Ertan özensel*
özet: Tarihsel süreçte bilgi-iktidar ilişkisi sürekli var olmakla birlikte, modem zamanlarda bu ilişki sürecinin çok daha karmaşık bir hal alırken aynı zamanda bilgi, merkezi bir konuma gelmiştir. Doğa bilimlerinin ardından sosyal bilimlerinde devreye girmesiyle iktidarlar, kendilerini meşrulaştırırlar- ken sahip oldukları denetimi de güçlendirme imkanına kavuşmuş oluyorlardı, özellikle ulus devlet, demokrasi, kapitalizm gibi argümanlarıyla modernite, kendi meşruiyetini sürdürmüş oluyordu. (Günümüz küresel dünyasında ise, kültürlerin birbirlerini etkilemesi söz konusu olsa da, modernite- nin sahip olduğu teknolojik üstünlük, güçlü sermaye birikimi gibi unsurlarıyla diğer tüm kültürler üzerinde varlığını devam ettirdi. Böylece Batı, dünyanın diğer toplundan üzerinde ekonomik, siyasal iktidarları kadar kültürel iktidarlarını da sürdürmeyi devam ettirmektedirler.
Anahtar Kelimeler. Bilgi, İktidar, Modernite, Kültürel İktidar.
Knowledge, Power and Basic Dynamics of Modern Cultural Power
Abstract: There always has been an existing relationship between knowledge and power in the his- torical process, while this relationship process has become much more complex in modem times, and information has become the focal point. Along vvith natural Sciences, the introduction of sodal sdences enabled govemments and regimes to seize the opportunity to strengthen their control vvhile legitimizing themselves. Modernity preserved its legitimacy especially with arguments such as na- tion-state, democracy and capitalism. Today in the global world, the technological superiority and strong Capital accumulation of modemity continued its existence on ali other cultures although cul- tures naturally affect each other. In this way, the West continues to maintain its cultural and political power över other societies of the world as well as its economic and political power.
Keywords: Knowledge, Power, Modemity, Cultural Power.
Prof. Dr., Selçuk Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi Sosyoloji
Giriş
Bilgi-iktidar ilişkisinin tarihsel süreçte sürekli var olduğu bilinmektedir Modern dönemlerde bu ilişki süreci çok daha karmaşık bir hale dönüşmüştür. Aydınlanma düşünürlerinde bilgi daha çok, insanı özgürleştiren bir süreç olarak ele alınıp değerlendirildi ve iktidar karşısında bireyin özgürleşmesinde bilgi önemli bir form olarak sunuldu.
Bilgi-iktidar ilişkisi modern zamanlarda sosyal bilimlerin katkısıyla çok daha karmaşık hale gelirken aynı zamanda merkezi bir konumda kendine yer buldu. Dolayısıyla bilgi, yalnızca tahakkümün sürdürüldüğü bir alan değil, aynı zamanda tahakküm için tahakküme karşı mücadele edilen bir alanı da oluşturmuş oldu. Özellikle iktidarlar, sosyal bilimlerin kazanımlarıyla kendini meşrulaştırma, denetimi sağlama ve çeşitli düzenlemeleri hayata geçirme gibi işlevleri de üslenmiş oluyordu. Böylece modernlik, sosyal bilimler aracılığıyla kendi iktidarını korumasına imkân sağlıyor, özellikle ulus devlet, demokrasi, kapitalizm gibi argümanlarıyla kültürel iktidarının meşruiyetini sürdürmüş oluyordu.
Avrupa’nın modernleşme sürecinde icat edilen bilimsel bilgi, kendi dışındaki toplumların kültürel birikimlerini yok sayan bilgi paradigmasıyla dünyayı ve toplumu anlama çabası içine girdi. İlerlemeci paradigmalarla dünya ve evren tasavvuru geliştiren Batı, sahip olduğu bu bilgiyi mutlak olarak sundu. Böylece doğa bilimlerinden sonra sosyal bilimlerde de, bilgi üretiminin geçerliliğini kendi tekellerine alarak, neredeyse tüm dünya toplundan üzerinde kültürel iktidarı ellerinde tutmada önemli başarı elde ettiler.
Her ne kadar küreselleşme, kültürlerin birbirlerini etkileme imkânını sunsa da Batı; bilgi, teknoloji, sermaye, üretim vb. imkanlarıyla diğer tüm kültürler üzerinde çok güçlü bir etkiye sahip oldu. Küreselleşme Batı dışı kültürlerin fark edilmesi gibi bir işlevi ortaya çıkarsa da, sıklıkla birçok kültürün bastırılmasına hatta yok olmasına yol açtı. Böylece Batı, kendi dışındaki toplumlar üzerinde ekonomik ve siyasal alanda olduğu kadar kültürel alanda da iktidar olup önemli bir güç olarak varlığım sürdürdü.
Bu makalede, bilgi-iktidar ilişkisi ve modernizmin temel argümanlarıyla önemli bir ivme kazanan kültürel iktidarın temel dinamikleri üzerinde teorik kısa bir değerlendirme yapılması hedeflenmiştir.
İktidar Öğesi Olarak Bilgi
Elimizdeki mevcut bilgi birikimi insanlık tarihi boyunca bilgi-iktidar ilişkisinin sürekli var olduğunu göstermektedir. Bu ilişki süreci şüphesiz farklı iktidar dönemlerinde farklı görünümler şeklinde gerçekleşmiştir. Bilgi-iktidar ilişkisinin görünen biçimi genellikle kendini iktidara dönüştürme biçiminde ortaya çıkmıştır. Bu durumda iktidarın bilgiyi bir araç olarak kullanma durumu söz konusudur. Bilgiyi amaç olarak algılaması ve işleve sokması da iktidarın diğer t görünür durumudur.
Modern dönemlerde bilgi-iktidar ilişkisinin çok daha karmaşık bir süreci içerdiğinden söz edilmektedir. Bu söylemin moderniteden postmodern dönemlere doğru işleyen süreçte bilginin iktidar ilişkilerindeki işlevinden kaynaklandığı söylenebilir. Her iktidar bir şekilde varlığını sürdürmek için bilgiyi merkeze alır. Burada sorun, iktidarın kendi meşruiyetini pekiştirecek bilgiyi merkeze alıp almamasıdır. Bu yüzden ”hükümet olabilirsiniz fakat iktidar olamazsınız” söylemi tam bu noktada bir gerçeklik olarak karşımıza çıkar. Hatta “demokrasilerde iktidarı yönetenler kültürel iktidar olamazlar, onlar ancak kendi ideolojilerini benimseyenlerin önlerini açabilirler” yaklaşımı sıkça rastlanan bir durumdur.
Modern demokrasiler, farklı kültürel iktidar biçimlerinin var olmalarına I imkân sunan siyasi sistemlerdir. Şüphesiz iktidar çeşitli mekanizmalar aracılı-ğıyla belirli kültürel unsurları ön plana çıkarır fakat onun kitlelere yaygınlaştırıması ve benimsenmesinin tek başına iktidar gücüyle olması mümkün değildir. Taylor’un ifadesiyle kültür, “bir toplumun üyesi olarak insanın kazandığı bilgi, inanç, gelenek, sanatsal faaliyet, hukuk, ahlaki değerler ve diğer yetenek ve I alışkanlıktan içeren karmaşık bir bütündür.” İktidar ise toplumsal gerçekliğin I parçası olan bu unsurları sahiplenip yönetme, yayma amacını güder ve daha çok popülist argümanlar üzerinden kendini var eder. “Popülizmin ortaya çıkmasına yol açan temel unsurun da temsili demokrasi olduğunu ifade edilebiliriz. Çünkü popülizm bir dizi demokratik talebin (toplumsal güvenliğin tesisi, sağlık hizmetlerinde iyileşme, düşük vergi oranları, barış vb.) “eşdeğerlik zinciri” ile birbirine eklemlenmesiyle ortaya çıkar” (Fedayi ve Yıldırım, 2019:186).
Popülizm, siyasilerin halka inebildikleri, halkın sorunlarını çözmeyi arzu t ettikleri, halkın temel değerlerini savundukları bir duruma tekabül eder. İktidar ; için de popülizm, bir öteki oluşturarak kendini destekleyen kitleyi güçlendirmek ve kendi siyasal argümanlarını popülerleştirme yöntemidir. Popülist söylemin temel unsurları ise yoğun katılımlı mitingler, kitleleri coşturan konuşmalar ve katılımcıların coşkulu sloganlarıdır. Kullanılan dil ise geniş kitlelerin siyasette bütünleşmesini sağlayan popülist bir söylemdir. Dolayısıyla herhangi bir iktidarın, siyasal iktidarının yanında, kültürel iktidarını da oluşturması kısa bir sürede gerçekleştirmesi mümkün görünmeyen bir durumdur.
Aydınlanma düşünürlerinde bilgi insanı özgürleştiren bir araçtı. Modern düşünce de iktidar karşısında bireyin özgürleşmesinde bilgiyi önemli bir form olarak sundu. Foucault ise bilginin iktidar araçlarınca şekillenerek yayıldığından söz ederek bilgiyi bir özgürleşme aracı değil, aksine iktidarın denetim mekanizmalarından biri olarak görür ve bilginin bireyi hapsettiğini belirtir. Ona göre “iktidarın işleyişi sürekli olarak bilgi yaratır ve aksi yönde bilgi de iktidar etkilerine yol açar” (Foucault, 2003: 35). Bu bağlamda Foucault’ya göre iktidar; “kendi Örgütlenmelerini kendi oluşturan, güç ilişkilerini dönüştüren, güçlendiren ya da tersine çeviren bir süreç ve bu güç ilişkilerini etkili kılan stratejiler olarak anlaşılmalıdır” (Canpolat, 2003: 99). Dolayısıyla iktidar ile bilgi arasında doğrusal bir ilişki vardır ve birbirlerini sürekli olarak etkilerler. Ayrıca iktidar ilişkilerini oluşturmayan bilgi alanı da kurulamaz. Çünkü siyasal beden, iktidar bilgi ilişkisi ile bilgi nesnesi haline getirilerek oluşmuş ve işlemesi mümkün olmuştur (Foucault, 2000:65). İktidar sürekli dolaşımda olan bir mekanizmadır. İktidar bir ağ biçiminde işler ve bu ağda bireyler, yalnız dolaşıma girmekle kalmaz, aynı zamanda ona boyun eğmek ve onu uygulamak durumunda da kalırlar. Bu durumda bireyler her zaman iktidarın aracı olurlar ve iktidar bireyleri geçiş yolu olarak kullanır (Foucault, 2005:107). Foucault, iktidarın bilgiye, bilginin iktidara sürekli eklemlendiği kanısında olduğunu belirtir ve bunu ortaya çıkarmayı denediğim ifade eder. Yine ona göre, iktidarm falanca keşfe, filanca bilgi biçimine ihtiyaç olduğunu söylemekle yetinilmemeli, iktidar işleyişinin bilgi nesneleri yarattığı, bunları ortaya çıkardığı, enformasyon biriktirdiği ve kullandığı da söylenmelidir (Foucault, 2003:35). Görüldüğü gibi Foucault’ya göre bilgi iktidara, iktidarda bilgiye sürekli eklemlenerek devam eder ve iktidar ilişkisi bilgiyi sürekli üretirken bilgi de iktidar etkilerini ortaya çıkarır.
Gramsci’nin hegemonya kavramı ise sadece toplumsal ve siyasi kuram olarak kalmamış aynı zamanda da kültürel kuram üzerinde büyük etki yapmıştır. Hegemonya üzerinden yapılan bu kavramlaştırma daha çok iktidar ilişkilerinin diyalektik bir alanı olarak toplumu ele alırken, kültürü de bu süregiden ilişkilerin gerçekleştiği alan olarak ortaya koymuştur. Sonuçta Gramsci’ye göre kültür, “toplumsal ve siyasal iktidarın gereksinimlerine göre yeni insan tipinin yaratılmasında ve dolayısı ile kitlelerin aktif/etkin rızalarının sağlanmasında merkezi bir yere sahiptir. Dolayısıyla devlet, sadece zorlayıcı/baskıcı bir kurum değil aynı zamanda da kitleleri eğiten ve hükmettiği kitlelerin etkin rızasını oluşturmaya çalışan ahlaki bir kurumdur… Ancak kültür, yalnızca tahakkümün sağlanıp sürdürüldüğü bir alan değil, tahakküm için ve tahakküme karşı mücadele edilen bir alandır da. Yani kültür, sadece hegemonyanın kurulduğu alan değil aynı zamanda da yeni hegemonik tahakkümün oluşumu için savaşılan alandır” (Apaydın, 2001). iktidarda hegemonya krizinin ortaya çıkması, yeni bir siyasal egemenliğe dönüşmesi ya da belli bir sınıfın egemenliği bir diğerine devretmesi anlamında Gramsci; “bir toplumsal kuruluşlun], içinde taşıyabileceği bütün üretim güçlerini geliştirmeden ya da daha yüksek yeni üretim ilişkileri bunların yerini almadan hiçbir zaman ortadan kalkmadığını ve bu yeni ilişkiler eski toplumun bağrından doğup gelişmeden yani bunları geliştiren maddi koşullar gerçekleşmeden” (Gramsci, 2014: 149) varlığım sürdürmeye devam edeceğim belirtir. Her ne kadar Gramsci üst yapı ile değişimin mümkün olduğundan söz etse de, toplumsal yapıda değişim taleplerinin karşılık bulmadığı durumlarda, iktidarın sadece kendi refleksleriyle kendi öğelerini ve kültürel iktidarını oluşturması mümkün olamamaktadır.
Althusser ise, devletin, kamusal alanda iktidarını kurarken bireylerin nasıl davranması gerektiği konusunda da devletin ideolojik aygıtlarından yararlandığını belirtir. Ona göre bu ideolojik aygıtlar çok çeşitli olmasına rağmen devletin ideolojik aygıtlarının işleyişini belirleyen üst-yapı devlete hâkim olan egemen ideolojidir. Bu durumda devlet, sınıf mücadelesinden farklı olarak, egemen sınıfın Egemenliğini sürdürmesi için bir araç haline dönüşmüştür (Althusser, 2009: 104). Yine “hiçbir sınıf[m] devletin ideolojik aygıtları içinde ve üstünde kendi hegemonyasını uygulamadan, devlet iktidarını kalıcı olarak elinde tutması[nın]” da (Althusser, 2014: 53) mümkün olmadığını belirtir.
Modern Kültürel İktidar ve İlerlemecilik
Modern toplumda bilgi-iktidar ilişkisinin başat bir niteliğe sahip olduğu görülmektedir. Bilgi; iktidara yönetme, nüfusu denetleme, kontrol etme koşullarının oluşmasında destek olurken aynı zamanda insanlara özgürlük ve hareket etme olanağı da verir. Ancak bu özgürlük ve hareket alanının sınırlarını belirleyen yine iktidardır. Hatta iktidar direnişi de içinde barındırır ve bilgi, iktidarın bekası açısından da normalleştirme sürecine uyumlu bireyler yaratılması noktasında da bir o kadar önemli işlev sunar.
Sosyal bilimler terminolojisinde sıkça rastladığımız bilgi ile iktidar arasındaki ilişki, “modern zamanlarda sosyal bilimlerin ortaya çıkmasıyla çok daha karmaşık ve merkezi bir nitelik edinmiştir”. Şüphesiz sosyal bilimlerin bilgiyi elde etme ve bilgiyi kullanıp meşrulaştırma biçimine baktığımızda bu yargının doğru olduğu görülecektir. Diğer yandan iktidarda bilginin merkezi konuma gelmesinin çok da yeni bir durum olduğunu söylemek pek mümkün değildir. Modernite ile ortaya çıkan bilimsel gelişmeler, bilimin kurtarıcı işlevine olan güveni art- Jhrmış hatta bu güven inanca dönüşmüştür. Bu bilimcilik yaklaşımı geleneği işlevsiz hale getirirken sosyal bilimlere ise ortaya çıkan boşluğu doldurma görevi İçermiştir. Sosyal bilimler ortaya çıkan boşluğu genellikle, doğa bilimlerinden aldığı yöntem ve tekniklerle, Aydınlanmanın mirasıyla ve rasyonel ilkelerle telafi etmeye çalışmıştır.
i Sosyal bilimlerdeki bu gücün kazanılmasında doğa bilimlerinin sahip olduğu itibarın büyük etkisi vardır. İktidarın, sosyal bilimlerin verileri ile kendini meşrulaştırma, toplumsal denetimi gerçekleştirme ve yeni düzenlemeleri hayata geçirme gibi işlevleri yerine getirmesi mümkün olabiliyordu. Böylece iktidarı meşrulaştıracak yeni normların oluşması da mümkün olabilmekte idi. Nitekim “düşünsel kökenleri Rönesans hümanizmi ve Aydınlanma aklına dayanan modern dönemdeki bilimsel gelişmeler, insan aklının her şeyi daha iyiye doğru değiştirebileceği inancım güçlendirmişti. Doğa düzleminde doğa bilimlerinin rehberlik yapacağı bu değişim, sosyal alanda da sosyal bilimler tarafından yürütülecekti” (Bayram, 2009: 2). Bilim, ortaya çıkış koşulları itibariyle daha çok nesnel, somut bilgilerin keşfedilmesi ve kullanılması için işlev görürken 19. yüzyılda geliştirdiği sosyal bilimlerle, çoğunlukla sahip olduklarım bütün toplumlara kabul ettirme politikasının bir aracı olarak işlev görmüştür.
Nitekim sosyal bilimler, bir bütün olarak gelenekten kopuşun getirdiği boşluğu doldurduğu iddiasıyla işlevini yerine getirmeye çalışsalar da sonuçta modernlik, sosyal bilimler aracılığıyla kendi söylemini ve iktidar ilişkilerini çeşitli mekanizmalar aracılığıyla korudu. İktidarların en büyük gücü ise, modern bilgiye olan güvendi. Bu noktada sosyal bilimler “özellikle kültürün evrensel bir içerik etrafında rasyonelleştirilmesinin aracı olarak işlevselleştirilmiştir. Kültürü rasyonelleştirme işlevleri çerçevesinde sosyal bilimler, modern ulus-devlet, demokrasi ve kapitalizm gibi olgularla beraber sosyal bir proje olarak da görülen modernliğin ana dinamiklerini oluşturmuştur” (Bayram, 2009: 4). Böylece modernite; ulus-devlet, demokrasi, kapitalizm gibi güçlü argümanlarıyla kültürel iktidarın yerleşmesinin ve sürdürülmesinin bir şekilde meşruiyetini de sağlamış oluyordu. Özellikle ulus devlet ve demokratik rejimler tüm insanlığı kuşatan ileri bir yönetimsel aşama olarak vazgeçilemez sistemlerdi. Hatta 20. yüzyıldan itibaren üstünlüklerinin tartışılması bile nerdeyse mümkün değildi. Meşruiyetlerini kendi dinamizmlerinden alıyorlardı ve kültürel iktidarın önde gelen araçlarına dönüşmüşlerdi. Bir ülkeye demokrasi getirme vaadi, o ülkeyi işgal etmek için yeterli bir neden bile olabiliyordu[1]. Dolayısıyla ekonomik, siyasal ve kültürel iktidarı kurmanın dokunulmaz bir aracı olarak görev üslenebiliyorlardı.
Modernite, kendisinin yarattığı ve meşrulaştırdığı bilgiyi kültürel ve siyasal iktidarım meşrulaştırmak için kullanmakla kalmıyor, aynı zamanda Antropoloji ve Oryantalizm gibi bilim/bilgi türlerini icat ederek meşruiyetini pekiştirmeye çalışıyordu. “Amerika, Avustralya ve Afrika’nın Avrupalılarca keşfini takip eden birkaç yüzyıl içerisinde, Avrupalı insan yeniden dünyadaki yerini ve tanıştığı farklılıkları anlamlandırma çabasına girişir. Avrupalılar kendilerini Âdem ve Havva’nın soyuna bağlarken, siyah derilileri bu soydan kabul etmemişlerdir. Onların da bir tür maymun olup olmadıkları ciddiyetle tartışılmıştır… Örneğin Montesquieu, ‘Erdemli bir varlık olan Tanrı’nın, iyi bir ruhu simsiyah bir bedene yerleştirebileceğini sanmıyorum’ ” demiştir (Gültekin, 2016). Nitekim Asad antropolojiyi, “hükmeden ve hükmedilen kültürler” arasındaki tahakküm ilişkisini anlamlandırarak okumak zorunda olduğumuzu hatırlatır. Misyonerlerin ardından bölgelere gönderilen antropologlar ise kendilerini tabi oldukları devletlerin politik çıkarlarının içinde bulunduklarını söyler. Bu nedenle, ‘öteki’ toplumla- n araştırma odağının, akademik olmanın ötesinde politik bir hale evrildiğinı (Asad, 2008:16-17) belirtir.
Bilindiği gibi modernlik, tarihsel olarak inşa edilmiş bir projedir. Dolayısıyla modern tarih, dünyayı algılamaya ilişkin özgün bir bilgi sürecini de oluşturur. Bu bilgi süreci, evrenselci bir bilgiyi de dayatır ve sahip olduğu bilginin kaynağı pozitivist bilimdir. Ayrıca sahip olduğu teknoloji ve bu teknolojiyi üretecek ve kullanacak bir zihniyeti sürekli üretmesi de modernitenin kendini sürekli canlı tutabilmesine imkân sağlamaktadır. Böylece kaynağını akıldan alan, bilime dayalı, evrensel değerler üretir. Şüphesiz teknolojik alandaki başarısı bilimsel rasyonellikle birleşince de toplumsal işleyiş içinde temel referans olmuş, kendini kurumsallaştırmış ve Weber’in ifadesiyle “büyüsü bozulan dünyada” günlük yaşam da rasyonelleştirilmiştir. Modernitenin ürettiği bilgi formu önce doğa bilimleri sayesinde doğa üzerindeki etkisini arttırmış daha sonra da iktidar sayesinde toplumun denetlenmesi ve toplumlar üzerinde kültürel iktidarını kurma yönünde işlev görmesine imkân sunmuştur.
Avrupa’nın modernleşme süreciyle özdeştirilen bilgi süreci, kendilerinin dışındaki toplumların kültürel birikimlerini yok sayan bir bilgi paradigmasıyla kendilerini inşa etmiştir. Kendi dışında bilgi birikimlerine sahip olan toplumları “medenileşme sürecinin dışında kalanlar” ya da “fıtri gerilik” olarak nitelendirmişlerdir. Nitekim Ellsworth Huntington, kendilerine sunulan imkanları ve fırsatları Batı dışı toplumların kullanamadığım ve bu yüzden de bu tür toplum- larda fıtri gerilik olduğunu söyler. Hindistan’da İngilizcenin ikinci dil haline gelmesinde büyük rol oynayan Thomas Macaulay de “Hint Eğitimi Üzerine Notlar” adlı eserinde, İngiliz medeniyetine mensup bir Hintli neslin nasıl yetiştirilmesi gerektiğini anlatır. Ona göre, kısıtlı imkanlarla Hindistan halkının tamamım eğitmemiz mümkün değildir. Yapmamız gereken, hükmettiğimiz milyonlarla bizim aramızda tercüman görevini üslenecek bir sınıf yetiştirmektir. Bu sınıfın kam ve rengi Hintli fakat zevkleri, kanaatleri, ahlaki ve aklı İngiliz olacaktır (Kaim, 2018: 113).
1940’11 yıllardan itibaren Amerika merkezli akademik çalışmalarla gündeme gelen ilerleme düşüncesinin 19. yüzyılda hâkim bir paradigma halini alan evrimci yaklaşımları da büyük ölçüde benimsediği görülür. Böylece ilerlemeci anlayış, Batılı olmayan toplumların değişim süreçlerine de yön veriyordu. Bu durum Batı dışı toplumların da modernleşme sürecine dahil olabileceğim ve yeni kurulan dünya düzenine entegre etme koşullarım da sistematize ediyordu.
İlk dönem ilerlemeci düşünürler gelişim problemim daha çok ekonomik temelli öğelerden hareket ederek ele alırken, daha somaki düşünürler ekonomik kalkınmanın yanma ilgili toplumun tüm toplumsal boyutlarım da ekliyorlardı.
Böylece bilgi ve ona bağlı olarak ortaya çıkan kültürel gelişmeler toplumsal iktidarın şekillenmesine imkan sağlıyordu. Dolayısıyla 19. yüzyıldan itibaren modernlik, günlük hayatı tanzim etmeye çalışan, emredici ve buyurgan bir sistem halim almaya başlamış oluyordu. Hiç kuşkusuz özgürleşen de tarihi yapan da Batılı öznedir. Doğu da ise böyle bir özgürleş i m süreci ve dolayısıyla da bir tarih yoktur. Doğu durağandır ve durağan olanın tarihi de olmaz. Tarih, Batı’da akmakta ve ilerlemektedir (Altun, 2002: 23). Böylece modernite, sahip olduğu argümanlarla, Batı dışı toplumların modernleşmeden başka alternatiflerinin bile olmadığı, bilginin yegâne kaynağının Batı olduğu kabulünü dayatır.
İlerleme kuramlarının ortak noktası, Batı’nın ortaya koyduğu toplumsal aşamayı, evrimsel bir gelişmenin ileri bir aşaması hatta Fukuyama’nın “Tarihin sonu” tezinde olduğu gibi son basamağı olarak görebilmeleridir. “Bütün tarihi süreç, “mağara adamından üstün insana”, “barbarlıktan uygarlığa”, ‘budalalıktan bilgeliğe ve dehaya”, “hayvanlıktan yarı tanrılığa”, ‘savaş ve varoluş mücadelesinden, barış, uyum ve karşılıklı yardımlaşmaya’ vb. giden yol boyunca, bazı sapmalar ve ufak tefek dönüp dolaşmalarla bir çeşit ilerlemeci ilerleyiş olarak görülmektedir” (Sorokin, 2001:17). Böylece, doğa bilimlerinden sosyal bilimlere dek bilgi üretimini kendi tekellerinde bulundururlarken, tüm dünyanın kültürü üzerinde önemli bir güç de elde ediyorlar hatta Batı merkezli kültürel iktidarlarını kendi dışındaki tüm toplumlara da dayatıyorlardı. Daha da ilginci, Batı dışı toplumların modernleşme ile ilgili sosyal bilim çalışmaları bu toplumlar için olumlu birtakım sonuçlar ortaya koyarken, büyük bir kısmı da gelişmeli bilgi paradigmalarını izlenmesi gereken zorunlu şart olarak toplumlara yerleştirmiş oluyorlardı.
Blaut, “Sömürgeciliğin Dünya Modeli” adlı eserinde Avrupa’nın bilgi temelli kültürel iktidarına yönelik bakış açısını bir zaman tüneli içinde şöyle değerlendirir; 19. yüzyılın ortalarında Avrupa’da ya da Angola-Amerika’da okula gitseydiniz, insanlık tarihindeki her önemli şeyin, dünyanın tek bir yerinde, ‘Büyük Avrupa’ diyeceğimiz bölgede meydana geldiğini öğrenecektiniz. Bazı öğretmenleriniz yalnızca bu bölge halkının gerçekten insan olduğunu iddia edeceklerdi. Eğer 20. yüzyılın başında okula gitseydiniz, dünyanın çok yaşlı olduğunu, türümüzün uzun süredir yaşadığını ama yine de her önemli şeyin Avrupa’da gerçekleştiğini öğrenecektiniz. II. Dünya Savaşı sonrası tarih kitaplarında da çok farklı bir şey görmeyeceksiniz. Okuyacağınız şeyler, gerçek medeniyet hala Atina’dan Roma’ya, Paris’e Londra’ya ilerlemektedir ve belki sonra New York’a yelken açmaktır. Avrupalılar hala kendileri dışındaki herkesten parlak, daha iyi/ daha cesurdurlar (Blaut, 2015:14-20).
Klasik yayılmacılık döneminin başlamasıyla birlikte de, Avrupa’ya ait değerlerin ve üretilen bilginin Avrupa dışı toplumlara taşınması zaman içinde kurama dönüşmüştü ve bu kuramların hepsi akla yakın doğruluğu tartışmasız kabul edildi. I. ve II. Dünya Savaşı yıllarında Avrupalı entelektüellerin dikkatleri ilerlemeden çok felaketin nasıl önleneceğine yönelmişti. Bu arada sömürü halktan, ekonomik ve toplumsal ilerlemenin sömürgeci gücün modernleştirmesi yoluyla olacağını duymaktan bıkmışlardı. Bu durumda sömürgecilere düşen, modernleşmen mesajların hala geçerli olduğuna hatta ekonomik, toplumsal gelişme ideali adına siyasi bağımsızlıklarından vazgeçmelerine toplumları ikna etmekti. İkna olmayanların ise, ilerlemenin ancak sömürgecilerin şirketlerinin ve bankalarının aracılığıyla mümkün olacağı yeni bağımsız devletler altında işlerine devam etmelerini sağlamaktı (Blaut; 2015, 52-56). Nitekim dünyanın birçok toplu- munda bunu da sağladıktan ve kendi ekonomik, siyasal ve kültürel iktidarlarını sürdürdükleri görülmektedir.
Bugünde Batılı modernist, ilerlemeci kültürel iktidarın önermeleri, zaman zaman çıkan bazı itirazlı seslere rağmen hala güçlü bir şekilde tüm dünyada devam etmektedir. Hatta bazı Batılı düşünürlerin bu ilerlemeciliğin belirsiz bir geleceğe kadar devam edeceği konusunda inançlarını yitirmediklerine de şahit olmaktayız. Tanımlama açısından “Batı” ile bir coğrafya ve ülkeler topluluğunu ifade ediyorsak da aslında bugün neredeyse bütün dünyayı kuşatan bir kültürden, bir bilgiden, bir medeniyetten, bir zihniyetten ve bir yaşam biçiminden söz ediyor olmaktayız. Hatta bu, dünya coğrafyasında Batı’nın kültürel iktidarına işaret ediyoruz demektir. Çünkü insanoğlunun sahip olduğu bugünkü bilgi, tarih, medeniyet ve kültür algılarının neredeyse tamamı Batı modernitesinin ürettiği bir birikimdir. En azından Batı dışı toplumların ürettiği kadim kültürün, modern bilim açısından bir değeri yoktur. Dolayısıyla Rönesans değil “Rönesanslar” ın[2], “olmasının, “İslam Bilim Tarihi”[3] gibi çalışmaların dünya tarihine yaptıkları katkıların çok da anlamı yoktur.
Gelinen noktada ise ekonomik, siyasal, sosyal ve kültürel boyutları olan ve hatta kaçınılmaz görünen küreselleşme sürecinin bütün dünyayı hakimiyeti altına aldığına şahit oluyoruz. Küreselleşmenin en büyük etkilerinden biri de kültürel alanda gerçekleşmektedir. Her ne kadar küreselleşme, kültürlerin karşılıklı olarak birbirlerini etkilemelerini içerse de, Batı merkezli kültürün diğer kültürler üzerinde çok güçlü bir etkiye sahip olduğunu hatta diğer kültürlerin yok olmasına neden olabildiği söylenebilir. Yani küreselleşme, tek yönlü olarak diğer kültürleri yok etmekte ya da en azından onları marjinalleştirmektedir. Dolayısıyla küreselleşme, evrensel ve ayrıcalıklı kategori olarak (Keyman, 2002: 55-56) modern benliğin diğer toplumlar üzerinde kültürel iktidarını pekiştirerek sürdürmektedir. Böylece Batı merkezli aktörlerin sahip oldukları argümanlar (bilim, teknoloji, kitle iletişim araçları vb.) kendilerinin dışındaki kültürel öğeleri çok rahatlıkla denetleyebilmekte, onları bastırabilmekte hatta ötekileştirebilmektedir.
Sonuçta Rönesans’tan Aydınlanmaya, oradan sanayi devrimine ve nihayet küreselleşme süreci içeresinde sahip olduğumuz bilim, Batı’nın ürettiği bir bilgi sürecidir ve bütün dünya Batı bilimini evrensel argümanlarla kullanmaktadır. Bu genellenebilir evrensel bilgi, neyin nasıl olması gerektiği, hangi yöntemle bu bilginin geçerli olduğunu neredeyse tartışmasız bir biçimde kesin ilkelerle ortaya koyarken, bütün toplumları kültürel iktidarının denetimine de almış olmaktadır. Aynı zamanda bu bilgi doğayı, bireysel ve toplumsal olanı anlamak, onu denetim altında tutmak, yeni bilgiler üretmek, bilgiyi tekniğe ve teknolojiye dönüştürmek adına kendi içinde birçok çelişkisine rağmen tutarlı bir zihniyet sistemidir. Özündeki üretme, tüketme ve kendi ekonomik, siyasal ve kültürel iktidarını sürdürme talebi, neredeyse tüm dünyada büyük bir hızla devam etmektedir.
Sonuç
Bilgi-iktidar ilişkisi modern zamanlarda çok daha karmaşık hale gelirken bu ilişki sürecinde bilgi çok daha merkezi bir konum aldı. Bilgi, bir taraftan tahakkümün kaynağı olurken diğer taraftan tahakküme karşı önemli bir mücadele alanı haline dönüştü.
Kültür “yalnızca hegemonyanın kurulduğu alan değil aynı zamanda karşı mücadele edilen bir alandır”. Bu durumda bilgi farklı işlevleri üslenen bir güç olarak karşımıza çıkar. Kısaca bilgi, iktidarlara yönetme ve denetleme imkânı sunarken aynı zamanda iktidara karşı insanlara bir özgürlük ve hareket imkânı da sunar.
Batı merkezli sosyal bilimlerin ortaya çıkıp gelişmesi, modernliğin kendi söylemlerini ve iktidar ilişkilerini güçlendirici bir rol oynadı. Nitekim sosyal bilimler sayesinde ulus devlet, demokrasi ve kapitalizm gibi olgular Batılı medeniyet tasavvurunun kültürel iktidarını pekiştirmiş oldu. Bütün toplumlar için bu olgular, evrimci ve ilerlemeci paradigmada “ileri” toplumların vazgeçilmez toplumsal aşamaları oldu. Diğer yandan sahip olduğu teknoloji ve bu teknolojiyi üretecek ve kullanacak bir zihniyeti sürekli üretmesi de modernitenin kendini sürekli canlı tutabilmesine imkân verdi. Böylece Batı, kendi dışındaki toplumlara karşı kültürel iktidarı elinde tutacak argümanları sürekli üretebilecek mekanizmaları da devam ettirmiş oldu.
Her ne kadar pozitivist bilgi, sosyal bilimlerin ve felsefenin önemli bir tartışma alanını oluştursa da, halen genellenebilir evrensel bilgiler üretmeye devam etmesi, hangi yöntem ve tekniklerle bilginin geçerli olacağı konusundaki güçlü argümanlara sahip olması kültürel iktidarın biçimini belirlemeye devam etmektedir.
Günümüz dünyasında ise küreselleşme, kültürlerin birbirlerini etkileme imkânı sunsa da, maalesef bugün tek yönlü olarak diğer kültürleri adeta yok etmekte, böylece Batı modern medeniyet tasavvuru, Batı dışı toplumlarda kültürel iktidarını sürdürmeye devam etmektedir.
Sosyoloji Divanı Dergisi – Kültürel İktidar Sayısı
i Kaynakça
- Altun, Fahrettin (2002). Modernleşme Kuramı, Eleştirel bir Yaklaşım, İstanbul: Yöneliş Yayınlan.
B Althusser, Louis (2009). Kriz Yazıları Althusser’den Sonra Louis Althusser, (Çev. Alp Tümertekin), İstanbul: İthaki Yayınlan.
^Althusser, Louis (2014). İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları, (Çev. Alp Tümertekin), İstanbul: İthaki Yayınlan.
Apavdın, Ertuğrul Gökçen (2001). Popüler Kültür ve İktidar Sorunu. Muğla Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, S. 4. http://static.dergipark.org.tr.8080/article-down- load/ d66f/ 9f34/104a/imp-JA53JJ99NP-0.pdf?
I Asad, Talal (2008). Antropoloji ve Sömürgecilik, (Çev. A. Karınca), Ankara: Ütopya Yayınevi.
- Bayram, Kemal Ahmet (2009). Modernlik Ve Sosyal Bilimler: Bilgi, İktidar, Etik ve Toplum, Sosyal Bilimler Dergisi, 11, S.l, 1-18.
Blaut, Moris, James (2015). Sömürgeciliğin Dünya Modeli, Coğrafi yayılmacılık ve Avrupa- Merkezci Tarih, (Çev. Serbun Behçet), İstanbul: Dergah Yayınlan.
Canpolat, Nesrin (2003). “Michel Foucault” Kadife Karanlık İçerisinde, İstanbul: Su Yayınlan.
। Fedayi Cemal ve Yıldırım Onur (2019). Popülizm: “İdeolojisizliğin İdeolojisi ya da İktidar İdeolojisi”, Üçüncü Sektör Sosyal Ekonomi Dergisi, C. 54, S. 4.1857-1874
Foucault, Michel (2000). Hapishanenin Doğuşu, (2. Baskı), (Çev. M. Ali Kılıçbay), Ankara: İmge Kitabevi.
Foucault, Michel (2003). İktidarın Gözü: Seçme Yazılar, (Çev. Işık Ergüden), İstanbul: Ayrıntı Yayınlan.
Foucault, Michel (2005). Entellektüelin Siyasi İşlevi, (Çev. Işık Ergüden-Osman Akınbay- Ferda Keskin), İstanbul: Ayrıntı Yayınlan.
Gramsci, Antonio (2014). Hapishane Defterleri, (Çev. Adnan Cemgil), İstanbul: Belge Yayınları.
Gültekin, Kerim Ahmet (2016), https://www.sosyalbilimler.org/cumhuriyetin-kuru- lus-donemi-acisindan-antropoloji-ve-irkcilik-tartismalari-hakkinda-gorusler/
Kaim, İbrahim (2018). Barbar, Modern, Medeni, Medeniyet Üzerine Notlar, İstanbul: İnsan Yayınlan,
Keyman, Fuat Emin (2002). Kapitalizm-Oryantalizm Ekseninde Küreselleşmeyi Anlamak: 11 Eylül, Doğu Batı, S.18, 29-57.
Sorokin, Alexandrovich Pitirim (2001). Bir Bunalım Çağında Toplum Felsefesi, (Çev. Mete Tunçay), İstanbul: Göçebe Yayınlan.
0 Yorumlar