Savaş Ş.Barkçin – Yön ve Yol Adlı Kitaptan Alıntılar

EVFwYrUUEAYsl1D-300x300 Savaş Ş.Barkçin - Yön ve Yol Adlı Kitaptan Alıntılar
Dost ile ettiğin ahdi unutma
Gel gönül dost illerine gidelim
Sakın bu fanide sen vatan tutma
Gel gönül dost illerine gidelim

Aziz Mahmud Hüdayi(k.s)

———————————————————-
Dostluğun başka bir edebi, yanlışını görünce onu güzelce uyarmaktır. Dostumuzda bir yanlışı gördüğümüzde onu edebince uyarmak, onun eteğini tutup ateşe düşmekten muhafaza etmeliyiz. Bir hayrı ise kimde görürsek görelim o hayrı itiraf etmeli ve desteklemeliyiz. Düşmanımızda bile olsa… Dosttaki yanlışı ve düşmandaki doğruyu süzmek kemâlâttır. Bunu yapabilen çok azdır. Çoğumuz için dostlarımızın her işi toptan iyi, düşmanlarımızın her işi de toptan kötüdür. Akrabamıza, hemşerimize, soydaşımıza, aynı takımı tuttuğumuza, aynı partiye oy verdiğimize ise asla lâf söyletmeyiz. Bu maalesef bugün çok yaygın bir fıtnedir. Hak ehli olan Hakk’ın ölçüsüyie dostluk ve düşmanlık yapar. Ne dostluğu ne de düşmanlığı toptan yapar. Ayırdederek, düşmanına bile hakkını teslim ederek yapar. Dostunu sever, dostunun yanlışını sevmez. Düşmanını sevmez, düşmanının doğrusunu sever.
———————————————————-
Hazreti Ömer (ra) insanların ticarette, yolculukta ve komşulukta belli olacağını bildirmiştir. Özellikle bu üç işte tökezleyen kişiye karşı mesafeli durmak gerekir.

Dostu tanıyamamanın bir sebebi de kişileri yanlış yere koymaktır. Tanışa arkadaş, arkadaşa dost denmez. Hepsinin yeri ayrıdır. Her arkadaş dost değildir. Arkadaş yanındaki, dost canındakidir. Bir gün bir Hak dostu, dervişine sormuş: “Evlâdım senin hiç dostun var mı?” Derviş: “Var efendim, hem de pek çok!” demiş. Mürşid: “Evlâdım kimsenin o kadar çok dostu olmaz. İyi düşün…” deyince derviş biraz daha düşünüp cevap vermiş: “En az üç dostum var.” Mürşidi tebessüm etmiş, ona şöyle demiş: “Evlâdım üç dostun da yoktur. Bir dostun bile varsa Allah’a şükret. O dostunu da sık sık ziyaret edip canını sıkma!”

———————————————————-
Kişinin gönlünde ne varsa, kişi odur. Gönlünde aşkı barındıran tepeden tırnağa aşk olur, nefreti barındıran tepeden tırnağa nefret olur. Gönlüne Firavun’u koyan Firavunlaşır. Gönlünü Müsâ’yı (as) koyan Müsâlaşır. Gönlüne Hazreti Ahmed’i (sav) koyan, Ahmedleşir. Kişilerin aslı mahşerde ortaya çıkar. Dünyadaki savaş meydanları gibi mahşerdeki hesap meydanı da dost ile düşmanm ayrıldığı yerdir. Temel fark şudur ki dünyadaki savaşlarda bazan hak ile bâtılın hangi taraf olduğu bılmemeyebilir. Mahşer meydanında ise hak ve bâtıl apaçık ortaya çıkar. Orada saflar bellidir. İnsan ya Allah’a dost olanların safına ayrılır, ya da Allah’a düşman olanların safına…
———————————————————-
Güzel ahlâk vermek demek, çocuklara sadece güzel ahlâk üzerine konuşmak demek değildir. Çünkü çocuklar sözden çok davranışa bakarlar. Ana-baba istediği kadar dindarlık propagandası yapsın, samimi değillerse çocuk onu hemen anlar. Ama ana-baba güzel ahlâklı ise hiç konuşmasalar bile çocuklar güzel ahlâkı alır, Özümserler. Böyle yetişmiş çocukları alıp küfür ülkesınin ortasına koysanız bile ışıl ışıl parlamaya devam ederler. Hiç korkmanıza gerek yok. Yeter ki biz iyi ve doğru olalım, onları küçükken hayra, kulluğa alıştıralım. Onlara hem sevgi, hem saygı verelim. Onlar Rabbimizin hidâyetiyle yürür giderler.

Çocukların terbiye alması da Rabbimizin sünnetine, âdetine göredir. “Rabb’ kelimesi ile “tcrbiyyc’ ve ‘mürebbî’ kelimesi aynı kökten gelir. Rabb, “terbiye eden’ demektir. Rasülullah Efendimiz (sav) buyurur: “Beni Rabbim edeblendirdi (terbiye etti) ve ne de güzel edeblendirdi (terbiye etti)!” O Şanlı Rasül’ün (sav) ahlâkına bakalım: Kalden ziyâde hâl, sözden ziyade öz, vaazdan ziyade sohbet vardır. Ya hayır söylemek ya susmak vardır. Nefret ettirmek değil sevdirmek, zorlaştırmak değil kolayiaştırmak vardır.

———————————————————-
Peygamberler dışında her insan hata işleyebilir. Mesele kendimizi ve herkesi artı ve eksi yönleriyle beraber değerlendirebilmektir. Nitekim Hazreti Ali Efendimiz (kv) şöyle der; “Öncekilerin ne dediğini biliyor musun? Sevdiğini, dostunu ölçülü sev. Çünkü bir gün gelir o dostun düşmanın olabilir. Düşmanına da ölçülü buğz et. Çünkü düşmanın bir gün olur da dostun olabilir.” (Tirmizî)

Hayali olmayan kişinin hayal kırıklığı da olmaz. Yani insanlara abartılı bir şekilde, onları eksiğiyle-fazlasıyla tanımadan hemen güven duymanın sonu güven yıkımıdır. Tersi de doğrudur. Hoşumuza gitmeyen bir davranışıyla kesin hüküm verdiğimiz kişiler belki de bizim yakın dostumuz olabilecek kişilerdir. Bir türlü vasatı, yani orta yolu bulamıyoruz. Peki orta yolu nasıl buluruz? Yine aynı cevap: Hak ölçüsünü bilip tutmakla…

———————————————————-
Her insanın değerli bir yönü vardır. O yöne odaklanmakliyiz. Onu keşfetmeye çalışmalıyız. Kişilere kıymetlerine göre davranmalıyız. Hazreti Aişe (ra) vâlidemiz şöyle buyuruyor: “Rasülallah (sav), bize insanları lâyık oldukları yerlere koymamızı emretti.” Burada liyâkat ve ehliyet meselesi ortaya çıkıyor. Bugün genellikle akrabamız, arkadaşımız, hemşerimiz ve çevremizden olan, bize hep evet demiş kişileri iyi konumlara koyarız. Ama hiç düşünmeyiz, onların kıymeti ve karakteri belki o konuma değil, başka bir yere uygundur. Aslında bir kişiyi lâyık olmadığı derecede yüksek veya düşük bir konuma getirenler üç zulmü birden işliyorlar, haberleri yok. Birincisi, tuttukları adamın bilgisi, yeteneği ve becerisi o işe uygun olmadığı için sevdikleri kişiye zulmediyorlar. İkincisi, o konuma gerçekten lâyık olmasina rağmen kenarda kalanlara zulmediyorlar. Üçüncüsü, o işi yapamayacak birisini işbaşına getirince işlerin bozulmasına yol açıyorlar. Dolayısıyla o işe ve o işten
yararlanan belki milyonlarca insana da zulmetmiş oluyorlar.
———————————————————-
Bana gençler okuma listesi sorduğunda genellikle “Ne okursanız okuyun ama özellikle kendisi olmuş insanların kitaplarını okuyun” derim. Bunlar yazdıklarını yaşamış, yaşadıklarını yazmış insanlardır. Arifler, samimi ve ahlâklı insanlar yani… Elbette benim de tavsiye ettiğim başka yazarlar, düşünürler var. Ama ilk yapılması gereken sağlam bir akâid ve fıkıh öğrenmektir. Dünyada da, ukbâda da işe yarayacak budur. Hayatımızda şunu düstur yapalım. Ne iş yaparsak yapalım önce düşünelim: “Bu iş Allah’a yarar bir iş mi?” Eğer Allah’a yarıyorsa ne olursa olsun, ne pahasına olursa olsun yapalım. Çünkü Rabbimizin yardımı O’nun sevdiği iledir.

İmam Buhârî’yi, İmam Gazzalî’yi, Mevlânâ’yı, Hâlid-i Bağdâdî’yi (ks) düşünelim. Bu zâtlar “Evimden uzakta ne işim var?” demediler. İlim ve irfân için memleketlerini bırakıp çok uzak diyarlara gittiler. Bu bir İslâm geleneğidir. Milyonlarca İslâm âlimi bir hadîsi öğrenebilmek, bir kitabı elde etmek, bir âlimi görebilmek, bir mürşidden istifade etmek için binlerce kilometre seyahat ettiler. Çileler çektiler… Üstelik maddî getirisi olmadığını bilerek… Onların aileleri de yıllarca bu ayrılığa sabrettiler. Kolay bir şey değil.

———————————————————-
Her kitabın bir vakti vardır. Özellikle âriflerin kitapları hemen alınıp okunmaz. Çünkü onlar Rabbânî ilhâm ile yazılmıştır. O yüzden okunmazlar, okuturlar. Bir ârifîn kitabını daha gönül kapınız açılmadan okursanız hiçbir şey anlayamazsınız. Ama 0 kapı açıldı mı okumadan yapamazsınız. Pek çok ârif ve şair, “Bu kitabı ben yazmadım, bana yazdırıldı” derler. Bu sözü çoğu anlayamaz. Bunu anlayabilmek için ilhâm nedir, onu bilmek gerekir. Birileri için, bir şeyler için değil, Allah için ilim yapan, beste yapan, şiir yazan, tasarım yapan insanlar bu sözü anlarlar. Çünkü kişi çabayla, zaman harcayarak, kendini zorlayarak bunları vücuda getiremez. Zaten bir eserin ruhundan o eserin “üretim” mi, “aktarım” mı olduğu anlaşılır. Tasavvuf kitapları da, bilim, edebiyat, şiir kitapları da, mimarlık ve müzik eserleri hep böyledir. İnsana verdiği feyz de buradan gelir.

Bu kitaplar “Benim de bir kitabım olsun” diye yazılmamıştır. O zatların gönüllerine inen Rabbânî nisbetle yazılmıştır. Bir bağ kurulup öyle yazılmıştır. Benim de bu eserlere tevâfuk etmemi, yani denk gelmem için benim gönlümün de Hak nüruna ve ilhâmına açılması gerekir. Gönül açılmayınca zihin, zihin açılmayınca göz de açılmaz. Bu gibi ilhâm eseri kitaplar o yüzden yazılmaz, yazdırılır; okunmaz. okutulur.

———————————————————-
Kitaplar insanlar gibidir. Aynen insanlar gibi onlar da çeşit çeşittir. Değerli kitap da vardır, değersizi de… Okunacak kitap da vardır, bakılacak kitap da… Elde tutulacak, tozu alınacak, göz hizasındaki veya alt taraftaki raflara konacak kitaplar vardır. Pırıl pırıl, daha kapağı açılmamış kitaplar vardır. Döne döne okunmaktan paramparça olmuş kitaplar da… Meselâ bendeki Mesnevî tercümesi ve Şeyh Gâlib Dede Divanı sürekli açılmaktan, okunmaktan, çizilmekten, sayfaların kulakları kwnlmaktan parça parçadır. Çünkü bu ikisi benim sırdaşım, dertdaşımdır. Sıkıntı anlarında onlarla hasbihal ederim.
———————————————————-
Geçenlerde Mütercim Asım Efendi’nin “Okyanus” diye bilinen, el-Muhît başlıklı Arapça-Türkçe sözlük tercümesini karıştırıyordum. “F-r-c” maddesine denk geldim. Orada Asım Efendi merhum aynı kökten gelen “fercet” kelimesini izah ederken çok hoş bir hikâye anlatıyor. İbni Hallikân Tarihi’nde geçen bir olaymış bu… Amr bin el-Alâ adlı bir âlim, Haccâc-ı Zâlim’in zulmünden kaçıp Yemen taraflarında on sene kadar inzivaya çekilmiş. Bir gün bir kişinin diğerine Haccâc-ı Zâlim’in öldüğünü müjdelediğini ve “Onun şerrinden âlem kurtuldu” anlamında bir Arapça beyit okuduğunu duymuş. Beytin içinde geçen “fercet” kelimesini işiten Amr diyor ki: “Hangisine daha çok sevineceğime şaşırdım. Zâlim Haccâc’ın ölmesine mi, yoksa uzun zamandır “fürcet” diye bildiğim kelimenin aslında “fercet” diye okunması gerektiğini öğrenmeme mi!”

İşte bu zevkin adı ilim zevkidir. Bu zevk, bu aşk, başka hiçbir şeyde bulunmaz. Bunu sadece ilim ehli, ilim tâliplileri ve ilmin kadrini birazcık anlamış olanlar bilir. Geri kalanına bunu anlatmak çok zordur. Hele bizde ilimle uğraşan, hayatını ilme ve öğretmeye adamış kişilere genelde dudak bükülür.

———————————————————-
Son yirmi yıldır sinemada ve Netflix gibi mecrâlarda görülen en yaygın temalardan birisi de cinsel sapkınlık… Her ahlâksızlık gibi cinsel sapkınlıkların meşrulaştırması süreci genellikle şöyle işler: Önce sapkınlıklar filmlerde görünür hâle getirilir. Böylece insanlar gördüklerini gerçeklik saymaya başlarlar. Gerçeklik zamanla gerçek olur. Sonra sapkın kişiler mizahi karakterler olarak gösterilir, insanlar onlara gülerler. Gerçeklik çirkin olmaktan çıkar, eğlenceli hâle gelir. Sonra bu sapkınların yaşadığı trajik hikâyeler anlatılır. İnsanlar onlara acır, üzülür. Sonra onların ne kadar yetenekli oldukları gösterilir, insanlar hayran kalır. Bu şekilde bu sapkınlıklar halk nazarında normal sayılmaya başlar. Sonra o sapkınlıklar hukukî olarak normalleşir. Sapkınlar ve sapkınlıkların görünürlüğü arttıkça normal sayılmadan da öteye geçer. “Moda” ve “şık” telakki edilir. Yani normalleşen giderek normatifleşir. Sapkınlık “olması gereken” bir özellik olarak görülmeye başlanır. Lut kavminde de böyle oldu, Atina’da da, Roma’da da, bugünkü Batı’da da… Ona teslim olmuş Doğu’da da… Bu meşrulaştırma sürecine bakarsanız şu sıralarda hemen her Batılı dizide veya filmde bir şekilde bahsedilen veya ima. edilen çocuk istismarı sapkınlığının da yakında normallestirileceğinden emin olabilirsiniz.

Filmlerin bu meşrulaştırmadaki rolü çok belirgindir.

———————————————————-
La Casa de Papel diye bir dizi var. “Darphane” anlamında… Duymuşsunuzdur. Bayağı popüler. Netflix’te üç sezondur yayında… İlk sezonunu izlemiş, ikinci sezonunda sıkılıp bırakmıştım. Üçüncü sezon başladı diye duyunca dizinin başına dönüp tamamını birkaç gün içinde izledim. Hikâyesini burada anlatmanın lüzumu yok. Ben asıl bu dizi vesilesiyle Batı’nın geldiği noktayı yorumlamak istiyorum.

La Casa de Papel, önce İspanya Darphanesi’nin, sonra da Merkez Bankası’nın bir çete tarafından dâhiyâne bir şekilde soyulmasını anlatan bir dizi… Son dönemde Narcos, El Chapo vb. gibi suça, kanunsuzluğa, hatta vahşete güzelleme yapan pek çok film ve diziden birisi… İnsanlar elbette kanun dışı işlere ilgi duyarlar. Nasıl yapıldığını bilmedikleri için merak ederler. Bir de işin cesaret ve heyecan boyutu var. Batı’da bu tür dizi ve filmlerin çoğalmasının asıl sebebi bu. Çünkü Batı’da insanların genel ruh hâlleri usanç, bıkkınlık, depresyon, tatsızlık, renksizlik, heyecansızlık… Batılılar soğuk ve ıssız yaşarlar. Düşünün, bugün İngiltere’de Yalnızlık Bakanlığı var.

Hayatın yalnız yaşandığı Batı’da insanlar çok katı kurallarla çevrili bir hayat yaşarlar. Orada herhangi bir sokağa gidip bakın. Onlarca işaret levhası görürsünüz: “Şurdan şuraya park etme,” “Şu şu saatler arasında park etme,” “Buraya asla park etme,” “Mahallemiz gözetim altındadır, şüpheli şahıslar hemen polise ihbar edilir” gibi… “Düzen” adına insanların robotlaştığı bir toplum… Böyle aşırı disiplin içinde boğulmuş insanlar hayatta neyi özler? Biraz heyecan, hayatta olduğunu hissettiren güzel hisler… Peki bunları nereden bulacak? Bu yüzden içlerindeki uyuşukluğu aşmak için alkol, kokain ve türlü haplar gibi uyarıcılar kullanırlar. Biz genelde bunlara “uyuşturucu” diyoruz ama moda olan zararlı maddeler aslında uyuşturmaz, uyarır. Hoşluk, heyecan, cesaret hissi verir.

———————————————————-
Temsil, genellikle teşbih ile yapılır. “Teşbih”in kök anlamı “benzemek”tir. “Şüphe” kelimesi ile aynı “ş-b-h” kökünden gelir. Peki “benzetmek” anlamındaki “teşbih” ile “gerçekliğinden emin olmamak” anlamındaki “şüphe” kelimesinin ne ilgisi var? Sevgili kardeşlerim böyle şeyleri boş geçmeyelim. Biraz duralım, düşünelim. Ama düşünme temelsiz olamaz. Düşünmek için önce araştırmak, öğrenmek ve bilmek gerekir. Biraz araştırınca anlarız ki “benzemek” anlamındaki “teşbih” zaten “tam aynısı olmak, tıpatıp aynı olmak, birebir olmak” demek değil. “Gibi olmak” demek… “Şüphe” de zaten “net olmak” değil, “gibi olmak, yaklaşık olmak, belirsiz olmak” anlamını ifade eder.

Peki, o zaman “Teşbihte hata olmaz” sözü ne demektir? “Bir şeyi bir şeye benzeteceksen veya bir şeyi bir şeyle temsil edeceksen, örnek vereceksen önce doğru dürüst düşün, dogru bir benzetme yap, yanlış anlamaya yol açacak bir benzetme sakın yapma” demektir. Hâlbuki biz bu sözü “Ben saçmalasam da mâzur gorunuz” mânâsında alıyoruz. İşte bu gibi sapmalar hep bizim kışilığımızdeki, imanımna olan bağlılığımızdaki eksiklerın dıle vurmuş yansımalarıdır.

———————————————————-
Eğer bugün izzetimizin ve vakarımızın kaybolduğundan şikâyet ediyorsak demek ki şahsiyetimizde, dolayısıyla ahlâkımızda bir mesele var. Eğer sadece bugünün geçici değerleriyle, diliyle, işleriyle, tarzıyla kendimizi târif ediyorsak bilelim ki biz Allah’ın adamı değiliz. Çünkü kulluğumuzun yönü şaşmış demektir. Yönü şaşıran yolu şaşırır. Yolu şaşıran ise kendini şaşırır.

Müslümanların iki asırdır süren izzet eksikliğinin bir sebebi de kendi tarihine, dünya tarihine, başka medeniyetlerin ahvâline hep Batı’da hâkim olan moda kavram ve modellerle bakmalarıdır. 1800’lerde başlayan bu hastalık hâlâ dönem dönem maske değiştirerek devam ediyor. O günden bugüne değin belki milyonlarca meşhur olan ve olmayan müminin hayatı İslâm’ın biricikliğini ve mümin olmanın hususiyetini bir kenara bırakıp, Batılı fılozof ve yazar-çizerlerin sözlerini tercüme ve şerhle geçti. Kendi dinlerini bile bir Batılının övücü bir lâfıyla anlamaya ve anlatmaya çalışanından tutun; Batı’daki laiklik, demokrasi, kapitalizm, evrim gibi kavramların aslında İslâm’da da mevcut olduğunu canla başla isbatlamaya çalışanların haddi-hesabı yok.

———————————————————-
Geçmiş toplumlar, devletler, medeniyetler, düzenler, olaylar, fikirler üzerine tefekkür etmek hikmetin bir yoludur. Yani tarih, hikmetin sahnesidir. Sünnetullahın, âdetullahın somut olarak göründüğü meydandır. Zaten tarihin yani olayların ve toplumların serencâmı üzerinde tefekkür etmek bize Rabbimizin bir emridir. Mevlâmız, Fâtır Süresi’nin 44. âyetinde buyurur: “Yeryüzünde gezip, kendilerinden öncekilerin sonlarının nasıl olduğunu görmezler mi? Onlar, kendilerinden daha kuvvetliydiler. Göklerde ve yerde Allah’ı âciz bırakabilecek yoktur. Şüphesiz O bilendir, Kâdir olandır.”
———————————————————-
Bugün gençlerde büyük bir ahlâk ve iman sorunu var diyoruz. Peki ya daha yaşlılarda? Bizler çok mu düzgünüz? Ana babalari böyle çarpılan gençler ne yapsın? Bugün sokakta kendini “dindar veya muhafazakâr” olarak tanımlayanlardan her yaştan, okumuş-okumamış birilerini çevirip birkaç itikad sorusu sorsak önemli bir kısmının eksik, hatalı, hatta sakat inanca sahip olduğunu görürüz. Hele hadisler ve kader bahsini açtığımız anında yıkımı görürüz.

Evet, velîmeden kokteyle düşüş hikâyesini iyi düşünmek gerek… Bugün hilâfetçi oportünistler, başörtülü feministler, sakallı kapitalistler, namazlı sekülerler, ilâhiyatçı oryantalistler, zikirli hedonistler türediyse bu, bir gecede olmadı. Dini güç görme yerine gücü din görme zilletimiz iki asırlık bir hikâye. İki asırdan bu yana “Gücümüz olmadığı için zelil olduk” diyenler güce saldırıp, her ne pahasına olursa olsun gücü elde etmeye yönelince İslâm’ı, imanı, ahlâkı kelimeler hâline düşürdüler. Bugün geldiğimiz bu acı aşama; Osmanlı’da başlayan iman ile yetinmemek, imanı güç ile eşitlemek ve kendisi olmaktan çıkmak sürecinin son aşamasıdır.

———————————————————-
Menfaat ve güç peşine düşen nice dindar insanın nasıl yolunu ve yönünü kaybettiğine her gün şahit oluyoruz. Cihâddan fesada, dâvâdan nemaya, imandan küfre kayan çok… Bu perişanlığın belki de en çarpıcı göstergesi “muhafazakâr” televizyon kanallarıdır. l980’lerde ve 90’larda dindar insanlar “Ah keşke bizim de bir televizyon kanalımız, bir gazetemiz olaydı” diye hayıflanırlardı. Bu TV kanallarının ilkinin kurulma aşamasında Anadolu’da pek çok yerde toplantılar yaptılar. Dindar insanlar büyük heyecan yaşadılar. Onlardan bunun için para topladılar. Bu “İslâmî” kanal böyle açıldı. Ama kısa sürede piyasa şarkıcılarının fink attığı bir kanal hâline geldi. Ezanın hoparlör ile okunup okumayacağını mesele eden, kadın spiker kullanmayan bu kesim şarkıcı hanımların ekranında müstehcen şekillerde arz-ı endâm etmesini caiz görmüştü. Bu “dindar” kanal sonra Yahudi Fox’a satıldı. Bugünlerde de “Amerika’nın Sesi” adlı Amerikan devletinin propaganda kurumunun gönüllü ve gururlu aktarıcısı durumunda.

İkinci “dindar” kanal daha enteldi. Başlarda kaliteli ve iyi niYetliydi. Entelektüel abilerimiz güzel programlar yapıyorlardı. Türküler, şarkılar, İstanbul gezintileri, şair abilerimizin sohbet programları, hele “Esmâü’l Hüsnâ” gibi küçük ama çok vurucu programlar bizleri mest etmişti. Bu kanal da işi sulandırmada gecikmedi. “Halk böyle istiyor kardeşim” dediler, “reyting” dediler. “Nabza göre şerbet” ve “köprüyü geçene kadar” mantığıyla hızla yozlaştılar. Bir zamanlar “İslâmî” içerikli programlar yayınlayan o kanal 28 Şubat’tan sonra hızla pespaye bir eğlence kanalı hâline geldi. Bir zamanlar Hazreti Yusuf gibi dinî dizileri yayınlarlardı. Şimdi ise Hindu aileleri ve gelenekleri konu alan Hint dizilerini yayınlıyorlar.

Bu örnekleri çoğaltabiliriz. “İslâm” ve “din” denildiği anda bir iddia ortaya çıkar. Mesele o iddiada bulunmak değildir. O iddiaya uygun yol tutmaktır. Her iddia isbat gerektirir. Bu düsturu biliriz ama sadece mahkemelerde geçerli olduğunu düşünürüz. İslâm dâvâsı da bir iddiadır. İşimizle, düşüncemizle, kişiliğimizle o iddiaya ve dâvâya lâyık olmak gerekir. Henüz lâyık olmasak bile haddimizi bilip bilmeye, kılmaya, olmaya gayret etmeliyiz. Fakat 1990’lardan itibaren “İslâmî” etiketli kişiler, gazeteler, televizyonlar, vakıflar, dernekler, halkalar, cemaatler böyle yozlaştıkça “İslâm” sadece etikette kaldı. Bunları “İslâm” sananlar hayal kırıklığıyla imanlarına bile zarar vermeye başladılar.

———————————————————-
Bizim medeniyetimizin adı aslında “tevhid medeniyeti”dir. Endülüs’ü, Buhara’yı, Osmanlı’yı, Selçuklu’yu kuşatan eksen tevhiddir. Bu medeniyetin esas farkı şu veya bu coğrafya veya zamanda olması değildir. Tevhide, imana, ihlâsa dayanmasıdır. Sadaka taşının benzerini başka medeniyetlerde bulamamamızın sebebi bu kulluktur. Savaşa bile zikir ile gidilmesinin, hayatın her alanını kuşatan vakıfların, müslim-gayri müslim diye şehirlerin bölünmemesinin, tek sesli müziğimizin olmasının, hemen her yerde, sofradan zikir halkasına, kubbeden ders halkasına kadar kullanılan şekil olan dairenin dayandığı ilke tevhiddir. Başka medeniyetlerle benzeşen veya onlardan aldığımız unsurları bile tevhid rengine boyayarak alırız.
———————————————————-
Bizde bilgi, teknoloji ve servete vurgu daha fazladır. Çünkü bunlar güç olarak görülen şeylerdir, biz güç ile kafayı bozmuş durumdayız. 1970’lerden beri postmodernizmin türlü versiyonlarıyla kendi kibrinden şüpheye düşen Batı’yı bile hâlâ biz yüceltiyoruz. Bu da bizim güç ile olan, varlık ve madde ile olan çarpık ilişkimizin yansıdığı bir konu.

Meselâ “teknoloji” deyince aklımıza hemen akıllı telefonlar, roketler, uçaklar geliyor. Ama kuş evini, sadaka taşını, leylekleri tedavi etmek için 19. asırda Bursa’da kurulmuş hastaneyi bir teknoloji olarak saymayız. Süleymaniye’yi “Medeniyetimiz duygu medeniyetidir, işte müthiş bir sanat eseri” diyerek gösteririz. Ama o caminin onlarca bilim dalından yararlanmadan yapılamayacağını görmezden geliriz.

Sorunumuz yine aynı: Değeri olmak ayrı, abartmak ayrı. Batı’nin bilimi ve teknolojisinin değeri var ama o kadar da değil. Çünkü bir şeyin değeri Allah katındaki değeridir. Niyet, yöntem ve hedefler ilişkilidir. Batı’nın üçünde de ölçüsü Hak değildir. Dayandığı temel ilke çıkardır, bu yüzden doğruya değil yanlışa, barışa değil yıkıma, adalete değil soyguna çalışır.

———————————————————-
Endeks dediğimiz şey istatistik bilimine dayanır. İstatistik ise yanıltma ve yalanın güçlü bir aracıdır. Çünkü size farklılığı değil ayniliği dayanir. Bu hususta hidâyete erip Abdülvâhid Yahyâ ismini almış Fransız düşünür René Guénon’un dilimize “Niceliğin Egemenliği” başlığıyla çevrilen kitabını okumanızı salık veririm. Meselâ bu İslâmîlik Endeksi’nde kullanılan “kişi başına düşen gelir” rakamları genel zenginliği yüksek olan Batılı ülkelerde bile size gerçeği göstermez. Sanki orada herkes bu ortalama rakamları alıyormuş gibi bir his verir. Kaldı ki “kişi başına” diye çevirdiğimiz tabir aslında “per capita”dır ki “kelle başına” demektir. Evet, istatistik kelleye bakar, kişisel özelliklerinize, aklınıza ve kalbinize bakmaz. Farkınızı, insanlığınızı hiçe sayar. İstatistiki her araştırma; tasarımı, yöntemi, veri toplanması, tasnifi, analiz edilmesi ve ilan edilmesi aşamalarında manipülasyona açıktır. İktidarlar kendi aleyhlerine olan şeyleri halktan gizlemek için istatistiklerle oynarlar. Kişilerin, ülkelerin, devletlerin belirli endekslerin üst sıralarında yer almak için yaptıkları sahtekârlıklar çoktur. Hatta Yunanistan’ın iflas bayrağı çekmesinin altında da istatistik sahtekârlığı var.
———————————————————-
Size somut bir örnek vereyim… Bir zamanlar benden lngilizler’in yapacağı Mevlânâ filmi için senaryo danışmanlığı yapmam istenmişti. lngiliz senarist ilk taslak senaryoyu yazmış. Bana gönderdi. Okudum, notlarımı aldım. Sonra lngiliz yapımcı ve senarist ve birkaç ilahiyatçı Türk akademisyen ile beraber toplandık. Bizim ilahiyatçılar metinde çok yanlış görmemişlerdi. Ben ise Mevlânâ hazretlerinin meyhanede gösterildiği, ırmakta çıplak yıkanan bir Rum kızını görüp âşık olduğu gibi sahnelere şiddetle itiraz ettim. Gerçekte olmamış bir şeyi oraya koymanın yanlışlığını belirttim. Yapımcı ve se. narist bana çok şaşırdılar. Yapımcı bana dedi ki “ama bu ‘artistic license,’ yani kurgu özgürlüğüdür. Her sanatta vardır.”

Bu işte seküler anlayışın ahlâkı, yani varlığı, yani ötekine karşı sorumluluğu nasıl böldüğüne çok güzel bir örnektir. Ben de cevap verdim: “Kurgu, gerçek olmayan şahıslarla ilgili yapılabilir. Gerçek olan şahıslarla ilgili bilmediğiniz, hele dinimize göre günah olan bir şeyi yakıştıramazsınız. Velev ki o kişi gerçekte de bu haramları işlemiş olsa onu aktarmak yine câiz değildir. Çünkü başkasının günahını ifşâ etmek de haramdır. Böyle bir şey yok iken eğer kurgu diyerek o kötü fiilleri Mevlânâ’ya veya herhangi bir müslim-gayrimüslim insana yamarsanız o zaman da bu iftirâ olur, o da haramdır. Bunlara senaryoda da olsa müsaade etmek vebaldir. Bu da benim müminlik mesuliyetimdir. Eğer ben bu vebâle ses çıkarmazsam bu benim için ahlâksızlık olur.” Sonuçta o kısımları uzun tartışmalar ile çıkarttırdım.

İnceleyin:  Tekamul ve Tekerrür

Ama daha acı olanı söyleyeyim. Oradaki ilâhiyatçı kardeşlerimiz, o Ingilizler kadar benim söylediklerimi şaşkınlıkla dinlediler. Çünkü onlar da bu ahlâkî kötülüğü öyle algılamıyorlardı. Günlük, sınıfta, yazılarında anlattıkları tasavvuf, felsefe, din olabilirdi ama kendileri aynen skeüler bir insan gibi dini ayrı, sanatı ayrı görüyorlardı. İşte bizim asıl meselemiz budur. Müslümanlar kendi dinlerine aynen bir seküler, bir inanmayan gibi bakmayı kanıksamış durumdalar.

———————————————————-
Müminin bir şeyi meşrü, makbül ve matlüb görmesi yine imân iledir. İmân eden kalp ve akıl iledir. Mümin kişinin bir şeyi meşru görmesi; sadece 0 şey elverişli ve işlevsel olduğu için olamaz. Bütün dünya bir işi yapıyor diye o işi hemen meşrü kabul edemez. Asıl ölçü, o şeyin Rabbimizin kelâmındaki, Rasülallah Efendimizin sünnetindeki ve bu iki kaynaktan neş’et eden yorumlardaki ilkelerdir. Mümin bunlara mutabaat sağlamalıdır. Çünkü Allah’ın yarattığı şeyler ve hâdiseler, işlevlerine ve sonuçlarına göre değil, Allah’ın ölçülerine uyduğu için doğru, iyi ve güzel kabul edilir. Bu düşünce için de, somut işler için de böyledir.

Yani namaz veya oruç beden sağlığına çok faydalı, yani işlevsel olduğu için makbül ve matlüb addedilmez. En önce ve en başta Rabbimizin emri olduğu için yapılır. Böyle yapmak kişiyi “müslim”, yani “teslim olmuş” yapar.

———————————————————-
İrfân aslında “ben”in tanınması ile başlar, sonra “sen,” en son da “O” gelir. Yani irfân yolculuğu “ene”den “huve”ye veya “hü”ya gitmektir. Tarikatlerdekj seyr u sülük da böyledir. Derviş evvelâ kendisinin aslını görmeye başlar, sonra diğer insanlarda da aynı aslı görür, yani “sen”e erişir. Kişi, “sen”e doğru sefer ettiğinde her insandaki güzelliği ve doğruyu görmeye başlar. Onlara talip olur ve alır. Eğer bakışı böyle doğrulursa, dünyası da doğrulur. Kendi dışındaki hiç kimseyi hor göremez. Herkeste bir kıymet olduğunu bilir. Ona göre kendine en uzak düşüncede, tarzda, sürette, dinde olan; hatta düşmanlık eden kişiye bile ibret ve hikmet nazarıyla bakar. Dışlamaz, aşağılamaz, kendinden ayrı görmez, ötekileştirmez. Hataları kendinde, güzellikleri canlı-cansız her şeyde görmeye başlar. Kişi en son da Allah’ı hakîkatiyle tanımaya başlar. O’na erer.

Kişi kendi gerçek “ben”ini ancak “ben”den, “benlik”ten, “bencillik”ten kurtularak anlayabilir. Demek ki irfân “benlikten kopmak,” “kendinden ayrı düşmek” ve nihayetinde “kendini Hakk’ta bulmak” demektir. Bu sefer; sadece ben, sen, o denilen kelimelerden ibaret değildir. Kişi ben ile sen, sen ile o arasındaki farkları ve yabancılığı aslına bağlanarak giderir. Insanın ve tüm varlığın aslı Allah’tır (cc). İnsanın aslı da Hâlık olan Mevlâmızın yarattığı hilkattir, fıtrattır, tabiattır, tıynettir. Kişi kendi aslında Rabbimizi görünce diğer kişi ve varlıklarda da aynı aslı görmeye başlar.

———————————————————-
Genellikle benzetme yaparken hemen ekleriz: “teşbihte hata olmaz.” Çoğumuz bu ifadenin “benim bu teşbihimde, benzetmemde hata yoktur” anlamında olduğunu sanırız. Oysa bu, “teşbih hata kaldırmaz, aman dikkat et” demektir. Çünkü benzetmelerdeki yanlışlar kalıcı olur. Benzetmeler bu bakımdan çok tehlikelidir. Benzetme edatı olan “gibi” kelimesi bir cümleden düşerse her şey alt-üst olur. Zaten kutsal kitaplar da bu şekilde tahrif edilmiştir. Meselâ Hıristiyanlık’ta “Tanrı kullarina şefkatte karşı baba gibidir” cümlesindeki “gibi” gitmiş, hâşâ “Tanrı babadır” kalmıştır.

Bu tür yanlış ve yamuk benzetmeler dilimizi ve düşüncemizi de yamultmuş durumda. .. Çünkü dil, düşüncenin penceresidir. Zihindeki ve kalpteki yamulma hemen dile yansır.

Şunu artık anlayalım: Kendisi olamayanın kendi dili olamaz. Başka dünyaları ve dilleri de asla hakkıyla anlayamaz. Bu kopuş içinde olanlar gerçek Batı’yı da bilmezler. O yüzden ABD’de zencilerin kölelikten kalan zararlarını giderme anlamı olan “positive discrimination” kelimesini, geçmişinde böyle bir lekesi olmayan şu memlekette “pozitif ayrımcılık” olarak tercüme edip rahatlıkla kullanabilirler. Batı’da bizdeki “dindarlık” kavramı ile ilgisi olmayan “muhafazakârlık” kavramını da öyle…

———————————————————-
İki asırdır Müslümanlar fikir sahasında çorak, doğru… Fakat bunun sebebini konuşanlar hemen ‘bir ifrat-tefrite düşüyorlar. Ya “Bizde düşünceyi İmam Gazali öldürdü, felsefemiz yok ondan bu hâlde” diyenler çıkıyor ya da “düşünmek” fiilini Batılı, dünyevî ve tek boyutlu olarak algılayıp “eleştirel, sorgulayıcı, araştırıcı kafa kalmadı” diye cevap verenler… Oysa İslâm’da felsefe yoktur, tefekkür vardır. Felsefe bilinmeyeni bilmeye çalışmak; tefekkür bilineni tanımaya çalışmaktır. Mümin yokluk içinde arayış hâlinde değildir. Varlığın içinde kavrayış hâlindedir.

Düşüncesi yokluk içinde olanlar sadece bencil, yıkıcı, zulmedici işler üretir. Zira kendini taniyamayanın yaptığı bilim ilim değildir. Gerçek ilim ancak gerçek iman sahiplerinin elindedir.

Hidâyete nâil olan kalp; güzel niyetin şevkiyle fikrini, zikrini ve şükrünü güzelleştirmeye başlar. Zihin, dimağ ve muhakeme kalbin “amel” menziline olan seferindeki binekleridir. Bunların her biri kendi başına iş yaparsa da netice her zaman hayır olmayabilir. Ancak selîm, Sâlim bir kalp hayır üretebilir.

———————————————————-
Kulun üç işi var: fikir, zikir, şükür.

İman eden fikreder, bu fikir ile Rabbini zikreder, bu zikir ile de şükreder.

Kişi fikretmezse ne tam anlamıyla zikredebilir ne de kâmilen şükredebilir. Akıl sahibi olmayana, yani fikredemeyene mesuliyet yoktur. Ancak ükredebilen iman sahibi olur. Müminin düşüncesi de hayırdır, güzel ameldir. O fıkrederek bir eser ortaya koyduğunda, bir bina yaptığında, bir eser yazdığında, bir vakıf kurduğunda, bir yazı yazdığında, bir alışveriş yaptığında, bir insana tebessüm ettiğinde, bir yetimin elinden tuttuğunda bütün bu hayırları ve güzellikleri yaratan Rabbimizi zikretmiş olur. Kişi fikredebildiği ve zikredebildiği için âlemde Mevlâmızın halifesi olmak şerefine nâil olur. Bu nimet için de şükreder. İman nimetini hayata, talebeliğe, yazarlığa, sanata, düşünceye, ticarete, medeniyete yansıtan kul, bu amelleriyle şükreden kul olur. Şükretmeden gerçek kul olunmaz. Nitekim Rabbimiz buyurur: “Öyleyse artık Allah’a kul ol! Ve şükredenlerden ol!” (Zümer Süresi, 66. âyet)

———————————————————-
1960’lara kadar taşrada yaşayan ve mektep görmemiş ana-babalarımızın, nine-dedelerimizin dinî bir sâfîyetleri vardı. Entelektüel tartışmaları bilmezlerdi ama Allah’a, Rasül’üne, ashaba ve âriflere itikadları ve hürmetleri tamdı. Onların şehirlere gelip üniversite okuyan çocukları ise onları beğenmemeye başladılar. Onların “körü körüne” inançlarını, Kur’ân’a olan hürmetlerini, evliyâya olan muhabbetlerini beğenmiyorlardı. Haklı oldukları şeyler vardı elbette. Kur’ân’ın öğrenilmemesi, bazı âdetlerin İslâm ile bağdaşmaması gibi konularda haklıydılar. Fakat İslâm’a “akıl dini” dedikçe, “Hurafeleri yok edelim” diye haykırdıkça külü ile beraber közü de çöpe atmaya başladılar. Kur’ân’ı bir “metin” olarak görme, hadîsleri kendi kafalarına göre kabul veya reddetme, mezhepleri, tarikatleri, âlimleri inkâr etme aldı yürüdü.

Bu gidişât maalesef muhabbetsiz imana, usülsüz mâlumata, edebsiz muamelâta dönüştü. “Dincilik”, dindarlığın yerini aldı. Son yirmi yılda maddî güç elde edildikçe takvâmız, yakînimiz, ihlâsımız artmadı. Aksine güç için, kâr için, makâm için haramları hafife almaya, nefsimizi din gibi görmeye başladık. Bu süreçte en çok yamulanlarımız en çok okuyanlarımızdan çıktı. İnançsız Batılı yazarları, filozofları önce eleştirmek için okumaya başlayanlar giderek onların fikirlerini esas almaya başladılar. Üzerine dinî söylem kılıfı giydirerek… Nitekim yazının başında bahsettiğim dindar arkadaş gibi pek çoğu için Vefâ hazretleri gibi meşhur sâlihleri yermek çok kolay iken, herhangi bir inançsız Batılı filozofa lâf söyletmek kolay değil.

Kısacası üniversite okumuş, “entelektüel” sıfatı taşıyan yazar-çizerlerimiz bir aşırılıktan diğer bir aşırılığa savruldu. Bilgisiz inançtan, inançsız bilgiye doğru… Mânevivatın gücüden,gücün maneviyatina doğru..

———————————————————-
Geçenlerde felsefe hocası bir arkadaşla sohbet ederken şöyle bir şey söyledi: “Fatih Sultan Mehmed derviş olmak istediğinde Vefâ hazretleri onu reddetti.” Buraya kadar doğru. . . Ama bakın bu erdemli davranışı getirip nereye bağladı: “Vefâ hazretleri aslında kibir göstermiş oldu. Fatih’e şunu demeye getirdi: “Asıl iktidar senin değil, benimdir.’”

Bunu işitince donakaldım. Her şeyi güçle, çıkarla, makamla, parayla, pulla açıklamaya ne kadar yatkınız. Bu dindar arkadaş bile böyle bir fazileti dalâlet gibi görüyordu. Bu davranışı örnek alacağına, Vefâ hazretlerinin maddi gücü esas görmemesinin arkasındaki imânı ve ihlâsı, Allah ve Rasülullah’a olan sadakâti takdir edeceğine, hakkı bâtıl gibi görüyordu. Dehşetengiz bir şey. Bunu da duyacaktık demek ki. Ona elbette gereken cevabı verdim. Ama bu sözler içimdeki derin bir endişeyi tekrar harekete geçirdi: “Nereye gidiyoruz?”

———————————————————-
Yaptığımız, öğrendiğimiz, anlattığımız her şeyi Allah için yapalım. Her şeyden önce itikâdımızı, helâl ve haramları çok iyi öğrenelim. Her işimizi âhirete yarayacak şekilde niyetlenip yapalım. Her bilginin kıymeti onun gereğini yapmaktan geçer. Kulun bilmesi, anlaması ve anlatmaya gayret etmesi hep ameldir. Hepsi her amel gibi mahşerde Rabbimizin mîzânına konulacaktır. Aman o dehşetli günde kaybedenlerden olmayalım.
———————————————————-
Bir şeyin haddi, o şeyin hakkıdır. Kişinin ilmi genişledikçe hürmeti ve tevâzuu artmalıdır. Çünkü bildiğinin ne kadar az olduğunu fark ettikçe konuşmaktan ve hüküm vermekten ar eder. Bu, sadece ilim ve irfân erbâbında değil, gerçek sanat erbâbında da böyledir. Meselâ büyük bestekâr İsmâil Dede Efendi irtihâlinden Önce “Ben müsikîyi biraz bilirim zannederdim. Fakat şimdi anlıyorum ki, ben daha o denizin kenarında ayağımı bile ıslatamamışım” demişti.

Eslâfın ilim ve sanat alanındaki büyüklerinin hepsi bu tevâzua sahiptir. Bu tevâzuun sebebi el-Alîm olan Mevlâmız’a hürmetlerinden ve edeblerinden gelir. Büyüklerin bu engin tevâzuları ve mahviyetleri imânlarının göstergesidir. İrfânlarının göstergesidir. Zîrâ Rabb’ini bilen, kendini ve haddini bilir.

Evet, bilmek, anlamak ve anlatmakta çok sorunumuz var. İzâh sorunu hepimizin sorunudur. Çünkü bir şeyi tam anlayamayan onu anlatamaz. Bir şeyin anlamına ulaşamayan, o anlamı karşıdakine nasıl aktarsın ki? Anlatma sorunu bizde çok yaygın bir marazdır. O yüzden uzun uzun konuşuruz, ne kadar çok gereksiz ayrıntı bildiğimizi göstererek aslında köksüzlüğümüzü gizlemeye çalışırız.

Panellerde, konferanslarda, televizyon programlarında söz verilen kişiler genellikle “Efendim, bu geniş konuyu 20 dakikada anlatmak elbette mümkün değil” diye başlarlar. Oysa her ilim engin olsa da, gerçekten bilen kısa bir sürede de işin özünü bildirmeye kâdir olur. O vakit içinde muhataba, zaman ve zemine göre en faydalı ve özlü şekilde bildiğimizi aktarmamız gerekir.

Aslında anlatamayanlar dörde ayrılıyor:

Birincisi, hiç anlamamış olanlar. Onların zâten anlatma ihtimâli sıfırdır.
İkincisi, anladığını düşünen ama onu aktaramayanlar. Bunlar belki dile hâkim olamayanlardır.

Üçüncüsü, anlamadığını anlayamamış olanlar. Bunlar boş klişeleri tekrarlayarak ömürlerini geçirirler.

Dördüncüsü ise anlasa da anlaşılmaz olmayı tercih edenler. Niçin? Çünkü muhatabın anlayamadığı şekilde konuşmak bizde kişiye “itibar” kazandıran bir şeydir. “Entelce” konuşmak dâima karşıdakini “câhil” yerine koyar ve bu aradaki açık, entele yeterli statüyü temin eder. Halbuki gerçek arıdır, durudur, anlaşılırdır.

———————————————————-
Matematık derslerinde uzun uzun uğraşıp çözmeye çalıştığımız “x+y=z” türünden denklemleri hatırlayın. Buradakı “x” aynen “y ve z’’ ’gibi bilinmeyen rakamları göstermekte kullanılır.Git gide dilimizde de“’iks şahıs”, “’iks araba” gibi kullanımı yaygınlaştı. Peki,‘ ‘x’ ’harfinin“ şey’ ’den geldiğini biliyor musunuz?

Hikâyesi ilginç. Endülüs’te her ilimde olduğu gibi matematikte de ileri olan Müslümanlar bilinmeyen rakamı ifade etmek için Arapça “şey’un” derlerdi. Bizim “şey” kelimesi yani. . . Fakat İspanyolcada “ş” sesi yoktur. Bu sesi ancak “x” sesi ile ifade ederler. Onu da “kh” diye, yani hırıltılı “h” olarak okurlar. İspanyollar Arapça bu kelimeyi “xey’un” olarak okudular. Bilinmeyen bir şeyi ifade etmek için “xey’un” kelimesinin ilk harfi olan “x”i kullandılar. Dolayısıyla tâ 1OOO’lerden bu yana bilinmeyene “x” denmesinin temelinde de “şey’ ’ var.’

———————————————————-
“Sistem”, “strateji”, “fınans” gibi kelimelerin nereden, nasıl alındığı, kök anlamlarının ne olduğu hepimizin dikkatini çeker. Ama asıl dikkatimizi çekmesi gereken en önemsemediğimiz, en olağan, en çok kullandığımız kelimelerdir. Meselâ “şey”… Bizim günde yüzlerce kez kullandığımız bir kelimedir.

“Şey” kelimesinin dilimize geldiği yer Arapçadır. Bu dilde “şey”, bizim bugün Türkçede kullandığımız anlamda olduğu gibi “istemek, irâde etmek” anlamına da gelir. “İnşallah” da “Allah dilerse”, “maşallah” ise “Allah’ın dilediği olur” demektir. Şimdi düşünelim, “nesne” mânâsında kullandığımız “şey” nasıl oluyor da “istemek, irâde etmek” anlamına gelebiliyor? Demek ki nesne olarak, olay olarak ismini koyamayacağımız kadar çok ve sürekli olan her şey Mevlâ’nın irâdesi, yani emri ile yaratılıyor.

———————————————————-
İslâm geleneğinde her ilim aynı zamanda bir ahlâk alanıdır. Hatta her meslek de öyledir. Çünkü neyin ne olduğunu bilen kişi, neyin ne olması gerektiğini de bilir. Bilmekle de kalamaz. Bilen aynı zamanda kılan, kıldığıyla da olan kişidir. O yüzden gerçek bilenler adam olanlardır. En çok hürmete lâyık olanlar da işte bunlardır. Alimler ve ârifler insan gibi insan, adam gibi adamdır. Bilmek ve kılmak arasında, kılmak ve olmak arasında mesafe yoktur. Olmaması gerekir. Çünkü hakkıyla bilen, Allah’ın ve Habibi’nin ahlâkına yakın demektir.

Bilmek, kılmak, olmak… Olunca tekrar farklı bir seviyede, farklı bir kalp aklıyla bilmek, tekrar o yeni bilişle yeni kılmak, yeni kılmak sonucunda bu kez bambaşka bir kemalât basamağında tekrar olmak…Ahlak bizce budur.

———————————————————-
İlim olmadan amel, amel olmadan irfân elde edilemez. Gerçek akıl-fıkir Hakk’a râm olmuş akıl-âkirdir. Akılda-fıkirde Batı’ya benzeyerek onun üç asırdır sürdürdüğü zulüm çarkını kıramayız.

Kendimiz olmak demek, kendi aklımız-fıkrimize yaslanmak demektir. Aklı-fikri doğru anlayalım. Şikâyet ve suçlu aramak yerine kendimize, işimize bakalım. Nitekim Mevlâmız buyurur. “Ey imân edenler! Siz kendinizi düzeltmeye bakın! Siz doğru yolda olduktan sonra sapanlar size zarar veremez.” (Mâide Süresi, 105. âyet)

———————————————————-
Geçenlerde genç bir arkadaşımın sözü beni çok etkiledi. Bilirsiniz, Rasülullah Efendimiz bir kişiye muhatap olduğunda bütün vücuduyla ona dönerdi. O kardeşimiz bu sünnetten başka bir ibret daha aldığını söyledi: “Mümin bir konuya, bir işe, bir meseleye kenarından tutarak, üstünkörü bakamaz. Bütün kalbi ve zihniyle ona yönelmeli ve onu fethetmelidir.”
Ben bu mânâyı pek sevdim.

Bu bahis bana dört kavramı hatırlattı: vücûd, vücûh, vuzûh, vukûf.

Bir kişiye, konuya, işe, meseleye bütün vücûduyla, varlığıyla yönelmek gerekir. Vücûh, yüzünü dönmek, odaklanmak demektir. O hâlde Vücûd Vücüh etmeli. Vücûh ise kişiye vuzûh kazandırır. Vuzûh, bir meselenin tam açıklığa kavuşması demektir. Yani kişi bir şeye odaklandığında 0 şey ona tamamen açılır. Bu Yaradan’ın biz kullarına verdiği büyük bir kuvvet ve nimettir. Vuzûh ise vukûf getirir. Yani kişi vuzûh kazandıkça vukûf da kazanır. Vuküf bir şeyin bütün yönlerine tam anlamıyla hâkim olmak demektir. Bir şeye hâkim olan kişi ise o şeyin hikmetini anlar. Ayrıca onun hakkında hüküm verme yetkisi kazanır.

Vücûd, vücûh, vuzûh ve vukûf bir araya geldiğinde gerçek varlık bilgisi ortaya çıkar. Kısacası bir şeye yönelmek, kapalı ve eksik bir yön bırakmadan tam olarak bilip anlamak, ona uygun amelin şartıdır.

Mevlâ O’nun rızâsına uygun bilenlerden, kılanlardan ve olanlardan eylesin.

———————————————————-
Geçenlerde sevdiğim bir büyüğüm anlattı. Dekanı olduğu İslâm İlimleri Fakültesi’nin önüne ısrarla mescid yapmak isteyen yetkililere, hemen yanındaki Eğitim Fakültesi’nin yerinin daha uygun olduğunu söyleyince “dindar” mimar şöyle söylemiş: “Ama mescid ilâhiyata uyar, eğitim fakültesine uymaz.” Evet dinimizi böyle “bahisleştirmek”, “mevzü hâle getirmek,” ondan uzaklaşmak demektir. Bugün yapı, öğretmen-Öğrenci ilişkisi, ders verme tarzı, edeb ve usül olarak dinimizi öğreten okullar ile diğerleri arasında ne fark var? Böyle bir eğitimden geçen birisi tahsilli olur, ama acaba terbiyeli, maarifli olabilir mi?

İslâm’ın çok önemli bir farkı da budur. Bilmek de, yapmak da, olmak da Allah için yapılırsa makbuldür. Yoksa kimsenin sırf bilim yapmak için bilim yapması, sadece para kazanmak için ticaret, sadece oyum çoğalsın diye siyaset yapması ne onu ne dr yaptıği işi hayırlı kılmaz.Hem niyetin hem işin kendisinin hem de yapılma usûlünün Allah ve Resulü’nün hükümlerine uyması gerekir.

———————————————————-
Okuyalım, tamam ama önce en gerekli şeyleri okuyalım. Mühendis mühendisliği okuyacak ama Önce akaidi, ilmihâli, tefsiri, Siyeri, hadîsi usülüyle, sağlam kaynaklardan ve kişilerden öğrenecek. Ancak o zaman mühendisliğimiz, sosyologluğumuz, işçiliğimiz bir işe yarar. Kulluğu bilmeden sadece “Ben müminim” diyerek hayatımızı kulca yaşayamayız.
———————————————————-
Bilene ve bilgiye saygı Allah’ın, Rasülallah’ın, âlimlerin ve âriflerin hep emrettikleri temel bir edebdir. Biz bu edebden uzak olduğumuz için ne bilebiliyoruz ne de bilmeye çalışıyoruz.

“Osmanlı çok büyüktü” diye konuşup duranlarımız bile aslinda Osmanlı’yı pek bilmiyorlar. Aynı olayları, aynı sloganlan tekrarlayıp duruyorlar. “Osmanlı neden büyük?” diye sorduğumda cevap veremiyorlar. “Sınırları büyüktü, hazinesi büyüktü, sarayları büyüktü, nüfusu büyüktü” gibi saçma cevaplara sapıyorlar. Oysa Osmanlı büyüktü, çünkü sanattan siyasete, ticaretten eğitime kadar her alanda hayatın merkezine imani ve kulluğu yerleştirmişti. Osmanlı kıymetli, çünkü bize kulluğun neler yapabileceğini gösteriyor.

Fakat bunu söylerken de Osmanlı’nın hiç hatâsı yoktu diyemeyiz. Hata ve yanlış her yerde, her devirde, her toplumda olur. Ama Osmanlı’da sistemin özü kulluk olduğu için yönü de genellikle hayra, adâlete, şefkate ve insaniyete doğrudur. Bunu bilmek lâzım.

———————————————————-

Paris’te 40 senedir yaşayan bir ağabeyim var. Şu sıralarda bizim evde misafir ediyoruz. Dün şehir dışına gitti. Gece yarısı döndü .Bu sabah ben “Abi neler gördün anlat” dedim. Bir kafeye gittiğinden bahsetti. Otururken yan masadaki gençlerin Batı’yı övdüklerine, sık sık Paris’ten hayranlıkla bahsettiklerine kulak misafiri olmuş. Dayanamamış -zaten benim gibi o da hiç dayanamaz- gençlere dönmüş: “Yavrum, oralar sizin bahsettiğiniz gibi hiç değil. Sizin şu oturduğunuz kafelere ancak merkezi yerlerde rastlarsınız. Öyle sandığınız gibi parıltılı bir hayat yoktur orada” demiş. Gençlerden birisi: “Hiç olur mu? Sen nereden biliyorsun, hiç orayı gördün mü?” diye cevap vermiş. Ağabeyim de “Yavrum, ben 40 seneden beridir oradayım. Batı sizin sandığım gibi değil” demiş ama bizim gençleri yine de iknâ edememiş.

Edemez, zira bu zanlar, sözler, alkışlamalar bilgisizlik kadarı hattâ ondan da fazla aşağılık kompleksinden kaynaklanır. Bunun üzerine ben de ağabeyime dedim ki: “Eskiden “Komünistler Moskova’ya!’ diye bağıranlar vardı. Şimdi de bizim gençlere ‘Batıcılar Batı’ya’ diye bağırmak lâzım. Gitsin görsünler, ne olduğunu da anlasınlar.” Ağabeyim ise “Vallahi kardeşim, gıtseler de göremezler” dedi. Ne kadar doğru! Kişi aklıyla, gözüyle değıl kalbıyle, niyetiyle görür çünkü…

———————————————————-
Nasıl Kur’ân herhangi bir kitap değilse, onu okumak da başa sözleri okumaya benzemez. Kur’ân’a hürmet Rabbimize hürmettir. Kur’ân’ı anlamada da hürmet esas olmalıdır. Diğer kitaplar gibi okuyup, kendimize göre anlamlar çıkaramayız.Rasülallah Efendimiz’e (sav) ilim ve irfân yoluyla bağlı olan, ahlâkıyla sünnete ittibâ etmiş âlimlerin yazdıkları tefsirleri okumak gerekir. “Ben üniversite okudum, aklım var, zaten Allah ‘akletmeyi’ bize emretmiyor mu?” diyerek Kelâmullah’ı kendi kafasına göre yorumlamaya kalkanlar, onu herhangi bir “metin” gibi görenler o Kitâb’dan nasib alamazlar. Kur’ân bir mihenktir, yani Hak ehli ile bâtıl ehlini birbirinden ayırır. Müminler okudukça inşirah bulur, ferahlar, haşyete kavuşur, Allah’a olan muhabbet ve bağlılıkları artar. Fakat kâfirler ve münâfıklar ise aynı âyetleri okudukça daha çok saparlar.
———————————————————-
Bir Ramazan’da bir yerel televizyona misafîrdim. Sunucu bir ara mushafı eline aldı. Mushafın aralarına renkli ayraçlar yerleştirmişti. Bana dönerek sordu: “Yıldız âyetiniz nedir?” diye… Şaşırdım… “O ne demek?” diye sordum. Bana “Sizi en çok etkileyen âyet, her konuğumuza soruyoruz” diye cevap verdi. O zaman anladım ki İngilizce “meşhur, muteber, rağbet gören” anlamındaki “star” kelimesinin tercümesi olarak “yıldız” kelimesini kullanıyor. Ben ise “Allahu Teâlâ’nın her kelâmı bizim için güneştir” deyip konuyu kapattım. Bu gibi hürmetsizlikler maalesef yaygınlaşıyor.
———————————————————-
Eğitimin sağlıktan, ulaşımdan, iktisattan çok önemli bir farkı var. Sağlık, ulaşım vb. gibi alanlar insanı inşâ etmez, onun hayatını kolaylaştırır. Eğitim ise insanı inşâ eder. Yani toplumu istenen düzeye, vasfa, seviyeye ulaştırmak için eğitime ağırlık vermek gerekir. Bina inşâsına verdiğimiz değerin onlarca katını insan inşâsına vermedikçe bu şikâyetlerimiz bitmez. O hâlde hedeflediğimiz medeniyet ihyâsının yolu insan inşâsından geçer. Onun için önce bilmenin, bilincin ve bilgeliğin değerli olduğunu anlamak ve yaşatmak gerekir.

Öyle anlatırlar… Bir gün Fâtih Sultan Mehmed, vezirleriyle devlet bütçesini görüşüyormuş. Bir ara maliyeye bakan vezirine “Medreselere ne kadar para ayırdınız?” diye sormuş. 0 da bir rakam söylemiş. Fâtih, “Olmaz, 0 bütçeyi en az iki katına çıkarın” demiş. Bunun üzerine veziri: “Ama efendim, bır medresede kırk talebe varsa onlardan belki on tanesi başarılı olur. Bu kadar düşük bir başarı oranı için bu kadar para ayırmak israf olmaz mı?” diye itiraz etmiş. Fâtih ona şu ibretli cevâbı vermiş: “Sen kırk kişiden on kişi yetişir diyorsun. Oysa ben sana iki katına çıkar derken kırkta bir kişi hesabına göre soylemiştim.”

———————————————————-
Artık Batı’nın başarısından, ilerlemesinden, kalkınmasından, biliminden, felsefesinden, tankından, uçağından övgüyle bahsederken şu temel soruları sormaya alışalım: Bir, bu başarı hangi niyet ve hedefe göre, hangi yöntem ile elde edilmiştir? Iki, bu başarı Allah katında makbul müdür? İki soruya da Batı sözkonusu olunca hak üzere bir cevap bulmak mümkün değil. Faydalı gördüklerinizin arkasında bile mutlaka bir insanları soyma tezgâhı vardır. Spordan felsefeye, bilimden teknolojiye kadar bu böyle… Elbette Hakk’ı hakkıyla tanımayanın işi hak olmaz. 0 hâlde bunlar başarılıdır, ama asla Rabbimizin “muvaffakiyete ulaşanlar” diye vasfettikleri değildir. Çünkü ne niyetinde, ne gayretinde, ne yönteminde, ne de hedefinde hak yoktur.

İnceleyin:  Aklın Kurnazlığı Karşısında 'Teolojik İslam'ın Çıkmazı

Biz yıllardır bu gerçeği anlatmaya çalışıyoruz. Batı olsun, Doğu olsun küfrün siyasetteki, ticaretteki, teknolojideki bâtıl başarısına öykünenleri uyandıramadık Hatta bu konuda kendini dindar sayanlar, birçok bakımdan Batıcıları bile geçtiler. O kadar kendilerinden, Rablerinden kopmuş, ümidi kesmiş, şaşkın vaziyetteler.

Bu gibiler acaba eski devirlerde yaşasaydılar firavunları, Nemrudları, Neronları, Ebu Cehilleri mi; yoksa çilekeş İbrâhimleri, mütevâzı Mûsaları, fakir İsâları, yetim Ahmedleri mi “başarılı” görürlerdi? Kendilerine hangilerini “rol model” olarak alırlardı? Bu soruyu sormak ne kadar dehşetli ise, verilecek cevabı tahmin etmek daha da dehşetli maalesef…

———————————————————-
İki asırdır Müslümanlar olarak Batılıların “başarıları”nın dedikodusunu yapıyoruz. Onları “başarılı” buluyoruz ve taklit etmeye çalışıyoruz. Ama neye göre? Görünüşte güçlü olmak, bir şeyleri icat etmek, dünyada söz sahibi olmak kendiliğinden haklı, iyi ve doğru olmak demek değildir. İyi, doğru ve haklı olabilmek için bağlanılan ilkelerin de iyilik, doğruluk ve hak olması gerekir. Yoksa insanlık tarihinde ürettikleri düşünce, sistem, devlet, ordu, bilim ile insanlığı yozlaştıran, yok eden, aşağılayan pek çok medeniyet geldi geçti. Piramitler az buz bir başarı değil. Ama onları kendilerine mezar olarak yaptıranlar kendilerini ilah ilan etmiş sapık firavunlardı. Demek ki başarıdır, beceridir ama tevfik değildir. Roma da büyük bir medeniyetti ama insanları aslanlara parçalatıp bunu eğlence olarak on binlerce kişiye seyrettirmeyi spor addetmişti.

Hak ehli olanın ortaya konan “başarılar”a olan bakışı da hak üzre olur. Yani Allah’ın ve O’nun Rasül’ünün (sav) ölçüsü üzerine…

———————————————————-
Bugün “başarı” dediğimiz aslında “tevfik” kavramıdır. “Vefk” kökünden gelir ki “bir nesnenin başka bir nesneye uygun gelmesi” demektir. Muvafakat, muvaffak, tevâfuk, ittifâk vb. hep aynı köktendir. Tevfik de “bir kişinin işinin râst gitmesi” anlamına gelir. Bu anlamlara bakınca hep kişinin niyeti, dileği ve işinin belirlenmiş bir çizgiye, bir yola, bir ölçüye uyması anlamı öne çıkıyor. Denk gelmek, denk düşmek, isteğine kavuşmak hep bu anlamın çağrışımları. O hâlde âyette geçen “tevfik,” kişinin niyeti ve gayretinin Hakk’in takdirine uygun düşmesi, uygun olması demektir. Yani birileri için değil, birilerine göre değil, modanın gerektirdiği gibi değil. Bu herhangi bir kelime değil. Her tevhid kavramı gibi teviîk kavramı da bizi Hakk’a ulaştırıyor.
———————————————————-
Bazı Amerikalı markaların reklâmlarında şöyle sloganlar var. “You can do it,” “lust do it.” “Yapabilirsin, hadi!” ve “Hadi yapsana!” gibi güya teşvik edici sözler bunlar… Güya 0 spor ayakkabısını giyen zıplayacak hoplayacak, elli kilometre koşacak, ipince, dalyan gibi hanımlar ve beyler olacak. Aslında şu saydığım şeylerin hiçbirini demeden bunları ve daha başka pek çok şeyi demiş oluyor bu sloganlar…

Batı’nın bu “başarı” sözleri, bugün bir etik, hatta neredeyse bır din hâline geldi. Din nâmına bir şey kalmayınca yerini boyle zırvalarla dolduruyorlar. “Başarılı insan” denince akla meselâ iyi insanlar, bağış yapan, fakirler için çalışanlar gelmiyor. Kariyerinin zirvesine ulaşan, çok para kazanan, iyi kötü meşhurlar anlaşılıyor. Yani şöhretin iyisi kötüsü yok. Oysa İngilizcede iyi şöhretliler için “famous”, kötü şöhretliler içinse “infamous” derler. Fransızcada da aynı fark var. Dilimizde maalesef bu farkı tek kelimeyle ifade edemiyoruz. Ama biz de “şohret” dediğimizde daha çok kötü şöhretliler önde.

Oysa başarmak, Allah’ın izniyle, takdiriyle, lütfuyla olur. Hüd Suresi’nde Hazreti Şuayb’in (as) dilinden olan o duayı öğrenelim ve sık sık söyleyelim: “Ve mâ tevfiki illâ billâh. Aleyhi tevekkeltü ve ileyhi ünîb.”

———————————————————-
Kişi kadrini bildiğine hürmet eder. Biz Allah’ın, imanın, dinin kadrini unuttuğumuz için Rabbimize ve O’nun elçisine hürmetimiz de çok eksik. Çoğu okumuş yazmış gencimiz küfür içinde debelenip gitmiş Batılı filozoflara gösterdiği saygıyı Rabbânî âlimlere ve âriflere göstermiyor, âyetten veya hadisten “malzeme” diye bahseden ilâhiyatçılar var. İngiliıce iki kelime öğrenip okuduğu kitaplardaki bâtıl modelleri alıp Kur’ân’a ve itikâdımıza yamamaya çalışanlar var. Aristo ve Eflâtun bir şeyler mi söylüyor? Bizimkiler hemen “İşte hikmet söylüyorlar” deyip, iman ölçüsünü terk edip onlara tilmiz oluverirler.

Batılılar rasyonalizmi mi övüyorlar? Hemen bizde “Dinimiz akıl dinidir” diyenler türer. Daha “akıl” ve “rasyonalite” kavramlarının farkını bile bilmeden… Batılı fîlozoflar tarihselcilikten mi bahsediyorlar? Hemen bizde birileri Kur’ân’ın tarihsel bir metin olduğunu -hâşâ-iddia etmeye başlar. Onlar yorumsamacı felsefeyi mi icâd ettiler, bizdekiler de hemen aynı yöne dönüverirler. Bu şekilde bir asırdır sünnete yapılan saldırınin hiç utanmadan-sıkılmadan Kur an a da yapılmaya başlandığına şâhit oluyoruz. Ne acı!

Evet, hikmet her şeydedir, herkestedir, her yerdedir. Ama bu hikmete sahip olanlar içindir. Yani iman nüru ile her şeyin ve oluşun özünü görebilenler için… O öz, o asıl da sadece Rabbimizdir. Müslüman her güzele ve doğruya açıktır. Fakat Müslüman olmayanlardan örnek almaz, ibret alır. Hikmet de kadir-kıymet ölçüsü içinde elde edilir.

———————————————————-
Allah’ın kadrini unuttuğumuz, yani ona yakîn olamadığımız için en önemli konuları ayrıntı, en basit konuları ise çok büyük işler gibi görüyoruz. Zaten kişinin kalbinin ahvâli hemen neye, ne kadar kıymet verdiğiyle anlaşılır. Kişi kime kıymet veriyorsa onun dostudur. Kimin kadrini biliyorsa onun ehlindendir. “Kadir” kelimesi ile “takdir,” “kader” ve “mikdar” kelimeleri aynı kökten gelir. Demek ki kişi Rabbi’nin ona takdir ettiği kader içinde, neye ne ölçüde muhabbet, değer, üstünlük verdiğine göre kadir sahibi olur.

Bir kişinin kadrini bilmek aynı zamanda o kişinin ölçülerine uymak demektir. Biz ise Mevlâmızın ve Rasülullah Efendimizin (sav) ölçüsü elimizde olmadığı için karşılaştığımız olaylarda, bilgilerde, düşüncelerde kafamıza göre karar veriyoruz.Okuduğumuz okulların, mesleklerin, mensup olduğumuz grupların esiri oluyoruz. Şu kusurlu eğitimden aldığımız eksik bilgileri, kuru bir diplomayı başka her ölçüden üstün tutıyoruz.

———————————————————-
Biz tevhidin diline karşı da özensiz, dikkatsiz ve meraksızız. Yabancı kökenli ve yaban köklü “empati” demeyi hemen öğrenip, “takvâ” demeyi unutuyoruz. “Etik” dediğimiz şeyin “ahlâk”tan apayrı olduğu da bizi pek ilgilendirmiyor. Çünkü birisi Batılı bir kelime, o daha moda ve şık duruyor. Oysa Hazreti Mevlânâ (ks) buyurur: “Kalp deniz, dil kıyıdır. Denizde ne varsa kıyıya o vurur.” Dile giren dile de girer. Yani kişinin dili neye alışırsa, kalbi de ona alışır. Tevhid kalptedir. O hâlde o ummânın kıyısı olan lisâna da tevhid dalgaları vurmalıdır. Yani tevhidin de bir dili vardır. “Tevhid” kavramının kendisi bile öyledir. Cami mimarisinden hat sanatina, müzikten zikir halkasına, şiirden halı dokumaya kadar tevhid her şeyimizi belirler.

Allah’a ve dinine, imana kıymet vermemek demek, onu önem sırasında başka şeylerin arkasına almak demektir. Cep telefonunun ıcığını cıcığını bilenler, bir pop yıldızının her gününü takip edenler, bir futbol kulübünün bütün kadrosunu ezbere bilenler bir akâid kitabını eline alıp, “Biz neye inanıyoruz? Allah kimdir, Rasülullah kimdir, Kur’ân nedir, melekler nedir, kazâ ve kader ne demektir, âhiret nedir?” sorularının cevaplarını doğruca öğrenmiyor. Akşama kadar siyaset, spor, para dedikodusu yapanlar Mevlâmızın ve Nebî-i Zîşân Efendimizin sohbetini yapmıyor. Sosyal medya saçmalıklarıyla saatlerini geçirenler günde bir âyet, bir hadîs, bir kelâm-ı kibâr öğrenmiyor. İlmihâlde bilmediklerini merak edip sormuyor, okumuyor.

Ağzımızdan Allah kelimesi, âyetler, hadisler çıkıyor ama bereketi olmuyor. Çünkü o güzel ismi ve yüce fermânları kalpten kastetmiyoruz. Bildiğimizi yapmıyoruz. Samimiyetimiz yok.

———————————————————-
Evet… Müslümanlar, son bir asırdır Müslümanlıktan çok bahsediyorlar ama günbegün ondan uzaklaşıyorlar. Bunu William Chittick adlndaki bir Amerikalı Müslüman akademisyen şöyle özetlemiş: “Bir asır evvel Müslümanlar ‘Allah’ diyorlardı. Bugün ise ‘İslâm’ diyorlar.” Bu söz üzerinde uzun uzun düşünmek gerekir. Kastettiği şu: Müslümanlar Allah’ın kulu oldukları bilincini kaybettiler. Allah ile, Yaradan ile bir kul olarak bağ kurmak yerine, sanki bir “konu” imiş gibi ilgileniyorlar. Dini bir kelimeye, bir kavrama, bir slogana indirgiyorlar. Yani “Allah” diyorlar ama aslında Allah’ı kastetmiyorlar. Amellerinde, hayatlarmda, yazılarında O’ndan eser yok.

Amel dedik… Kulun ameli sadece namaz kılmak, oruç tutmak, zekât vermek gibi ibâdetler değildir. Dinden, mühendislikten, sanattan, siyasetten, ticaretten, kısacası neden bahsedersek edelim söylediğimiz, yazdığımız, tartıştığımız, yaptığımız her şey de bir ameldir. Müminin yaptığı her şey gibi yazdığı yazı da bir ameldir. Yaratmak fiili üzerine fetva veren yazar arkadaş bu bilinçle yazsaydı böyle densizlik edemezdi.

———————————————————-
Üniversiye diploması alan başımıza allame kesiliyor. “Ben koskoca üniversite bitirdim, demek ki akıllıyım. O zaman her konuda hüküm verebilirim” mantığıyla saçmalamaya başlıyor. Meselâ bir hadîs-i şerîfte kafasına yatmayan bir şeye rastlarsa ona hemen “mevzü,” yani “uydurma” diyor. “Zayıf” hadîsin bile ne olduğunu bilmiyor, “mevzü” sanıyor. Kafasına göre hüküm vermenin ne dehşetli bir şey olduğundan habersiz. En temel inanç ilkelerini bile bilmiyor, bilse de umursamıyor. Dine kafasına göre bakıyor. O zaman onun dini İslâm olmuyor, “kafa dini” oluyor. Oysa bu gibileri Rasülullah Efendimiz (sav) uyarıyor: “Kim bilgisi olmadığı hâlde Kur’ân ile ilgili söz söylerse, ateşteki yerine hazırlansın.” (Tirmizî)

Aslında hiç kimse bırakın dinî ilimleri, başka bilimlerde bile üniversite diplomam var diye söz söyleme yetkisine sahip olmaz. Hangi mühendis dört yılda okuduklarıyla mühendislikte büyük sözler söylemeye kalkışabilir? Hangi hukukçu diplomam var diye hukuk allâmesi kesilebilir? Müsaade ederler mi? Ama mevzu din olunca müsaade sonsuz.

———————————————————-
Geçenlerde bir köşe yazısı okudum. Yazarı dindar bir edebiyatçı… “Yaratmak” fiili insanın yaptıkları için kullanılabilir mi, onu tartışıyor. Yazıyı okurken bu konudaki dinî hükmü ne zaman nakledecek, onu bekledim. Maalesef yazar, bir akaid meselesi olan bu konuda hiçbir dinî hükmü zikretmeden yazıyı bitiriyor. Bunun yerine “yaratmak” fiilinin Türkçe sözlüklerdeki anlamlarına bakarak fetvâ vermeye çalışıyor. Hatta “halk, hilkat, Hâlık” gibi kelimelerin bile anlamlarına bakma zahmetine girmiyor. Yazısının sonunda da fetvâyı veriyor: “Yaratmak” Bili insanlar için de kullanılabilirmiş.

Peki, dindar bir yazarın dinî bir meseleyi ele alan bu yazısinda din nerede? Yok. Allah, Rasül, ashâb, ulemâ, urefâ nerede? Yok. Ayet, hadîs, icmâ, kıyas nerede? 0 da yok. Tefsir, hadis, siret, akaid, fıkıh, irfân nerede? Hiç yok Yani yazar dinî hiçbir atıfta bulunmadan dinî bir meseleyi çözmeye cüret ediyor. Dinî bir hükmü iki üç sözlüğe bakarak kafasına göre vermeye çalışıyor.

Bu aymazlığın benzerlerini çevremizde gittikçe daha çok görüyoruz. “Dindarlık” siyasete ve çeşitli komplekslere kurban edilince böyle oluyor. Bu aymazlık bir değil, birden fazla yanlışa dayanıyor. Birincisi, haddimizi bilmiyoruz. Oysa ilmin esası edebdir. Yani haddini bilmektir. Kişi haddini bilen degılse bile öğrenen olmalıdır. Bilmediği konularda hukum vermemelidir. Hele dini konularda asla… Azıcık bilmek bilmek değildir. Hele usülüyle ilim tahsîl etmeyenler, yani klasik ilim geleneğine bağlanmayanlar, rüzgârda uçuşan yapraklar gibidir. Bizim gibi okumuş ama dinî ilimleri usülüyie tahsîl etmemiş kimselerin en az sokaktaki insanlar kadar bu konuda çenemizi, kalemimizi, nefsimizi tutmamız gerekir. Bu Rabbimizin emridir: “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?’

İkincisi, bilmediği hususları gerçek bilenlere sormalıdır. Mümkünse yaşayan bir âlime sormak en güzelidir. Çünkü konuyu birebir açımlamak, sorulara cevap vermek, etkileşmek mümkün olur. Fetvâ zaten esasen kişisel olarak sorulan bir soruya bilen, yani âlim tarafından verilen cevaba denir. Eğer gerçek bir âlim, yani bilen, bildiğiyle amel eden, ahlâkı yerinde bir kişi tanımıyorsak o zaman bu tür gerçek âlimlerin yazdığı muteber kitaplara bakılır. Ama onları da kavramak için belirli bir ilim gerekir.

Üçüncüsü, asla sözlüğe bakılarak dinî hüküm verilmez. Bu sözlükçülük de yeni âdet… Nasıl olsa artık internette diller üzerine pek çok kaynak var. O zaman âyette geçen kelimeye sözlükten bakıp hemen hükmü veriyorlar. Oysa meselâ Elmalılı gibi muteber bir tefsire baksalar, orada âlimlerin lugat mânâsını zikrettikten hemen sonra o âyetin nüzül sebebi, başka âyetlerle olan ilişkisi, muhtevâsı vb. gibi gerçek anlamı ortaya koyan bilgilerle netleştirdiklerini görecekler. Hayatımda çok değişik insanlar tanıdım. Arapça ana lisanı olduğu için, Arapçayı kursta öğrendiği için, hatta hiç Arapça bilmeden mealden bakıp âyetleri yorumlamaya cüret eden gâfîller gördüm. Böyle câhillerden meal yazanları bile oldu.

———————————————————-
Her yolun eşkıyası vardır, bu yolun da eşkıyaları vardır. Ama eşkıyayı evliyâdan ayırt etmek kolaydır. Kişilerin sözüne, görüntüsüne, ağlamasına, gülmesine değil, ahlâkına bakan hemen farkı görür. Sünneti ölçü yapan evliyâyı eşkıyadan ayırır. Günlük hayatta hesaplarımızda pek uyanığız. Keşke dinde de o kadarcık uyanık olsak. Ama bu zordur çünkü Şeriat’i bilmek ve yapmak gerekir.

Sürekli kendime ve gençlere hatırlatıyorum: “Allah’ın ve imanın kıymetini bilelim.” Bunu özellilde “dindar” görünümlülere, dini bir gösteriş ve güç aracı, bir moda gibi görenlere anlatmak çok zor.

———————————————————-
Birisi geçenlerde “Gençlerde dindarlık azalıyor diyorlar, ne dersin?” diye sordu. Ben de “Büyüklerde dindarlık çoğalıyor mu ki?” diye cevap verdim.

“Dindar” görünümlü doktor, modern laik tıbbın en büyük savunucusu ve geleneksel tıbbın en büyük düşmanı olabiliyor. “Dindar” görünümlü öğretmen hiç düşünmeden “kişisel gelişim” veya “değerler eğitimi” gibi tercüme ve içinde tevhid değil, ikiyüzlülük olan kavramları çocuklarımıza aktarabiliyor. “Dindar” görünümlü bürokrat, Amerikan ve Avrupalı uygulamaları hiç sorgulamadan kopyalayarak toplumumuzu tahrip edecek işlere imza atabiliyor. “Dindar” görünümlü genç feminist olmaktan, birey olmaktan, laiklikten hoş şeylermiş gibi bahsedebiliyor.

Gençliğimden beri haykırıp duruyorum: “Gerçek güç, insan olmak ve insan yetiştirmektir” diye… Yetişmek ve yetiştirmek.. Bu bizim İslâm, imân, ihsân vazifemizdir. İnsan olmak, adam olmak ve yetiştirmek şunun bunun için değil, Hak içindir. Medeniyet, siyaset, felsefe, hemşehrilerimiz için değil, ecdadımıza lâyık olmak için değil; Allah için, Allah’a yaraşır kul olmak ve böyle kulların yetişmesinde çile çekmek içindir. Bu adamlık okulda okutulmaz, kullanım kılavuzu, bitirme sertiükası yoktur, bir hobi değildir. Adamlık, adam olanlardan öğrenilir. Uzun uzun konuşarak değil, hâlleşilerek öğrenilir. İnsanlara bağıra bağıra “siz şöyle şöyle kötüsünüz” diye parmak sallayanlardan değil, adamlığı kalbine nakşedenlerin süküt sohbetlerinden öğrenilir.

———————————————————-
Geçenlerde meşhur radikal İslâmcı bir yazarın internet sitesinde yayımladığı okuma listesine baktım. Gençlerin okumasını istediği yüz kitap arasında neredeyse Müslüman bir yazar ismine rastlayamadım. Zaten “dindar” görünümlü entellerden bugüne dek gençlere önce İslâm akidesini, ilmihâli, sîreti, sünneti, irfânı okumayı tavsiye edene hiç rastlamadım.

Öyle bir devre geldik, hem de o kadar hızla geldik ki gerçek dindarları en çok “dindar” görünümlüler kınıyor, zemmediyor, aşağılıyor. Bugün kadın-erkek mahremiyetine dikkat edenleri en çok kınayanlar bunlar… Türlü saçmalık ve hezeyanları kutsamakla gün geçiriyorlar. Dinin gücüne değil, gücün dinine tâlipler.

Şimdiki moda da bu… Eskiden Batıcılara yamananlarin yerini bu gibi şaşkınlar aldı. Bunlar sabahtan akşama kâdar Batılı yazarlardan, teorilerden, filozoflardan bahsederler ama bir kerre Rasülullah’tan, ashâbdan, imâmlardan, ehl-i beytten, âlimler
den ve âriflerden bahsetmezler. Zikirleri Heidegger, Kant, Bukowski. Yani kendi düşünceleri, buluşları, hayallerini bile küfürden kurtaramamış bahtsızlar… Hattâ bu “dindar” görünümlüler bir âyet veya hadîs, büyüklerin sözünü duydukları zaman utanmadan “ha, evet aynen falanca Batılı filozofun söylediği gibi” diyorlar. Referans yine Batı… Bunlara İmâm Gazzâlî, İbn Haldün, hattâ Yunus’u bile sormayın, çok alınıyorlar. “Onlarla ne işim olabilir ki” gibilerinden dudak büküp kaş çatıyorlar.

———————————————————-
Maalesef ahlâksızlîk, kişiliksizlik, zulüm ve fitne mübah görülüyor. Haramı helâl, helâli haram sayan da epey var. Dini bile kâfirlerden öğrenmeye kalkışıyorlar. Örnek vereyim. Bir ilâhiyat fakültesi dergisinde yayınlanan bir makale gördüm. Bir akademisyen, Hacc Süresi’nin Mekke’de mi, Medine’de mi nâzil olduğuna dair makale yazmış. “İlmî” değil ama “bilimsel” makale olduğu için elbette üslübu Batılı… Yazma tarzı, yazının yapısı, kullanılan argümanlar hep öyle… Hemen dipnotlarına bakıyoruz. Yazar Kur’ân’ın tefsiri hususunda danışılması gereken yaklaşık yetmiş kaynak zikretmiş. İnanmayacaksınız ama bunların içinde bir tane bile Müslüman âlime ait eser yok Hepsi gayrimüslim isimler… Yani, bu kişi bize şunu demek istiyor: “Kur’ân’ı, Rabbimizin kastinı bile Batılı kâfirlerden öğrenmeliyiz.”

İkinci örnek bir ilâhiyat fakültesinde tefsir bölümü başkanlığı yapmış bir akademisyenin yazdığı makale… Konusu hâşâ “Kur’ân’ı efsânelerden arındırmak” Bu adam da kalkmış, Alman bir Hıristiyan teologun İncil’deki kıssaların gerçekliğini eleştirmesini örnek almış. Bunu Kur’ân’a uygulamaktan bahsediyor. Rabbimizin Kur’ân’da zikrettiği Hazreti Adem’den tutun Hazreti Ibrâhim’e, Hazreti Yüsuf, Hazreti Nüh, Hazreti İsâ ve Hazreti Meryem (as) gibi pek çok kıssaların “tarihsel gerçekliği olmak zorunda olmadığını” söylüyor. Yani kısacası hâşâ “Allah uydurur” diyor. Bu adam yıllarca bir televizyon kanalında güya tefsir dersleri yaptı. Kendisine bu imkân, “dindar” görünümlülerce verildi.

———————————————————-
Bağ sadece zaptetmek için değil, mensubiyet için de geçerlidir. “Mensubiyet” kelimesi “bağ” anlamı taşıyan başka bir kelime olan “nisbet” ile aynı kökten gelir. Nisbet, neseb, intisab ve münâsebet hep aynı kökten türemiştir. Allah’a bağlanmak asıl nisbettir. O yüzden her şeyimizi o nisbete göre yaparız. Nisbet, münâsebet oluşturur. Yani bağ aynı zamanda ilişki demektir. Kulun Allah ile olan bağı onun diğer bütün varlıklar ve insanlar ile olan bağlarını da belirler. Kul, Allah’in bildirdiği, sevdiği, emrettiği şekilde bağ kurar. O hâlde bizim müminler, kâârler, okuduğumuz kitap, gittiğimiz okul, ilgilendiğimiz soyut konular, yaptığımız ticaret, çiçek, ağaç, masa ve sandalye ile olan ilişkimiz de Allah ile olan bağımıza göre şekillenir. Bu bağ hürmet, ikram, hukuk, sorumluluk getirir. Kısacası, kul Allah’a bağlanan her şeye, her şeyin hakikatine bağlanır. Zira Tek Gerçek olan Mevlâmızdır.

Bu bağın farkına varan anlar ki her şeyin her şey ile bir bağı vardır. Çünkü her şeyin her şeyi yaratan Allah ile bağı vardır. Buna “tevhid” denir. Evet, tevhid Hakk’a bağlanmak ve her şeyi Hakk’a bağlamak demektir.

Rabbimiz bizi O’na hakkıyla bağlanan ve bu bağın üzerine titreyenlerden eylesin.

———————————————————-
Biz Rabbimize yaradılış bağıyla bağlıyız. Bu, bağı gören için olsun, görmeyen için olsun böyledir. Rabbimizle ahdimizi kalû belâda yaptık O ahde vefâ gösteren mümin olur. Söz, ahid, akid, vefâ bunlar da hep bağ bildiren kelimelerdir. Yaradan’ın Rasül’üne de bağlıyız. O Rasül’ün “vârisim” dediği Rabbânî âlimlere de bağlıyız. Ilim vârislerine olduğu kadar, irfân vârislerine de… Çünkü bilenler asla bilmeyenler ile bir tutulamaz. Ancak gerçek bilenlere bağlanarak gerçek bilmek, yani irfân yolunda adım atabiliriz. Onlara bağlanmak demek, onlarla nisbet kurmak anlamında “intisab” demektir.

Kişi, neyi sevip ittibâ ederse ona bağlanır. Demek ki muhabbet ve aşktan daha kuvvetli bir bağ yoktur. Allah ile olan bağımız sadece mecburiyet bağı değildir, muhabbet bağıdır. Kendini Yaradan’a, O’nun sevgilisi Rasül’üne ve O Rasül’e bağlanmış olanlara muhabbetle bağlayanlarin mensubiyeti tam olur. Bu Hak zincirine bağlanınca mümin kendini zamanın, nefsin, şerli insanların, şeytanın iğvasına kapılıp yokluğa savrulup uçup gitmekten kurtarır.

———————————————————-
Aklın işi şeyler, olaylar ve olgular arasında ilişki kurmaktır. Bunun için sebep ve sonuçlara bakar. Her yeni gördüğünü, bildiğini, yaşadığını kendindeki bilgi ile bağdaştırmak ister. Yani “bağdaştırmak” da “bağ”ı gerektirir. Zaten “sebep” kelimesinin bir kök anlamı da “ip”tir. Demek ki sebepler de birer bağdır. Onlar ise şeyler, olayları ve olguları bir zincir gibi dizer. Sebepler neticelere bağlanır. “Netîce” kelimesi ise kök anlamında “döl, hayvanın yavru doğurması” demektir. Bu kavram da bir bağ, dolayısıyla bağlayan, bağlanan ve bağ ilişkisi içerir. Veya sebep, sonuç ve araç ilişkisi…

Kişi aklıyla bağlayarak ve bağlanarak yaşar. Bildiği ve bilmediğini bağdaştırarak anlamlar kurar. Bu bağlama ve bağlanma Hak için ve O’nun emrettiği biçimde olduğunda elde edilen bilgi “hikmet”tir. “Hikmet” kelimesinin kök anlamlarından birisi “ata vurulan gem”dir. Bu da bir bağı ifade eder. İnsanın düşünce, irade ve kuvvetini bir ata benzetebiliriz. Bu üç nimet bir binittir, araçtır, imkândır. Hikmet bu üç gücü Hak yolunda dosdoğru götürmek, ata da zarar vermeden, onu emanet gibi görerek hakkını gözeterek onu kullanmak, ondan istifade etmek, onu kontrol etmek demektir.

———————————————————-
Allah’ı inkâr edenlerde de akıl vardır ama o akıl bir tür akıldır. Ona “hesapçı akıl” denir. Hesapçı akıl Hakk’ı tasdike değil, nefsi tasdike çalışır. Zaten Kur’ân’da pek çok yerde geçen “Akletmez misiniz?” türünden uyarılara maruz kalanlar genellikle kâfirlerdir. Çünkü onların aklı hidâyete ermediği için, yani kendini Yaradan’ı tasdik etmediği için “kalbin aklı” olamaz. Meselâ Ebu Cehil’in işini görecek, okuma yazma öğrenip kitaplar okuyacak, diller öğrenecek, edebiyat ve tarih konusunda bilgi biriktirecek kadar aklı vardı. Ama ona hidâyet lutfedilmediği için fıtrî aklı, yani kalbin aklı açılmadı. Nefsânî akılda kaldı. Nüranî akla, yani iman eden herkeste ânında bir gonca gibi açılan, insanı insan yapan kalbin aklına erişemedi. 0 kuru aklı benliğinin, bencilliğinin, giderek “ben”e tapmasının aracı hâline geldi. Hâlık’a, hulka, hilkate ve dolayısıyla ahlâka ihanet etti. Yani Yaradan’a, yaradılışa, kendine… Bu her kâfir için böyledir.
———————————————————-
Kulluk bir ayrıntı, aksesuar veya hobi değildir. Her sıfat, meslek, iş, yol kulluğa tâbidir. Artık kendimize gelelim. “Kendimiz” dediğimiz “Allah’ın kulu”dur. Bizim unvânımız da, şânımız da, farkımız da budur.

Muhammed Ali

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir