Bir milletin inşası -Bir ideoloji Olarak:Milliyetçilik -2
Resmi Tarih ve “Türk Tarihinin Ana Hatları
Kemalist “resmi tarih” tezinin ilk ürünü 1930 yılının sonlarında 100 adet basılan “Türk Tarihinin Ana Hatları” isimli kitap olur.(44) Türk Tarih Kurumu’nun temelini oluşturacak olan Türk Tarihi Merkez Heyeti tarafından hazırlanan “Türk Tarihinin Ana Hatları” 606 sayfadan oluşan hacimli bir kitaptır. Kitabı hazırlayan heyetin üyelerinden ikisi hariç hepsi siyasetçidir. O iki üyeden birisi Afet İnan, diğeri ise Yusuf Ziya Bey’dir. Esasında bu ikisi de meslekten tarihçi olmayıp, daha çok siyasetçidirler; ikisi de Parti üyesidir. Zaten, Yusuf Ziya Bey bir süre sonra milletvekili olacaktır. Dolayısıyla, “Türk Tarihinin Ana Hatları” resmi ideolojinin sözcüsü olan “seçilmiş” bir heyet tarafından, ideolojik beklentiler dikkate alınarak hazırlanır. Kitabın sadece 100 tane basılmış olması bir ön çalışma olarak hazırlandığını göstermektedir. Kitabın hazırlanmasında esas alman düşünceyi göstermesi açısından Osmanlı dönemine sadece 50 sayfa ayrılmış olması ise anlamlıdır.(45)Buna karşılık Çin’e 54; Hint’e 33; Kaide, Elam ve Akatlar’a 25; Mısıra 32 sayfa ayrılmıştır. Kitabın sadece son sayfası 1923’de kurulan Türkiye Cumhuriyeti dönemine aittir. Bu da, yazarların Türk Tarihini yazma misyonunu yerine getirmek için ne denli bir acele içinde olduklarının açık kanıtıdır.
Türkiye Cumhuriyeti kısmının 600 sayfalık kitapta tek sayfaya oturtulması, ulusal kökleri tarih öncesinde ve çok eskilerde arama arzusu ve dürtüsünün ne denli gûçlu olduğunu açıkça gösterir. (46)“Türk Tarihinin Ana Hatları”nın hazırlanış gayesini tespit etmek için “Giriş” bölümünü okumak yeterlidir. ~Giriş bölümünde şöyle denir; “Bu kitap muayyen bir maksat gözetilerek yazılmıştır. Şimdiye kadar memleketimizde neşrolunan tarih kitaplarının çoğunda ve onlara mehaz olan Fransızca Tarih kitaplarında Tûrklerin dünya tarihindeki yerleri şuurlu veya şuursuz olarak küçültülmüştür… Bu kitapla istihdaf olunan asıl gaye… milletimizin yaratın kabiliyetinin derinliklerine giden yolu açmak, Türk deha ve seciyesinin esrarını meydana çıkarmak.Türkün hususiyet ve kuvvetini kendine göstermek ve milli inkişafımızın derin ırki köklere bağlı olduğunu anlatmak istiyoruz ~“Giriş” bölümünde Resmi Tarih Tezi de değinilerek, kitabın neyi anlattığı bir anlamda özetlenmiş olur: “Tarihin en eski devirlerinden başlayarak Orta Asya’dan Doğuya, Batıya, Gûney’e, kuraklık ve ekonomik nedenlerle büyük göçler olmuştur Bu göçmenler brakisefal, alpin tipinde, Türkçe konuşan insanlardır. Bunlar gittikleri yerlere İleri uygarlığı da götürmüşlerdi. Mezopotamya’da, Mısır’da, Anadolu’da, Çin’de, Girit’te, Hint’te, Ege’de Roma’da medeniyet kuranlar bu insanlardır.’’
Ancak, ne var ki, ”Türk Tarihinin Ana Hatları” Mustafa Kemal tarafından beğenilmez. Niçin begenilmediğini bilmiyoruz. Fakat “Türk Tarihinin Ana Hatları” nın, 74 sayfalık bir özete dönüştürülüp “Türk Tarihinin Ana Hatları-Methal Kısmı” ismiyle 30.000 adet bastırılan halinden bazı ip uçları yakalamak mümkün olabiliyor; özet kitapta, Osmanlı tarihine hiç yer verilmez. Bu “Türk Tarihinin Ana Hatlarının beğenilmeme nedeninin en azından Osmanlı tarihine çok az yer ayrılması olmadığını gösteren önemli bir delildir. Bu özet kitapta amaçlanan şey şöyle açıklanır: “Türk milleti için, milli bir tarih yazmak ihtiyacı önünde atılmış ilk adımdır. Bununla milletimizin yaratıcı kabiliyetinin derinliklerine giden yolu açmak Türk deha ve seciyesinin esrarını meydana çıkarmak, Türk’ün hususiyet ve kuvvetini kendisine göstermek ve millî inkişafımızın derin ırkî köklere bağlı olduğunu anlatmak istiyoruz ”
“Türk Tarihinin Ana Hatları”na ve “Türk Tarihinin Ana Hatları-Methal Kısmı”na rağmen arzulanan henüz gerçekleşmemiştir. Bu nedenle çalışmalara yeniden başlanır. Türk Tarihi’ni yazmak için çok sayıda kişi görevlendirilir ve herkese kendi uzmanlık alanına uygun olarak, hazırlanması planlanan kitabın bir bölümü yazdırılır. Sonuçta 168 makale hazırlanır. Bunların bir kısmı zamanla kitaplaşmasına rağmen bir kısmı bu şansa sahip olmaz. Çünkü bu proje de başarılı bulunmaz. Yazarlar Mustafa Kemal’in arzusuna uygun bir kitap oluşturamazlar. Halbuki bu son aşamada görevlendirenlerin çoğu, hayatlarının tarih araştırmalarına adamış tarihçilerdir.
Resmi Tarih Ve Ders Kitapları
1932 yılında- Liselerde okutulmak üzre dört cilt halinde ‘Tarih’ kitabı yazılır» Kaliteli bîr kağıda basılan ve özenle ciltlenen Tarih’in temelini 1930 yılında yayınlanmış olan Türk Tarihinin Ana Hatları’ oluşturur.Tarihten memnun kalınmış olacak ki,basitleştirerek,Orta Okullar için 3 cilt halinde 1933 yılında yeni haliyle de yayımlanır.Tarihin bu yeni versiyonu ise Orta Mektep İçin Tarih ismini taşır.
”Tarihin birinci cildinin konusunu tarih öncesi çağlar ve ilk çağlar oluşturur.” Yazar, Türklerin devlet kurma yeteneğinin doğuştan var olan bir özellik olduğunu savunur. Dolayısıyla bu» Türklerin ırki üstûnlûğûnün işaretidir» “Ortamektep İçin Tarihin birinci cildinde ise Türk dilinın dünya dilleri arasında en önemli dil olduğu savunulur. İnsan topluluklarının ayırt edilebilmesi için ırk ve dil özelliklerinin en önemli kriter olduğu da temel görüşler arasında yer alır» “Tarihin en büyük cereyanlarını yaratmış olan Türk ırkı, benliğini en çok korumuş bir ırktır” denildikten sonra “bununla beraber” denilip bu ırkın diğer özellikleri şöyle açıklanır: ”Gerek tarih zamanlarında gerek tarihten evvelki zamanlarda yayıldığı geniş Ülkelerde ve sınırlarında yaşayan komşu ırklarla da karışmıştır. Yalnız bu karışmaların ekserisinde Türk ırkının vasıfları olduğu gibi kaldığından Türk ırkı kendi hususiyetini kaybetmemiştir… Tarihten evvelki zamanlarda ve tarih zamanlarında arın ayrı cemiyetler, medeniyetler, devletler kurmuş olan bu büyük ırkın çocukları başka başka yerlerde de müşterek dil ve kültürler ile biribirinin tesiri altında kalmışlardır”.(47)
Tarih”in birinci cildinde, “resmi tarih” tezinin en önemli iddialarından olan Türklerin Anayurttan göçleri ve bu göçün nedenleri üzerinde durulur. Göçün nedeni olarak kuraklık gösterilir ve kuraklığı takiben dünyanın her bir yanma göç eden Türklerin her gittikleri yere medeniyet götürdükleri ve bağımsız bir şekilde yaşama kararlığının gereği olarak devlet kurdukları anlatılır. Tarih boyunca 20 Türk devletinin kurulduğu belirtilir. Burada dikkat çekmekte yarar var. “Türk Tarihinin Ana Hatlarında” Türk devletlerinin sayısı 12 olarak ifade edilmiş iken, “Ortamektep için Tarih”te bu sayı 20’ye çıkarılır ve devlet olgusu üzerinde daha açık ve ısrarla durulur. Tarihin ünlü devlet ve medeniyetleriyle Türklerin ilgisine gelince; bu da Kemalist tarih tezinin öngörülerine göre açıklanır. “Ortamektep İçin Tarih”te konunu ele almışı şöyledir: “Tarihin ilk devirlerinde Küçükasya’da oturan halk Hitit veya buna benzer adlarla tanınmış olan Hata Türkleridir… Etiler Küçükasya’yı kaplayan bir imparatorluk kurmuşlardı. Bu devleti teşkil eden Türkler, kendi etilerinin idaresi altında ayrı ayn krallıklar, prenslikler halinde bulunuyorlardı… M.Ö. 2800 tarihlerinde buraya (Lübnan dağları) şarktan Ortasyalı insanlar gelerek yerleşmişler ve Fenikeliler adını almışlardır. İlk Fenike medeniyetini kuran bunlardır. Eski mezarlarda yapılan araştırmalarda çıkarılan brakisefal kafatasları bu ilk Fenikelilerin Türk ırkından olduklarını göstermektedir”.(48) Bunlara karşılık hem “Tarih’”in ve hem de “Ortamektep İçin Tarih” in birinci ciltlerinde Çin, Hint, Mısır, ve Yunan devlet ve toplumlarından bahsedilerek, bunların dayanışmadan uzak, her an dağılmaya hazır toplumlar oldukları, hatta doğru dürüst dillerinin veya ortak dillerinin bulunamadığı ifade edilir; Çinlilere uygarlığı tanıtanların da Türkler olduğu açıklanır.
“Ortamektep İçin Tarih”’in diğer iki cildinde sürekli denecek kadar ısrarla üzerinde durulan konu, Türklerin devlet kurma yeteneğinin doğuştan olduğunu ispatlama ve açıklama gayretleri teşkil eder. Türklerin ırk olarak diğer ırklardan üstün oldukları ve bundan dolayı Çinlileri, Hintlileri, Mısırlıları, lranlıları ve Yunanlıları geride bıraktıkları ifade edilir. Fakat, bütün bunlar iddia edilip savunulurken, sistemden yoksun bir şekilde, her tür bilgi kırıntısının amaca uygun şekilde kullanıldığı ve gerek bilgilerdeki eksikliklerin ve gerekse bilgilerin başka iddiaları da destekleyecek mahiyete oluşunun göz ardı edildiği dikkat çeker.
‘”Tarih”in ikinci cildi orta zamanla başlar. Takip eden sayfalarda ilk Türk toplum ve devletleri teker teker ele alınıp anlatılır. İlk Türk devleti olarak uTürk İmparatorluğundan bahsedilir. Diğer isminin “Tufeyu” olduğu belirtilen bu devletin tarihte ilk kez “Türk” ismini alan devlet olması Türk tarihi açısından en Önemli özelliğini oluşturur: “Çinliler bu yeni hükümeti Turk Devleti adıyla anıyorlardı. Bu ad Türk kelimesinin Çinlileşmiş şeklinden başka bir şey değildi.Ancak bu açıklamayı takip eden cümleler, daha önceki bölümlerde bahsedilen Türk toplum ve devletlerinin varlığı konusunda ciddi şüpheler oluşturacak tarzda gelişir: “Demek ki, o zamana kadar tarih sahnesinde türlü türlü adlarla görülmüş olan Türkler, VI. asırda asıl kendi adlarıyla meydana çıkmışlar dır“.(49) Bu da doğal olarak şunu düşündürmektedir. Eğer ilk Türk Devleti Türk ismini alarak VI. asırda tarih sahnesine çıkmışsa, önceki devletlerin Türk olduğuna nasıl hükmediliyor?
“Tarih”in üçüncü cildi Osmanlı tarihine ayrılır. Diğer ciltler ortalama 400 sayfa olmasına karşılık Osmanlı tarihinin ele alındığı bu cilt 200 sayfadan ibarettir. Kitapta, Osmanlı’yı Türklüğün bozulmuş biçimi olarak anlamaya müsait ifadelere rastlanabilmektedir. Ayrıca, ilk iki ciltte yer alan ve hatta milattan binlerce yıl öncesine dair “bilgiler” gayet kesin ifadelerle takdim edilmesine karşılık, Osmanlı’nın kuruluşundan itibaren bir çok konular gayet muğlak ifadelerle takdim edilir; konu çerçevesinde şüpheler oluşturacak yaklaşım sergilenir. Ayrıca ilk iki ciltle dördüncü ciltte yer alan Türklerin ırki üstünlükleriyle ilgili ifadelere bu ciltte pek rastlanmaz. Osmanlı devleti “resmi tarih tezinin” temel görüşlerinden olan Türklerin devlet kurma üstünlüğünün delili olarak görülmek istenmiyor gibidir.
“Tarih”in dördüncü cildi Cumhuriyet dönemine ayrılmıştır. Türkiye Cumhuriyeti’nin yeni kurulmasına karşılık, oldukça sağlam köklere sahip olduğu belirtilir. Ancak bu yargıda Osmanlı’nın ve hatta tüm Islami dönemin payı yoktur. Kökler İslam öncesi dönemlerde aranır. Osmanlı devleti ise süreklilik gösterdiği iddia edilen Türk devlet geleneğini adeta kesintiye uğratan bir dönem gibi takdim edilir. Bu arada Türklerin ırki üstünlüklerine ilişkin iddialar sıklıkla tekrar gündeme getirilir. Her başarının arkasında Türk görme anlayışının etkisiyle olsa gerek, o yıllarda gıptayla bakılan Rusya’daki rejimin kurucusu Lenin’e de Türk kökeni bulunur: “Rusya ihtilâli, siyasî sahadan pek çabuk içtimai sahaya geçti. Ruslaşmış bir Türk ailesinden gelen Lenin (asıl ismi Vladimir llyiç Ulyanof) adlı bir adamın azim, ve iradesiyle o ana kadar yalnız nazariyatta kalan komünizmin hayatta tamamıyla tatbikatına geçildi”.(50) Dördüncü ciltte dikkat çeken özelliklerden birisi de, Tek Parti idaresinin etkisiyle, konuların bir çoğu ve özellikle de Cumhuriyet Halk Partisi muhalifleri bir parti tüzüğü üslûbuyla ele alınmış ve eleştirilmiş olmasıdır. Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’yla ilgili ifadeler bunun ilginç örneklerinden birisini teşkil eder: “Hilafetin ilgasından sonra şahsi mevki hırslarından, menfaat endişelerinden, Türk milletinin hakiki ruhunu, yüksek anlayışını tanımamağa kadar giden sebepler altında yeni bir muhalefet cereyanı toplamağa başlandı.(51)
Türk Tarik Kongreleri
İlk Türk Tarih Kongresi 2 Temmuz 1932 günü Ankara Halkevi’nde toplanır ve 11 Temmuz gönüne kadar devam eder. Copeaux’e göre, “bilimsel düzeyde gerileme”nin somut tezahürü olan Kongre’nin amacı, 1929-1932 yılları arasında büyük ölçüde şekillenmiş olan Resmi Tarih Tezi’ni tartışıp olgunlaştırmak, tezi daha geniş anlamda tanımak ve tarih ders kitaplarını geliştirmek olarak görülmektedir. Kongre’nin siyasi iradenin etkisi altında toplandığını Copeaux şöyle açıklar: “ (Kongre tartışmaların bir bölümünde hazır bulunan Mustafa Kemal’in onuruna dûzenlenmiş büyük bir törendir. O tarihte Gazi artık efsaneleşmiş ve tarih içinde yerini almıştı; Halkevïnin önündeki ata binmiş heykeli sanki tartışmaların ortodoks bir çizgide ilerlemesini gözetim altında tutuyordu. Kongre belgelerinin derlendiği cilt, yeni Türkiye’nin yaratıcısı, Türk tarihinin varisi ve yapıcısı’ yeni bir tarih yazımının kurucusu olarak bir yarı-tanrı görünümü alan ‘’Türk tarihinin en büyük evladına“ adanmıştır. Atatürk’ün meşhur sözü “Tarihi yapmak kadar yazmak da önemlidir”, 1932’nin o Temmuz günlerinde yaşayan olaya tam anlamıyla denk düşmektedir.’’(53)
İstanbul Erkek öğretmen Okulu öğretmeni olan İhsan Şerifin Kong- re’deki konuşması, tarih tezinin oluşturuluş amacını gösterdiği gibi Kongre nin de amacını ifade eder niteliktedir: ‘’Efendiler… Kırk beş seneyi geçiyor, tarih okutuyorum. Bu uzun zamanın her senesinde benim çok üzüntülü birkaç günlerim vardır. Bu günler dersimin Türkler bahsine intikal ettiği günlerdir. O zaman anlatış tarzı cansızdır, heyecansızdır. Açıkçası pek yavandır. Sebebi: Asya yaylasını o binlerce senelik ecdat yurduna dair benim de meslektaşlarım kadar pek az bir şey bilişimdir. Bu ne bana ne de talebelerime millet aşkını, milliyet aşkını kana kana içiremeyen bir bilgidir; o günler çalışırım uğraşırım, biraz heyecan duymak için yiyecek gibi kitaplara sarılırım. Okurken her sahife gözümün önünde hakiki bir Asya yaylasıdır. Her satır bir hafriyat sahasıdır. Her kelimenin üstünden bir vesika, bir kitabe, her satırın altından bir abide, bir heykel bir mabet; hasılı Türklüğümle gurur verecek bir şeyler ararım, ararım. Saatler geçer. Nihayet yorgun, nevmit ve meyus kalırım. Kitapları bir tarafa atarım”.(54)
Resmi Tarih Tezi’ni bilhassa okullardan hareketle geniş kitlelere tanıtıp öğretmek hedeflendiği için olmalı, Kongre’ye katılanların çoğunluğunu ortaokul, lise ve öğretmen okulu tarih öğretmenleri teşkil eder. Kongre’ye katılanların 196’sı ortaokul, lise ve öğretmen okulu tarih öğretmeni, 18’i üniversite profesörü ya da asistanı, aralarında üniversitelerden katılan profesörlerin de olduğu ve çoğunluğunu meclis üyelerinin oluşturduğu 25 kişi de Türk Tarih Kurumu üyesidir.(55)
Kongre, yukarıda da değindiğimiz gibi, ”seçilmiş” veya Behar’ın yerinde tespitiyle “misyoner” öğretmen ve siyasetçi tarihçilerin hakimiyetinde devam eder. Bütün iddia ve görüşler, Türk ırkının en üstün ırk olduğu, Türk dilinin bütün dillerin en mükemmeli ve temeli olduğu noktasında toplanır. Konuyla ilgili olarak Çanakkale Milletvekili Samih Rifat uzun bir konferans verir. Konferansının bir bölümündeki ifadeleri görüşlerinin genel karakterini özetler mahiyettedir: “Tarihten evvel ve sonraki muhtelif devirlerde Hind-avrupaî lisanlar Türkçe’nin uzvi ve mihaniki tesirleri altında kalmıştır. Bünyevi ihtilaflar son teşekkülî tabakalarda gözle görülemeyecek kadar değişmiştir. Misal olarak Türkçe sayı adlarından dört kelimesini ele alalım: Hepimizin bildiğimiz Fransızca quatre kelimesinin dörtten alındığı, hatta başka bir tâbir ile, ikisinin bir olduğu söylenilse Uç kimse itimat etmez. Halbuki bu en kat’î hakikattir. İtalya’nın iptidaî sakinleri olan osk (osque) ların lisanında dört adedinin adı Turutum’dur. Şark Türkleri de “törut” derler”.(56)
Birinci Kongrenin ağırlıklı konusunu Türklerin ırki temelleri ve ırkî özellikleri teşkil eder. Ancak tespit ve ifadeler bir olguyu dile getirmekten ziyade, Türklere bir ırk tipi biçme ve bu tipin dünyanın en mükemmel ırkı olduğunu ispatlama gayesi taşır. Konuyla ilgili iki konferans özellikle dikkate çekicidir. Söz konusu konferanslardan birisi Dr. Reşit Galip’e, diğeri ise Dr. Şevket Aziz’e aittir. Dr. Şevket Aziz’in bir tespiti şöyledir: “Bendeniz Anadolu’da gezdiğim zaman ne kadar saf, güzel, velüt Türk ırkına tesadüf ettim. Aldığım ölçüler, morfolojik karakterler bu kanaatimi sarsmaz bir imana döndürdü”. (57)Sonra da ırkların ırkî özelliklerini ve bunlar arasında Türklerin karakteristik özellikleri olarak takdim ettiği bilhassa kafa yapıyla ilgili bir çok ölçüler verir ve bunların ırklar arasında karşılaştırmasını yapar.(58) Ulaşılan Türk modeli ise şudur: “Uzun boylu, uzun, beyaz şimali, düz ve kemerli ince burunlu, muntazam dudaklı, çok kere mavi gözlü ve göz kapaklan çekik olarak değil, ufkî açılan Türk, beyaz ırkın en güzel örneklerinden bindir. (Sürekli alkışlar)”.(59)
Kongre’ye katılanların bir kısmının konuşmalarının doğrudan konusu Türklerin hemen bütün medeniyetlerin kurucusu olduğu teziyle ilgili olmasına karşılık, diğer bir kısmı ise farklı konular içinde de olsa bu tezi gündeme getirir ve ısrarla ifade eder: Bolu Milletvekili Haşan Cemil “Ege Medeniyetinin Menşeine Umumî bir Bakış” isimli konferansında, Eskişehir Milletvekili Prof. Yusuf Ziya “Mısır Din ve İlahlarının Türklükle Alâkası” başlıklı konferansında aynı iddiaları tekrarlar ve ispatlamaya çalışırlar. Örnek olarak, Yusuf Ziya’nın ulaştığı sonuç şudur: “Görüyorsunuz ki, Mısır itikadiyat ve terakkiyatı da Türk itikadiyat ve terakkiyatıdır. Mısır İlahları Türkçe isim taşıyan ilâhlardır”(60). Bu konferansların dışında ise, Türklerin İslam Medeniyetine dahil olduktan sonra gerçekleştirdikleri hizmetleri, Şark’m zayıflamasının nedenleri ve tarih araştırmalarını usûllerine dair kısmen genel havanın dışında kalan konferanslar yer alır.
İkinci Kongre, 20 Eylül 1937’de toplanır ve altı gün sürer. Bu sefer katılanların büyük çoğunluğunu üniversite profesörleri ve araştırmacılar oluşturur. Ayrıca uzmanların yarıdan çoğu Avrupa ülkelerinden gelenlerdir. Bundan da anlaşıldığı kadarıyla Kongre’ye uluslararası nitelik kazandırmak amaçlanmıştır. Kongre’de ele alman konuların fazla çeşitli olmadığı dikkat çekmektedir. Konular belirli uzmanlık alanlarında yer alır. Arkeoloji, dilbilim ve antropoloji esas konulardır. Bu bilim dalları “medeniyet tarihi” anlayışıyla doğrudan bağlantılı bir biçimde ele alınmış ve zaman olarak da tarih öncesi ve tarihin ilk devirleri seçilmiştir.
İkinci Kongre’nin konumunu daha iyi değerlendirebilmek için birincisiyle karşılaştırmakta yarar vardır. İlk farklardan birisi coğrafyayla ilgili görüşlerde göze çarpar. Tarihin köklerinin coğrafya ile açıklanması yaklaşımı Birinci Türk Tarih Kongresi’ndeki önemli tartışma konularından birisi olmasına karşılık, ikinci Tarih Kongresinde ulusal coğrafya anlayışı belirginleşmiş, bütün dikkatler Anadolu toprakları üzerinde toplanmış ve dünya çapında ırksal kök benzerliği arayışları, yerini arkeolojik kalıntılarla kurulacak benzetmelere bırakmıştır. Arkeoloji Birinci Kongre’nin konferanslarından sadece birisinin konusu olmasına karşılık, İkinci Kongre’de ağırlığı teşkil eder. Birinci Kongre de her ne kadar, güdümlü de olsa, tartışmalar görülmesine karşılık, İkinci Kongre tam anlamıyla tartışmasız ve otoriter bir öğretmenin öğrencilerinin ders anlatmaları biçiminde gerçekleşir; tartışmasız, farklı düşünce ve yorumlardan mahrum bir ders. Bunun nedeni ise iki açıdan değerlendirilebilir:
1-Tarih Tezi mutlak bir zaferle sonuçlanmıştır ya da;
2-Tarih Kuruntunun üyeleri siyasi önderliğin “bilimselliğine” karşı yeterinde donanımlı değildi”(61)
Yeni Bir Ulus İnşa Etmenin Aracı Olarak Dil
Dil, toplumsallaşma sürecinde; düşünce, inanç ve değerlerin taşıyıcısı olarak en önemli araçlardan birisidir. Bu işleviyle de, çoğu zaman ifade edildiğinin aksine, sadece iletişim aracı değildir. Esasen o, “Ulusal varlığın, ulusal bilincin ana dayanağıdır. Yalınlaştırarak söylersek; bireylerin duygu ve düşün evrenini biçimlendiren, onların kişiliklerine damgasını vuran bir varlıktır dil. Böyle olunca bireyleri birbirine bağlayan bir güç olarak da adlandırılabilir. Bağlanma, bütünleşme uluslaşmaya giden yolun başı olduğuna göre ulus olmanın da başat koşullarından biridir dil”.(62)
Bir ideolojinin temel özelliklerinden birisi ve hatta en önemlisi; tanıtma işlevini yerine getirmesidir. Her ideoloji “kendisini” dille ifade eder ve “diğerlerini” dille reddeder. Dilin önemi de burada açığa çıkar. Çünkü, “her ideoloji, tıpkı bir steno alfabesi gibi, ortam ve son derece basit bir konuşma ve anlaşma dili oluşturur”.(63)
Böylelikle de ideolojinin daha önemli bir başka fonksiyona imkân sağlanmış olur: ideolojinin siyasal, ekonomik, yasal, toplumsal yapıya yansıyan otoritesini meşrulaştırır; statükoya meşruluk zemini hazırlayarak devamını sağlar. “Bir ideolojinin en önemli görevi, mevcut durumu (statüs guo) meşrulaştırmaktır. Daha açık bir ifadeyle mevcut siyasi, iktisadi ve hukuki rejim ile bu rejimin varlığını ve devamını sağlayan, bu rejimin ve kurumların toplum tarafından benimsenmesini mümkün kılan güç, ideolojidir. Böyle bir fonksiyonu görebilmek için ideolojinin “tutarlı kurallara” sahip olması ve bunları mümkün olduğu ölçüde basit ve açık bir biçimde ifade etmesi gerekir”. (64)Dil ise bir meşruluk aracı olarak daha çok bu aşamada işlev üstlenir. Dilin, yeni bir rejimin meşruiyetini sağlamak için, hangi boyutlara varan zorlamalarla uygulandığını, Nazi Almanyasında en ilginç örnekleri ile görebiliriz.
Nazi döneminde, Alman sözlük ve ansiklopedileri taranmış, bazı sözcükler sözlük ve ansiklopedilerden çıkarılmış, değiştirilmiş veya yenileri eklenmiştir.(65) Bu durumun somut örneklerini “Meyer Lexion” ansiklopedisinin 1936 basımında görmek mümkündür. Ansiklopedi de yeni veya yeniden tanımlanmış sözcüklere bakıldığında hepsinin de Nazi ideolojisine uygun şekilde anlamlandırıldıgı ve bu işlemin, bir sözcüğü herhangi bir şekilde anlamlandırmadan da öte, o sözcüğün bir ideolojinin insanlar arasında naklini sağlayan köprüye dönüştürüldüğü görülür. (66)Ayrıca bu ansiklopedinin 1924 ve 1936 basımlarının karşılaştırılması sonucunda sözcükleri anlamlandırma yönüyle bulunan farklılıklar, dilin ideolojik boyutunu göstermesi açısından çok önemlidir. Bu konuda şu bir kaç sözcüğü dikkate alabiliriz: Blutschande: “anne veya kardeşle cinsel ilişki” (1924), “Aryan olmayan biri ile yakın ilişki” (1936); Abstammunsnachweis: “sığır yetiştirme” (1924), “Aryan soyundan gelen birisinin soy sertifikası” (1936); Blutvergiftung: ”kan zehirlenmesi” (1924), “insanların ve ırkların bozulması” (1936); Fanatisch: “Fanatik, olumsuz anlamı olan sıfat” (1924), “Fanatik, olumlu anlamı olan bir sıfat” (1936); Intellect: “yaratıcı yetenek” (1924), “İçgüdüden farklı olarak… eleştirici, bozguncu, yıkıcı nitelikleri belirleyen bir terim” (1936); Konzentrantionslager “Ingiltere’de Boerler için kurulan kamplar… burada, kadınlar ve çocuklar kitle halinde öldüler” (1924), “Alıkoyma ve eğitme kampları, daha iyi bir terimdir. Nasyonal Sosyalist, Devletin düşmanlarını eğitmek, onları zararsız duruma getirmek, topluluğa yararlı üyeler olarak değiştirmek için kurulmuştur” (1936); Hass: “Nefret” (1924), “Doğru tarafa yöneldiği zaman nefretin olumlu bir anlamı vardır. Kuzey kahramanca nefreti, Yahudilerin korkakça nefreti ile büyük bir çelişki içindedir” (1936).(67)
Ayrıca, Nazi iktidarı döneminde Basın Bürosu tarafından gazetelere verilen emirlerde hangi kavramların kullanılıp kullanılmayacağının belirtildiğini biliyoruz. Bunlardan bazı örnekler görmek yararlı olabilir: 1 Eylül 1934: “Başbakan Göring’in “Alman halkının hepsi pilot olmalıdır” sözü, dış siyaset nedenleriyle basından çıkarılmalıdır”; 27 Haziran 1937: “Yeni hükümete göre, “propaganda” yasal olarak korunan bir sözcüktür, kötü anlamda kullanılamaz..Bize hizmet ettiği zaman “propaganda”, karşımızdakilere hizmet ettiği zaman “kışkırtma” denecektir”; 13 Aralık 1937: “Bugünden başlayarak, “Milliyetler Cemiyeti” teriminin Alman basının da kullanılamayacağı ivedi bir buyrukla belirtilmiştir. Bu sözcük artık yok”; 11 Eylül 1939: “Kahraman sözcüğü sadece Alman askerleri için kullanılabilir”; 16 Kasım 1939: “Barış” sözcüğü Alman basınından çıkarılacaktır”; 16 Ekim 1941: “Bundan böyle Sovyet veya Sovyet Rusya askerlerinin sözü edilemez. Onlar için söylenebilecek sözler, Sovyet ordusunun üyeleri veya sadece Bolşevikler, canavarlar ve hayvanlardır”; 3 Haziran 1942: “Yurtsever” sözcüğü, olumlu anlamda bile olsa, bundan sonra kullanılamaz”; 16 Mart 1944: “Propaganda ve Kamuoyu Aydınlatma Bakanlığının uyrukları gereğince “felâket” sözcüğü Alman dılinden tümüyle çıkarılmıştır”(68)
Türkiye’de Cumhuriyet döneminin devrimci kadroları için dil, arzulanan toplumsal ve zihinsel dönüşümü sağlamada bilhassa dikkate alınan bir unsur olmuştur. Süreç alfabe devrimiyle başlar ve birkaç yi! Gün sonra da bizzat dilin kendisine yönelerek dilde de devrim süreci başlatılır. Bütün bu süreçte güdülen gayenin ise şeklen ve muhteva olarak geleneksel unsurlarla irtibatı kesmek olduğu açıkça anlaşılmaktadır. Alfabe ve terimler değiştirilmek suretiyle “dini” geçmişiyle hemen hemen hiç bir irtibat kalmamış bir toplum inşa gayretinin önemli bir boyutu gerçekleştirilmeye çalışılır. Ancak, şunu hemen herkes kabul ediyor ki, dilde devrim sürecini başlatan Mustafa Kemal dil uzmanı değildi ve bu yönde herhangi bir eğitim de almamıştı. Burada cevabı aranması gereken soru şudur: “Mustafa Kemal dil uzmanı olmadığına göre, niçin dile müdahale gibi bir girişimin başlatıcısı olmuştur?” Bu sorunun cevabı aranmalıdır ve bu cevabın özel ve oldukça uzun araştırmaları gerektirdiği açıktır. Ancak, cevap ne olursa olsun, şurası kesindir ki “resmi ideolojinin” taraftarları, Mustafa Kemal’in dilde giriştiği devrimi onun kişisel “meziyetlerine bağlama eğiliminde olmuşlardır.
Üstelik, Mustafa Kemal’in, bir süre sonra dilde devrim anlamına gelen dili sadeleştirme sürecinden geriye dönüşü tercih etmesine rağmen. ‘’Atatürk, eğitim görerek yetişmiş bir dilci değildi. Ne ki güçlü bir sezgisi, eleştirel bir gözlem gücü vardı.’’(69) “Eşsiz zekası ve ele aldığı en geniş, en derin boyutlarıyla düşünmede gösterdiği olağanüstülük, başka konularda olduğu gibi, dil konusunda da başarısını bu yüksekliğe çıkardı. Hiçbir zaman doğmanın tutsağı olmadı. Bütün atılımlarında “us”a, “bilime değer verdi’’ .(70) Buna göre, dil konusunda uzman olmamasına rağmen, Mustafa Kemal’in dili sadeleştirme ve Türkçe’yle ilgili tezler ileri sürmesinde kendi kişisel düşüncelerinin dışında herhangi bir kaynağı ve dayanağı olmamıştır, gayesi ise “w” ve ”bilim”de özdeşen zihniyeti inşa etmektir.
Moshe Nahire göre(71) “Dil Planlamasını ismi de verilen ve bu rejimin dile müdahalesi anlamına gelen girişimlerin gayesini beş ayrı başlık altında toplamak mümkündür:
1- Ele alınan dilin doğru kullanım yollarını gösterme, öğretme ve o dilin doğallığını koruma.
2- Eski bir dili yeniden canlandırıp işlek hale getirme,
3- Dili geniş kitleler için doğru kullanılır hale getirme.
4- Bir toplum/millet için bir ustandart dil” tespit etme ve bunu yaygınlaştırmayı sağlama
5- Yeni terimler yapma
Cumhuriyet dönemi Türkiye’sinde rejimin dile müdahalesi, bu gayelerden öncelikle ve hatla tamamıyla dördüncü başlıkta belirtilenle ilgilidir. Ancak bu gayeye ulaşmaya yardımcı olması yönünde beşinci başlıkta belirtilen gayeye de sahip olunduğu tespit edilmekledir.
Fakat bu gayeler çoğu zaman açıkça ifade edilmemiş, Talat Tekin’de karşılığını bulduğu üzere; biraz daha faklı muhtevada ifade edilmiştir. Tekin’e göre dilde reform sürecini başlatmanın iki nedeni söz konusu olmuştur:
1-Türk dili millileştirilmeli, yani yabancı dillerin boyunduruğundan kurtarılmalı ve herkesin anlayabileceği bir ortak dil haline getirilmelidir.
2-Türk dili bilinçli olarak işlenmek suretiyle zenginleştirilmelidir”. Tekin’e göre Mustafa Kemal’in bu iki durumla ilgisi şudur: “Bu fikirlerden birincisi yeni değildi. Meşrutiyet devri Türkçülerinin ortaya attıkları ve gerçekleştirmeğe çalıştıkları bir fikirdi. İkincisi, yani Türk dilinin bilinçli olarak işlenerek zenginleştirilmesi fikri ise yeniydi ve Cumhuriyet Türki-yesinin devrimci lideri tarafından ilk defa olarak ortaya konuyordu: “Türk dili dillerin en zenginlerindendir; yeter ki bu dil şuurla işlensin…” Atatürk’ün giriştiği dil reformu karakteristik vasfını daha çok bu ikinci fikirden alır”(72)
Ancak, teoride dile getirilen bu gerekçelerin pratiğe yansıması daha başka yönde olur. Türkçe’nin boyunduruğundan kurtarılacak dillerle Arapça ve Farsça kastedilir. Bu nedenle Arapça ve Farsça kökenli kelimeleri atıp yerine “öztürkçe” kelimeler “icad” etme sürecine girilir. Arapça ve Farsça kelimelerin atılmasıyla gelinen safha ise çok ilginçtir. Gelinen süreci göstermesi açısından 3 Kasım 1934 yılında İsveç Veliahdı Prens Gustaf Adolf Çankaya’da ağırlandığı zaman Prens’e karşı Mustafa Kemal’in yaptığı konuşma bunun önemli bir örneğini teşkil eder: “Avrupa’nın iki bitim ucunda yerlerini berkiten uluslarımız, ataç özlüklerinin tüm ıssıları olarak baysak, önürme, uygunluk kıldacıları olmuş bulunuyorlar; onlar bugün en güzel utkuyu kazanmaya anıklanıyorlar: baysal utkusu”.(73) 3 Mayıs 1934 tarihinde havacılıkla ilgili olarak Etimesgut’ta yaptığı konuşmada ise şunları söyler: “Türk… üzelden tanıma kapasitesini göstererek kapsal bir dölenle, toprağı ve onun türlü ürünlerini insanlığa verimli kılmış; okan denizlerde göğüslemedik dalgalar bırakmıyarak, insanlığa genlik veren kültür yolları açmıştır”.(74)
Dilde Devrim Süreci ve Mimar(lar)
Goloğlu’nun açıklamaları ve naklettiği bilgiler esas alınırsa, dilde reform Dilde Devrim Süreci ve Mimar(lar) sürecinin esas mimarı İsmet İnönü’dür. Süreci İsmet İnönü anlatır ve daha sonra bayrağı Mustafa Kemal alır. Goloğlu bu konuda 1929 yılının Şubat ayını başlangıç tarihi olarak zikreder. İnönü, söz konusu tarihte Türkçe sözlük hazırlamak için toplanan komisyona karşı yaptığı konuşmada, hazırlanması arzulanan sözlüğün nasıl olması gerektiğiyle ilgili açıklamalarda bulunurken, o ana kadar hiç duyulmamış sözcüklerle konuşmasını sürdürür. Konuşmayı aynen nakleden Goloğlu, konuşmanın sonuna şu notu eklemek zorunda kalır: “İsmet Paşa’nın bu konuşması [kitaba] aynen konulmuş, sözlerin anlamları üzerinde herhangi bir açıklama yapılmamıştır. Çünkü bu konuşmada geçen bir çok kelimelerin karşılığını bulmak mümkün olmamıştır”.(76) İsmet İnönü bu “aşırı” tutumun gün geçtikçe daha da yoğunlaştırarak devam ettirir. Örneğin, Tak-rir-i Sükûn Kanunu’nun yürürlükten kalkışı nedeniyle yaptığı konuşmada, o güne kadar hiç duyulmamış şu sözcük ve deyimlere yer verir:
Devlet başı, gez, sarsı, sürüklendiren, azgınlara us, kısa yoldan basamağa çıkmaz kızgısı, her yenli engin taşkınlık, engin noktası, seğirdim, değimli netice, düşünceleri durultmak, devlet durakları, yerleşkin, yetik, yüzlerce yılların ezgileri. İsmet İnönü 8 Temmuz 1929’da Ankara Hukuk Okulu’nun diploma törenindeki konuşmasına da o güne kadar hiç duyulmamış “Değimli Hanımlar, Değimli Efendiler” diye başlar ve yine benzer şekilde sürdürür.(77)
Bir süre sonra, İnönü’nün başlattığı sürece Mustafa Kemal’de dahil olur ve dilde reform sürecinin liderliğini ele alır. İnkılapçı kadronun sorunu Arapça ve Farsça iledir. Önemli olan bu dillerden gelen ve onların etkisi taşıyan kelimelerin atılmasıdır. Onların yerine icat edilenler veya Batı’dan alınanların ne olduğu hiçbir şekilde önem arz etmemektedir.
“Esas itibariyle Fransızca’dan olmak üzere üç büyük Batı dilinden -ve bu arada arkaik Türkçe’den- kelimeler ufak değişmelerle Türkçe’ye aktarılmaya başlanır. Fransızca’daki “image” ve “sembole” kelimelerinin imge ve simge şeklinde adapte edilmesi bu hareketin hâlâ ısrarla yaşatılan örnekleridir… inkılapçılara göre Batı dilinin aslı zaten Türkçe idi, biz onlardan kelime aldığımız taktirde kendi malımızı almış oluyorduk”.(78) Bu süreçte İngilizce’nin “okay” kelimesi alınarak yazıldığı gibi okunur ve Meclis’te milletvekilleri bir konuşmayı tasvip ettikleri zaman “Okay” diye bağırırlar. Meclis Başkanı, oylamalarda “kabul edenler, etmeyenler” anlamında “onay bulanlar bulmayanlar” der ve kabul eden milletvekili “ofeay” diye bağırır. Yeni kelimeler her alanda olabildiğince yaygınlaştırılır ve kullanılması için bâyûk gayretlerle çalışılır. Orduda dahi, yen kelimelerin teşkil ettiği sel olabildiğince etkili olur. Nöbet yerine ‘geziğ’,devretmek yerine de ‘avnamak’ denilir.Sonuçta da odukça ilginç ve daha da önemlisi garip cümleler oluşur.Örneğin;’nöbet devrettiğini arz ederim’anlamında olmak üzre şu cümle söylenir:’Geziği avnadığını sunarım bayım.’’(79)
Dil Devriminden Geri Dönüş
1929’da girilen ve 1934 yılında zirvesine ulaşan süreç bazı sıkıntıları da beraberinde getirir. Kelime icadı artık bir salgına dönüşmüş ve hiç kimse kimseyi anlayamaz olmuştur. Sonuçta, Cumhuriyetin devrimcî kadroları ikiye bölünürler. Bazıları hu sürecin zamana yayılmasını ve Kalka benimsetilerek sürdürülmesini savunurken, aralarında lider kadronun da bulunduğu diğer taraf he vakit yitirmeden yeni kelimeler bulmak veya icat etmek ve bunları hemen dile ve millete mal etmek taraftandır. Bu iki kesim arasında tartışmalar gün geçtikçe yoğunlaşır. Fakat lider kadro taraf olduğu için, girilen sürecin yanlışlığını savunanların sesi zayıf çıkar, itirazları pasif kalır. Mustafa Kemalin huzurunda yaşananlarsa ulaşılan aşamayı göstermesi açısından önemlidir. ‘’Normal gelişimi biryana iterek yepyeni kelimelerle dili bir anda özelleştirebildiklerini sanan Besim Atalay ile arkadaşları, bir gün, Atatürk’ün düzenlediği bir toplantıda konuşmuşlar, görüşlerimi savunmuşlardi. Sonra Atatürk, hazır bulunanlara teker teker düşüncelerini sormuştu İlk ters karşılığı Yunus Nadi Bey vermiş, Atatürk’te onu masadan kaldırmış.Buna rağmen Falih Rıfkı da,yapma kelimelerle dilin aranımayacağını söylemiş,o da masada kaldırmıştı.Cevap verme sırası Necmeddin Sadak Bey’e gelmişti.Fakat O,ötekiler gibi ters cevap vermemiş,hemen ayağa kalkarak saygı ile önünü iliklemiş ve cesaret,güçlükler karşısında zerafete devamdır.’yollu tarige uygun olarak son derece nazik bir davranışla;’’Paşam müsadee ederseniz bende masadan kalkayım’’demişti.(80)
Girilen süreçten şikayetçi olanların sayısı her gün artar.İsmet İnönü de,reform sürecini başlatan olmasına rağmen,mevcud durumdan şikayetçi olur.Falih Rıfkı’nın bildirdiğine göre,İsmet İnönü şikayetini şöyle dile getirir:’’Konuşamıyoruz,dilsiz kaldık’’(81)Sonuçta M.Kemal reform sürecinin yanlış geliştiğini alar ve geriye dönüş yapar.Falih Rıfkı’nın yazdığına göre dönüşüyle ilgli şunları söyler;’’Çocuk,beni iyi dinle…Türkçe’nin hiçbir yabancı dile ihtiyacı olmadığını söyleyenler iddialarını tecrübe ettik, Bir çıkmaza girdik. Dili bu çıkmazda bırakamayız. Tabii yola döneceğiz.’(82) Böylelikle girilen süreçten geriye dönüş başlar; Mustafa Kemal “1935 yılından itibaren yapma kelimelerle dili özleştirip arıtma çabalarından ve bu yoldaki görüşten ayrıl [ır], yine kökü dilde olan sözcüklerin bilimsel araştırmalarla geliştirilmesi ve toplumca benimsenerek kullanılması suretiyle dilin zamanla özleştirilmesi görüşünü benimse[r]”.(83)
Onun bu dönüşünün en önemli işaretlerinden birisi, Yugoslav Kralı Aleksandr ile Fransa Dışişleri Bakanı M. Bartu’nun bir suikast sonucu öldürülmesi üzerine Yugoslav Kral naibine gönderdiği telgraf olur. Telgraf şöyle başlar ve devam eder: ‘’Yugoslavya Kralı Haşmetlû Alexandr Hazretlerine karşı yapılmış olan vahşiyane suikastı büyük bir teessürle haber aldım. Sadık bir dostu ve samimi bir kardeşi olmakla müftehir bulunduğum büyük kralının vefatıyla Yugoslavyanın duçar olduğu elim ziya bütün Türk milleti tarafından da aynı şiddetle hissedilecektir…”.(84) Bu ifadelerin dil devriminde gerçekleşen geri dönüşün delili olduğunu anlamak için, yukarıda naklettiğimiz İsveç Veliahdı Prens Gustaf Adolfa karşı Çankaya’daki konuşmasına bir kez daha bakmak yeterli olacaktır.
Dil Devriminin Aşamaları ve Güneş Dil Teorisi
Bazı araştırmacılara göre(85) Mustafa Kemal’in şahsında ve önderliğinde gerçekleşen dilde reform sürecini üç devreye ayırmak gerekir:
Birinci devre: Aşırı özleştirmecilik; tasfiyecilik devresi: 12 Temmuz 1932 günü Türk Dili Tetkik Cemiyeti’nin kurulmasıyla başlar ve 1934 yılında Tarama Dergisi’nin yayınlanmasına kadar devam eder. Bu dönemde dilde tam anlamıyla bir tasfiye uygulaması sürdürülür ve bu faaliyetler Mustafa Kemal’in önderliğinde yürütülür. Devrenin başında, 26 Eylül 1932 günü Dolmabahçe Sarayı’nda Mustafa Kemal’in başkanlığında Birinci Dil Kurultayı toplanır ve 9 gün süren Kurultay sonunda yürütülecek reform faaliyetleri kararlaştırılır. “Osmanlıca’daki Arapça- Farşça kelimelerin Türkçe karşılıklarını çıkarmak için Dil Kurumu ve çevresindekiler ce hummalı bir faaliyete girişildi. Bir yandan halk dilindeki kelimeler derlenirken, bir yandan da eski eserler, sözlükler ve yazılı bilgiler taranmak suretiyle Türk dilinin asıl kelime hâzinesinin tespitine çalışılıyordu. Bu derleme ve tarama sonunda elde edilen malzeme, Osmanlıca’dan Türkçe’ye Söz Karşılıkları: Tarama Dergisi adıyla 1934’te yayımlandı”.(86)
Bu arada her gün icat edilen veya yeniden diriltilen arkaik kelimelerden teşekkül eden ilginç bir dil doğar ve Mustafa Kemal de bu dili konuşma ya büyük özen gösterir. Örneğin;1 Kasım 1934 ve 1 Mart 1935’leki Meclis açış konuşmalarında gerekse bu tarihlerde muhtelif vesilelerle yaptığı konuşmalarda pek çok yeni kelime kullanır. Millet Meclisi yerine, ‘’komutay”, milletvekili yerine “saylav”, dünya yerine acun”, millet yerine “ulus”, milletlerarası yerine “arsı-ulusal”, siyaset yerine “siyasa”, siyasi yerine “siyasal”, ticaret yerine “tecim”, refah yerine “genlik”, faaliyet yerine “kınav”, hazır yerine “anık”, asil yerine “soyak” der. Yurttaş-ların özel ve genel asığlan ve genlikleri, ayrasız göz önünde tutulmuştur” gibi cümleler kullanır.
İkinci devre: Mutedil özleştirmecilik; tereddüt devresi: Bu devre 1934 yılında Tarama Dergisi nin yayınlanmasından başlar ve 24 Ağustos 1936 günü Güneş-Dil Teorisi’nin ilanına kadar devam eder. Önceki devrede yoğun şekilde yürütülen, Arapça ve Farsça asıllı bütün kelimelerin kullanılmaması gayreti büyük bir sıkıntı yaratmaya başladığı ve bu sıkıntının kelime uydurmakla aşılamayacağı bu devrede anlaşılmaya başlanır. O günlerde yaşanan sıkıntıları açıklaması itibarıyla Falih Rıfkı’nın naklettikleri ilginç ve anlamlıdır:
“Atatürk denemeden yılmayan ve denemenin ara sıra gülünç de olsa, bütün külfetlerine katlanan gözü pek bir devrimci idi. “Türkçenin öz gücü nedir, anlayalım” dedi ve hepimizi hiçbir yabancı söz kullanmadan yazmaya ve konuşmaya davet etti. O günlerde beş on satır yazabilmek için yemek masası etrafında dört döndüğümü hatırlarım. Yunus Nadi daha kolayını bulmuştu: Osmanlıca yazıyor, içeride Tarama dergisinden öztürkçeye çevirtiyordu. Ertesi gün kendi yazdıklarım kendi anlayamıyordu”.(87) Bu ve benzeri nedenlerden dolayı dilde reform sûrecinde geriye dönülmeye başlanır ve bir önceki devreye oranla tekrar geleneksel dil ağırlıklı olarak kullanımına geçilir.
Üçüncü Devre: Güneş-Dil Teorisi; özleştirmeyi ret ve yaşanan Türkçe’ye dönüş devresi: Bu devre 24 Ağustos 1936 günü Güneş Dil Teorisi’-nin ilanıyla başlar Mustafa Kemal’in ölümüne kadar veya bazılarına(88) göre de 1937 yılına kadar devam eder. Bu devreyi 1937 yılına kadar devam ettirenlerin gerekçesi 1937 yılından itibaren Mustafa Kemal’in bu teoriyi de terk eniği kanaatidir. Bu devrenin esasında eskiye dönüş olmasına, yani 1930’lardan itibaren girilen sürecin yanlışlığını kabul ediş devresi olmasına rağmen, Güneş-Dil teorisi gibi hiçbir bilimselliği ve tutarlılığı olmayan görüşlerle(89) 1930’lardan beri devam eden süreci devam ettiriyor imajı veren bir konuma girilme nedenini Mustafa Kemal in kişiliğinde aramak gerekmektedir, ünce şunu belirlemek gerekmektedir ki, 4-5 yıllık bir süreç sonunda Mustafa Kemal dilde reform çalışmalarının tutmayacağını, eğer bu çalışmalar yürütülürse elde bir dil kalmayacağını anlamıştır. Bunu Falih Rıfkı’ya şöyle ifade eder: ‘’Çocuk, dili bir çıkmaza sokmuşuzdur. Maksatlarımızı anlatamaz olmuşuzdur”.(90) O halde geri dönmek, ve daha önce Türkçe değil diye atılanlara, aşağılanlara tekrar sahip çıkmak gerekmektedir. Mustafa Kemal bunu açıktan ve doğrudan yapmaz.
Sadri Maksudî’nin ifadesiyle “rical”ı kabul edecek bir kişiliğe sahip değildir: “Kendisi büyük bir kumandandı. Ric’at hissini verecek herhangi bir hareketten sakınıyordu”(91). Bu nedenle esasında Arapça ve Farsça’da olsa, bütün dillerin Türkçe’den çıktığı teorisi ortaya atılır. Teoriye göre; Türkçe ilk ve ana dildir, diğer bütün diller Türkçe’den doğmuştur. Artık Arapça ve Farsça temelli kelimeleri atmaya, aşağılamaya gerek kalmamıştır. Rahatlıkla kullanılabilir. Çünkü dillerin “aslı zaten Türkçe idi, biz onlardan kelime aldığımız takdirde kendi malımızı almış oluyorduk”. Böylelikle geri atılan adım, “geri adım” olarak değerlendirilmeyecektir. Bu konuda bir örnek olarak “hüküm” kelimesinin nasıl Türkçeleştirildiğini zikredebiliriz:
Falih Rıfkı anlatıyor; “Dolmabahçe Sarayı’nda toplanmıştık. Sağımda Naim Hazım Hoca, solumda Yusuf Ziya. Sıra “hüküm” kelimesinde. “Bir karşılığı yoksa alıkoyalım” dedim. Naim Hoca’da, Yusuf Ziya da “Olamaz” dediler… Hayli tartıştık. Toplantıdan sonra Asya Türk lehçelerini pek iyi bilen Prof. Abdulkadir İnan bana gelerek: “Hiç üzülmeyin, “hüküm” kelimesini yarın Türkçe yaparız Falih Bey” dedi. Ve ertesi gün usulca elime bir pusula verdi. Radloff a göre bazı Türkçe lehçelerinde “ök” akıl demekmiş, “tik” şekline girdiğini gösteren örnekler de kağıtta yazılı idi. Bir uzak lehçede “um”, “üm”le isim yapıldığı üzerine de bilgi edinmiştim. Alt tarafı kolaydı: ük,üküm kullanıla kullanıla “hüküm” olmuştu. Toplantıda “Hüküm Türkçedir” dedim ve sabahleyin öğrendiklerimi sayıp döktüm. İki hoca da susa kalmışlardı. “Uydurma” demeyeyim de “yakıştırmacılık” ilminin temelini atmıştık”(94) Sonuç olarak gelinen aşamayı ifade etmesi açısından Yunus Nadi’nin ifadeleri dönemin genel özelliğini özet biçiminde açıklar mahiyettedir: ‘’Gazi gayet tılsımlı bir anahtar buldu. Öyle bir anahtar ki en yabancı sandığımız kelimeler bile Türkçe oluveriyor”.(95)
Ahmet Cemil Ertunç – Cumhuriyetin Tarihi,syf;311-343
1.yazı için bkn:
DİPNOTLAR
1.Berger, Modernleşme ve Bilinç, 85; Keyder, Türkiye’de Devlet ve Sınıflar, s. 125
2.Savaş,, “Atatürkçü İdeoloji ve Çağdaş İdeolojiler”, s.315
3.Apter, Some Conceptual to the Study of Modernization, s. 237
4.The New International Webster’s Comprehensive Dictionary of the English Language
5.Ergil, ideoloji ve Milliyetçilik, s.65
6.Ergil, ideoloji ve Milliyetçilik, s.65
7.Bell, “Ideology and Soviet Politics”, s.591-603
8.Tüzük için bkz: Tunçay, T.C.’de Tek-Parti İdaresinin Kurulması, s.381,382
9.Behar, İktidar ve Tarih, s. 90, 91
10.Program için bkz: Tunçay, T.C.’de Tek-Parti İdaresinin Kurulması, s.447-454
11.İnan, Medeni Bilgiler ve M. Kemal Atatürk’ün El Yazılan, s. 22
12.Sayan, “Türkiye’de Dinin Denetim İşlevi”, s. 176
13.CHP Dördüncü Büyük Kurultayı Tutalgası, s. 45
14.Temuçin, Kadrocular ve Kadro Hareketi, s.144
15.Şakiroglu, “Tarih ve Halk Bilgisi Çalışmaları”, s. 835
16.Giritli, “Harf İnkılabı ve Atatürk”, s.31, 35
17.Aydemir, Tek Adam Mustafa Kemal;C. Ill, s. 433
18.Aydemir, Tek Adam Mustafa Kemal, C. Ill, s. 434;
Esasında bu görüşü, Türkiye’nin model arayışına girdiği ve Avrupa’daki milliyetçi/totaliter devletleri kendisine yakın bulduğu bir zamanda Tarih ve Dil konusunun gündeme gelmesi pek tabiîdir. Kanaatimiz odur ki, yeni bir ulus yaratma anlayışının ürünü olarak açığa çıkan görüş ve çalışmalar Avrupa esintilerinin bir sonucudur. Ancak Bu durum bir kıvılcımı gerektirmiştir ve o kıvılcım da Şevket Süreyya’nın anlattığı olay olmuştur.
19.Copeaux, Türk Tarih Tezinden Türk-lslam Sentezine, s. 38
20.Tunçay, T.C.’de Tek Parti Yönetimi’nin Kurulması, s. 300
21.Tunçay, T.C.’de Tek Parti Yönetimi’nin Kurulması, s. 300
22.Goloğlu, Tek Partili Cumhuriyet, s. 68
23.Goloğlu, Tek Partili Cumhuriyet, s. 69
24.Aydemir, Tek Adam Mustafa Kemal, C. 111, s. 433, 434
25.Izgi, “Atatürk’ün Tarih İlmi Hakkındaki Düşünceleri”, s. 133
26.lzgi, “Atatürk’ün Tarih İlmi Hakkındaki Düşünceleri”, s. 137
27.Mardin, “Laiklik İdeali ve Gerçekler”, s. 384
28.Goloğlu, Tek Partili Cumhuriyet, s. 68
29.Resmi Tarih doğrultusunda basılan ve okullarda ders kitabı olarak okutulan “Tarih’’ler ve “Türk Tarihinin Ana Hatları” bunun açık delilleridir.
30.Tunçay, T.C.’de Tek Parti Yönetimi’nin Kurulması, s. 302, 303
31.Kocatürk, Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri, s. 138
32.Kocatürk, Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri, s. 138
33.Akurgal, “Tarih İlmi ve Atatürk”, s. 583
34.Söz konusu heyetin listesi ve görev dağılımı için bkz; Şakiroğlu, “Tarih ve Halk Bilgisi Çalışmaları”, s.837
35.Behar, İktidar ve Tarih, s. 93
36.Birinci Türk Tarih Kongresi, s.6 (Maarif Vekili Esat Beyin açlış konusmasından
37.Birinci Türk Tarih Kongresi, s. 14, 15 (Muallim İhsan Şeref Bey’in konuşmasından)
38.Birinci Türk Tarih Kongresi, s.175
39.Birinci Türk Tarih Kongresi, s.400
40.Şakiroğlu, “Tarih ve Halk Bilgisi Çalışmaları”, s.852; Boran, “Darülfünûn Hatıraları”, s. 23
41.Bkz: Birinci Türk Tarih Kongresi, s.42-47
42.Behar, iktidar ve Tarih, s. 157
43.Behar, iktidar ve Tarih, s. 122
44.Türk Tarihinin Ana Hatları kitabının yazarları arasında Afet İnan, Mehmet Tevfik, Akçura Yusuf, Samih Rifat, Reşit Galip, Haşan Cemil, Sadri Maksudi, Şemseddin, Vasıf, Yusuf Ziya vardır. Kitap, bu şahıslar tarafından tercüme ve telif yoluyla oluşturulmuştur. İstanbul’da Devlet Kitapları tarafından basılmıştır. Bu kitapla ilgili olarak şu üç çalışma önemlidir: İsmail Beşikçi, Türk Tarih Tezi, Güneş-Dil Teorisi ve Kürt Sorunu, Ankara 1991; B. Ersanlı Behar, İktidar ve Tarih, Türkiye’de “Resmi Tarih” Tezinin Oluşumu (1929-1937)), Afa Yayıncılık, İstanbul 199; Semavi Eyice, “Atatürk’ün Büyük Bir Tarih Yazdırma Teşebbüsü: Türk Tarihinin Ana Hatları”, Belleten, XXXII, 1968.
45.“Türkiye’de 20. yüzyılın ulusal bilinci ve tarihyazımı, sönen Osmanlı lmpara- torluğu’na karşıtlık içinde biçimlendi. Tarihin bu anma gelindiğinde, Osmanlı İmparatorluğu zaten daha eskiden başlamış bir yergi kampanyasının hedefi durumundaydı” (Copeaux, Türk Tarih Tezinden Türk-Islam Sentezine, s. 15)
46.Behar, iktidar ve Tarih, s. 106
47.Ortamektep için Tarih, C.I, s. 20
48.Ortamektep İçin Tarih, C.I, s. 112, 119, 134
49.Tarih, C.II, s. 46
50.Tarih, C.IV, s. 6
51.Tarih, C.IV, s. 187
52.Copeaux, Türk Tarih Tezinden Türk-lslam Sentezine, s. 45
53.Copeaux, Türk Tarih Tezinden Türk-lslam Sentezine, s. 45,46
54.Birinci Türk Tarih Kongresi, s. 14
55.Birinci Türk Tarih Kongresi, s.VII-XIII
56.Birinci Türk Tarih Kongresi, s.59 (Çanakkale milletvekili Semih Rifat’ın “Türkçe ve Diğer Lisanlar Arasında İrtibatlar” başlıklı konuşmasından)
57.Birinci Türk Tarih Kongresi, s.50
58.Birinci Türk Tarih Kongresi, s. 273, 276,277
59.Birinci Türk Tarih Kongresi, s. 159
60.Birinci Türk Tarih Kongresi, s. 259
61.Behar, iktidar ve Tarih, s. 191
62.Özdemir, “Atatürk’ün Dil Savaşı”, s. 689
63.Savaş, “Atatürkçü İdeoloji ve Çağdaş İdeolojiler”, s. 323
64.Savaş, “Atatürkçü İdeoloji ve Çağdaş İdeolojiler”, s. 322
65.Bkz: Mueller, The Politics oj Communication, s.26-32
66.Mueller, The Politics of Communication, s. 26, 27
67.Mueller, The Politics of Communication, s.27, 28
68.Mueller, The Politics of Communication, s.30-32
69.Özdemir, “Atatürk’ün Dil Savaşı”, s. 691
70.Aksoy, “Atatürk’ün Dilimize Kazandırdığı Güç”, s. 670
71.Nakleden: Yıldırım, “Dil Plânlaması”, s. 735
72.Tekin, “Atatürk ve Türk Dilinde Reform”, s. 1032
73.Atatürk, Söylev ve Demeçler, Ol, s. 320,321
74.Atatürk, Söylev ve Demeçler, C.U, s. 322
75.Esasen, bu bilgide yanlışlık değilse bile en azından eksiklik vardır. Çünkü İsmet İnönü’nün uygulamaya aktardığı düşünce, yıllardır basının sıklıkla gündeme getirdiği konu olmuştu. Bazı yazarlar bu konuda düşünsel bir ortamı hazırlamışlardı. Konu dahilinde Fazıl Ahmet (Aytaç)’m “Hangi Kelimeler Türkçe- dir?” başlığını taşıyan yazısını (Hayat, C. II, No: 52,24 Teşrin-i sani 1927), Halil Nimetullah (Öztürk)’ün “İlim Lisanında Birlik” başlıklı yazısını (Milli Mecmua, C. IX, no: 103, 1 Şubat 1928), Mahmut Arifin “Dilimizi Nasıl Türkçeleştireceğiz?” (Milli Mecmua, C. X, no: 113, 1 İkinci teşrin 1928)başlıklı yazılarını örnek olarak zikredebiliriz.
76.Goloğlu, Devrimler ve Tepkiler, s. 265
77.Bkz: Goloğlu, Devrimler ve Tepkiler, s. 265
78.Güngör, Tarih-Kültür-Milliyetçilik, s. 109
79.Bkz: Goloğlu, Tek Partili Cumhuriyet, s. 140
80.Goloğlu, Tek Partili Cumhuriyet, s. 141
81.Atay, Çankaya, s. 478.479
82.Dünya, 3 Ocak 1954
83.Goloğlu, Tek Partili Cumhuriyet, s. 142
84.Goloğlu, Tek Partili Cumhuriyet, s. 141
85.Sertkaya, “Atatürk’ün Dil Politikası”, s. 11-17
86.Tekin, “Atatürk ve Türk Dilinde Reform”, s. 1033
87.Atay, Falih Rıfkı, “Atatürk ve Özleştirme”, Dünya, 17 Temmuz 1966
88.Yaşayan Türkçemiz, C.l, s.15; Erer, “Atatürk ve Dil İnkılabı , s. 12
89.“ Güneş-Dil Teorisi Atatürk tarafından ileri sürüldüğü ve Atatürk’ün etrafındakiler de dilci olmayıp sadece heveskar veya amatör oldukları için bu teori hemen bir gerçek gibi kabul edilmiş ve o yıllarda Güneş-Dil analiz metodu ile birçok bilimdışı etimolojik çözümlemeler yapılmıştır. Türkçeye girmiş Arapça, Farsça ve Fransızca kelimelerle Eski Yunanca, Hititçe ve Sümerce gibi eski dillere ait kelimeler dil bilimi metodlarma aykın bir şekilde, yakıştırma ve zorlama ile sözde çözümlenerek bunların Türkçe asıllı oldukları sözde ispatlanmıştır” (Tekin, “Atatürk ve Türk Dilinde Reform”, s. 1038).
90.Atay, Falih Rıfkı, “Atatürk ve özleştirme”, Dünya, 17 Temmuz 1966
91.Yaşayan Türkçemiz, C.l, s. 19;
“Atatürk dilde inkılap olamıyacağını Güneş-Dil nazariyesiyle gürüş gibi ortaya atmıştı. O, ne bir nazariye, ne de bir şey; o, apaçık şanlı bir ricattır. Atatürk’ün yüksek kumandanlık vasfını onunla da anladık. İyi kumandan yalnız taarruz etmeyi değil, icabında çekilmeyi de bilir…” (Bkz. Sevük, İsmail Habib, “Eserinin Muhasebesi”; Cumhuriyet, 10 Kasım 1947).
92.Türk Dili, S. 8-9, Eylül 1934, s. 89
93.Güngör, Tarih-Kültür-Milliyetçilik s 109
94.Atay,Falih Rıfkı,”Hüküm Nasıl Kurtuldu?”, Dünya,16 Mayıs 1965
95.Sevuk, Dil Davamız, s. 29