Teoman Duralı – Din ve Felsefe Bilim Açısından Doğu ve Batı Medeniyetleri -Notlarım-

Fk64ZkqXkAcDR9a-245x300 Teoman Duralı  - Din ve Felsefe Bilim Açısından Doğu ve Batı Medeniyetleri  -Notlarım-

Geçenlerde Mehdi Hasan diye bir Arap -bilmiyorum Lübnanlı mıdır, Kuveytli mi- el-Cezire’de bir program düzenliyordu, bir tartışma programı. Müslümanlığa çok karşı olan bir hanım çıktı. Ne dese bu hanımefendi uymuyor, oturmuyor yerine, çünkü bilmiyor. “Ben Kur’an’ın ruhuna bağlıyım ama Peygambere inanmıyorum” diyor. Peygamberi olmayan Müslümanlığı düşünemezsiniz, imkânsızdır. Diğer dinlerde bilmiyorum bunun karşılığı nedir, peygamberi olmadan o din anlaşılır mı, anlaşılmaz mı bilmiyorum. Ama Müslümanlıkta olmuyor, mümkün değil. Her şeyden önce ibadetini yapamazsınız eğer peygamber yoksa; ibadeti olmayan bir din de din değildir.


(…)Bir de “kırılma” dediniz İmam Gazzâlî hazretlerinin müdahalesine fakat şu çokça tekrarlanan “Gazzâlî sonrası İslam düşüncesi bitmiştir, donmuştur” eleştirisine katılıyor musunuz? TEOMAN DURALI- Efendim, donmuştur değil tabii. Bunlar hep çok mübalağalı ifadeler ve buralarda kötü niyet aramak yerindedir. Özellikle İmam Gazzâlî’yi kötülemek, yermek için olmadık şeyler uydurulur. Birincisi, Gazzâlî İslam felsefesinin doruğudur; bu hiç şüphe götürmeyen bir olaydır. Aynı zamanda ilahiyatı belirleyen adamdır, filozofluğun yanı sıra.


Oysa ahlâk biçimseldir. Malzemesini nereden alır? Dinden alır, ahlâk malzemesini dinden alır. Neden? Çünkü dinle hayat iç içedir.


Arap düşmanlığı Müslüman düşmanlığından ileri gelir. Müslümanlığa taş atmaya korkanlar Arapa yüklenir.


Bazılarının dediği gibi barış dini midir? Ben ona da yanaşmıyorum. Hiçbir aşırılığa yanaşmamak lazım. Yerine göre kavga etmesini bilmek gerekir, yerine göre barışacaksınız, bağışlayacaksınız. Müslümanlığın getirdiği orta yol budur.


Araplar Müslüman kılarlarken Türklere bunu yapmadı, hemen onu söyleyeyim. Bu çünkü çok yaygın, Beyaz Türklerin son derece sevdiği bir konu, “Bizi kese kese Müslüman yaptılar”, hayır, biz büyük bir heyecanla Müslüman olduk.


Büyük İngiliz filozof Jung kendisi Tanrı’ya inanmıyor, tanrısız, tanrı tanımaz ama Tanrı’nın toplum için şart olduğunu öne sürüyor. Başka türlü diyor toplumu bir arada tutamayız. Şu fikir vardı: İnsan insanın kurdudur. Yani bir düzen, düzeni sağlayan belirli, bağlayıcı bir ilke yoksa toplum dağılır, biter. Marx da bunu tekrarlıyor. Çok müthiş bir lafı vardır Marx’ın: “Din kitlelerin afyonudur” der. Onun bu sözü çok yanlış yorumlanmıştır. Uyuşturmaya yönelik anlatmıyor, söylemiyor. Ameliyatlar çok sancılı olur, uyuşturmak mecburiyetindesiniz insanı ameliyat için, Marx’ın devirlerinde anestezi yoktur, afyonla ancak uyutabiliyordunuz. İşte ameliyatlarda afyonun etkisi neyse, ölümlü hayat için din böyle bir etkiye sahiptir. Ümit veren, toplum düzenini sağlayan, insanları zapturapt altında tutan bir etken olarak düşünüyor. Kendisi hatta bu sebeple de Feuerbach’ı çok şiddetle yerer. Din ortadan kalksın, lüzum yoktur fikrini savunur. Marx hiçbir zaman dinci veya dini bir toplum düşünmüyor gayet tabii, bu durum ortada olan bir şey ama topyekûn lüzumsuz olduğu, bir tarafa atılması gerektiği görüşünü de zararlı bulur.


Dinlerde birlikte yemek son derece önemli bir olaydır, bir ibadettir. Bütün dinlerde topluluktur esas olan, cemaat ve o cemaati meydana getiren insanların dayanışması. Bu anlamda da bireyi esas alan sermayecilikle din birbirinin zıddıdır. Evet, vahdet-vahiy dininde günah ve sevap sahibi olan bireydir. Karar bireye aittir ama yaşama düzeninde birliktelik vardır. Bu birlikteliğin -Hıristiyanlıkta da, Müslümanlıkta da öyledir- özünde, temelinde kadınla erkek vardır. O kadın-erkek birlikteliği öteki bütün birlikteliklerin esası ve merkezidir. Bizde de gene gözümüzden kaçan asıl birliktelik Peygamberimizin karısı ve kızıyla olan birlikteliktir. Peygamber olduğunu ilk belirleyen, tasdik eden, ısrarla Peygamber olduğunu bildiren bir kadındır: Hz. Hatice. Çünkü titremeler, ıspazmoz geçirmeden dolayı delirdiğini, aklını kaçırdığını sanıyor. Hz. Hatice olağanüstü kadın sezgisiyle bunun böyle olmayabileceğini, başka bir şeyin yürürlükte olabileceğini düşünüyor.


Bugün Türkmen diyoruz; aslında Türkmen diye bir şey yok, Oğuzlar, Kırgızlar, Tatarlar, Kazaklar var. Türkmen sonradan uydurulmuş bir lafızdır. Geldikleri yere ise Farslar tarafından Türkistan deniliyor. İstan Farsçada yurt demek, ülke demek, Türkistan Türk yurdu demektir.


İslam’da olağanüstü derecede önemlidir anne ve annenin eğitimi. Bu sebeple de “ümmet” diyoruz topluma; “umm” anne demek; anne kucağından çıkma, annenin yetiştirdiği insanlar olarak görüyoruz.


SALONDAN- Murat Menteş’in bir yazısı var. Türk toplumunun günümüz IQ seviyesinin 88, yani donuk zekânın bulunduğunu söylüyor. Bu doğru mudur?

TEOMAN DURALI- Yanlıştır tabii, öyle istatistiklerle milletlerin zekâ seviyesini ölçmeye imkân yok. Neyle ölçersiniz? Tarihte meydana getirdikleri eserlere bakarak ölçeceksiniz, yoksa böyle teker teker…


Peygamber’in harikulade bir sözü var. İşte her şeyin cevabı aslında o: “Utanmadıktan sonra ne yaparsan yap.” İnsan olmanın temel nirengi noktası utanmaktır.


Üst akıl diye bir şey icat ettiler. Bu doğrudur, uydurulmuş bir şey ama yerini tuttu. İngiliz-Yahudi Medeniyetinin bir üst aklı var, yani teşkilatın yönetimine dayalı bir medeniyet modeliyle karşı karşıyayız. Zaten sürekli olarak bu teşkilat gözden ırak tutulmaya çalışılıyor. Yok efendim, bunlar uydurma, bunlar kumpas, böyle bir şey yok. Hayır, var, vardır. Değişik adlar altında o teşkilatta zaman zaman belli belirsiz bu karşımıza çıkar. O teşkilatta yer alan zevat hakikaten üstün bir akla sahiptir. Sadece herkesin üstünde bir akıl olarak değil, bizatihi üstün bir aklı var o kişilerin. Nereden görüyoruz bunu? Bu medeniyet tıkanma noktalarına geldiğinde yolları açmaya başlıyorlar. Bu medeniyetin üç ana devleti var: İngiltere, ABD, İsrail. O üst aklın yerleştiği iki merkez var: Londra, New York. Üst aklı teşkil eden kişiler iki kaynaktan geliyorlar öncelikle: İngilizlerden, -Amerikalıları da İngiliz sayıyorum- ve Yahudiler. Bunlar hem dünyayı paylaşma bakımından birlikte hareket ediyorlar, hem de o üst kurumun teşkilinde birlikteler.


Merak müthiş bir tutkudur. Merakın ucunda ve kaynağında hayranlık vardır. Hayran olan tek varlık insandır. İnsanın dışında hiçbir canlının hayranlık duyma yetisi yoktur. Hayranlık hayretle karışık şaşma demektir. Hayranlık duyduğun olayı çözmeye yönelik bir girişimde bulunuyorsun. İşte merak da budur, seni o girişime iten itkidir, iten güdüdür, onu durduramıyorsun ve onu duymayan insana da bunu anlatamıyorsun. Bu sadece fizikte, keşifte vs. değil, mesela sanatta, müzikte, şiirde vardır.


Kapitalizmde serbestsiniz, ister Tanrı’ya inanın, ister inanmayın ama Tanrı’nın ahlâkına uyamazsınız kapitalizmde, çünkü Tanrı kulu soymasına cevaz vermez. Özellikle de Müslümanlıkta, bunun için modern hayatla uyuşur mu dedikleri vakit uyuşmaz. Modern hayat, çağdaş hayat kapitalizmdir.


Edep yaşatır ve yaşanır; yaşanan hayatın akışında uyduğumuz, uymak mecburiyetinde olduğumuz kurallardır ama bunlar bize hayatın akışında yedirilirler, ayrıca öyle dört duvar arasında matematik, mantık harfleriyle tedris edilmezler.


Kitâb-ı Mukaddes’in Ahd-i Atik’inde ve aynı zamanda hadislerden birinde der ki: “En üstün hikmet Allah korkusudur.” Sevgi değil korku bizim sınırlarımızı belirler, müthiş bir belirlemedir o. Başıma geleceklerden korktuğumdan ötürü … canlı olarak hayatımızı bu belirler.


Selçuklu Devletinin resmi dili Farsçadır. Beğenmediğimiz, sevmediğimiz Osmanlı gelmeseydi Türkçe bugün yoktu. İyi mi olurdu, kötü mü olurdu artık her birimizin kendi yargısına kalmış bir şey ama Türkçeyi kurtaran Osmanlı olmuştur.


Kanunlar yaptırım gücü olan kurallardır. Yerine getirmediğin takdirde cezalandırılırsın ve ne, ne zaman, nerede yerine getirilmiyorsa, ona göre bir ceza veriliyor sana, her yapılanın mükafat ve ceza olarak karşılığı vardır. Bunun en güzel ifadesi edebiyatta büyük dev romancı Fyodor Dostoyevski’nin Suç ve Ceza romanıdır. Müthiş bir hukuk felsefesi işlenir o romanda. Bulabilirseniz eski tercümeleri, Türkçenin henüz yaşadığı dönemin tercümelerini bulun, bugün yapılıyorsa felakettir, faciadır. Ama Yirmili, Otuzlu yıllarda yapılmış tercümeyi bulabilirseniz hararetle tavsiye ediyorum.


İslam felsefesi tasavvuf ve din değildir, İslam medeniyetinin içinde ortaya çıkmış olan felsefe demektir. İbn Miskeveyh gibi dinle ilgisi olmayan adamlar da yer alır orada. Belki son derece dindardı ama felsefesi hiç bunu yansıtmıyordu. İslam felsefesi demek İslam dinine bağlı olma manasına gelmez, İslam medeniyeti çerçevesinde yer almış olan bir felsefe ve bilim sistemidir. Filozof dine bağlı olabilir ya da olmayabilir ama hiçbir filozof doğrudan doğruya dinin bildirdiklerinin emrinde ve din doğrultusunda yürüyor değildir. Mesela İslami çerçevede sayabileceğimiz filozoflardan Farabi, yine de din doğrultusunda gitmiyor. Her şeyden önce Farabi’nin belki dindar insanların gözünde şu günahı olabilir: Filozofu peygamberle aynı seviyede görüyor. Peygamber Allah’tan vahiy alan kişidir, ancak bunu sistemleştiren, bunu işleyen ve nirengi noktalarının arasını gergef gibi ören filozoftur. Ona benim fazla bir diyeceğim yok, bilmiyorum ama dediğim gibi İslam felsefesi dini anlamda İslamidir diyemeyiz. İslam medeniyeti içinde çıkmış bazı İslam filozofları Müslüman değildir. Mesela İbn Meymün Yahudidir ama İslam felsefesi çerçevesinde düşünülür. Arapça yazmıştır ve İslam medeniyetinin sorunlarını gündeme taşımıştır.


Dinsiz, dini esas almamış hiçbir kültür insanlık serüveninde görülmemiştir. İlk defa bunun tek istisnası 17. yüzyılda vücut bulduğunu gördüğümüz din dışı Avrupa medeniyetidir. Resmen ve bilinçli olarak dini temele almamıştır. Buradan hareketle sakın şöyle bir görüş ortaya çıkmasın: Demek ki din dışı Avrupa medeniyetinde insanlar Tanrı’yı inkâr etmektedirler, dinsizdirler, imansızdırlar; hayır, bal gibi bugün de Avrupa’da yığınla dindar mütedeyyin insanlar vardır ama kurumların temelinde, esasında din bulunmamaktadır. Dini dışlamışlar. Neden? Dini olağanüstü derecede mübalağa etmiş olan bir medeniyete tepkiden ötürü, o da Orta Çağ Hıristiyan medeniyetidir. Öbür medeniyetlerde ve kültürlerde din hayatın doğal akışında yerini almaktadır. Fark edilmiyor.


Kur’an’a göre İslam din demektir. “Hepiniz İslam üzere yaratıldınız” diyor, sonra “Annenizin-babanızın yolundan gidiyorsunuz” diyor. Yani o dinin parçalarından birine yöneliyorsunuz. Bizim yöneldiğimiz yol Peygamber’in gösterdiği yoldur. Peygamber’i kaale almadan Müslüman olunamıyor.


Bazı Müslümanlar Sokrates’i ve Eflatun’u peygamber olarak görürler. Bunların arasında Farabî de vardır. Bilmiyorum, tabii öyle bir ad Kur’an’da geçmiyor. Anmadığımız adlar var diyor Kur’an, bunlar da onlardan biri olduğunu sanmıyorum. Eflatun Timeos adlı eserinde çok açık bir biçimde Tek Tanrı’dan bahseder, sadece öyle de değil, bu Tanrı’nın şefkat dolu, yani Rahim olduğunu, öğretici olduğunu, Rab olduğunu bildirir ve sonra son eseri olan Kanunlar’da âdeta fıkıh yazar. Orada tartışırlar, bir tanesi der ki: “Tanrıyı inkâr edene ne yapmalı?” Öbürü de der ki: “İdam etmeli” Bu sefer sorar: “Kaç kere idam etmeli?” İdamın kaç kere tekrarlanması gerektiği üzerinde bir tartışma gider. Bu derece sert ve kesindir Eflatun’un Tanrı görüşü ama tekrar Timeos’a dönersek, orada söyleşinin sonunda der ki: “Burada konuştuklarımızı asla ve asla yaymayın, halk işitmesin.” Buradan da şunu anlıyoruz: Eflatun kendini peygamber olarak kabul etmiyor, görmüyor, ona böyle bir buyruk gelmemiş. Sokrates de aynı şekilde kendisinden hiçbir şekilde kutsi bir kişi olarak bahsetmiyor.


Şimdi milletlerin gene kişilerde gördüğümüz gibi belirli özellikleri, huyları var. Mesela, bizim en üstün niteliğimiz öteden beri devlet kuruyor olmamız, bu yönümüzle temayüz etmişiz. Öyle milletler var ki devlet kurmada başarılı olamamışlardır. Mesela İtalyanlar, devlet kurmanın dışında her şeyi başarmışlardır. İtalya’nın yeteneksiz olduğu hiçbir şey yoktur, bir devlet kuramıyor, iki, savaşamıyor. Sanatta, felsefe-bilimde olağanüstü bir algı gücü vardır. Herhâlde yeryüzünün en zeki insanlarındandır. Yani leb demeden leblebiyi anlar. Sokaktaki adam her yerde böndür, ahmaktır ama İtalyan bir tuhaftır. Yüzüne baktığı vakit senin ne istediğini neredeyse anlıyor gibi bir şey, böyle bir insan ama dediğim gibi Roma’nın çöküşünden 19. yüzyılın son çeyreğine değin bir türlü devletleşememişlerdir. Devletleşememenin, birlikte bir devlet kuramamanın büyük sıkıntısını çekmişlerdir. Bakıyorsunuz, bütün büyük kaşifler ta Marco Polo’dan başlayarak Kristof Kolomb dâhil 13. yüzyılda Amerika Vespuçi’ye kadar İtalyan’dır ama bunlar hep başkalarının emrine çalışmışlar. Çünkü İtalya’da devlet yok, İspanyolların, İngilizlerin, vs. emrinde iş görmüşlerdir.


Öyle ünlülerimiz de var, çıkarlar sağda solda ben şu dili, bu dili yuttum derler. Hikâye, tabii ayakkabıcıya gidip de benim ayakkabımı cilala yahut da lokantada niye bana kaşık getirmiyorsun gibi basit cümleyi kurabiliyorsunuz ama dil bütün düşünmelerimizi, duygularımızı ifade etmeye geldiğinde insan yanılıp kalıyor, beceremiyor.


Savaşçılık önemli ölçüde başıbozukluktur. Mesela Osmanlı’da Akıncılar başıbozuk adamlardı. Öyle teşkilatlı adamlar değildirler. Oysa ordunun kendisi dehşet derecede disiplinlidir. Zaten asker demek disiplin demektir. Disiplin ne demektir? Aklın hareketlerimize kesin hakimiyeti demektir. Nerede sıkı düzen görürseniz orada aklın kendini gösterdiğini görürsünüz. Sıkı düzen sadece rap rap rap yürümekten, yat-kalk emirlerinden ibaret değildir. Eski emekli askerlere bakın, apayrı bir tiptir onlar, ayakkabısı pasparlaktır. Adam ordudan çıkalı yirmi yıl olmuş mesela, hâlâ üstü başı tertiplidir. Hiçbir aksama yoktur, yaşaması da öyledir. Sabah belli bir saatte uyanır, kalkar, kahvaltısını eder, tıraş olur, giyinir kuşanır, bir yere gideceği yoktur. Pazara gider, alışveriş eder gelir. Belli bir saatte yatar, hayatı belli bir kalıba oturtulmuştur ama kendiliğinden olan bir olaydır. Zorlamayla değil, ben bunu askerde gördüm. Bize dediler ki kapalı yere girdiğinizde kasketlerinizi çıkaracaksınız. Yüzde 99’umuz buna uyamıyordu, bir türlü ayak uyduramıyorduk. Ne cezalar alınırdı. Yatağı böyle yapacaksınız derlerdi, mümkün değil yapamıyorduk. Ben yapıyor muydum? Yapıyordum. Ben hiç ceza almadan Türkiye’nin en disiplinli asker okulu Polatlı’dan çıktım. Çok akıllı olduğumdan değil, öyle alıştırılmışım


Einstein rölativite teorileri bize ne sağlar derdiyle girmemiştir. Bazen beklemediği sonuçlar ortaya çıkar ve bunlara son derece sinirlenebilir. Rölativite teorisinden kuantum mekâniği ortaya çıkmıştır. Kuantum mekâniği tamamıyla tesadüflere yer verir. Einstein tesadüften nefret eden bir adamdır ve meşhur bir lafı var, işitmişsinizdir belki: “Tanrı kumarbaz mı zar atsın?” der. Dinin en önemli can alıcı noktası zorunluluktur. Bir insanın yürekten mütedeyyin olup olmaması zorunluluğa inanması veya inanmamasıyla ilgilidir. Zorunluluğu kabul eden kişi söylese de söylemese de dindardır. Çünkü zorunluluğun fizik gerekçesi yoktur; ancak ve ancak manevi bir kaynağı vardır. İnanmayan kişi için tesadüf, inanan içinse kaderdir. Bilgi teorisi bakımından ikisi de aynı noktadadır. Birkaç santim öteme koskoca bir taş düşer, bu taşın beni öldürmemesi inancıma göre bir tesadüf veya kaderdir.


Maşallahı Müslümanca ama kırk bir keresinin Müslümanlıkla alakası yok, tamamıyla çok eski dinlerden kalan bir şeydir. Doğum yapmış kadının kırkıncı gününü doldurmadan sokağa çıkmaması, kırkayaklar, vs. bir totem anlamı var bütün bu lafların. Mesela, kırkayağa Almanlar bin ayak diyorlar. Demek ki onlarda çokluk görüşü binlerle ifade ediliyor. Hitler’in 1000 yıllık imparatorluğu da vardır, bilmem işittiniz mi? Binlerle gider. Hıristiyanlıkta kıyametten önce Deccal gelir, sonra Hz. İsa gelecektir, Deccal’ı yenecektir ve ilahi bir hükümdarlık kuracaktır, 1000 yıl sürecektir. Hıristiyan Avrupa’nın gözünde bir çeşit idol durumunda duran Roma 1000 yıl sürmüştür. Büyük ihtimalle oradan geliyor bu bin yıl meselesi, böyle sayılarla ilgili ifadelerle tılsım hep düşünülmüş, duyulmuştur.


Ehlileştirilen, evcilleştirilen, sevilen kurda Türkçede -şimdi ayıp olarak kabul ediyoruz, niye bilmiyorum- it denilmiştir. Türkçe karşılığı ittir, köpek olarak yanlış kullanıyoruz. Köpek itin erkeğidir, kancık dişisidir. Böyle çok saçmalıklar vardır Türkçede, nezaket icabı bazı şeyler söyleniyor.


Her ne kerametse bunu çözemedik bir türlü, sarışın olmayan insanlar sarışın olan insanlara büyük eğilim duyar. Bunu ben mesela, Doğu Anadolu’da, mesela Tatvan’da ve başka yerlerde gördüm. Nerede bir Çerkes topluluğu varsa sıkışmış kalmış, etraftaki topluluklar üstlerine yığılırlar, sürekli onlardan gelin almak isterler.


Doğum olağanüstü ilgi çekici, dehşet eğitici bir olaydır. Keşke bütün çocuklar hayvanların üremesine tanık olabilse, bunun nasıl bir mucize, muazzam bir olay olduğunu görebilse. Kedi annesi yangından yavrusunu kendini feda edercesine kurtarıyor. Yangına bir intizam atılıyor ve yavrusunu yangın ortamından çekip çıkarıyor, alkışlıyorsunuz, aman ne muazzam fedakârlık örneği.


Biraz önce arkadaşımızın sorusunu cevaplandırırken söylediğim, Alman milletinin girdiği o facia ideolojik bir faciadır. Tutarlılık uğruna, baştan koyduğum ilkelere bağlı kalacağım diye, kendini ve bütün dünyayı ateşe atmıştır. Nasyonal sosyalizmin felaketi aşırı tutarlılığından ileri gelmektedir.


Yeni ortaya çıkan Yeni Çağ din dışı Avrupa medeniyeti de selefi Orta Çağ Hıristiyan Avrupa medeniyetini yerden yere çalmıştır. Karanlık çağ, cahillik, vahşet demiştir. Bizde de taklit olduğundan bizimle hiçbir ilgisi olmamasına rağmen, Orta Çağ Avrupa’sını da tanımıyor, bilmiyor olmamamıza rağmen, bizim dışımızda cereyan ediyor olmasına rağmen, bizde de ilericilere, çağdaşçılara kulak verdiğinizde Orta Çağ kötüdür, karanlıktır, cehalettir derler; ne dediklerini bilmeden, Yeni Çağ din dışı Avrupa medeniyetinin kurucu babalarının laflarını tekrarlarlar. Karanlık mıydı, aydınlık mıydı, iyi miydi, kötü müydü onu bilmiyoruz. Hasbelkader göreceğiz gerçekten o kadar kötü müydü, değil miydi ama baştan peşin peşin şunu söyleyeyim: Bu kötülemeler önemli ölçüde psikolojiktir. Dediğim gibi o devrimi yaratanların bir önceki dönemi kötülemesidir.


Yavuz, tarihimizin en önemli dahi devlet adamlarındandır. Dehanın başta gelen özelliği sezişin güçlü olmasıdır.


Vahiy olmasa vicdanın anlaşılırlığı eksiktir, zayıftır. Vicdanımdam işittiğim sözleri vahiy çerçevesinde değerlendiriyorum.


Dil bir kültürün birinci derecede aynasıdır. Bu sebeple de zaten kelime katlinden nefret ederim. Kelimeyi öldürdünüz mü o kültür dalını yok ediyorsunuz. Onunla bütün bir geleneği ortadan kaldırıyorsunuz. Söz kökleri olağanüstü derecede önemlidir kültür tarihi bakımından, bunun bir örneği “gelin”dir. Gelmekten çıkar, dışarıdan gelen, hep dışarıdan almıştır. En yakın ve güzel örneklerinden biri Osmanlı hanedanıdır. Birkaç istisna dışında kadın tarafı hep Türk olmayandır. O istisnalarda da aynı obadan evlenilmiyor, yine farklı obalardan evleniliyor ama Türktür. Onun dışında hemen hemen otuz altı padişah var, otuz altının aşağı yukarı otuz dördünün annesi Türk değildir. Orada da seçilir. Rakip olabilecek kavimlerden gelin alınmaz. Çok istisnai durumlar vardır. Bir tek galiba II. Mahmud’un annesi Fransızdır, başka böyle güçlü kavimlerden gelin alınmamıştır. Acem, Arap, Rus, Ukraynalı, Polonyalı, öncelikle de Çerkes gibi tehlike teşkil etmeyecek kavimlerden alınır. Evlenen erkek güveydir, damat Farsçadır. Güvey nereden geliyor? Güvenmekten geliyor, güvenilen, dayanılan, dışarıdan getirilen kadının dayanacağı, güveneceği, sırtını dayayacağı kocasıdır. Bu kelimelerde böyle bir anlayışın yansıması mevcut.


Öyle adamlar çıkıyor ki bunlar ellerini toprağa, suya vurmuyorlar. Bir köşeye çekilip, olup biteni seyrediyor, tarassut ediyor, düşünüyor. Düşün düşün bilmem nedir işin derler bizde, çünkü biz düşünmesini sevmeyiz. İcraata geçemezsiniz düşünmezseniz, düşünmenin sonucunda hareket etmekteyiz ve düşünmeden harekete geçmeye eylem diyoruz. Bu da insana mahsustur. Eylem başka hiçbir canlıda yoktur, sadece ve sadece insanda vardır, düşünmeye dayanır. Düşünen kişiler düşüncelerini ifade ederler; buna yargı diyoruz. Yargı şeklinde ortaya çıkar düşünme süreci sonuçları ve o yargılara dayanılarak icraata geçilir, eylemlerde bulunulur. İlk yargılarda bulunduğunu gördüğümüz insanlar hep bir üçlülükten hareket etmişlerdir.


Felsefe-biliminin dili insandan uzaklaştığı ölçüde belirginlik kazanır. İslam âleminin en önemli filozof bilim adamlarından İbn Sina bunu sevgi olarak belirler. “Aşk unsurları birbirine çeker, nefret onları ayrıştırır” diyor. Newton bu çok insani olan terimleri bertaraf ediyor ve tamamıyla insan dışı, nötr terimlerle açıklıyor. Buna da çekim yasası, yeryüzündeki yerçekimi diyor.


SALONDAN- Hocam, kaybettiğimiz ettiğimiz İslam’ı geri kazanmak için ne yapılabilir? Siyasetten mi bir şeyler beklemeli?

TEOMAN DURALI- Çok açık sözlü olmamı istiyorsanız -ağzımdan yel alsın diyerek- devrim olması lazım ve bu devrimde çok katı bir diktatorya yetişmeli, bütün medeniyet değişmeleri kırılma noktaları ancak bu yolla gerçekleşebilmiştir. Akıl bunu emrediyor ama gönül bunu istemiyor. En başta kendim istemem, böyle felaket ceberut bir düzenin gelip kafama tokmakla vurmasını, o olmayacak, bu olacak demesini. Biz medeniyet değişikliğine gittiğimizde bu oldu. 1

İnceleyin:  Ölenler öldü, kalan sağlar haindir!

Yaratılmış olanın yaratanını açıklaması, çözümlemesi tamamıyla bir mantıksızlıktır, saçmalıktır. Akılsız bir iş midir din? Hayır, biçimsel, felsefi akla uygun değildir ama aklıselim sahibidir. Dinin, Müslümanlığın bildirdiği her şey aklıselimdir, yani akla aykırı değildir.


Yaratılmış olanın yaratanını açıklaması, çözümlemesi tamamıyla bir mantıksızlıktır, saçmalıktır. Akılsız bir iş midir din? Hayır, biçimsel, felsefi akla uygun değildir ama aklıselim sahibidir. Dinin, Müslümanlığın bildirdiği her şey aklıselimdir, yani akla aykırı değildir.


 

Osmanlı’nın ortadan kalkmasıyla sadece İslam medeniyeti son bulmaz, Türk tarihinin son derece belirgin omurgası da kırılır.


Evrenle âlemi karıştırmamak lazım, evrenin klasik dilimizdeki karşılığı kâinattır. Kâinatla evren aynı şeydir. Kâinat yaratmaktan ortaya çıkıyor, oradan türetilmiştir. Allah’ın ol emriyle “olmak”tan gelmektedir. Evren Türkçede evirmek, değiştirmek fiilinden geliyor. Evrim de oradan geliyor. Yani değişmenin hüküm sürdüğü saha evrendir, evren olmaktadır. Âleme gelince, âlem dini-manevi bir terimdir. Dine göre varlık evrenden ibaret değildir. Evreni de içine alan, evreni de kapsayan daha geniş bir bütünlük söz konusudur; o da âlemdir. Dine göre, İslam’a göre görünen, duyumlanan, ölçülüp biçilebilen, var olanların aslı ruhtur. Bunlar evrenin ötesindedirler. Oradan geliyoruz evrene ve burada belirli bir süreyi doldurup tekrar oraya gidiyoruz.


Osmanlı tarihine baktığımızda Şiiliğe kayan dönemler vardır, ondan sonra Sünniliğe çok ağırlık tanıdığımız dönemler var. Sanki bir yerde çok İranlaşıyoruz, Farslaşıyoruz korkusu baş gösteriyor. Mesela, Anadolu Selçuklu döneminden Fatih dönemi arasındaki bayağı uzun bir dönem bizim çok heterodoks olduğumuz bir dönemdir. Heterodoks Sünnilikten kaymak manasına gelir. Bu dönemde özellikle Selçuklularda Farslaşma eğilimimiz çok artmıştır. Lanetler yağdırdığımız Osmanlı gelmeseydi bugün Türkçe yoktu. Onu söyleyeyim size, Büyük Selçuklunun, Anadolu Selçuklusunun resmi dili Farsçadır. Halk Türkçe konuşuyordu hâlâ ve Türkçe konuşanlar kaba, cahil olarak niteleniyorlardı. Yükselmeniz için Farsça konuşmanız gerekiyordu. Osmanlıyla tekrar Türkçe gündeme geliyor ama bu heterodoks eğilimleri çok artmıştır. Anadolu’daki Müslümanlık hadisesinde tüm bu halk şairleri, din büyükleri, bunlar çok heterodoks kişilerdi. Fatih’le birlikte bir U dönüşü yapıldı, özellikle tabii Yavuz zamanında. Neden? Benim kanaatim Acemleşmeyi durdurma hadisesi vardı.


Yeni Çağın ikinci büyük ideolojisinin de baş mimarlarındandır: Nasyonal sosyalizm. Nasyonal sosyalizmi varlık felsefesi açısından, ontolojik olarak işleyendir. Bir de Rosenberg adlı bir başka filozof var, o da biyolojik açıdan, Darwin evrimciliğine sırtını dayayarak işlemiştir. Bu ikisinden nasyonal sosyalizm, milli toplumculuk beslenmiştir. Heidegger’in reddedilmesinin temel nedenlerinden biri de nasyonal sosyalizmin babalarından olmasıdır. Bu affedilmemiştir, bağışlanmamıştır. Belki Almanlar savaşı kazansalardı bugün baş ideolog olarak çıkardı.


Aristoteles’in temel tabanı biyolojiydi, hocası Eflatun’un tabanı matematikti -bahusus geometri-. İbn Sina’ya bakıyoruz, orada da gene biyolojidir. Bîrûnî’de büyük ölçüde gök fiziği… Bilahare Galileo’da malum fizik, özellikle de gökbilim… Descartes’ta matematik… Newton da mekânik… Zaten klasik mekâniğin babası sayılır. Her filozof aynı zamanda bir bilim adamıdır. Son büyük örnek Albert Einstein hem metafizikçi, aynı zamanda da önemli bir fizikçiydi.


Kung Fu bir filozof değildi, bir bilgeydi. Strateji ve taktik ikiliği yoktu onda, o bize dövüş sanatlarını aktarır. Bu sadece onda değil, bütün Çinli bilgelerde vardır, Konfüçyüs’te de vardı. Bütün bu doğu bilgeliklerinde savunma sanatı diyebileceğimiz olaylar vardır. Savaş ve askerlik sanatı bunu aşar. Dövüş sanatı değildir o yalnızca, biraz önce söyledim size, bütün bir savaş senaryosu düşünülür, öngörülür. Orduyu nereden yürüteceksiniz, nasıl besleyeceksiniz, Osmanlı örneğinde gördüğümüz gibi aileleriyle mi götürürsünüz, götürürseniz o aileleri nerede barındırırsınız, nasıl yedirir içirirsiniz? Tarihçiler reddederler ama yine bildiğimiz kadarıyla büyük sayıda asker yürütülür. İskender Çanakkale Boğazı üzerinden 60000 kişiyi Anadolu’ya geçirir. Bu muazzam bir rakamdır. Bu adamların beslenmesi, yürütülmesi, iaşesi, lojistik ve onun yanında tabii taktik, yani doğrudan doğruya savaş sanatı, kim nereye yerleştirilecek; okçularıyla, piyadesiyse, süvarisiyle vs. Bunların arasında savaş sanatında en önemli ilham kaynağı, esin kaynağı satranç oyunlarıdır.


Sosyolojik olarak tarif edebilirsiniz dini ama din kendisinin insanüstü bir merciinin u ̈rünü olduğunu ifade etmektedir ve bu anlamda asla ideolojileştirilmemesi gerekir. Çünkü ideoloji insan elinden çıkmadır. Dini ideolojileştirdiğinizde siyasete karıştırıyorsunuz; siyasileştiği ölçüde ayağa düşüyor. .


Bir zaman Yeni Çağ din dışı Avrupa medeniyeti Orta Çağ Hıristiyanlığının devamıyım, halefiyim niyeti ve iddiasıyla vücut bulmuyor. Onu yıkıyor, tarumar ediyor ve bunun son noktası Fransız İhtilalidir. Fransız İhtilali Avrupa’nın bütün tarihi müktesebatını yok etme hareketidir. O kadar ki asiller ve ruhban sınıfı sadece katledilmekle kalmıyor, mezarları açılıyor, cesetleri yakılıyor. Fransız İhtilalinin benzerini pek görmüyoruz tarihte.


Ümmet anneden oluşan, anneden çıkandır. Umm aynı zamanda kelime anlamı itibariyle önder demektir, imam, umm aynı kökten geliyor. Önder olan, yol gösteren anlamlarına gelmektedir. Annenin doğurmanın yanında en önemli özelliği eğitmektir, terbiye etmektir. Bu sebeple yine İslamcada umm olmanın yanında anne mürebbiyedir. Rabâ, öğretmek kökünden geliyor, aynı şekilde Allah’a atfedilen en önemli vasıf Rab’dır. Rahman ve Rab kadında tecelli ediyor. Rahmi var ve mürebbiyedir. Rahimde oluşuyoruz, beşerliğimiz o rahimde geçiyor. Gerçi şimdilerde dölyatağı deyip duruyorlar ama ben rahimden olmayım.


Bazıları Fatih’i hor görüyor, değil mi? Basın yayında, televizyonda Fatih’e dil uzatanlar varmış. Fatih, bir dâhiydi. Sadece İstanbul’u fethinden dolayı değil, Türkün en önemli hastalığına karşı devleti ayakta tutmanın yolunu bulduğu için. Çünkü yine çok tuhaf bir özellik, devleti inşa eden belirli bir halk grubu değil, tepedeki belirli bir zümredir. Yani önce devlet var ve sonra devlet milletini oluşturmaktadır. Bu yüzden devlete dehşet bir bağlılık vardır. Bugün de sürüyor bu, hâlâ olur olmaz her yerde devletin bekası denir, marazi bir şeydir. Fatih Türk tarihini içleştirmiş, sindirmiş bir adam ve Türk devletlerinin neden, nasıl yıkıldıklarını gören bir adam ve çok yakınında büyük büyük babası Bayezid’in Timur’a yenilmesiyle ortaya çıkan faciayı da yakından biliyor.


Bilirsiniz, dilimizde en ağır, en kötü beddualar ocak üzerinedir. Ağzımdan yel alsın, ocağı sönesice derler mesela, ocağı batsın denilir. Ocak söndüğü anda hapı yuttuğumuzun resmidir. Bu yakın bir geçmişe değin sürüp gelmiş bir şeydir. Rahmetli Hocam Ahmed Yüksel Özemre’nin annesinin bayramlarda elini öpmeye giderdim. Allah rahmet eylesin. Tek başına yaşıyordu Üsküdar’da, bana yemek çıkarırdı. “Anacığım, bu yemekleri nereden buluyorsunuz, nasıl oluyor, bunlar nereden” derdim. “Allah Allah, ne demek nereden buluyorsun?” derdi.. “Tek başınıza oturuyorsunuz, hazır bana pişmiş yemek getiriyorsunuz, birbirinden leziz yemekler.” “Ocak sönmez evladım.” derdi. Ocak sürekli diri tutulmak ister. Söndü mü bittin demektir, ölüm demektir. Düşünün, demek ki 300 bin yıla yakın bir gelenekten size bahsediyorum ocağın canlı tutulma olayı, tabii bugün denilmiyor, bu bitmiş bir gelenektir.


Gazzâlî İslam’ın en büyük filozofudur, baş filozofudur, İslam felsefesinin hükümdarıdır, melikidir. Öbür tarafta da baş filozof Kant’tır. İkisinde de ahlakın temeli niyettir. Niyetten doğan ahlâk sisteminin merkezi meşruiyettir. Eylemi esas alan ahlâk felsefesinden çıkan hukuktur ve bunun içinde yer alan kanunlardır. Her kanuni tavır aynı zamanda meşru olmayabilir. Her meşruluk kanuni değildir. Hz. Peygamberin -mealen- “Zalime uyan zalimden beterdir” sözü bu söylediğimin çok açık ifadesidir.


Meslek yüksek okulu açın, gençlere sanat öğretin. Üniversite temel fikrine bağlıysanız bu hiçbir yarar getirmez. Bilgi sağlar. Bilgiyi belirli bir ihtiyacı karşılama noktasında kullanmadığın takdirde yararı yoktur. Yıldız adamızın merkezine mesafemizi bilsem ne olur, bilmesem ne olur?


Ahlâk ve edep üzerine konuşan filozof var mı? Var: Kant var mesela, Luther vardır, Gazzâlî vardır. Bunlar hem edep hem de ahlâk filozoflarıdır. İngiliz filozofların büyük bir kısmında, başlıcalarında edep yoktur. Locke’ta, Hume’da, Smith’te, Russell’da… Yani bu bir eksiklik, nakısa değildir.


Ne yazık ki bugün harple muharebe arasındaki farkı kaybettik. Birçok lafımızda olduğu gibi savaş lafıyla bir belirginlik kayboluyor. Halbuki ikisi farklı olaydır. Muharebelerde Allah’ın kılıcı olarak kabul edilen Hz. Ali Müslümanların yiğididir. Müthiş bir olay vardır. Bir muharebede karşıdakinin boğazını keseceği sırada adam Hz. Ali’nin yüzüne tükürür. O anda Hz. Ali adamı bırakır. O da merak edip sorar: “Sen boğazımı kesiyordun, niye beni bırakıyorsun şimdi?” “Şimdiye değin dava uğruna savaşıyordum ama değil mi ki yüzüme tükürdün, şimdi bu şahsi bir olaya dönüşmüştür. O sebeple seni bırakıyorum” der.


Şimdi şu var, bugün de çok söylenen bir şeydir: Müslümanlar Müslümanlığa asla uygun yaşamıyor ve davranmıyor. Bunu her an görüyoruz, yaşıyoruz. Yaşayamazsınız, çünkü biraz önce söylediğim gibi sürekli beyniniz yıkanıyor. Kılık kıyafetle, görünümle belli bir medeniyetin mensubu olunamıyor, içleştiremiyorsunuz. İçleştirmeniz başkaldırmanıza bağlıdır. Bunun için gerekli olan eğitimden yoksunsunuz, eğitilemiyoruz.


Hegel’in harikulade bir belirlemesi vardır: Gerçeklik fikrinle uyuşmuyorsa vay o gerçekliğin hâline. Benzerini Hitler söylüyor: Alman milleti benim fikrime, ideme uyamadı, yükselemedi, yücelemedi. Onun için batsın diyor. Bu çok ağır bir beddua, -kibrin de belki dereceleri vardır- çok ağır bir kibir; bunun bir eşini daha bulamayız.


Toplumların en önemli püf noktası tahmin edersiniz evlenmedir. Çünkü evlenmeye dayanarak insanlar ayakta kalmışlardır. Toplumun temelinin çekirdeği ailedir ve bu üçlü kadın-erkek-çocuk. Dinler bu evlenme usulüne uygun olarak inşa edilmişlerdir. İki çeşit evlilikten bahsedebiliriz: Topluluk içi evlilik, topluluk dışı evlilik. Aynı totemden geldiğine inanan toplumlar, toplumun dışından evlenme mecburiyetini duymuşlardır. Dişi kurttan geldiklerine inanan Hiung-nuların obanın dışından evlenmeleri zorunludur. O hâlde bunlar iki şeyin peşinde koştular: Geyiklerin ve kadınların. Çoğalabilmek için, evlenebilmek için kendilerinin dışında kalan topluluklardan kadın bulmaları gerekiyordu. Tersine totemleri icabı başka toplumlar da içeriden evlenirler. Mesela, Moğollar öyleydi.


Çok eski tarihlerde kesinlemelerde bulunmanız imkânsız, sürekli yaklaşımlarla iş görmek zorundasınız. Metin varsa, kayıtlar varsa ne âlâ, yoksa büyük ölçüde tahminlere dayandırmak zorundasınız.


İnsan bilinçli kaldığı sürece, bitkisel hayata girmedikçe, komaya girmedikçe hürdür. Ne yaparsanız yapın, hapse atın, zincire vurun insan hür olmaya devam etmektedir. Bir tek kurtulamadığı mahkumiyet hür olmaktır. Hür olmaktan kurtulamıyoruz. Hareket kabiliyetimizi kaybedebiliriz. Türkçedeki böyle bir zengin ifade imkânı var: Serbestlikle hür olmak aynı şey değildir. Ağır hasta olabiliriz, kapımızdan bacamızdan uzak olsun, felç de olabilir insan, hareket edemez, hapsolur hareket edemez. Burada serbestlik ortadan kalkıyor ama hür olma durumu devam ediyor. Onu ortadan kaldıramıyoruz. Hür olan insan tercihinin hesabını her şeyden önce kendine vermektedir, ondan sonra da topluma vermeye başlıyor.


SALONDAN- Tasavvuf tümüyle panteist midir?

TEOMAN DURALI- Katiyen, hiç alakası yok, panteizm İslam’a taban tabana zıt olan bir şey ve tasavvufta İslami olmayan hiçbir şey yoktur. İslam’dan sapan tasavvuflar olabilir mi? Onlar tasavvuf değil, başka şeylerdir. Kesinlikle olmaz, panteizm dediğim gibi Hıristiyanlıkta da yoktur panteizm, bildiğiniz üç dinde panteizmin “p”si yoktur. Yani Yahudilikte, Hıristiyanlıkta ve Müslümanlıkta olamaz.


Her felsefe sistemi belirli bir bilime dayanmak zorundadır. Bilime dayanmayan felsefe sisteminden bahsedemeyiz. Adam Smith’in dayandığı bilim, iktisattır. Bunu kuruyor ama bize bu ideolojiyi, aynı zamanda o ideolojinin dayandığı temel bilimi, iktisadı tasvir eden, enine-boyuna önümüze koyan Karl Marx’tır. Karl Marx tekrar ediyorum, sermayeciliğin kurucusu değildir, açıklayıcısıdır ve bunu iki yönden yapmaktadır: Sermayeciliği ortaya çıkaran İngiliz milletinin tarihini incelemiş ve ikinci olarak da bu ideolojinin dayandığı asli bilimi, yani iktisadı gözümüzün önüne sermiştir. Karl Marx’ın bir başka yönü sermayeciliğin ilk neşvünema bulduğu, yani doğup serpildiği Atina’yı da karşımıza çıkarıyor. Onu da daha az ölçüde olmak üzere bize tasvir ediyor. Zaten doktorası Yunan felsefesi üzerinedir.


Türkler Müslüman olmadan önce de domuz yemiyorlardı tuhaf bir tesadüf, o sebeple İslam âleminde en tutarlıca domuzu yemeyen Türklerdir. Hiç kesinlikle dokunmazlar. Öbürlerinde bu kadar sıkı değildir.


Mevlânâ mı senden daha çok biliyor, sen mi Mevlânâ’dan çok biliyorsun? Teknolojik açıdan tabii ki ben daha çok biliyorum ama bu bir olgunluk mertebesi midir? Değildir. Olgunluk mertebesi ve hakikat bilgisi bakımından o benden daha fazla şey biliyordu.


Kültürde üç temel unsur vardır. Bunlar olmadan kültürü anlamak ve anlatmak imkânsızdır. Zanaat, din ve dil. Zanaattan, teknikten yoksun, dini olmayan, dilsiz toplum, kültür düşünülemez.


Çağdaş medeniyetin ideolojisi sermayeciliktir, kapitalizmdir. Gerek kapitalizm, gerekse onun ihtiyaç duyduğu yaygın sömürmeye emperyalizm diyoruz. Emperyalizm tu kaka olduğundan, sevilmediğinden artık onun yerine -nasıl ki mesela eşeğe merkep yahut ite köpek diyorsak- daha incelmiş, daha nazikleştirilmiş bir kelime olarak küreselleşme diyoruz. Aynı anlama geliyor. Çünkü sömürüyü kaldırdığınızda kapitalizm çöker. Ben burada bir değer yargısında bulunmuyorum.


Tarihte ilk defa bir kültür medeniyet ve din esasına göre inşa edilmez. Yeni Çağ Avrupa medeniyeti tümüyle din dışıdır. Dinsizdir, Tanrı’yı inkâr eder şeklinde anlaşılmaması gerekir ama resmen kurum olarak kendisini dine dayamıyor. Önceki medeniyetler çoğunlukla adlarına varıncaya dek bütün yapılanmalarını dinden almışlardır. Hint medeniyeti Hindu dininden, İran medeniyeti Zerdüştlükten geliyor, yani Zerdüşt dinine dayanmaktadır.


İç içe yaşadığımız, bize en yakın millet Farslardır. Benim özel bir bağlantım yok ama nesnel olarak baktığımızda bize en yakın olan millettir.


Daha önce size söylemiştim, devletin üç sütunu vardır: Hukuk, iktisat, siyaset. Kanuna tüze demişlerdir. Gene bir sapıklık sonucu nedendir bilmiyorum, Arapçadır diye kanun atılır, yerine Moğolcadan yasa alınır. Madem atıyorsun kanunu, niye tüzeyi almıyorsun, yasayı alıyorsun, ne lüzumu vardı? Herhâlde bu kanuna karşı çıkanlar çağdaşçılarımız, ilericilerimiz İslam’dan dolayı Arapçaya düşman olanlarımız ne yazık ki aslında kanunun Yunancadan geldiğini bilmiyorlardı. Bilselerdi belki kanun kalacaktı yerinde. Kanun sözü Yunancada “kanon”dan gelir. Kanon’dan Arapçaya geçmiş, kanun olmuş, oradan biz almışız.


Daha küçüklüğümüzde sus, büyüklerin yanında konuşma, hatta ortalıklarda dolanma, git o taraflara, burada büyükler oturuyor, yiyorlar içiyorlar, vesaire. Sürekli bir otorite ve nasıl bir otorite? Baba otoritesi. Nereden ileri geliyor? Büyük ihtimalle dayandığımız tarım toplumundan. Hatta denize açık bölgelerdeki insanların zihniyeti mesela, Karadenizliyle doğu yahut orta Anadoluluyu karşılaştırın, ne kadar farklı olduğunu görürsünüz. Onlar çok hamsi yerler de fosforlanırlar, değildir. Yani onun da belki etkisi var ama esas yetişme hadisesi, denizin insanı terbiye etme durumu vardır.


Hayatımda yediğim en güzel künefe Antakya’nın Harbiye’sindeydi. Bir daha hiçbir yerde böyle bir şey yemedim ve sümme hâşâ da yemeyeceğim. Nereden geldi onların malzemesi? Herhâlde gökten inmedi, gene bu dünyadan temin ettiler malzemelerini herkes gibi ama bambaşka imal ediyorlar.


Kültürde ilerlemeyen, düşük kalan toplumların dilleri de düşüktür ve dillerine bakım göstermezler. Örnek biziz, yeryüzünde bizim kadar diline sahip çıkmayan, dilini saymayan, dilinle ilgilenmeyen ikinci bir toplum bana gösteremezsiniz.


Aristokrasilerde çok iyi devlet adamları çıkar. Hani derler ya aman efendim, o Cumhuriyet’i yıkacak, Osmanlı’yı geri getirecek. Yıkamazsınız, Osmanlı’yı geri getiremezsiniz. Çünkü Osmanlı saraydan çıkmadır. Doğar doğmaz o kişiye nasıl devlet adamı olacağı öğretilir. Affınıza sığınırım, lazımlığına ederken bile o bebek ne yapıp ne yapmayacağını öğrenir. Bir cumhuriyette sokaktan bulduğunuz birini alıp sen cumhurbaşkanısın deyin, olsun. Belki çok basite indirgedim ama üç aşağı beş yukarı böyledir. Devlet adamlığı önce bir edep, adap işidir.


Bunu çiğniyor Fatih, evlat ve kardeş katlini kural olarak koyuyor. Niye? Devleti kurtarmak için, Türkün makus talihini yenmek için, şakası yok. Devlet çöktü mü hepimiz mahvoluruz, perişan oluruz. Uzağa gitmeyelim, yanı başımızda Suriye’de, Irak’ta, daha dün Yugoslavya’da, biraz daha öteye geçersek 1947’de Hindistan’da olanlara bakalım. O günden itibaren Osmanlı Türk tarihinin en uzun süreli devleti hâline gelmiştir. Şakası yok, yeni zamanlarda, Yeni Çağda, modern dönemde 600 küsur yıl yaşamış. Emperyalizme kurban gitmiş bir dünyada bir ada olarak kalmıştır. Onların buyruğuna girmemiş bir tek Osmanlı Devleti vardır. Bunu Fatih’e borçluyuz. Fatih kendini kurban etmiştir.


Muazzam bir dildir Farsça, büyük kültür milletlerinin en başta gelen özelliği dil bilincidir. Dil bilincinin de tezahür ettiği insanlar kadınlardır. Bir milletin kadını dilini unuttuğu takdirde o millet ölmüştür. Dikkat edin, büyük kültür milletlerinde kadınlar nereden evlenirse evlensin çocuklarına dillerini öğretirler. Bir furya yaşadık, Sovyetler çöktükten sonra, Rus hanımlar buraya akın ettiler. Çok evlilik oldu, TürkRus evliliği, benim gördüğüm her Türk-Rus evliliğinde çocuklar Rusça öğrenmişlerdir.


SALONDAN- Tarih felsefesiyle uğraşmak isteyen bir kişi genel olarak hangi sahalarla ilgilenmeli, hangi lisanlara vakıf olmalıdır?

TEOMAN DURALI- Tabii ki önce felsefe ve tarih. Medeniyet tarihi, yani belirli bir toplumun, milletin tarihinden ziyade genel medeniyet tarihini. Nereden geliyorum ben buna? Ben tarih felsefecisi değilim ama çok ilgimi çeken bir tarih filozofu Arnold Toynbee’yi göz önünde tutarak bunu söylüyorum. Arnold Toynbee medeniyet tarihçisidir, bir filozoftur. O bakımdan sorunun ilk bölümü felsefe öğrenimi göreceksiniz, artı medeniyet tarihi öğrenimi. Felsefede diller değişir. Hangi felsefeye ağırlık veriyorsanız, onun diline intisap etmeniz lazım. Eski Çağ felsefesiyle uğraşıyorsanız Yunanca bilecekseniz, İslam felsefesiyle uğraşıyorsanız tabiatıyla Arapça göreceksiniz. Orta Çağ Hıristiyan felsefesi Latinceyi gerektirir. Felsefenin dört ana dili var: Yunanca, Latince, Arapça, Almanca. Çünkü bunlar felsefede dört ana yoldur, gelenektir. Hangisini seçiyorsanız, onun diline intisap etmeniz lazım. Tabii bugün yazının-çizimin yüzde 80’i İngilizce, bu bakımdan asıl metinlerinizin dışında okumanız gereken yazılar İngilizce olacağından İngilizce de biliyor olmanız lazım. Türk tarihiyle uğraşacak olanlarla da benzer bir zorunluluk var. Eski Türk tarihine değinenlerin Çince bilmesi kaçınılmaz, arkasından 8. yüzyıldan sonraki tarihimize bakanlar Farsçayı bilmek zorundalar. İslami devirlerle uğraşanlar tabii ki Arapça bilmek zorundadırlar. Bir de tabii Türkçenin değişik dönemlerdeki çeşitleri var.


Rus kadını nereye giderse dilini de götürür. Arap, Fars kadınında da görebilirsiniz. Fars kadını nereye giderse gitsin, kiminle evlenirse evlensin çocuğu Farsça konuşur. Burada da Çince öğrenirler. Bu kadınlar nereden öğrenmiştir bu bir sırdır, dediğim gibi Malay Müslümanların arasında yetişiyor ama Çincesini unutmuyor, bir yerden alıyor bunu ve çocuklarına bunu benimsetiyor. Çince de çok baskın bir dildir. Çinli her ortamda, her durumda dilini hâkim kılmaktadır.


SALONDAN- Hocam, bu günümüz “bilgi toplumu olmak” teranesine baktığımızda…

TEOMAN DURALI- Teranedir tabii. Çoğunlukla yarar sağlamayan bilgilerin, dedikoduların peşinde, bilgisayarlarda, televizyonlarda o kimin nesiymiş, şu kiminle çıkmış… Bu bilgi benim ne işime yarar? Yarar sağlayıcı bilginin eksikliğini özellikle tıpta görüyoruz.


Yeniçeri teşkilatı olağanüstü bir teşkilattır. Her defasında yeniden şaşıyorum ben oraya göz attığımda, hayretler içinde kalıyorum. Osmanlı’nın sadece yeniçerisi yok, biraz önce bahsettiğim Akıncılar çok ilgi çekicidir. Size burada bir şey daha söyleyeyim, büyük ihtimalle Almanlar bunu taklit ettiler. Schutzstaffel SS Akıncıları çok andırmaktadır. Tabii Osmanlı’nın asla bir ırkçılığı yok, bırakın ırkçılığı ırk kavrayışı yok, kavmiyet yok. Öyle bir anlayış yok, o çok yenidir.


İlk defa bütün insanlığa hitap, daha doğrusu insanlık fikri Musa’yla ortaya çıkıyor. Gidiyor Firavun’a, diyor ki: “Allah var, kabul etmen lazım.” O da diyor ki: “Git oradan, Tanrı benim, ne oluyor sana” ve kovuyor. Hikâyesi uzun. Hz. İsa ve nihayet Hz. Muhammed’de yaygınlaştırılan, geliştirilen fikir, bütün insanlığa yayma olayı. Bugün insan hakları dediğimiz, insanın vazgeçilmez hakları ve ödevleri olma fikri ilk defa dinle ortaya çıkıyor.

İnceleyin:  Amel ve Ahlak

Türklerin tarihi yüzde seksen oranında sert, soğuk ve zorlu iklimlerde geçmiştir. Türkler, Germenler ve Slavlar soğuk iklimlerde yaşamışlardır. Bu şartlarda can yoldaşına ihtiyaç duyuyorsunuz. Zorlu hayat şartlarında birinci derecede ihtiyaç duyduğumuz şey can yoldaşıdır. Can yoldaşının da sayısını arttıramazsınız. Her yönden güveneceğiniz insandır can yoldaşı, bu sebeple yerleşik şehir hayatına intikal edinceye değin büyük ölçüde tek kadınla yaşama gereğini duymuşlar. Çünkü ikisi birlikte mücadele etmektedirler. Bunu ben değişik Türk boylarında gözlemledim. Toroslar’da Yörüklerde, Pamir yaylasında Kırgızlarda, Doğu Anadolu’da Beritan aşiretinde hep tek kadınla yaşıyorlardı.


Bilgi topluluğu uzmanlığa saygı duyma ve burnunu her işe sokmamadır. Ben yemek pişirmesini bilmiyorsam en zor yemek olan pilavı pişirmeye tevessül etmem. Çünkü rezil ederim, tencerenin dibini yakarım, yapacağım budur. Hastabakıcı değilim, hekim değilim, hatta hekimliğin özel uzmanlığına da sahip değilim. Ne yapabilirim? Ancak öldürürüm o kişiyi. Bu endişeyle hareket etmiyor felsefe. Newton keşfettiği yerçekimi yasasını bir yarar getirsin diye ortaya koymuyor. Merakına, sorusuna cevap arıyor.


Kandaşlık esasında insanın kökeni kadın-erkek cinsi ilişkisidir. Bu ilişki bütün insan oluşumlarının anahtarıdır, başıdır, başlangıcıdır ve bu ilişkinin cereyan ettiği, bu ilişkinin serpildiği ortam, ocak başıdır, yuvadır. Bir üçlülük ortaya çıkıyor: Kadın, erkek ve ondan oluşan çocuklar. Bütün kültürlerin arka planlarında hep bir üçlülük görüyoruz. Hıristiyanlıktaki teslis, felsefedeki diyalektik, Çin bilgeliğindeki yin ve yang… Doğayı da böyle yorumlamıştır insanlar, karşıtların birleşmesinden ortaya yeni bir ürün çıkmaktadır. Gece-gündüz ve gün bir örnektir. Yaz-kış-yıl, vs. Aile o hâlde esastır, temeldir ve bütün toplumsal oluşumlar bu çekirdekten ortaya çıkmaktadır. Burada izin verirseniz kadın propagandası yapacağım. Daha kadıncılık yokken ortalıklarda ben ilk kadıncıydım, onu da söyleyeyim size, neden ilk kadıncıydım? Çünkü ben annemi çok severim, herhâlde hepimizin yaptığı iş bu; annemizi sevmek. Peygamberimizden gelen bir gelenek, değil mi? Yanlış hatırlamıyorsam üç kere “annendir” dedikten sonra dördüncüde “babandır” demiştir.


Yaşanan küçük düzlemdeki örnekleri veriyorum. Özellikle anneden gidiyorum, çünkü ben daha çok annenin etkisini gördüm babadan ziyade; yani babada sertlik gördüm Allah’tan. En sınır sorunlarla anneme gidiyordum dayak yiyeceğimi bile bile. Çünkü ondan yiyeceğim dayak cennetten çıkmadır. Babama bir intikal etse ayvayı yerim. Bu dayaklarla – iyi bir yöntem midir, değil midir o ayrı bir tartışma konusu; benim için belki iyi bir yöntem olmuştur- adam oldum diyelim; sağa sola sapmadık. Nedir bu? Bir makullük olayıdır. Eğitmek amacıyla cezalandırırlardı. İşkenceden farkı nedir? İşkence yapan kişi zevk duymaktadır. Halbuki beni cezalandıran annem beni cezalandırırken bundan zevk duymuyordu. Bunun böyle olması gerektiğini düşünüyordu. İşkenceyle dayak atmanın çok temel, çok belirli bir farkı var. Tabii eğitmek amacıyla döverken de acının fazlasını vermemeye çalışıyordu; bir tarafımı sakatlamıyordu.


Yaşanan küçük düzlemdeki örnekleri veriyorum. Özellikle anneden gidiyorum, çünkü ben daha çok annenin etkisini gördüm babadan ziyade; yani babada sertlik gördüm Allah’tan. En sınır sorunlarla anneme gidiyordum dayak yiyeceğimi bile bile. Çünkü ondan yiyeceğim dayak cennetten çıkmadır. Babama bir intikal etse ayvayı yerim. Bu dayaklarla – iyi bir yöntem midir, değil midir o ayrı bir tartışma konusu; benim için belki iyi bir yöntem olmuştur- adam oldum diyelim; sağa sola sapmadık. Nedir bu? Bir makullük olayıdır. Eğitmek amacıyla cezalandırırlardı. İşkenceden farkı nedir? İşkence yapan kişi zevk duymaktadır. Halbuki beni cezalandıran annem beni cezalandırırken bundan zevk duymuyordu. Bunun böyle olması gerektiğini düşünüyordu. İşkenceyle dayak atmanın çok temel, çok belirli bir farkı var. Tabii eğitmek amacıyla döverken de acının fazlasını vermemeye çalışıyordu; bir tarafımı sakatlamıyordu.


Çağımızın en büyük filozoflarından Heidegger ocağı insanın yaşama iksiri olarak görür ve onun dışı ölümdür. Tabii dilden hareket ederek koyuyor bunu, müthiş bir şeydir, dil sadece konuşmaya, bir şeyler bildirmeye yaramıyor. Dil ruhumuzun ve onun dayandığı kültür geçmişimizin aynasıdır. Kültürü tanımadan öğrenilen bir dil hiçbir işe yaramaz, kupkuru olur.


Mahalle ortadan kalktığı gibi aileler de ortadan kalkıyor. Ben talebelerimde görüyorum, parçalanmış aile fevkalade çoktur son yıllarda, böyle olunca eğitim alamıyorsunuz, eğitilemiyorsunuz, terbiye görmüyor insanlar. Burada artık kişilere bir şey düşüyor. Yani merkezi otorite ortadan kalktığına göre kendini dindar, Müslüman gören insanların bu boşluğu bir iltizam olarak doldurmaları lazım. Günümüzde aile varlığını sürdürmek çok zor bir iş, bir fedakârlık gerektirmektedir ve en önemli yönümüz fedakârlığa girmemektir, fedakârlıktan kaçmaktır. Bu kolayımıza geliyor. Başta söylediğim gibi, dinin en önemli yanı sömürüyü ortadan kaldırmak, adaleti sağlamak ve bunun gerektirdiği fedakârlıktır.


Nerede insan varsa orada din vardır. Dinle kültür, kültürle ahlâk iç içe geçmiş olaylardır. Birbirinden ayırt edilemez. Ayrı ayrı kurumlar değildir, iç içedirler. Din topluluğunun başındaki kişi topluluğun bütün ihtiyaçlarına cevap vermek mecburiyetindedir. Topluluğun hakîmidir, yani aynı zamanda hekimi ve hâkimi durumundadır.
—————————
Dil üstünde fazla bir şey söylememe lüzum yok, kendinden belli olan bir şeydir. Çünkü bütün işlemlerimizi dille yürütmekteyiz ve dille yürütmek zorundayız. Bütün iletişimimizi onunla uyguluyoruz ve dil çok belirgin bir biçimde evrim sonucu değildir. Hayvanların bağırtısı, çağırtısı, anırması yahut böğürmesi, kişnemesi dilin aslını teşkil etmemektedir.
—————————————-
Evet, şimdi bizim de okur-yazarlığımız iyi, bugün maşallah her birimiz üniversite mezunuyuz ama ben bir aklın ışıldamasını görmüyorum bizde, açıkça söyleyeyim. Aflarınıza ve kendi affıma da sığınarak söyleyeyim, bundan ibaret değil. Bir kere en önemli özelliği Yahudilerin ve İngilizlerin özlerine sadık kalmalarıdır. Dünyanın dört bir yanına dağılmışlar, iki şeyi terk etmemişler: Dinlerini ve dillerini. Maruz kaldıkları bunca baskıya, işkenceye, her şeye rağmen dillerine dört elle sarılmışlardır. Dini seversiniz sevmezsiniz, Marx hiç sevmiyor dini ama “Yahudinin en önemli özelliği bu dinine bağlılığıdır” diyor. Bunu Karl Marx söylüyor, Yahudilik Sorunu Üzerine kitabında: “Din, Yahudilik toplumları ayakta tutan kurumdur. Kitlelerin afyonu dindir” Bunu biz hep yanlış anladık. İnsanların ayakta tutmanın yolunu kastediyor. Çünkü Marx döneminde anestezi yoktu, adama afyon koklatırlardı ve öyle ameliyat ederlerdi. Afyonsuz ameliyat, insan ölür, sancıdan gider bu sefer. Din hayatı yaşanabilir bir hâle sokan kurum anlamında söylüyor bunu “kitlelerin afyonudur” derken.
—————————————-
Fatih kanun çıkarıyor: “Ormanlarımdan bir dal kıranın kellesi gider” diyor. Ormanlarım dediği kendi malı mülkü değil, devletin toprağı, devleti temsil ediyor adam. Vakıflar niye kuruldular? Memurum burada, yarın atıldığımda cascavlak kalırım ortada, çoluğuma çocuğuma rızık çıksın diye vakıf kuruyorum. Anlaşılıyor mu burası? Avrupa’da olup bitenlerle bizde olup bitenlerin hiçbir paraleli yok, tamamıyla bir yanlış anlamadır.
————————————————-
Topluma mahkûmuz, toplum dışında insanın oluşması imkânsızdır. Aman bana kalkıp efsaneleri sormayın. İşte kurt emzirmiş de, büyütmüş de, bunlar masaldır, efsanedir. İnsanın dışında insanı büyütecek, yetiştirecek hiçbir güç, kuvvet yoktur. O hâlde insan, toplum ve kültür örtüşen, çakışan kavramlardır.
————————————————–
Cumhuriyet’le birlikte bizde iki fikir takip edilmiştir. Öncelikle dinin topyekûn iptalini savunanlar olmuştur. Tabii bu Cumhuriyet’ten önce de vardı. Osmanlı’nın son dönemlerinde Abdullah Cevdet gibi kişiler bunu savunuyorlardı. İkincisi, Müslümanlığın Hıristiyanlığa benzetilmesi gereğini savunanlardır. Hıristiyanlıktan kastettikleri özellikle Protestanlıktır. Yani bir İslam Protestanlığının her alanda ortaya çıkmasını savunmuşlardır. Mesela camilere sıralar konulsun, yerde değil kilisede olduğu gibi oturularak ibadet edilsin. Hıristiyanlıkta ve öteki bütün dinlerde belli ölçüde dinin belli bir alanı, dünyevi hayatın bir alanı vardır. İslam’da bu ayrım yoktur. İslam’da ruhban sınıfı olmadığından ötürü dinle dünyevi hayat iç içedir. Yani şu dini yapıdır, bu dünyevi yapıdır, şu dini alandır, bu dünyevi alandır diye bir şey yok. Her alan dinin içindedir. Büyük abdest, küçük abdest -affınıza sığınırım- bile din tarafından belirlenmiştir. Dinin belirlemediği hiçbir şey yok. Bu kalksın deniliyor bu ikincisini savunanlar, şimdi bu ikinci görüşü savunanlara karşı bir tepki olarak dine dayalı bir ideoloji ortaya çıkarılıyor. Sadece Türkiye’de değil, düşünce hayatının çok etkin olduğu Mısır, Hint -sonra Pakistan oldular- gibi İslam ülkelerinde böyle bir akım ortaya çıktı ve fazla tanınmıyordu.
———————————————-
Felsefileşmiş medeniyetlerde ahlâkla karşılaşıyoruz ama her toplumda, her kültürde edep vardır ve tekrar ediyorum, onun kaynağı dinde oluşur. Bunun açık ifadesini ben Mevlânâ’da görürüm. “Kur’an’ı bir baştan bir başa okudum, edepten başka bir şey bulamadım” diyor. Bu çok önemli bir noktadır.
——————————————————-
Adaletin sakatlandığı en önemli nokta, arabanın tekerini kıran çukur sömürüdür. Bu iktisatta da, kadın-erkek ilişkilerinde de böyledir. Eşitlikten bahsetmiyorum size, eşitliğin olduğu yerde adalet olmaz zaten, adaletin olduğu yerde de eşitlik yoktur. Eşitlik bir matematikte, bir de hukukta vardır. Yani bütün gün esrar çekip yan gelip yatanla bir Einstein’ı aynı kefeye koyamazsınız. Ama o esrar çeken, bütün gün yan gelip yatan adamı da yaşatmak mecburiyetindesin. Esrar çekiyor diye adama iğne vurup tahtalıköye gönderme hakkına sahip değiliz. Onun insanca yaşamasını ve mümkünse o iptiladan kurtulması için birtakım şeylerin yapılması lazım ama tekrar ediyorum, ikisini aynı kefeye koyduğun takdirde, işte orada zulüm başlar.
————————————————–
Hint-Avrupa dillerinin de belli bir atadan, bir anneden çıktıkları varsayılmaktadır. Bunu bize bildiren çok inandırıcı belirgin kıstaslar var, ölçüler var. Bir kere bu dillerde sayılar akrabadır ve çok temel sözler birbirleriyle paraleldir. Mesela İngilizcede brother, Farsçada birâder, Sanskritçede brader, Fransızcada frèrenin aynı kökten geldiği tespit edilebiliyor. Bunun gibi çok temel sözlerin ve sayıların benzerliği bizi kimi dillerin akraba oldukları sonucuna götürmektedir. Türk dillerinde ayrım hemen hemen yok gibidir ama bir üste çıktığımızda, Altay dilleri dediğimizde o fark çok büyüktür ve orada şüpheye düşüyoruz. Mesela Moğolcayla Türkçe arasında bağlantıları kuramıyorsunuz. Ne rakamlar birbirini tutuyor ne temel sözler benzeşiyor. Bu bakımdan hâlâ Altay dilleri bir teori değildir, bir varsayımdır. Ama Hint-Avrupa dillerinin ve Arapça, İbranca, Asurca, Süryancayı içeren Sami dillerin benzerlikleri çok belirgindir.
————————————————————————–
Tarihte en fazla yer değiştiren ve en uzun boylu göçe çıkmış kavim Türklerdir. Kuzeydoğu Asya’dan Akdeniz’e, Nâzım Hikmet’in lafıyla bir kısrak başı gibi sarkarlar ama burada da durmayıp Rumeli’ye, orta Avrupa’ya, hatta bugünümüzde Batı Avrupa’ya uzanıyorlar. Bunun dışında da Kuzey Afrika’yla orta Afrika’ya intikal etmişler, Hindistan’a gelmişler. Böyle muazzam bir coğrafyayı kat etmiş, sadece gezip dolaşmamışlar tabii, gittikleri yerlere yerleşip devlet kurmuşlar. Hint’te Babil Devletini kuruyorlar, İran’da 1000 yıl sürmüş hanedanlar Türk asıllı olmuşlardır. İran’ın Müslümanlaşmasından, yani 633’te Hz. Ömer’in fethinden itibaren Humeynî’nin devirdiği Rıza Şah Pehlevî’nin babasına değin İran’daki bütün hanedanlar hep Türk asıllı olmuşlar. Bunlar da genellikle Osmanlı’yla çatışmış, savaşmışlar
—————————————————
Tragodía İslam’da kesin olarak yasaktır. Çünkü İslam’da iki büyük bağışlanmaz günah vardır. Allah her şeyi bağışlar, bunları bağışlamıyor. Birincisi şirk koşmak, yani eş koşmak, ikincisi umutsuzluk, Allah’tan umudunu kesmek. Buna rağmen İran edebiyatında tragodía’yı görüyoruz. Fars edebiyatı dünyanın en büyük edebiyatlarından biridir. İki-üç edebiyat vardır ki bunlar göklere sığmıyor.
—————————————————-
Dillerden yayılmacı, yayılmaya yatkın hâkim diller vardır, çekinik diller vardır. Türkçe o çekinik dillerdendir ve bunu öncelikle kadınlarda görüyorsunuz. Kadın bir kültürün ilk ve son omuzlayıcısıdır. Bir toplum çökme emaresi gösterdiğinde ilk bel verenler erkeklerdir, ortadan kaybolur, çöker gider. Kadın ayaktaysa, o kültür kurtulur. Kültürün en önemli etkeni, unsuru dildir ve kadın dile sahipse, o dil yaşıyor. Öncelikle ve özellikle ecnebiyle evlenen kadının çocuklarına, yani kendi toplumundan, milletinden olmayan bir erkekle evlenen kadın çocuğuna dilini öğretiyor mu, öğretmiyor mu, ona bakarım. Doğuda ve batıda nereye gitmişsem Türk olmayanla evlenen Türk kadını çocuğuna hiçbir zaman Türkçe öğretmemiştir. 1967’de Ürdün’e gittiğimde tanıştığım yedi ailenin kocaları Filistinli, burada ODTÜ’de okumuşlar, hanımlar Türk, hiçbirinin çocuğunun Türkçenin t’sinden haberi yok. Benzeri bir olayı Avrupa ve Amerika’da görebilirsiniz. Buna karşılık Çinli, Fars, Rus, Fransız, İtalyan, Arap, matematik kesinlikle söyleyebilirim, çocuklarına dilini öğretiyor. Kürtçe de öyledir, onu da unutmadan söyleyeyim. Tanıdığım Türkle evli Kürt hanımların çocukları Kürtçe bilirler. Zazalar öyle değil, Zazaca ölen bir dildir. Çerkesler öyle değil, Adigece de ölen bir dil, Lazlar aynı şekilde çekiniktir, gidiyor. Türkçe öyle ölmediyse, bunun fazileti yerden yere vurduğumuz, sürekli kötülediğimiz Osmanlı’dan gelir.
———————————————-
Avrupalı olmadığımızı hep öne sürmüşümdür ve hiç de lüzumu olmadığını iddia etmişimdir. Ne kadar Avrupalı olduğumuzu sanırsak sanalım değiliz. Çünkü bunun içine doğmadık, bu olayın, bu zihniyetin, bu çerçevenin içinde büyümedik, yaşamadık. Dininden anlattırır Avrupalı, daha sonra okumaz, o ayrı bir konu, hiçbir yortumuz Alman’ın Noel’i gibi dramatik, Rus’unki gibi resim dolu değildir.
———————————
Türk tarihinin en büyük devlet adamlarından biri Tonyukuk’tur. Kesif bir Budacılık akımı var, Budacılığa geçmek isteniyor. Tonyukuk Çin’de dünyaya gelip yetişmiş, orada öğrenim görmüş bir Göktürktür ve Bilge Kağan’ın veziriazamı olur. “Kesinlikle Budacılıkla Taoculuğa geçilmeyecek. Bunlar yatalak dinlerdir, bizi miskinliğe sevk eder.” diyor. Her dine, en olmayacak dine bile girmişler, Hazarlar Yahudi olmuşlardır ki İbrani değilseniz Yahudi olamazsınız ama asıl intisap ettikleri Müslümanlık olmuştur.
———————————————-
Rumeli Roma toprakları, Roma ülkesi anlamına gelmektedir. Batı’da kalan bütün topraklar bu ad altında anılıyorlar. Osmanlı’dan gelen her şey kötülendiğinden Rumeli adını da iptal ettik, Avrupalılaştığımız için Avrupa oldu. Mesela, çok benim kulağıma tuhaf gelir, nereye gidiyorsun? Avrupa yakasına gidiyorum. Öyle bir şey yok, çocukluğumda, gençliğimde bu taraf Rumeli kabul edilirdi, o taraf da Anadolu’ydu. Hatta Anadolulular Rumeliler için, yani Osmanlı’nın Avrupa yakasında yaşayanlara suyun öbür tarafından, suyun ötesinden derler.
———————————————-
Mahallede kurallar çok sıkıydı. Bu kuralları koyan belirli bir merci yoktu. Meclis, hükümet, devlet vs. yok ama bir kurallar dizisi vardı. Nasıl oturulur, nasıl kalkılır… Büyüğünle karşılaştığında elini öpeceksin, şöyle selam vereceksin, kavga ettiğinde nelere dikkat edeceksin, kaçan, yere yıkılan adama tekme atmayacaksın… Bunlar size bahsettiğim kadim dönemlerin kavga usulleridir. Homeros’un İlyada’sında bir tabir geçer. Paris Akhilleus düşmanına “İnsan dediğin sevişirken de savaşırken de göz göze gelir” diyor. Göz göze gelinmedikçe bu iki temel insani fiil yerine getirilmez. Yaparsan ne olursun? Kalleş, kahpe olursun. Bu çok büyük bir suçlama, müthiş bir hakarettir
—————————-
Alman milliyetçiliği nasyonal sosyalizme, Fransız milliyetçiliğinin özü kültüre dayanır. Zaten bizde milliyet diye bir şey yoktur, bizim has dönemlerimizde Türk, Arap, Kürt ayrımı yoktu, böyle bir bilinç yoktu; insaniyetimizden değil, böyle bir bilinç yoktu ortada. Müslim-gayrimüslim, darülharp ve darülislam tefriki var. Milliyet olayı Tanzimat’la birlikte başlar, çünkü Fransız okul etkisi baş gösterir ve burada demin dediğim gibi kültür baskındır, kültüre önem verilir. Orada da karar veremezler bir türlü, İslam esaslı Osmanlı kültürü mü, yoksa yeni yeni uyanmaya başlayan belli belirsiz bir Türklük duygusu mu? Türklük duygusu da nereden çıkıyor? Bize tabi olan milletlerin, özellikle Yunanlıların milliyetçilik taslamalarından ortaya çıkıyor. Fakat Abdülhamid yeniden Tanzimat öncesine dönmek istiyor. Ümmet fikrini yerleştirmeye çalışıyor.
————————————————
Medeniyetle kültürü karıştırmayalım. İnsan olarak medeniyetsiz yaşanabilir, kültürsüz yaşanamaz. Her kültür bir medeniyete mensup değildir ama her medeniyet kültür üzerinde yükselir, kültürün üzerinde bir üstyapıdır. Altyapı kültürdür, üstyapı medeniyettir. Medeniyeti kültürler federasyonu olarak da görebiliriz. Belli, benzeşen kültürlerin oluşturduğu bir üst topluluk durumundadır. Kültürler u ̈ç payandaya, üç sütuna dayanır, bunsuz bir kültür düşünülemez: Dil, zanaat ve din.
———————————–
Ortada olan bir başka olay da bu medeniyetin zirve çağı 20. yüzyılda iki dünya savaşında 100 milyon insan ölmüştür. Daha ötesi berisi yok. 100 milyon insan öldürülmüştür ve İkinci Dünya Savaşında öldürülen, ölen insanlar pisipisine gitmişlerdir. Yani yiyecek, içecek, üstünde yaşayacak topraklar için vuruşabilirsiniz. Bu doğaldır ama bu u ̈stün bir insandır, üstün bir ırktan geliyor, o alçak bir ırktan geliyor, üstün ırk alçak ırkı yok edecek yahut da benzeri birtakım gerekçelerle… iki taraf da, tencere dibin kara, seninki benden kara… Ne galibi haklı, ne mağlubu, ikisi de eşit derecede pislik. Bunca insanın canına, kanına mâl olan bir süreç hiç kimse tarafından olumlu karşılanacak bir olay değildir ve bugün devam eden vahşet yanı başımızda İkinci Dünya Savaşının devamıdır. Hatta birincisi bile, bitmemiş bir davadır. Pisipisine sürdürülen bir cinayetler dizisi.
——————–
Aklı Allah’tan gelen cereyanı indiren ve anlaşılır kılan bir ara merkez gibi düşünelim ve onun benim içimde yayılan kabloları da vicdandır. Ne yaptılar Yeni Çağ’da? Yeni Çağ din dışı Avrupa medeniyeti dediğimiz olayda şu kablo kesildi. Bu kendinden menkul bir kaynak, bir memba olarak kabul edildi. Yani artık enerjisini buradan almıyor, kendinden diyor. Nasıl oluyorsa bilmiyorum, hiçbir Yeni Çağcı da bana bunu izah edemedi. İzah edilir bir tarafı da yok. Akıl en üst merci, daha üstü yok. Akıl sahibi insandan hareketle insancılık, hümanizma anlayışı çıkmıştır. En yüksek, en üst merci akıl sahibi insandır. Akıl sahibi varlık olan insan ve dediğim gibi aklın vicdana bağlantısı yok. Zaten vicdan var mı, yok mu belli değil. Agnostisizm denilir buna, bilinmezcilik, Tanrı var mıdır, yok mudur bilinmiyor, beni ırgalamıyor anlayışı getirilmiştir. Çünkü yok diyemiyorsunuz. Yok dediğiniz mantıkça vardır.
——————————————————–
Erken çağda yerleşik hâle gelen topluluklarda erkeğin önemi azalıyor. Erkeğin önemi azaldığı ölçüde bu erkekte bir kompleks yaratıyor. Bu kompleksi gidermek üzere çok eski yerleşik toplumlar hep erkeğe vurgu yapmışlardır. Bunun en güzel örneği Çinlilerdedir. En eski yerleşik topluluklardan biridir. Aynı şekilde Farslarda da vardır. Çinlilerde ve Farslarda aşırı derecede kadının hor görülmesi olayı vardır. Çünkü dediğim gibi erkek çok gerilemektedir. Önemi, yeri, işleyişi geriliyor ve onu tatmin etmek üzere mübalağa ediliyor. Mesela, Çinlide ruh atadan oğula geçmektedir. Bu sebeple Çinliler hep erkek evlat isterler, kız evlatlarını ya atmışlardır ya da öldürmüşlerdir. Bu bugün hâlâ da sürüyor Çin’de, dikkatinizi çekerim. Bir çocuk siyaseti sürdürülüyor Çin’de. Mao’nun ölümünden sonra -1976’da galiba- çıktı bu tek çocuk siyaseti ve Çin’de büyük bir kız çocuğu katliamı baş göstermiştir. 93’te Malezya’dan Pekin’e geçtiğimde, bana Çin’de 77 milyon evlenme çağında erkek fazlası olduğundan bahsetmişlerdi. Sonra Malezya’ya döndüğümde ”Hapı yuttunuz, yandınız, 77 milyon yola çıkarsa kaçacak delik arayın.” dedim. O zaman Malezya’nın nüfusu 18 milyon filandı ve 3-4 milyon kadın fazlası var Malezya’da evlenme çağında, denklem çok korkunçtu. Şimdi, son zamanlarda tek çocuk siyasetini kaldırdılar Çin’de. Niye bu isteniyor? Dediğim gibi erkek evlat çıkmadığında ruh yürümüyor. Bunun yansımalarını Malezya’da görmüştüm.
———————————————————

Muhammed Ali

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir