyle bir şeyi, değil dahî sayılan Hazreti Muaviye, ufak bir idareci bile muvafık göremez.

Rabiyen: Hazreti Muaviye, seb ve la’net hakkındaki Ehahidi Şerifeye elbette bizlerden daha ziyade muttali, daha ziyade riayetkar idi. Buna rağmen İmam Aliye seb ve la’nete nasıl cüret edebilirdi?. O kadar fâzıl, o kadar dûrbin olan bir zat, uhrevî mes’uliyeti ve milleti islâmiyenin nazarı nefretini kazanacağını hiç düşünmez mi idi?.

Bu mütaleamızı teyid için büyük müctehid, müverrih İbni Ceririn tarihinde mukayyet olan bir kıssayı burada kaydedelim. Şöyle ki: Büsribni Ebi Ertat, Hazreti Muaviyenin yanında İmami Ali hazretlerine atıp tutmak istemişti. Yanlarında bulunan Ömer İbnilhattap hazretlerinin oğlu Zeyt, eline aldığı bir asa ile vurup Büsri yaraladı. Hazreti Muaviye, evvelâ  Zeyde: «Şam Ahalisinin ulusu bulunan bir ihtiyara kasdedip vurdun» dedi. Sonra da Büsre dönüp: «İmam Aliye şetm ediyorsun o, Zeydin dedesidir. Hazreti Faruğun oğlu, nasın başı üzerindedir, sen zanneder misin ki, bu dil uzatmaya o sabr eder.» dedi ve her ikisini hoşnut eyledi [Tarihül’ ümem ve Elmülûk, cilt 6 sahife 187.].

Görülüyor ya; Hazreti Muaviye bir zatı bile darıltmak istemiyor, bunu münasip görmiyor, artık yapacağı bir seb ve şetm ile yüzlerce ehli beyti, binlerce sahabei güzini darıltmak, aleyhinde bir ceryana vücut vermek ister mi idi?

* Doğrusu biz böyle bir suali muvafık bulmuyoruz. Bu gibi sualleri ileri süren kimseler için elzem olan, bundan on dört asır evvel ceryan etmiş bir hâdiseyi kurcalamak değildir. Belki irat ettikleri hadisleri güzelce düşünüp ashabı kiramdan her hangi birine karşı hakareti seb ve lâ’neti işrab edecek sözlerden, tenkitlerden kaçınmaktır. Hazreti Ali, sahabei kiramdan olduğu gibi Hazreti Muaviye de sahabedendir. Bunda bütün milleti îslâmiyenin ittifakı vardır. O halde Hazreti Ali hakkında lâ’net, seb ve şetm caiz olmadığı gibi Hazreti Muaviye hakkında da caiz değildir, her ikisi hakkında da bu gibi fezahatlere cür’et etmeden son derece sakınmalıdır.   Çünki hadisi şerifte:
لاتسبو اصحابي ومن سبهم فعليه لعنةالله والملاءكة والناس اجمعين)buyurulmuştur [Taberanî. Savaik. s: 156.]

Ya’ni: «Ashabıma seb etmeyiniz, her kim onlara seb ederse üzerine Allah Talanın ve bütün meleklerin, insanların lâ’neti olsun». Bu hadîsi şerifte Ashab mutlaktır, artık Hazreti Aliye seb etmek, lâ’nete sebep olacağı gibi Hazreti Muaviyeye veya sair her hangi bir sahabeye seb etmek de lâ’netin teveccühüne sebep olacaktır. Artık zamanımızda böyle “bir seb ve şetme sebebiyet verenler de bunun ma’nevî mesuliyetini düşünsünler!.

* Sonra [Sahihi Buharı ve müslim.] سباب المؤمن فسوف وقتاله كفر)hadîsi şerifini de
yanlış anlamamak lâzımdır. Sibab, yok yere iftira kabilinden olarak bir kimseyi zem etmekten ibaret olduğu cihetle bu bir fısıktır, bir masiyettir. Fakat şüphe yok ki Ashabı kiramdan hiç biri diğeri hakkında bir içtihada, bir kanaata müstenit olmaksızın mücerret bir iftira olmak üzere böyle bir harekette bulunmuş değildir. Onların diyanetleri, ahlakca selâbetleri buna ma-ni’dir.

Mü’mini katl cihetine gelince bu da mutlak surette bir küfür değildir. Meselâ: Bir mü’mini hatâ tarikiyle öldürmek bir küfür değildir. Bir mü’mini kısasan öldürmek bir küfür değildir. Belki bir vecibei diniyedir. Bir mü’mini kasten öldürmek de pek büyük bir günah olduğu halde bir küfür değildir. Her hangi bir mü’minin küfürden başka her hangi “bir masiyet sebebiyle küfre düşeceği, imandan mahrum kalacağı, iddia edilemez. Böyle bir iddia, mezahibi islâmiyeye muhaliftir. Ancak bir şahıs, her hangi bir müslümanın mücerret bir müslüman olduğundan dolayı katledilmesini helâl görürse işte o zaman küfre düşmüş olur. Çünkü bu katl islâmiyete adavet, nassı Kur’anîye muhalefet eseri olduğu için küfrü müstelzimdir.

İşte hadîsi şerifteki katilden murad da budur. Nitekim bu hadisi şerifin şerhinde Azizî ve Hafnî merhumlar taraflarından denildiği üzere «Bir kimse bir müslüman ile haksız yere kıtali helâl görse veya bir müslümam haksız yere helâl görerek öldürse bu, bir küfr olmuş olur. Bir de bu hadisi şerifteki küfürden maksat, küfri lûgavî olabilir. Küfür kelimesi, lûgatta setr ma’nasınadir. Bir mümin ile kıtalda bulunan, ona karşı yardımı terk etmiş, ezayı mubah görmüş, nimeti hayatı örtbas etmek istemiş olacağı cihetle bu hareketine küfür denilmiş olur.Maamafih bu kıtale mübalâğa tarikiyle «Küfür» tabir edilmiş olması da muhtemeldir» [Essiracül’ münîr. Cilt 2. Sahife 335.].

* Bir kerre düşünmeli, müslümanların arasında ne kadar mukateleler vaki’ olmuştur. Artık biz onlara bu mukateleden dolayı kâfir nazarile mi bakacağız?. Eğer bu kıtal, mutlaka küfr ise bu iki tarafdan vaki’ olmuştur. İki taraf da müslüman olduğu halde biribirini öldürmeğe kıyam etmiştir. Artık bundan dolayı her hangi bir tarafın küfrüne nasıl istidlal olunabilir?.

Binaenaleyh bu gibi umumî delillere, haberi âhad kabilinden olan hadislere bakıp da dini islâmda kat’î nusûs ile sabit bulunan ahkâma muhalif hüküm vermek caiz olamaz.

Görülmüyor mu ki, Kur’anı mübinde: وان طاءفتان من المؤمنين اقتتلوا فا صلحوا بينهما   buyurulmuştur. «Müminlerden iki taife, birbiriyle mukatelede bulununca aralarını islâh ediniz» diye emr olunuyor. Bu iki taifeye yine mümin deniliyor. Artık mücerret kitalden dolayı müslümanların küfrüne nasıl hükmedilebilir?

Yüksek Fakîh Ibni Abidin merhum da (Tenbihül vülâti vel-hükkâm…) unvanlı risalesinde şöyle yazmıştır: Sahabeden birine seb veya buğz etmek küfür değildir. Fakat buna cür’et eden dalalete nisbet edilir. Çünkü îmam Ali Radiyallahü anh kendisine şatem edeni tekfir etmemiş, hattâ katil de etmemiştir.

«İmam Malik demiştir ki: Bir kimse, Resuli Ekrem Sallallâhü aleyhi veselleme — haşa — seb etse katlolunur, ashabına sebbetse te’dip edilir. Ebubekre, Ömere, Osmana, Muaviyeye, veya Amribnil Ase şetm etse bakılır: Eğer “bunlar dalâlette idiler” derse katlolunur, böyle demeksizin nasm muşatemesi kabilinden olarak şetm etmiş ise şiddetli surette tenkil edilir.»

«Ülemayi, evliyayı kati veya bunlara seb — kebairden ise de — küfür değildir. Meğer ki istihlâl, istihfaf veçhile olsun, Osman ve Ali Radiyallahü Anhümayı katledenlerin küfrüne ulemadan bir kimse kail olmamıştır. Ancak haricîler, Hazreti Osmanı katledenin, Rafiziler de Hazreti Ali’yi katledenin küfrüne kail olmuşlardır.»
«Amma sahabeden birine sebbeden kimse, bil’icma’ fasiktir, mübtedidir. Meğer ki bunun mubah veya sevap olduğuna veya sahabenin küfrüne mu’tekit olsun. Böyle bir kimse ise bilicma’ kâfirdir» [S: 64 – 74.].

* Velhasıl: Sıffiyn vak’ası ve emsalindeki mukateleler, müslümanlığa adavet, müslüman kanının dökülmesini istihlâl tarikiyle olmayıp  mücerret bir hükmi şer’înin yerine getirilmesi içtihadına metni caiz görülmüş olduğu cihetle bunlardan dolayı kimse tekfir edilemez. Nakledilen hadislerin onlara şümulü yoktur. Akaidi diniyemiz, böyle yanlış zehablara mani’dir.

…..

(9)   Soru:
Muaviye, vefatından birkaç gün evvel oğlu Yezit gibi bir zâlimi halife makamına veliyyiaht tayin edip bu habisin vasıtasiyle de Peygamber Efendimizin en sevgili evlâdı olan İmam Hüseyni on sekiz evlâdiyle şehid ettirmemiş midir?

Cevap:

Malûm olduğu üzere İmam Hasan radıyallâhüanh Efendimiz, kendi arzusiyle hilâfeti Hazreti Muaviyeye devretmiş, bu devir senesine (ammül’cemaa) denilmiş, bu sayede İslâm alemindeki ihtilâf bertaraf olarak müslümanlar, dini Islâmın intişarına, fütuhatı İslâmiyenin tevalisini te’min için çalışmaya vakit bulmuşlardı. Hazreti Hasanın bu fedakârlığı, bir mucizei Nebeviye olmak üzere evvelce bir lisanı sitayiş ile tarafı Nebeviden  şöylece beyan buyrulmuştu:  إن هذا ريحانتي وإن هذا ابني هذاحسى أن يصلح الله به بين فئتين من المسلمين [Hilye. Savaik. S: 82.]

Ya’ni: Bu, benim reyhanımdır, benim bu oğlum Hasan, Seyyitdir, umarım ki Allah Taalâ bununla iki İslâm cemaatinin arasını ıslâh buyura.

İşte bu hadisi şerif ile bu hâdise evvelce haber verilmiş ve her iki cemaat da müslim olmakla tavsif buyrulmuştur. Nihayet Hazreti Muaviyenin ahirete intikal zamanı yaklaşmıştı, âmme riyasetini ihraz edecek bir kimseye lüzum vardı. O zaman kuvvet ve satvet de Ümiyye hanedanında idi. Bunlar, bu riyasetin başka hanedana intikalini istemezlerdi, aksi takdirde yeniden ihtilâl yüz gösterebilirdi.

Hazreti Muaviye ise oğlu Yezidde bir kabiliyet ve iktidar görmekte idi. Yezidin fısk ve fücur ile me’lüf olup olmadığı o zaman malûm değildi. Bilakis Yezit, ordularda kumandanlık etmiş, İstanbulun muhasarasında bulunmuş, dirayetiyle temayüz eylemşti. Kostantîniyeye ilk gazada bulunacak müslümanların mağfur olacaklarına dair, Sahih Buharîde münderiç: (اول جيش يغزواالقسطنطنية مغفورلهم) hadisi şerifi de mevcut bulunuyordu. Hattâ rivayete nazaran Yezit, bu mağfuriyet müjdesine nâiliyet için bu gazaya iştirak etmişti.

Etraftan bazı zî nüfuz kimselerde Hazreti Muaviyeye müracaat ederek Yezidin veliyyiahd ta’yin edilmesini tavsiyede bulunuyorlardı.

* Vaktiyle Hazreti Alinin taraftarları, onun şehadetini müteakib bir çok ekâbiri Ashab mevcut olduğu halde muhterem mahdumu Hazreti Hasana küfede bey’at etmiş, onu pederi Ali kadrinin yerine Emirülmü’minîn intihap eylemişlerdi. Aradan yirmi sene kadar bir müddet geçmiş, binnisbe ekâbiri ashab azalmış idi. Şimdi de Hazreti Muaviyenin vefatında yerine oğlunu Şamda veliyyülemir intihab etmek istiyorlardı. Hattâ Küfe valisi «Elmüğiret ibni Şu’be» kendi mevkiini tahkim için veya başka bir maksada mebni Hazreti Muaviyeye demiştir ki: «Ya Emirülmü’minîn!. Hazreti Osmandan sonra dökülen kanları, zuhur eden ihtilâfları görmüş bulunuyorsun, Yezidin sana halef olmak kabiliyyeti vardır, onu veliyyiahd yap, sana emrihak vaki olursa o nas için bir kehfi aman olur ve sana bir halef bulunur, kan dökülmez, fitne zuhur etmez» [Tarihi kâmil: Cild: 2. Sahife: 198.].

İnceleyin:  Sahabe ve Tabiun'da Görülen Savaşlar Hakkında

İşte bu gibi tavsiyelere, düşüncelere binaen Hazreti Muaviye  Yezidi veliyyiaht ta’yin etmiş ve kendisine her taraftan bey’at merasimi yapılmıştı. Ârtık Yezidin bil’ahara yaptığı fenalıklardan dolayı Hazreti Muaviye neden mes’ul tutulsun?.

* Muhaddislerden hafız îbni Hacer merhum, (Feth) unvanlı eserinde diyor ki: «Hazreti Muaviyenin re’yine göre hükümet makamına daha kuvvetli, re’yi ve ma’rifeti daha fazla olan bir zat, daha evvel İslâma gelmiş, diyanet ve ibadet hususunda daha ileri gitmiş zatlara takdim edilir. Çünkü bu, bir riyaseti âmmedir, umumun idaresi hususunda fazla maharet ve ma’rifete lüzum vardır. Nitekim Resulullâh sallallâhü aleyhi vesellem ba’zı gazvelerde maharetlerinden dolayı ikinci derecedeki Ashabı kiramından kumandanlar ta’yin eder bunların maiyyetlerinde en büyük Ashabmı bulundururdu. Ezcümle Kuzaa kabilelerine karşı yapılan bir gazvede Amr İbnil’as kumandan ta’yin edilmiş, kendisine muhacirlerden, ensardan üç yüz zat terfik edilmişti. Bilâhara yardımına gönderilen iki yüz zat içinde Hazreti Sıddik ile Hazreti Ömer de bulunmuştu.

İşte bu cihetle Hazreti Muaviye de kendisini ve ba’dehu oğlunu bu riyasete ehil görmüştü. Yoksa diğer zevatın yüksek fazilet ve diyanetlerini görmez, takdir etmez değildi.»

«Sahabei kiramın fukahasından olan ibni Ömer hazretleri, bu reyde değildi. Ona göre fâdil varken  mefdule bey’at edilemezdi. Meğer ki bir fitne zuhurundan korkulsun. İşte böyle bir fitne tahaddüs etmesin diye îbni Ömer radıyallahü anhüma evvelâ Hazreti Muaviyeye, badehu Yezide beyat etmiş ve bey’ati bozmadan oğlunu, men eylemiş, daha sonra da Abdülmelike beyatte bulunmuştu»   [Dehlevînin Tühfetülisna aşeriyesi. s: 34.].

 * Filhakika pek mütefekkir bir âlim, bir müverrih olan ibni Haldun da şöyle demektedir:

«Ve kezalik: Muaviye dahi iftirakı kelime havfiyle oğlu Yezidi veliyyiahd edip kendinden sonra emri hilâfeti ana taklit ve tafvize muzdar oldu. Zira Muaviyenin kavm ve kabilesi olan Beni Ümeyye aşiretinin ekserisi, Yezkh anide ittiba’ ve inkıyad edip kılâdei saltanatın gayre teslimine razı değiller idi. Şöyle ki: Eğer Muaviye, Yezidi veliyyiaht etmeyip şeriri devleti ahara tafviz edeydi, cümhuru Beni Ümeyye, kıdemi nizaa kıyam ile müslimîn beyninde fitnei azime hudusuna bais olurdu.

Maahaza gerek Muaviye ve gerek eşrafı Beni Ümeyye, Yeziye hüsnü zan edip tanzimi umur müslimîne salâh ve liyakatine itikat ve azm ve hezmine vüsuk ve itimat ile ol süst ahdü peymanı veliyyiahd eyledi. Ve illa Hazreti Muaviye, zümrei kibarı Ashabı kiramdan olup kâtib-üssırrı vahyi rabbani ve rakam nüvisi hitabı subhanî olmakla Yezit gibi faciri cairin fısk ve fesadı malûmı olduğu halde emaneti kübrayı hilâfeti ol haini mehine teslim etmek töhmetinden masunüssaha olduğu zahirdik [Mukaddimei ibni Haldun, c: 2. s: 21.].

Vehlasıl; Hazreti Muaviye, Yezidin âtideki mesavisini bilemezdi ve ondan riyaseti esirgemesi, bir fitne zuhuruna sebep olabilirdi. Bütün bunlardan ve daha bilemediğimiz sebeplerden dolayı Yezidi veliyyiahd ta’yin etmiş olması melhuzdur.
Maahaza Hazreti Muavîye, bir hutbesinde şöyle dua etmişti: «Ya ilâhi!. Ben Yezidi görmüş olduğum faaliyetinden dolayı veliyyiaht tayin ettim, artık sen onu umduğuma kavuştur, kendisine muin ol. Eğer onu veliyyiaht tayin etmeye beni babanın evlâdına olan muhabbeti sevk etmiş, o da ta’yin ettiğim şey’e ehil bulunmamış ise ona kavuşmadan ruhunu kabzet» [Savaikı muhrike: 134.].

Bu dua, müstecap olmuş, Yezit âmmed riyasetinde uzun bir müddet durmadan vefat etmiştir.

*  Hazreti Hüseynin şehadeti mes’elesine gelince Hazretî Muaviye bundan dolayı da mes’ul değildir. Bir kere bütün tarih kitapları müttefikan yazıyorlar ki, Hazreti Muaviye, hanedanı nübüvvete ve bilhassa Hazreti Hüseyne riayet ve ta’zim edilmesi için Yezide kafi surette emir ve tavsiyede bulunmuştu. Sonra Münahicüssünnede de beyan olunduğu üzere Yezid, Hazreti Hüseyinin katli için emir vermemişti. Maamafih farz edelim ki, Hazreti Hüseyni Yezid şehit etmiştir, fakat oğlunun bu günahı, Hazreti Muaviye için bir günah olmaz.
Çünkü Allah Taalâ: (ولا تزر وازرة وزراخرى) buyurmuştur.

* Evet… Hazreti Huseyn’nin şahadeti, islâm âlemini ilel-ebed büyük bir hüzün ve teessür içinde bırakmıştır. Fakat bu hâdiseyi hissiyata kapılmaksızın muhakeme etmelidir. Denilebilir ki, Yezid Şam’dan İslâm hükümetinin riyasetini işgal etmişti, haklı olsun olmasın hiç bir hükümdar, kendi aleyhine bir kuvvetin teşekkül etmesini hoş görmez. Aksi takdirde mevkiini hasımlarına terk etmesi lâzım gelir. Sonra Yezid, babasiyle İmam Ali arasındaki muhasemat neticesinde müslümanların büyük zararlara uğramış olduklarını görmüştü. Artık yeniden böyle bir fitnenin, felâketin zuhuruna meydan verilmesi, savap görülemezdi. Beri taraftan ise Kûfeliler, Şam hükümetine karşı durmak için hazırlıklarda bulunmak istiyor, başlarında da — maksatları terviç için — Hazreti Hüseyni bulundurmak arzusunu gösteriyorlardı. Halbuki, Medinei Münevveredeki zevat, bilhassa îbni Abbas Hazretleri, halisane tavsiyelerde bulunarak: «Sakın Kûfelilerin davetine icabet etme, onlar sözlerinde durmazlar, icabında seni müdafaaya koşmazlar» diyorlardı.

Filhakika, Küfelilerin mahiyetleri ma’lûm idi, îmam Ali’ye ne kadar zahmet vermiş, o mübarek zatı ne kadar dilgir etmişlerdi. Hazreti Ali’nin hutbeleri buna şahiddir. Fakat Hazreti Hüseyin, yapılan tavsiyeleri dinlemedi, takdiri ilâhî, kendisini kutsal yuvasından çıkardı, Küfeye müteveccihen hareket etti. Kerbelâ sahrasında bütün ehli imanın gözlerini yaşlar, kalblerini hüzünler içinde bırakan o pek dilsûz şahadet hâdisesi vuku’ buldu. Acaba bu hâdisenin bu suretle tecellisine Yezid razı mı idi?.. Onu ancak Allah Taalâ bilir.

* Biz yine mütefekkir, müdekkik âlimlerimizin sözlerini nakl edelim. Şeyhülislâm  İbni   Teymiyye merhum diyor ki:

«Ehli naklin ittifakı vardır ki, Yezid Hazreti Hüseynin öldürülmesini emr etmemişti. O, ancak Hazreti Hüseyni Irak vilâyetine gitmekten men’ ediniz diye îbni Ziyâde yazmıştı. Hüseyin Radıyallahü anh ise kendisine ehli ırakın yardım edeceklerini ve kendisine yazmış oldukları şeylere vefada.bulunacaklarını zannetmişti. Iraklılara amıcası oğlu «Müslim ibni Akîl»i gönderdi. Iraklılar ise Müslimi kati ve ona gadr edip îbni Ziyade bey’at ettiler. Hazreti Hüseyin, bunun üzerine geri dönmek istemişti. Fakat îbni Ziyadın tertib ettiği zâlim çete, kendisine kavuştu. Hazreti Hüseyin:

«Bırakınız beni, ya Yezidin yanına gideyim, veya beldeme döneyim, veyahud hududu geçeyim» dedi ise de bunlardan birini yapmasına müsaade etmediler, kendisini esir etmek istediler Hazreti Hüseyn ise bundan imtina’ ederek aralarında harb vuku’ buldu, O nuridîdei müslimîn mazlûmen şehid oldu. Radiyallahü Taalâ anh.»

«Yezid, Hazreti Hüseynin şehadetini haber alınca hanesinde ağlamış, hüzün ve keder göstermiştir. Hazreti Hüseynin harem dairesinden hiç bir kimseyi esir tutmamış, belki onun ehli beytine ikram etmiş, onları beldelerine mükerremen iade eylemiştir.» «Yezid, çok müteessir olmuş, «Allah İbni Mercaneye, yani Ubeydullah İbni Ziyade lâ’net etsin, yok, vallahi eğer Hüseyn ile aralarında bir karabeti rahmiyye bulunsa idi onu öldürmezdi, ben Hüseyni öldürmeksizin yalnız Irak ehalisinin itaatine razı idim, demiştir.»

«Yezid, Hazreti Hüseynin ehli beytini, en güzel teçhizat ile teçhiz ederek Medinei Münevvereye gönderdi. Şu kadar var ki Hazreti Hüseyn için intisarde bulunmadı, katilinin öldürülmesi için emir vermedi»[Minhacüssünne. c: 2. s: 226 – 249.]

* Cevdet Paşa merhum da şöyle yazıyor: «Ba’dehu İbni Ziyad, Hazreti Hüseynin seri saadetini vesair şühedayi kerbelânın rüusi saidelerini ve nisvan ve sıbyanı Şam’a gönderdi. Zeynülabidîn dahi anlarla beraber olup ancak ellerine bilekçe ve boynuna zincir vurdurdu. Şam’a vardıklarında Zübeyr İbni Kays, Yezidin huzuruna girdi, müjde verdi, Kerbelâ vak’asının tafsilâtını bildirdi. Yezidin gözleri yaş ile doldu. «Allah İbni Sümeyye’ye lanet etsin» dedi, ve Hazreti Hüseyne rahmet okudu. «Bana gelseydi anı afv ederdim» dedi ve Zübeyre bir şey vermedi… Sonra kadınlar, Yezidin harem dairesine idhal olundular, hep saray halkı olan kadınlar gelip anlara ta’ziyet ve anlarla beraber matem ettiler ve neleri ahzu gasb olunmuş ise sordular. Zayiatlarını kat kat verdiler. Ba’dehu Yezid, Zeynel abidin Hazretlerinin demirlerini çözdü, anı yanma götürdü ve anı ve nisasını hareminde ayrıca bir daireye kondurdu, akşam sabah sofrasına davet eylerdi.>

* «Mervîdir ki Yezid, bu Kerbelâ vak’asından nâşi kulûbı ehli islâmın pek ziyade müteessir olduğunu görünce: «Allah o ibm Metcaneye lâ’net eylesin, Hüseyinin tekâlifini kabul etmeyip de ani katlettirdi ve anın katliyle nâsı bana gücendirdi, kulûbi enamda benim için adavet tohumu ekdirdi, berr-ü facir hep halk, Hüseyinin katlini izam ederek bana buğz eder oldular, dermiş» [Kısasıenbiya. s: 225-228 c: 7.].

(10)   Soru:

Muaviye, oğlunun mahiyetini güzelce anlamış olmak lâzım gelmez miydi?. Bu zâlime neden, muhabbet etti?. Neden ona temayül gösterdi?. Onu valiyyiaht yapmakla intihap usulünü ihlâl etmiş olmadı mı?. Yezidin akıbetini nurı basiretle görmeli değil miydi?.

Cevap:    

İnsanların mahiyetlerini, ahvali kalbiyelerini, fıtrî olan isti’datlarını, hallerinin akıbetini tamamı tamamına keşif ve ta’yin, insanlar için daima nasip olmaz. İnsanlar, böyle bir şey ile mükellef değildirler. Bunların bir kısmı gayba müteallik şeylerdir. İnsanlar ise gayba muttali’ olamazlar. Resuli Ekrem Hazretleri bile Allah Taalâ bildirmedikçe gayba muttali’ olamazdı. Nitekim: (لو كنت اعلم الغيب لا ستكثرت من الخير) âyeti kerimesi de bu hakikati nâtıktır.

Sonra insanların fikirleri, niyetleri, ahlâkî halleri vakit vakit tebeddüle uğrar, bazı kimseler, mahrûmülbidaye iken merzukün-nihaye olur, bazıları da merzukul-bidaye iken — Maazallah — mahrûmünnihaye bulunur.

Binaenaleyh her hangi bir kimsenin ahvalini, avakıbini evvelce keşif ve ta’yin etmek kolay, belki de mümkün değildir. Bu cihetle de hiç bir kimse böyle bir keşf ve ta’yin ile mükellef, bundan dolayı mes’ul olmaz.

Yezide gelince: Bunun hali de, Hazreti Muaviyece malûm değildi. Zaten o zamana kadar fena bir şöhret kazanmış bulunmuyordu. Artık Hazreti Muaviye, onun ileride bir zalim, bir gaddar olacağını keşfedememiş olabilir, bundan dolayı kendisini mes’ul görmek doğru değildir.

* Evet… Hazreti Muaviye bu hususta da ictihadında, kanaatinde hatâ etmiş olabilir. Bu, beşeriyet muktezasıdır. Zaten peygamberlerden başka hiç bir kimse, masum, hatâdan masun değildir. Hattâ enbiyai izam hazeratı bile hakkında vahyi ilâhî bulunmayan bir kısım hâdiseler ve kararlar hususundaki icti hatlarında isabet etmeyebilirler. Şu kadar var ki, onların isabetleri vaki olmayınca hemen vahyi ilâhi ile kendilerine hakikat bildirilir. Onların ademi isabet üzere bulunmalarına imkân verilmez. Nitekim Tebük gazvesine iştirak etmemek isteyen bir takım kimselere Resuli Ekrem Hazretleri izin vermiş, onların dermeyan ettikleri mazeretleri ciddî sanmıştı. Bu bir içtihat neticesi idi. Fakat az sonra( عفاالله عنك لم اذنت لهم) âyeti kerîmesi nazil olmuş, bu izinde isabet bulunmadığı bildirilmişi idi.

Demek oluyor ki, en büyük nurı basirete sahip olan peygamberanı zîşan bile bazan böyle içtihatlarında lihikmetin isabetsizliğe maruz olabiliyorlar. Bu da beşeriyet muktezasıdır. Beşeriyetin, uluhiyete mahsus bir kemal ile, gayba ıttıla’ kudretiyle muttasıf olmadığına bir delildir.Artık Hazreti Muaviye de bu husustaki ademi isabetinden dolayı mazur görülmek lâzım gelmez mi?.

«Hazreti Muaviyenin Yezide muhabbet ve temayülüne gelince: Bu, bir fıtrat mes’elesidir. Herkes kendi evlâdını fıtratın sever, ona meyleder. Fakat onun bu muhabbeti, Yezidin zulmüne, gadrine razı olduğuna asla delâlet etmez. Zâlimlere muhabbetin ve temayülün ne suretle memnu olduğunu ilerideki sual vasıtasiyle izah edeceğiz.

* Hazreti Muaviyenin intihap usulünü tağyir etmiş olması iddiası da tetkika, tahlile muhtaçtır. Vakıa müslümanlıkta âmme riyasetini ihraz edecek zatm intihap ile ta’yini bir esastır. Fakat bu intihap, bütün ehalii islâmiyenin iştiraki suretiyle olmak müşkil ve âdeta muhal olduğundan bu cihet, ehli hall-û akd denilen zevatın intihaplariyle, mubayaalariyle yapılagel-miştir.

Meselâ: Hazreti Ebubekir, hastalığında bir ahdname yazarak Hazreti Ömeri veliyyiahd göstermiş, bunu hanesi önünde toplanan zevatı kirama bildirmiş, onlar da muvafakat göstermekle bu intihab yerine getirilmiştir. Hattâ Aşerei Mübeşşereden Talha Hazretleri, Hazreti Ömer’in fitretindeki şiddet ve celâdeti düşünerek Hazreti Sıddık’a hitaben: «Sen Ömerfi veliyyiahd mi ettin?. Sen var iken anın halka nasıl muamele etti,ğini gördün, yalnız kaldığı halde ne yapmaz. Allanın huzuruna vardığında raiyyeyi senden sorar.» demiş, Hazreti Sıddık da: «Rabbime mülâki olup da benden de sual ettik de: «Yarabbi! kullarının umurunu anların en hayırlısına havale ettim» diye cevap veririm demiştir [Kısasül enbiya cüz: 6. s: 484.].

Kezalik: Hazreti Ömer de vefatından evvel, altı zattan müteşekkil bir şûra heyeti ta’yin etmiş, kendisine halef olacak zatın intihabını onlara havale eylemişti.
Görülüyor ki intihabın müttefikan yapılması lâzım gelmiyor, her halde yapılan intihaba karşı böyle muhalifler de bulunabilir. Fakat hall-ü akd erbabının ekseriyetle kabul ve mubayaası kâfi görülmüştür. İmam Ali Hazretlerinin intihabı da öyle olmuştu. Zaten zamanımızda da her yerde intihablar böyle ekseriyetle yapıla gelmektedir.

İşte Hazreti Muaviye’de bir çok kimselerin tavsiye ve tensıbleri üzerine Yezidi veliyyiahd ta’yin etmiş, bununla beraber bütün erbabı hallü akdin, bütün valilerinin mubayaalarına, lüzum görmüş, bu mubayaa ekseriyeti âzime ile icra edilmiş, buna yanlız Hazreti Hüseyn, Hazreti Abdullah ibni Zübeyr gibi bazı zatlar muhalif kalmışlardı.

Evliyai umurun veliyyiahdlığı ve întihab ve mubayaası hakkındaki ahkâm, Şerhi Mevakıf, Şerhi Makasid gibi akaid kitaplarımızda mufassalan yazılmıştır. Fazla malûmat için onlara müracaat edilebilir.

* Daha kıymetli, ma’nen daha yüksek zatlar dururken Yezidin o makama neden getirilmiş olduğuna dair evvelce malumat vermiş bulunuyoruz.
Hülâsâi kelâm: Bu bir hadisei tarihiyedir ki, bir takdiri ilâhî muktezası olarak bundan bin üç yüz sene evvel vuku’ bulmuştur. (Olmuş amma olmasaydı keşke) demekten başkası zaittir. Bu gün biz, bundan mes’ul değiliz, bundan dolayı kendilerine mes’uliyet teveccüh edecek kimseler var mıdır, yok mudur, bu da bizce sabit, yakinen malûm değildir. Artık bunu bahane ederek büyüklere, dine hizmetleri beynelmüslimîn. sabit olan zatlara dil uzatmamız asla doğru olamaz.
  ومن سعادة تركه مالا يعنه

 

Kaynak:

Ömer Nasuhi Bilmen – Ashab-ı Kiram Hakkında Müslümanların Nezih İtikadları

 

Sual ve cevapların tamamı için bkn:

http://www.incemeseleler.com/nezih-tikadlar/58-hazreti-muaviye-hakkndaki-baz-suallerin-cevaplar.html

Muhammed Ali

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir