Hasan-ı Basri’nin Düşüncesinde Ahlak

111979-300x150 Hasan-ı Basri'nin Düşüncesinde Ahlak

Ahlak

Hasan-ı Basri’nin düşüncesinin konusu, düşündürücü olan her şeydir: insanın sonluluğu, kalıcı olanı arayan insanın dünya hayatının geçiciliği,[24] insanların umursamazlığı, olup bi­ten olaylar, kendi döneminde yaşayan insanların birbirleriyle ilişkilerini tayin eden temel saikler, toplumsal gidişat, bu gidi­şat içinde idarecilerin yeri, idarecilerin sorumsuzluğu ve zulmü. O, yaşadığı hayatla sıkı irtibat içindeki olup biteni, kendisinin ötesinde bir şeyin alameti olarak görüp düşüncesinde bu alame­tin anlamını tespit etme gayretindedir. İnsanın görebilmesi için önce olup bitene bakması (nazar) gerekir. Yalnız bu bakış, olup bitenin kendisinin ötesinde başka bir şeyin delili olduğunun far­kında olan bir bakış olmalıdır ki görünenin arkasındakini fark edebilsin. Bunu ise tefekkür ve itibar sağlar. Ancak bundan son­ra olup bitenin arkasındaki mana görülebilir. Olup bitenin dela­let ettiğini tespit etmek, Hasan-ı Basri’nin düşünceden bekledi­ğini karşılamaz. Sadece görmek amacıyla bakmak, kendi başına yeterli değildir. Düşündürücü olanı görenin, buna sabretmeyi bilmesi de gerekir. Görebilen ancak sabredemeyenler, düşünce yönünden bu eksikliği hüsranla öderler. O, bir sözünde düşün­cesinde takip ettiği yolu kısaca şu şekilde ifade etmiştir: “Allah, nazar eden ve tefekkür eden, tefekkür ettiğine itibar eden, itibar ettiğini gören, gördüğüne de sabreden bir şahsa rahmet etsin. Bazı toplumlar gördükten sonra sabretmedikleri için kalplerine korku girdi ve istediklerine ulaşamadıkları gibi ayrıldıklarına da dönemediler. Böylece dünya ve ahirette hüsrana uğradılar ki bu çok açık bir hüsrandır.”[25] Bu yolun gereğini hakkıyla yerine getiren insanlar, Hasan-ı Basri’nin dilinde âlimlerdir. Hasan-ı Basri’ye göre âlimin ayrıcı özelliği, ortaya çıkacak fitneyi gelme­den önce fark etmektir. Bir âlim, olayların gidişatını bir anlam­da okuyarak bir fitnenin ortaya çıkacağını görebilir. Fitne orta­ya çıkıp neticelerini geride bıraktıktan sonra, olup bitenin fitne olduğunu tespit etmek, cahillerin işidir.[26] Fitnenin görünür bazı alametleri vardır. Bunlar arasında ondan nakledilenlerden ikisi, insanların Allah’a isyan etmeleri ve vazifelerini yapmakta gevşek davranmalarıdır.[27]

Hasan-ı Basri’nin düşüncesinin en önemli konusu insan ve onun bu dünyadaki hayatıdır. İnsan doğar, yaşar ve ölür.[28] İnsanın doğması ve ölmesi önemli olsa da bunların gerçekleş­mesinin amacını teşkil eden, insanın bu dünyada geçirdiği, daha doğrusu geçirmek zorunda olduğu hayatıdır. Hayat ise bir taraf­tan mühlettir, belirli bir süre devam eder ve biter.[29] Devam eden insan hayatı, onun fiillerinin toplamıdır. İnsanın yaşaması de­mek, bazı davranışlarda bulunması demek olduğuna göre, amel, insanın dünyadaki hayatının mahiyetini teşkil eder. Bundan do­layı insanı en fazla ilgilendiren konu, esasları ve neticeleri yönün­den onun davranışlarını kendisine konu edinen ahlaktır. Ahlak, Hasan-ı Basri için, neyin iyi neyin kötü olduğunun tartışıldığı nazari bir alan değildir. Onun ifadesinde söz konusu olduğu hâ­liyle ahlak, her şeyden önce insanın, içinde yaşadığı dünyanın ve hayatın anlamını sorgulaması ve bunun zorunlu olarak ortaya çıkardığı, kendisini davranışlarda izhar eden bir şuur hâlidir. Bu hal, insanın etrafında olup bitene anlamak amacıyla bakmasını(nazar), baktığını görerek anlamını tespit etmesini ve bu tespitin gereğini bilfiil yerine getirmesini ifade eder.[30]

Böyle bir hâlin esas dayanağını ise insan hayatının an­lamsız değil, bir imtihan, bir çeşit denenme süresi olduğunun fark edilmesi teşkil eder. Bu hususu o, “ibtila” kavramıyla ifade eder. Hasan-ı Basri’nin düşüncesinde ibtila, dünya hayatı içinde Allah’ın verdiği nimetlere bağlı olarak anlam kazanan bir kav­ramdır.[31] Her nimet, yüce Allah’ın insandan beklediği bir neti­ce (tibaa) ile alakalıdır.[32] İbtila, insana verilenle gerçekleşir. Her insan kendisine verilenle kurduğu alakaya bağlı olarak imtihan şartlarını yaşar. Zenginler zenginlikle, fakirler fakirlikle, başka özellikleri olanlar (sıhhat, ilim, hastalık, kötü komşu vs.) da bu özellikleriyle ibtila edilirler.[33] Bu dünyada kendisine az verilen insanların imtihanı, verilenin azlığına bağlı olarak daha az çetin geçecek demektir ve asıl olarak bu, onun hayrınadır. Mesela zen­ginliği bir ibtila vesilesi ve artan zenginliğin ise bu ibtiladaki çe­tinliğin artması olduğunu fark etmeyen birisi, bunu ya görüş ya da din ve akıl eksikliğinden bir hayır zanneder. Hâlbuki insana mal ve mülkün az verilmiş olması, onun imtihanının diğerlerine göre en azından bu hususta daha az çetin geçeceği anlamına ge­lir ki bu, aslında onun hayrınadır.[34] Onun ibtila ile de bağlantılı olarak ifade ettiği sorumluluk, insanın kendisine verilene hâkim olması, onun hükmü altına girmemesi şeklinde özetlenebilir. Bunun en önemli işareti ise, Allah’ın verdiği nimeti Allah’a ita­at için kullanıp masiyet için kullanmamaktır.[35] Zenginlik, mal, mülk; insan ona sahip olduğu müddetçe müspet bir anlam ifade eder. İnsan ona teslim olduğu andan itibaren de ibtilanın kay­bedilmesi ve insanın hüsrana uğraması kaçınılmazdır. “Dirhem ve dinar, onlardan ayrılmadıkça sana faydası olmayan iki kötü arkadaştır/’[36]

Mal ve mülk, ona göre biriktirmek için değil, in­tak için anlamlıdır ve onların insana veriliş amacı, infak şeklinde gerçekleşmesi beklenen bir imtihana matuftur.[37] Dirhem ve di­nar, hayır yollarında harcanmadıkça, hem dünyada işe yaramaz bir yığından ibarettir hem de harcanmayıp elde tutuldukları için insana sahte bir güvenlik duygusu veren bir yüktür. Diğer taraftan onlar, elde tutularak veriliş amacına uygun olarak har­canmadıkları için de dünya hayatında gereksiz bir dizi meşgale ortaya çıkaracağı gibi, gerçek hâliyle ahirette ortaya çıkacak olan netice, ibtilanın kaybedilmesi olacaktır. Bundan dolayı, “akıllı müminin Allah’ın kendisine ihsanını artırdığı ölçüde havfı da artar.”[38] Çünkü kendisine verilen mal, ibtila şartlarının daha da çetinleştiği anlamına gelmektedir. Bundan dolayı bunun farkın­da olanlar, mümkün olduğu kadar kendilerine verileni infak ederek bu dünyadan ayrılırken, mümkün mertebe ellerinde mal olmadan ayrılmaya dikkat ederler.[39] Mümin ile münafık arasın­daki fark da burada ortaya çıkar. Mümin ne kadar infak ederse etsin, intakının Allah tarafından kabul edildiğini kesin bir şe­kilde görmeden, ki bu ahirette olacaktır, rahat olmaz ve sürekli kurtulamamanın kaygısını taşır.[40] Buna karşılık münafık, kendi günahından önce başkalarının günahına bakarakz kendi güna­hının diğerleri yanında bir hiç mesabesinde olduğunu zanne­dip, Allah’ın rahmetinin bol olduğunu ve kendisinin nasıl olsa affedileceğini düşünerek rahat bir şekilde kötülükleri işlemeye devam eder. Bundan dolayı akıllı mümin, kendisine verilen malı mümkün mertebe az süre elinde tutan kişidir.[41] Bu bir anlamda imtihan için kendisine verileni, verenin arzusu doğrultusunda kullanmak ve böylece ibtilayı başarıyla vermektir.

Hasan-ı Basri’nin “bilgi” dediği şey, şahsi ve ahlakidir. Bilginin konusu hem birer birer olgular ve olaylardır hem de bü­tün bu olup bitenin bütünüdür. Bilginin esasını insanın yönelişi (teveccüh) teşkil eder.[42] Bu yönelişte en güvenilir dayanak, dün­yanın geçiciliğinin farkında olunmasıdır. Hasan-ı Basri için dün­ya, insanın içinde bulunduğu bir ilişkiler ağıdır. Bu ilişkiler ağı içinde sonu kaçınılmaz olarak ölüm olan insan, ona verilen ni­metler ve bu nimetler arasında gerçekleşen ibtila vardır. Dünya, insan için dünya hayatından ibarettir, insanın dünya hayatı, ne kadar uzun olursa olsun sayılı anlar[43] [44] [veya günlerden ibaret olduğu için, her an bir defalıktır ve bu defa bir daha olmaya­caktır. Çünkü an, kabalığı olmayan bir imkândır, imkânı gerçek hâline getiren davranışlardır. Her an, o ana denk düşen davranış için bir imkândır. Anın gerektirdiği davranış gerçekleştirilmişse gerçekleştirilmiştir, yoksa telafisi mümkün olmayacak şekilde geçmiştir. Sonra gelecek olan her an, kendisiyle ilgili başka bir davranışı gerektirdiği için, tamamen kaybedilmiştir. İnsan haya­tı genelde bir yöneliştir ve bu yönelişin ifadesi olan davranışlardan ibarettir. Burada önemli olan, bütün bunların anlık ve geçici olmasıdır. Kısaca insan hayatı, yanı dünya,geçicidir

Dünyanın geçiciliği, kendinde bir geçiciliktir. Allah, insa­nın yaptığı her şeyi, bütün incelik ve teferruatıyla bildiği için, O’nun bilgisi olarak, farklı bir şekilde varlığını devam ettirmek­tedir. Anlar, onlarda gerçekleştirilmiş fiiller olarak, Allah’ın il­minde bulunmaya devam eder. İnsan açısından bu, söz konusu bilginin, ahiretteki şartlar olarak karşısına çıkacağıdır, insan açı­sından kesin olan, buraya kadar olan kısımdır. Bundan sonrası, yani Allah’ın yapılan iyi davranışları kabul edip etmediğine dair kesin bir bilgi, dünya hayatında mümkün değildir. Bu durum, insanın huzursuzluğu ve kaygılı olması için yeter nedendir. Bunun farkına varmış olan bir mümine hüzün yaraşır.

Hasan-ı Basri için ölüm, bir son değil, belki varoluşun farklılaşarak devamıdır.[45] [46] Bu anlamda ölüm, insanın hayatın­da karşılaştığı bir dizi meşakkatten kurtularak rahatlamasıdır. Gerçek ölüm, dünya hayatını yaşarken insanın havf ve recadan uzaklaşması, yani mutlak anlamda kaygıların bütününden kur­tularak kendisini esassız bir rahatlığa kaptırması veya hayattan ve Rabbinden umudunu kesip özünü karartarak umutsuzluk hâline düşmesidir. İnsanın dünyadaki hayatiyeti, ne Rabbinin rahmetini kendisine mutlak bir garanti verilmiş gibi görmesi ne de O’nun rahmetinden umut kesmesidir.[47] O’nun gazabından korkup (havf) rahmetine umutla bağlanarak hiçbir şeyin mutlak olarak ne kaybedildiği ne de kazanıldığının farkında olarak ha­yatını sürdürmesidir. O bir şiirde bunu açıkça şöyle ifade eder: “Ölerek rahata kavuşan, ölü değildir; ölü, yaşayanları ölüsüdür. Ölü, umutsuzluğa düşmüş, gönlünü karartmış ve Rabbinden umudunu kesmiş olandır.”[48] Başka bir sözünde de “helak ola­nın niçin helak olduğu değil, kurtulanın nasıl kurtulduğu bizi ilgilendirir”[49] demesi, insanın helak olmakla ne kadar yüz yüze olduğunun, buna karşılık, kurtuluşun öyle zannedildiği kadar kolay olmadığının ifadesi olarak anlamlıdır. Yine aynı şekilde, “sonunun ölüm, varacağı yerin kıyamet, göreceğinin Cebbar’ın önünde durarak hesap verme olacağını bilen insana, dünyada hasret ve salih amele rağbetten başkası yaraşmaz”[50] demesi, onun hayatta kalıcı olan ile geçici olanın nerede aranması gerektiği ko­nusundaki düşüncesini ifade eder. İnsana yakışan, dayanaksız bir şekilde insanın uyanıklığını yok ederek avunmanın alameti olan rahatlık değil, dayanaklar ne kadar sağlam gözükürse gö­züksün, hâlin inşam yanıltabileceğinin farkında olan hassas bir dikkattir.[51] Dikkat, güvensizliğin değil, güven konusunda insan­ların düştüğü hataların farkında olmanın getirdiği bir tedbirdir. İnsanın dayanaksız beklentilere girmesi, ölçüsüz bir rahatlığı, bu da esası olmayan, tedbirsiz bir hayatı getirir ki bu başlı başına bir hatadır [52] İşte bu düşüncesidir ki ona, insanlarla ilişkisinde nelere dikkat edilmesi gerektiği konusunda şu sözü söyletmiş- tir: “Emniyete kavuşuncaya kadar sana korku veren, sana güven vererek korkuya düşmem engellemeyenden daha hayırlıdır.”[53] İnsanların en sık düştüğü hatalardan biri, kesin olarak bilindiği kabul edilen birçok şeyin, hayatın gidişatı içinde şüpheli bir hâl alabilmesidir. Bunun en önemli misallerinden biri, ölüm konu­sunda kimsenin bir şüphesi olmamasına rağmen, kimsenin onu düşünerek yaşamamasıdır. Herkes ölümün gerçek olduğu konu­sunda şüphe olamayacağını bilir, ancak hayatında ölümü dikka­te alarak yaşayan pek azdır.[54]

İnsanın hayatı çok önemlidir. Hiç kimse başka birinin ye­rini alamaz. Her insan kendi şartlarında ve kendisi için yaşar.[55] Var olan, sadece onun fiilleridir. Öyle olunca da insanın ken­disini bırakıp başkalarıyla uğraşması, başlı başına bir hatadır. İnsanın kendi hayatının bu kadar önemli ve bu kadar problemli olmasına rağmen, insanların büyük bir kısmı, kendisini unutup başkalarının hatalarıyla uğraşmayı tercih eder. Bu, tefekkür ek­sikliğinin, yani insanın kendi geçiciliğini mesele hâline getirme­mesinin bir neticesidir. Ancak bütün bunlar, insanın etrafında olup bitene ilgisiz kalmasını gerektirmez. Etrafında olup biten, onun ibtila şartları olduğu için, onu doğrudan ilgilendirmekte­dir. Bu ilgi, insanın kendi kendisiyle ilgilenmesinin bir netice­sidir, nedeni değil. Her insan Allah ile yaptığı bir akit gereği, doğruyu anlatmak zorundadır.[56] Ancak burada söz konusu olan doğru, insanın hayatında bilfiil yaşayarak geçerliliğini tahkik et­tiği bir doğru olmak zorundadır. İnsan, sadece kendisinin uya­rak gerçekleştirdiği doğrulan anlatabilir. Aksi takdirde söz, fiilin önüne geçer ve insan kendisine verilen anlan sözle boşuna har­camış olur ki Hasan-ı Basri’nin içinde yaşadığı toplumun ayırıcı özelliği budur.[57] Herkes marufu söyler, ancak hayatı münker içinde boğulur. Sözler kalbe nüfuz ederek amel hâline gelmemiş olduğu için, bir yakîni ifade etmez. Hâlbuki insanın, hiç değilse hayatın geçtiğine, kendisine verilen mühletin gittikçe azaldığına dair bir yakîni olması gerekir.[58] Söze boğulmuş bir toplumda ise artık yakîne yer yoktur.

İlim de ibtilanın bir parçası olarak anlam kazanır, ilim bir taraftan çok önemlidir, çünkü “ilim olmasaydı, insanlar hayvan­lar gibi olurdu.”[59] Diğer taraftan tek başına bilgi, gereği gibi amel edilmediği zaman değerli değil, aksine kişinin bile bile hata işle­mesi anlamına geleceği için bir yüktür. İlim de mal ve mülk gibi ibtila vesilesidir. Burada ibtila, maldan daha farklı olarak sadece vermekle, yani başkalarına doğrunun öğretilmesiyle başarılmış olmaz; gereği gibi amel etmek, ilim sahibinin herkesten önce kendisine düşen bir vazifedir. İlmin öğretilmesi, ancak bundan sonra değer kazanır. İlmin bir ibtila vesilesi olması, ilim öğren­mekten uzak durmayı haklı çıkarmaz. İlim öğrenmek, daha çetin bir ibtilayı göze almak anlamına geldiği için hem yükü hem de bunun karşılığında fazileti olan bir vazifedir. Kişi bilmediğini öğrenmek, öğrendiğiyle amel etmek, amel ettiğini de başkalarına öğretmek zorundadır. Eğer ilim böyle bir anlamı haiz olmasaydı, doğruyu öğrenme ve onu anlatma gayreti de anlamsız olurdu. Bir ifadesinde şöyle der: “Eğer Allah ehl-i ilinden misak almamış olsaydı, sorduğunuz şeylerin çoğu ile ilgili olarak size anlattığım hiçbir şeyi anlatmazdım.”[60] Onun ilim ile amel arasında olması gerektiğine inandığı bağ oldukça önemlidir. “Ulemanın ilmini, hukemanın da hikmetini taşımakla birlikte sefihlerin yaşadığı hayatı yaşayanlar”a iyi gözle bakması, bu yüzden mümkün de­ğildi ve insanları bu hususta özellikle uyarırdı.[61] Kalbe ait olan ilmi, lisanda kalandan ayırması ve sonuncusunu Allah’ın insa­nın aleyhine delil olarak kullanacağını[62] vurgulaması oldukça önemlidir.

Hasan-ı Basri’nin ilim anlayışında, kendi başına amaç olan bir bilgi arayışına yer yoktur. İlim her zaman bir şey için­dir. Özellikle, yapılan bir hata üzerine söylediği şu söz, onun bu konudaki düşüncesini ifade eder: “ilmi dini yaşamak için, tıbbı bedenleri tedavi etmek için, nahvi de lisanı güçlendirmek için öğrenin!”[63] Ancak ilmin temel özelliklerinden biri, eğer samimi olarak istenirse, insanı dönüştürdüğüdür. Onun için ilim, zihnin veya hafızanın bir marifeti değil, insanın kendi mahiyetiyle ala­kalı bir şey olduğu için bilgi ile insanın şuur hâli, şuur hâli ile de hayatı arasında doğrudan bir alaka mevcuttur. “Allah için kim ilim talep ederse, zaman içerisinde huşuunda, zühdünde ve te- vazuunda bir değişme olduğunu fark eder.”[64] Hasan-ı Basri’nin bilgi ile amel arasında kurduğu mezkûr alaka, onun neye bilgi dediğini de anlamamıza yardıma olmaktadır. Her şeyden önce bilgi insanı dönüştürür. Bunun ön şartı, bilginin dillerde kalma­yıp kalbe nüfuz etmesidir. Kalp, insanın aslı veya kendisi demek olduğuna göre, bir malumatın bilgi olabilmesi için onun kalbe nüfuz etmesi ve onu dönüştürmesi gerekmektedir. O hâlde bilgi, yaşanmışın bilgisidir, duyulanlara bilgi denilmesi mümkün de­ğildir. Çünkü duyulanlar kalbe nüfuz etmemiş ve sadece insanın dilinde bir mevcudiyete sahip olarak bilgi değerine ulaşamamış olabilir. Kalbe nüfuz eden ve bilgi hâline gelmiş olan, zorunlu olarak insanı dönüştürdüğü için bu dönüşüm, onun fiillerinde kendini göstermeye başlar. Bu noktada iman ile bilgi kesişmek­tedir. işte bu şekilde bilgi hâline gelmiş iman ve iman hâline gel­miş bilgi, semerelerini böyle bir yoldan zorunlu olarak gösterir.

Bu noktada insanın dikkat etmesi gereken hususlar, ahla­ken kötü olanın nefse zulüm ettiğinin, malı çok olanın günahının da çok olduğunun, çok konuşanın hatasının da o oranda arttığı­nın farkında olarak, bunlardan sakınması, yani mümkün olduğu kadar güzel ahlaklı, kendisine verilen malı mümkün mertebe az süre elinde tutması ve mümkün mertebe az konuşmasıdır.[65] Bu noktada akıllı insanın dili, kalbinin gerisinde durur. Konuşmak istediğinde önce düşünür; söyleyeceği şey, söylemesi gereken bir şeyse konuşur yoksa susar. Cahilin dili kalbinin önündedir, o sa­dece ne söylediğine dikkat eder.[66] Güzel ahlakın ölçüsü, Allah’ın insanlara hidayet olarak gönderdiği vahiydir. Allah insanlara verdiğini ibtila vesilesi olarak vermiş, yani onları belirli şartlar­da yaratmış, daha sonra da onlara güzel ahlakı bildirmiştir.[67] İnsanın vazifesi ve hayatının anlamı burada ortaya çıkmaktadır.

insanın Allah ile olan ilişkisi itaattir. Allah’a itaat, onun emirlerine uyma, onun yasaklarından da uzak durma anlamına gelmektedir. Bunun adı ubudiyettir. Ancak insan, yaptıklarının kabul edilip edilmediğini bilmediği için, kabul edilmemesinden bir korku (havf) duyar. Diğer taraftan bu bilgisizlik, mutlak an­lamda kabul edilmediğini de ifade etmediği için, kabul edilme ihtimalinin açık olduğu (reca) anlamına gelmektedir. Bu durum, insanın havf ile reca arasında bir hayat sürmesi gerektiğini ihsas ettirir.[68] Allah korkusu (havf), insanın Onunla ilişki formlarının önemlilerinden biridir. Allah korkusuna sahip olan birisinin, başkalarından korkması için bir neden olmadığı gibi, başka­sından korkanın, başka şeylerden korkmaması için bir neden yoktur. Çünkü “Kim Allah’tan korkarsa, Allah her şeyi ondan korkutur. Kim insanlardan korkarsa, Allah onu bütün varlıklar­dan korkutur.”[69] îtaat güçlü ve zayıfa göre farklılık arz edebilir. Güçlü itaatini, emirleri yerine getirerek gerçekleştirirken, zayıf kötülüklerden uzak durarak veya isyan etmeyerek itaatini ger­çekleştirir. Bu konuda şöyle der: “Azaptan korkanın kötülükten uzak durmaması ve rahmeti umanın hayır işlememesi şaşılacak bir şeydir.”[70]

Havf ve recanın yanında muhabbetullah da insanın Allah ile ilişki şekillerinden birini teşkil eder. Allah’ı seven kişinin, Onun yolunun gerektirdiği zorluk ve yorgunluklardan kaçma­sı, anlaşılır bir şey değildir. O’nu seven, yolunun meşakkatini de sever ve yolun gerektirdiği meşakkati üstlenir. “Rahatlığı seçen cennete nasıl ulaşacaktır?”[71] Allah katindakini tercih eden, eğer bu tercihinde samimi ise, rahatından fedakârlık yapmak, sadece ahmakların bağlandığı kuruntuları ve temelsiz umutlan terk et­mek zorundadır.[72]

İnsanın aldandığı en önemli hususlardan biri, başka in­sanların yaptıklarına bakarak kendisine onlardan delil çıkar­maktır. Başkalarının yaptıktan, doğrunun ölçüsü olamayacağı gibi, tahkik edilmeden benimsenmiş olan herhangi bir tavır da teferruatta doğru netice verir gibi gözükse de yol olarak yanlış olduğu için, esasından bir yanlışa dayanmaktadır. Bu noktada dindarlığın kaynağı, başkalarının fiilleri değil, yüce Allah’ın emir ve nehiyleridir. “Müminler Allah’ın yeryüzündeki şahitle­ridir. Onlar insanların fiillerini gözlemler ve eğer onlar Kitab’a uygunsa Allah’a şükrederler, uygun değillerse onların uygun olmadığını bilerek sapanların sapıklıklarını fark ederler.”[73] Yüce Allah’ın insanların hatalarını hemen yüzlerine vurmayabileceği- ne işaret eden Hasan-ı Basri, bunun duruma göre dünyada du­ruma göre de ahirette gerçekleşeceğine işaret eder. Ancak yüce Allah müdahale etmiyor diye insanların başıboş olduklarını düşünmemek gerekir. Çünkü müminler, yüce Allah’ın şahitleri olarak insanların fiillerini ellerindeki mizana göre değerlendirir ve tavırlarım ona göre alırlar. Müminlerin birbirleriyle olan şa- hit-müşahit ilişkisi, ciddiye alınması gereken bir husustur.[74] Bu noktada o, hayır ehlinin bazı ahlaki hususiyetlerle temayüz ede­ceğini zikrederek bir anlamda hem etrafındakilere nasıl olmaları gerektiğini söylemekte hem de başkalarına insanları değerlendi­rirken bazı ölçüler vermektedir.[75] Müminin, diğer mümin karde­şinin aynası olması[76] iki yönden anlamlıdır: Birincisi, insan ya­şarken etrafında gördüğünden tesir alarak hayatım sürdürür.[77] Bu anlamda insan fiilleri, içinde yaşadığı toplumun bir aynası hüviyetindedir, ikinci olarak insanlar birbirlerini görerek yaptık­larım değerlendirir. Buna göre karşıdakinin iyilik ve kötülükle­rini, belki biraz da dışarıdan bakmaktan kaynaklanan bir şekilde görüp ifade edebilirler. Bu sadece olanı değil, olması gerekeni de ifade eder. İnsanın nasıl gözüktüğünün kendisine gösterilmesi, toplumsal hayatın selameti açısından oldukça önemlidir. Bu sa­yede insanlar birbirlerini karşılıklı olarak kontrol ederek daha hayırlı olana doğru yaklaşma imkânı elde ederler.

İnsanın kendisini kötülüklerden muhafaza edip fazilet­lerle donatması, bütün fiillerin ve tavırların hem esasını hem de neticesini teşkil eder. Buna göre kalbin safiyeti, hareket noktası olduğu gibi insanın bütün fiil ve tavırlarında koruması gereken bir amaçtır da. Kalbin safiyeti, verilmiş bir şey olmayıp kazanı­lıp korunabilen bir hâldir. Bu hâl sadece fiillerle değil, insanın kendisine amaç olarak seçtikleri, umudu ve dayanaklarıyla da alakalıdır. Amaçların mahiyeti, fiiller ne kadar doğru olursa ol­sun, onları amaç açısından vasıta konumuna irca edecektir. Bu şekilde onlara amaç açısından bir anlam yükleyecek ve fiillerin de değerini tayin edecektir. Bağlanılan umutların dayanakları, fiillerin gerçekleştirilmesindeki kararlılığı tayin eder. Bu sebeple amaçların mahiyeti, amaç-umut-dayanak üçgeni içinde gerçek­leşen fiillerin de dahliyle sağlanan kalbin selametini doğrudan tayin eder.[78]

İnceleyin:  Sebilürreşad'dan Elmalılı Hamdi Yazır'a Göre İslami İlimlerin Ruhu ve Tasnif Karakteri

Yüce Allah, insanları, fiilleriyle bilir ve O’nun bilgisi, fiiller olurken gerçekleşir. Allah, insan hakkındaki hükmünü, insanın işlediği fiillerin amaçlarını bilerek verir. Çünkü O hem görüneni hem de gizleneni bilir. O hâlde değerli amel, niyet olarak yüce Allah’ın emir ve nehiylerini, O’nun verdiği ölçüleri dikkate ala­rak gerçekleştirilen ve başka insanlardan ne takdir ne de tekdir beklemeden, onların takdir ve tekdirinin değiştirmediği bir dü­zenlilik içinde gerçekleştirilen fiillerdir.[79]

Hem fiiller hem de fiillerin içinde oluştuğu iç dünyanın Kur’an’a dayanarak ve onunla irtibatlı bir şekilde tahakkuk et­mesi gerekir.[80] Kur’an sadece okunan ve kendisiyle formel bazı ibadetlerin gerçekleştirildiği bir kitap değil, bunun da ötesinde müminin oluşum sürecinin ve bu süreçte kendi kendisini he­saba çektiği bir misdaktır.[81] İnsan her şeyiyle kendisini Kur’an ile hesaba çekmeli ve hesabı önce Kur’an’a vermelidir.[82] Kur’an’ı okurken de okudukları üzerinde tekrar tekrar düşünmeli, o za­mana kadar yaptıklarını, o anki hâlini ve gelecekte yapacakları­nı muhasebe etmelidir.[83] Kur’an okumak, sadece eline mushafı alıp onda bulunan ibareleri telaffuz etmek değildir. Kur’an oku­mak, onunla amel etmektir. Oturup mushafta bulunan ayetle­ri telaffuz etmiş olanlar Kur’an okumuş değildir, aksine onlar Kur’an’dan hiçbir şey okumamıştır. Ne zaman ki onlar hayat­larında Kur’an’daki helalleri helal, haramları da haram olarak uygularlar, o zaman Kur’an okumuş olurlar.[84]

İnsanın Kur’anla karşılaşması ve onu anlayarak ona uyabilmesinin ön şartı budur. “Kendisinin ne olduğunu görmek isteyen, kendisini Kur’an ile karşılaştırsın.”[85] İnsan, kendi kendisini bu şekilde sorguladığı (muhasebe ettiği) sürece doğru yoldadır. Muhasebenin terki, in­sanın sağlam esaslar üzerinde devam edip etmediği sorusunun da terki demektir. Muhasebeyi terk eden kişi, hesabını verme­diği bir yolda bulunmakta, bu ise kendi başına esaslı bir mesele olarak, insanı sağlam dayanaktan mahrum bırakarak sağlam yo­lun terkini birlikte getirebilmektedir. Hesap, yüce Allah tarafından hesaba çekilmeden, her yer ve zamanda verilmeli ve hayat böylece uyanık bir şekilde sürdürülmelidir.[86] Bu ise kelimenin tam anlamıyla insanın her an bir “tecdid-i iman” hâlini yaşaması anlamına gelmektedir.[87] Bundan dolayı insan, Kur’an’a sımsıkı bağlanmak ve Rabbine kavuşuncaya kadar hiçbir şeyden emin olmamalıdır.[88] Çünkü o, sonunda her şeyden hesaba çekileceğini bilir ve bu bilgi ve şuurla hayatını sürdürür.[89] insanın başkala­rını hesaba çekmeden önce, hesaba çekmek istediği konuda ve başka konularda kendi kendisini hesaba çekmeli ve ancak ondan sonra başkalarını hesaba çekmeyi, sorgulamayı düşünmelidir.[90] Çünkü sahip olduğu hatayı, başkalarının yapmamasını söyle­mek, herhangi bir netice vermeyecek bir teşebbüstür, insan, eğer kendi hatasını düzeltirse, farkında olmadan başkalarının hatası­nı da düzeltir.

İnsan, Rabbine itaat etme konusunda birçok engelle karşı­laşır. Bu engeller, kendisinden veya kendi dışından kaynaklana­bilir. Allah’ın emrine itaat konusunda karşısına çıkan engellerle mücadele ve bu hususta ısrar etmeye, Hasan-ı Basri “sabır” de­mektedir. O, sabırda her türlü hayrın anahtarım görür. Ulaşılan her türlü hayır, gereği gibi gerçekleşmiş olan sabrın bir meyve­sidir.[91] Buradan anlaşılan, sabrın sadece bir çeşit tahammül ol­madığı veya her türlü olanı “kader” olarak bilip kabullenmek anlamına gelmediğidir. Sabır iki çeşittir: İyiliği yapma veya kötülükten uzak durma konusunda insanın kendisinden kay­naklanan bazı zorluklara karşı direnmek, diğeri ise bir musibet söz konusu olduğunda onu bir imtihan vesilesi olarak görerek ondan dolayı metaneti kaybetmeksizin salim tavrı muhafaza etmektir.[92] Birinci anlamıyla sabır olmazsa, insanın ahlaki olan varlık kaynağını yok ederek helak olması işten bile değildir, ikinci anlamıyla sabır ise, insanın hem içtimai hem de günlük hayatında karşılaştığı musibetler karşısında nasıl bir tavır alması gerektiğini ifade etmektedir. Hasan-ı Basri’nin ikinci anlamıyla sabrı, özellikle dönemindeki siyasi gidişat karşısında takındığı tavırda gözlemek mümkündür. Bu husus ondan nakledilen şu ifadelerde açıkça ortaya konulmuştur: “Hasan-ı Basri, ‘Rabbinin İsrailoğullarına verdiği güzel söz, sabırlarına karşılık yerine gel­di. Firavun ve kavminin yaptığını ve yükselttiklerini yıktık’[93] ayetini okuduktan sonra şöyle demiştir: Bu ayete inandıktan sonra hükümdara boyun eğen ve zalimden korkanlara hayret et­memek elde değil. Vallahi insanlar ibtila edildiklerinde Allah’ın emrine sabrederlerse, Allah onların her türlü sıkıntısını giderir. Ancak onlar kılıçtan ürkerek korkuya sığınıyorlar. Biz böyle bir ibtilanın şerrinden Allah’a sığınırız!”[94]

Hasan-ı Basri’nin muhatabı insandır. Onun hem sözle­rinde hem de ikili ilişkilerindeki (içtimai ve siyasi mevkisi ne olursa olsun) muhatabı, Allah’ın tek (belki biricik) olarak yarat­tığı ve hayatını her ne kadar çok taraflı ilişkiler içinde sürdürse de netice itibariyle yine de tek başına kalacak olan ferttir.[95] Bu noktada o, kendisini başka insanlardan ayırmaz. Onun, içinde yaşadığı toplumda yaygın olan veya yaygınlaşma emareleri gösteren insan tipini kendi vicdanında temsil ederek, bu temsilde karşısına çıkan insanı kendi düşünce ve sözlerine muhatap al­dığı söylenebilir.[96] Hasan-ı Basri’nin sözlerine ve o sözlerinde ifadesini bulan düşüncesine bugün de geçerlilik kazandıran en önemli husus burada olmalıdır. Hasan-ı Basri’nin muhatabı, far­kında olsa da olmasa da yaşadığı hayattan sorumlu insandır.[97] “Ey Ademoğlu!! Allah’ın haram kıldıklarından uzak durursan abid olursun, Allah’ın sana verdiğine razı olursan zengin’olur­sun, etrafındakilere ihsan edersen mümin olursun, kendin için istediğini başka insanlar için de istersen adil olursun. Gülmeyi azalt, çünkü gülmek kalbi öldürür, bedeni öldürdüğü gibi.”[98] Ulemanın hitap şeklinin ayına özelliğini teşkil eden bu tavır, kendisini erken dönemde en açık şekilde Hasan-ı Basri’nin haya­tı ve sözlerinde gösterir.

Sabrın zıddı, tul-i emeldir. Tul-i emel, insanın kendisini sağlam olmayan dayanaklara bağlayarak esassız bir beklenti içi­ne girmesidir. Bu anlamda tul-i emel, insanın yaptığı kötülük­lerin en fazla ciddiye alınması gereken dayanağıdır. Tul-i emel sahibi, kendisine verilen mühletin sayılı olduğunu unutur. Hep bir gün daha iyi olabileceği umuduyla kötülükleri işlemeye de­vam eder. Hâlbuki mühletin sınırlı olduğu bilinmekle birlikte sı­nın bilinmemektedir. O bir şiirinde bunu şöyle ifade eder: “Sen Nuh’un ömrünü istiyorsun, ancak Allah’ın emri her gece kapını çalmakta.”[99] Bu, insanı, dünya hayatında hayır işleme söz konu­su olduğunda tembelliğe veya beklemeye değil, çabuk olmaya, her fırsatı ganimet bilmeye sevk eder.[100]

İnsanın hem kendisine hem de diğerlerine karşı samimi ol­ması anlamına gelen sıdk, Hasan-ı Basri’nin hem hayatının hem de düşüncesinin en temel ilkesidir. Kendi kendine karşı samimi olmayanın başkalarına karşı samimi olması beklenemez. Sıdk, aynı zamanda, söylenenin yapılması ve sadece yapılanın söylen­mesi anlamında, insanın sözleri ve işlerinin tutarlılığını da ifade etmektedir. Onun sıdkı, onu, başkalarının ona ihtiyaç hissettiği ama onun başkalarına ihtiyaç hissetmediği birisi hâline getir­miştir.[101] Onu anlatanlar, emrettiğini önce kendisinin yaptığını, kötü gördüğünden önce kendisinin uzaklaştığını nakleder.[102] O, insanları sadece sözleriyle değil, bunun yanı sıra amelleriyle de değerlendirmek gerektiğini söyler ve öyle de yapardı. Riya ve ta­sannu, onun kendisinde ve insanlarda görmekten huzursuzluk duyduğu en kötü hasletlerdi. “Yapılması gereken şeyi riya için yapma ve onu başka insanlardan utandığın için terk etme.”[103] Hasan-ı Basri, riya ile medh arasında bir alaka kurar: “Kendinizi övülmekten koruyunuz, çünkü övülmek, öldürülmektir.”[104]

Hasan-ı Basri’nin kendisinde olduğu gibi başkalarında aradığı en değerli şey, salih ameldir.[105] O, dünya ile alakasını kes­miş olan bir insanın, sözlerine dayanarak tanınamayacağını söy­lerken, aradığı temel şeyin amel olduğunu vurgular. İnsan ken­disini attığı nutuklarda değil, yaptıklarında ifade eder. İnsanın fiilleri kendisi hakkında en doğru ve faydalı bilgileri vermekte­dir. İnsanlar ve toplum, netice itibariyle yaptıklarıyla bilinir ve öylece tanınır. O şöyle der: “Bir insan, kendini dünyadan uzak­laştırırsa konuşmalarıyla tanınamaz, biz onu sadece amelleriyle biliriz ki faydalı olan bilgi de budur.”[106] Salih amel, kalıcı olan yegâne şeydir. Burada kalıcılık, ahirette yüce Allah’ın huzuru­na çıkıldığında yanımızda bulunacak şey anlamına geldiği için, Hasan-ı Basri’nin kalıcılık ile neyi kastettiği oldukça önemlidir. “Ey Âdemoğlu! Amelin amelin! Rabbinle hangi hâlde karşılaş­mak istediğine dikkat et!’[107]

İnsanın güvene layık tek dayanağı olabilir ki o da salih ameldir. Bu husus, insanın Râbbi ile ilişkisinde böyledir, çünkü O, güzel sözü ancak iyi bir amele dayandığı zaman kabul edece­ğini söylemektedir.[108] İnsanlar arası ilişkilerde insanların sözle­rinden çok, sözleri ile işleri arasındaki uygunluk önemlidir. İyi nutuklar atmanın hiçbir kıymeti yoktur. Hele hele insanlar hak­kında bir kanaat oluşturmak söz konusuysa, bu durumda söz sadece aceleci ve ne yaptığını bilmeyenler açısından bir dayanak olarak kabul edilebilir. Hâlbuki dikkatli olanlar ve ilişkilerin sıh­hatli bir zeminde davamını arzu edenler, insanların fiilleri ile sözleri arasındaki uygunluğu ararlar. Söz ve iş arasındaki uy­gunluk, güven için yegâne sağlam dayanaktır.[109]

Hasan-ı Basri’nin düşüncesinde kıyamet önemli bir yer tutar.[110] Kıyamet, onun için hem şahsidir hem de genel. Şahsi kıyamet, kişinin dünya hayatının sonudur.[111] İnsanın dünya ha­yatının sonluluğu, tefekkürünün mihverini teşkil eder.[112] “Ne bir canlı dünyaya ne de dünya herhangi bir canlıya kalır.”[113] Bu noktadan hareketle hem insan hayatının kıymetini hem de insa­nın sorumluluğunu temellendirir. İnsan kendi sorumluluğunu, yaşadığı hayatın sonluluğunda bulur.[114] Hayatın sonlu ve insa­nın da yaşadığı hayattan sorumlu olması, biribiriyle derinden alakalıdır. İnsan yaşadığı hayattan sorumlu olmasa, hayatın sı­nırlılığı ve dolayısıyla kendisi anlamsız kalacaktır. Hayat sınırlı ve sonlu olmasa, sorumluluk esastan yoksun olacak, yani insan sorumluluğunu fark edecek dayanaklardan yoksun kalacaktır. Gerçek anlamıyla sorumluluğun mahiyeti, ölümden sonra insa­nın amellerinden başka şahidinin olmadığı şartlarda Rabbine ya­şadığı hayatın hesabını verdiği an ortaya çıkacağı için,[115] insanın bu hesap hâlini hayatının esasına yerleştirmesi ve bunu hesaba katarak yaşaması gerekir.[116] insanın varlık nedeni ve hayatının anlamı da burada ortaya çıkar ki kendisine verilen mühlet içinde her anı bir vesile olarak addedip bunu değerlendirmek, yaşanma imkânı verilen her anı hayır işlemek için en son fırsat olarak ka­bul etmek, bunun neticesidir.[117]

Hasan-ı Basri için her insanın hayatı yalnız ona ait olduğu için, her insan birdir ve biriciktir. Her insan tek başına ölecek, tek başına dirilecek ve tek başına hesap verecektir. Bütün insanlar Allah’a itaat etse de sadece bir kişi Allah’a isyan etse, diğerlerinin itaatinin ona bir faydası olamayacağı gibi, diğerlerinin isyan et­mesi de onun itaatine bir zarar veremeyecektir. O hâlde, insanın her şeyden ve herkesten önce kendisine ve kendi hayatına dikkat etmesi gerekir. Çünkü o hayat onun hayatıdır, fiiller onun fiili­dir, bunların karşılığını da sadece o görecektir. Bu noktada insa­na düşen, nefsini vaiz yapmak, düşüncesini amelinin bir parçası kılmak, hâlini hatırdan çıkarmamayı sağlamak ve kendi kendini hesaba çekmeyi en önemli ilgi alanı hâline getirmektir. Bunun neticesi de her işi vaktinde yapmak, hevaya uymamak, gafletten kurtulmak ve dayanaksız beklentilere girmemektir.[118]

Ölüm, dünya hayatının tartışılmaz en önemli hakikati­dir.[119] Ölüme göre yaşanılan hayat, geçici ve sürekli değişen, ken­dinde hiçbir sabitesi olmayan bir dizi olaydan ibarettir. Ölüm, bütün bu geçiciliklere konulan tayin edici bir noktadır, insanın dünya hayatı, bu hayatı teşkil eden iyi veya kötü fiilleri olarak ancak bu noktadan sonra, insanın karşısına gerçek mahiyetiyle çıkacaktır.[120] Ölümden sonra yanılgı ve yanılma ihtimali yok­tur. İmtihan, bu noktayla biter. İnsan hayatının sonlu ve sınırlı olması, insanın dünyadaki konumunun farkında olması açısın­dan hiç unutmaması gereken en önemli husustur. Sonluluğu ve sınırlılığı olana bağlanamayış, insanın hayatının trajik tarafını teşkil ettiği için, bunun farkında olan bir müminin hâli, sürekli hüzündür.[121] Bundan dolayı, ölümün zikri (hatırlanması), “vazların vazı, yani en tesirli vazdır.”[122] Hüzün bir hâl olarak amaç değil, insanın sonlu ve sınırlı oluşunu fark etmesinin sadece bir göstergesidir. Hüzün, bir hâl olarak, sorumluluk şuurunun sür­mesinin ve sorumluluğun gereğinin yapılmasının en önemli saiki olarak salih amelin dayanağıdır.[123] Çünkü her insan, geçmiş günahlarının yükünü taşıdığı gibi, gelecekte de uyanık olmazsa işleyebileceği hataların önünde bulunmaktadır. Mazi ve istikbal arasındaki bu kaygı, hüznün de beslendiği uyanık kalma hâlini ifade eder.[124]

Hasan-ı Basri’nin, kıyameti, cehennem ve cennet ile birlik­te düşünüp bunların da insanın amelleri neticesinde her insan için ayrı ayn teşekkül ettiğini kabul etmesi; ahireti, dünya dışı bir durum olarak değil, dünyadaki hayatın doğrudan yansıması olarak görmesini de birlikte getirmiştir.[125] Bundan dolayı, yaptığı iyiliklerden daha çok, yaptığı ve yapması muhtemel hatalar onu daha fazla meşgul etmiş, onu başkalarından daha çok kendisiyle ilgilenmeye sevk etmiştir. Cehennemden bahsedildiğinde, muh­temel cehennemliklerden biri olduğunu düşünmesi ve bundan dolayı bir hüzün hâlinde bulunması, ona cennetin mevcudiyeti­ni unutturmamıştır. Bundan dolayı o, cennet umudu ile cehen­nem korkusu arasında bir hayat geçirmiştir.[126] Her vesileyle bu hususu başkalarına hatırlatmaktan geri durmamıştır.[127]

Hasan-ı Basri için iman, bazı formüllerin kabul edilmesin­den ibaret ideolojik bir tavır değil, nihayetinde bir fiildir. Bu fiil, hem kendisi kalbin bir fiili olarak sürekli gerçekleşerek varlığını korumakta hem de amelî hayatta başka insanlara varlığını gös- temektedir.[128] İmanın emniyet ve güvenle, İslam’ın da selamet ve teslimiyetle alakasına dayanarak, komşu ile güven ilişkisini sağlayamamış olan birisinin “İman ettim” demesinin mümkün olmadığını söyleyebildiği gibi, insanların şerrinden salim olma­dığı insanların da kendisine Müslüman demesinin zorluğuna işaret eder.[129]

Hasan-ı Basri’nin zenginlik karşısındaki tavrı, onun fa­kirliği övdüğü ve arzu edilir bir hâl olarak gördüğü anlamına gelmez. Onun için mesele, mal ve mülk ile birlikte gelen imtihan konusunda insanları uyarmak ve onların mal ve mülk kadar fa­kirliğin de kendinde değerli olmayıp ibtila şekli olduğu konu­sunda uyanık kalmalarını sağlamaktır.[130] Bundan dolayı o, helal yoldan kazanılmış dirhemi, en kıymetli şeyler arasında sayar.[131] Kendisine, kendini ibadete verenin mi yoksa ailesinin geçimi için gayret sarf edenin mi daha faziletli olduğunu soran birisine, iki­sinin de itidal içinde olmadığını söylemesi,[132] onun hem ibadet hem de geçim için çalışmanın belirli bir oranda, biri diğerinin aleyhinde olmaksızın yapılması gerektiği kanaatinde olduğunu ifade etmektedir.

*

Hasan-ı Basri’nin tevekkülü, olup biteni olduğu hâliyle, hakkında hiç düşünmeden kör bir şekilde kabullenmek anlamı­na gelmez. Tevekkül, her şeyden önce özel bir bilme yolu ile bili­nen ve fark edilen halk’a [yaratılana] rıza anlamına gelir.[133] Bunu sabır ile bağlantılı olarak şu şekilde ifade eder: “Allah, nazar eden ve tefekkür eden, tefekkür ettiğine itibar eden, itibar ettiğini gö­ren, gördüğüne de sabreden bir şahsa rahmet etsin. Bazı toplum­lar gördükten sonra sabretmedikleri için kalplerine korku girdi ve istediklerine ulaşamadıkları gibi ayrıldıklarına da dönemedi­ler. Böylece dünya ve ahirette hüsrana uğradılar ki bu çok açık bir hüsrandır.”[134] Bu ifadelerden anlaşıldığı kadarıyla Hasan-ı Basri, olup bitenin mahiyetinin kavranmasını ve her şeye rağ­men doğrulardan vazgeçilmemesi gerektiğini vurguluyor. Olup bitenler ne kadar aleyhte gözükürse gözüksün, doğru üzerinde ısrar, olup biteni tanımak ve tanınan gidişat içinde doğruya ge­çerlilik yollan açmak için uğraşmak, hüsranı önleyecektir. Aksi takdirde hem dünyanın hem de ahiretin kaybedilmesi işten bile değildir. “En faziletli amel, tefekkür ve dikkattir. Hayatı böyle olanlar kurtulur, böyle olmayanlar ise böyle olup olmadıkları hususunda kendilerini hesaba çekip hayatlarını gözden geçir­sin.”[135] Hasan-ı Basri’nin kendisinden bahsettiği tefekkür, bir çe­şit muhasebedir. O bir sözünde bunu şöyle dile getirir: ‘Tefekkür bir aynadır. Sen onda iyilikler ile kötülüklerini birbirinden ayı­rırsın. Ona kim dayanırsa kurtulur, kim de tefekkürden gafil olursa aldanır/’[136] Hem tevekkül hem de sabır, körü körüne bir teslim oluş değil, fark edilen ilahi takdire teslim olarak katılma anlamına gelmektedir. Sabır, insanın acil isteklerini, daha sonra­sını hesaba katarak kontrol altında tutması ve gerektiğinde on­lardan vazgeçmesidir. Hasan-ı Basri’nin, sabrın katlanılması zor şartlara katlanarak hayırdan vazgeçmemek olduğunu vurgula­ması, onun sabrı, hayra ulaşma konusunda sağlam bir yol olarak gördüğünü gösterir.[137] O, doğrunun her halükârda savunucusu ve bilfiil tatbikçisi olarak, tevekkül ve sabrı da bunun bir yolu olarak görmektedir. Hasan-ı Basri, meşru yollardan kazanmanın ibadet olduğunu vurgulayarak çalışmayı teşvik ederken, ihtiyaç­tan fazlasının biriktirilmesini doğru bulmaz. Çünkü kazanılmış olan mal, ihtiyaç fazlası para; faydası olmayan, aksine insanı kendisine bekçi yapan bir yüktür. İnsan ile Rabbi arasına girer ve böylece insanı kendisine hizmetçi kılar. İnsan, malın faydası­nı, ondan ayrıldığı, onu sarf ettiği zaman görür ki bu fayda hem dünyada hem de ahirette görülebilir.

Hasan-ı Basri’nin dünya-ahiret ilişkisiyle ilgili olarak te­mel düşüncesi, dünyadan vazgeçmek değildir.[138] O ne yeme içme ne de kılık kıyafet konusunda bir zahit hayatı yaşamamış­tır. Hem yemeği hem malı mülkü olan hem de kılık kıyafetine dikkat eden, ancak bu hususlarda dikkatli davranan bir insan­dır.[139] Etrafında kılık ve kıyafetine dikkat etmeyerek bunu bir çeşit dünya hayatını değersiz kabul etmenin alametiymiş gibi göstermek isteyenleri ikaz ederek bunun bir riya şekli olduğu­nu söylemiş, insanların görünüşlerini başkalarının gözünde din­darlık ve ahlaklılık alameti gibi sunmalarım tasvip etmemiştir.[140] Bundan dolayı o, inziva hayatı yaşamamış, inziva hayatım teş­vik de etmemiştir. Bir Müslümanın ihtiyacım gidermenin bir ay itikafa girmekten daha hayırlı olduğunu[141] söylemesi de bunu ifade eder. Ancak dünyayı, ahireti unutarak kendi başına amaç olarak görmek, onun gözünde insanın düşebileceği en büyük felakettir ve münafıkların vasıflarındandır.[142] Hasan-ı Basri’nin di­linde dünya hayatını kendi başma bir amaç olarak görmenin adı, dünya sevgisidir (hubbu’d-dünya). Dünya sevgisi, hem dünyayı gereği gibi tanımama anlamına geldiği için[143] bir cehalet eseri­dir hem de başka bir dizi kötülüğe veya günaha kaynaklık ettiği için büyük günahlardan biridir. Hatta dünyayı kendi başına bir amaç olarak görmekten daha büyük bir günah yoktur.[144] Çünkü putperestlik ve Allah’a isyanın gerçek nedeni, dünyayı ve dünya hayatını geçid bir deneme yeri ve orada insana verilenin sadece bir denenme vasıtası olduğunu unutarak onlara kendi başına bir kıymet vermekten ibarettir. Mümin bu dünyada gariptir. Onun asıl vatanı ahiret olduğu için bunu fark etmek ve bununla ya­şamak ona yaraşır.[145] Ahiret, dünyada, dünyanın uhrevi hesabı dikkate alınarak yaşanmasıyla insanın hayatına girer[146] ve böyle- ce insanın sorumluluk şuuruyla yaşamasını sağlar.[147]

Ahiret amaç, dünya ise vesiledir. Vesilesiz amaca ulaşıla­mayacağına ve vesileyi terk etmek mümkün olmadığına göre, in­sanın dünyada ve dünya içinde kendisine verilen mühlet kadar kalması zorunludur. Ancak dünyanın, yani vasıtanın, kendi ba­şına amaç olmaması gerekir. İnsanın geçici bir vasıtadan ibaret olan dünya ve dünyevi olana bağlanması, düşebileceği en bü­yük yanılgıdır. Bu yanılgının farkına bu dünyada varmayanlar, ahirette varacaklardır ki bu artık geç kalmış bir farkına varıştır. Dünyayı dünya olarak bilmek ve onun insan hayatında edinme­si gerektiği kadar yeri olmasına dikkat etmek, Hasan-ı Basri’nin hem kendi hayatında takip ettiği hem de vaaz ve hutbelerinde in­sanlara anlatarak uyardığı önemli hususlardan biridir.[148] Ahiret hayatını göz önünde bulundurarak yaşayanlar, dünya hayatın­dan bir şey kaybetmezler. Ancak dünya hayatını kendi başına amaç olarak seçenler, ahireti temelli kaybederler.[149]

Hasan-ı Basri’nin hayatında kendi kendini hesaba çekme­si, hayat anlayışının ve yaşadığı hayatın mihverini teşkil etmiştir. Kendisini evinde ziyaret edenlerin naklettikleri hâli, bu konuda oldukça önemlidir: “Evine girdiğimizde Haşan kıbleye yönelmiş olarak şöyle diyordu: zEy Âdemoğlu! Yok iken var edildin, istedin verildi. Senden istenince geri çevirdin. Yaptığın ne kadar kötü­dür!’ Haşan bu ifadeleri ileri geri gidip durmadan tekrar eder. Bunun üzerine ziyaretçilerden biri olan Şabi, arkadaşına, ‘Haydi gidelim. Bizim bulunduğumuzdan başka bir hâlde’ der.”[150]

İnceleyin:  “Civilisation”/“Medeniyet”ten Önce

Ferdî ahlakın esasını, insanın kendi kendisine hâkimiyeti teşkil eder. Kendi kendine özellikle dört hâlde hâkim olan kişi, ahlaki faziletlerin esasını da kazanmış demektir: “şiddetli korku, aşın istek, sinirlilik ve şehvet.”[151] Kendi kendine hâkim olan fert, yaptığı işlerin önceden hesabını verdiği için, gizleyecek bir şeyi yoktur. Onun bir yüzü ve belli ilkeleri vardır. Onun gizlisi ile açığa vurduğu aynıdır. Bu husus, Hasan-ı Basri’nin dilinde mü­minin sıdkını ifade eder. Kendi ifadesiyle “müminin sözü fiilini, içi dışını, gizlisi açık olan tarafını doğrular.”[152]

Kendi kendini hesaba çeken birisinin, işlediği bir hatayı fark edip ondan tevbe etmesi gerekir. Tevbe etmek, sadece sözle bir daha aynı hatayı yapmayacağını söylemekten ibaret değil­dir, o hatayı hakikaten bir daha işlememektir. Bundan dolayı, Müslümanın ahlaki özelliklerinden biri, bir günah işleyip tevbe etmek, sonra tekrar aynı günahı işleyip tekrar tevbe etmek, sonra tekrar aynı günahı işleyip tevbe etmek değildir.153 insanın kendi kendisini hesaba çekmesi, öncelikle kendi kendisinin ne olduğu konusunda bir şuur oluşturmasına bağlıdır. Kendi kendisinin ve kendi varlık şartlarının farkına varan birisi, kendi zayıflığının ve zaaflarının farkına varmış demektir. Bu noktada insanın kendi kendine herhangi bir fayda ve zarar veremeyeceğinin, fayda ve zararın netice itibariyle Yaratıcı’ya ait olduğunun farkında olan birisi için geçmiş, insanların fiillerinden ibaret olarak olmuş bitmiş ve bir daha tekerrürü olmayan bir şekilde bir taraftan Yarata’nın bilgisi içinde diğer taraftan başkalarının fiil ve tavır­larında mevcudiyetini korumaktadır. Bu noktada insanın düşün­mesi gereken veya insan için en düşündürücü olan husus, yapı­lan hataların tartışmasız deliller olarak Rabbinin nezdinde insanı beklediğidir. “İnsanın yaptığı hataları kendisine dert edinmesi, o hataları terkini getirdiği gibi, pişmanlığı ondan tamamen kurtul­masını sağlar. Kulun bu hâlini devam ettirmesi, onun için, yap­tığı bazı iyiliklerden daha faydalıdır.”154 Bu ise insanın uyanık hâlinin devamı anlamına gelmektedir. Aynı zamanda insanın yaptığı iyiliklerin de kabulü konusunda bir garantisi olmadığı düşünülünce, insanın kendi çaresizliğini ve Allah’ın rahmetine ne kadar muhtaç olduğunu fark etmemesi mümkün değildir. Bunun farkında olan insana düşen, “havf ve reca”dır. Sadece Allah’tan korkmak ve kurtuluşunu sadece O’na bağlamaktır.[155] Hasan-ı Basri, insanın bu çaresizliğini, özellikle dualarında ifade eder. Dualarında hâkim olan tavır, yüce Allah’a güven, buna kar­şılık kendi hatalarının farkında olarak bu hatalardan vazgeçmesi ve bir daha yapmaması hâlinde, yüce Allah’ın mağfiretiyle, at­fedilebileceği ve bu hususta hiçbir garantisinin de bulunmadığı noktasındadır.[156]

insanın kendi kendisini hesaba çekmesinin nedenleri, dün­ya hayatı içinde yeterince mevcuttur. Önemli olan bu olayların birer alamet veya birer işaret olarak kavranıp onlardan gereken dersi çıkarmak ve bunun akabinde yaşadığı hayatı sorgulamak­tır. Buna en önemli misal, insanların öldükten sonraki hâlleri­ni düşünerek ona göre yaşamaktır. Bu anlamda insanın kendi kendisini sorgulaması, insanın kalbinin uyuşmadığım gösterdiği gibi, kalbin uyanıklığım da gösterir.[157] Bu sayede ulaşılan bilgi, Hasan-ı Basri’nin dilinde “yakîn” demektir. İşte bu yalan saye­sindedir ki insan, “Cenneti ister, cehennemden korkar, hoşlan­madığı şeylere sabreder, vecibelerini yerine getirir.”[158]

İnsanın kendi kendisini sorgulaması, Hasan-ı Basri’de kar­şımıza çıktığı hâliyle, toplumdaki yanlış eğilimlerin farkında ol­maksızın benimsenerek normalleşmiş hâlinin sorgulanması gibi gözüküyor.[159] Onun bir sözü, bu konudaki tavrının esasındaki düşünceyi ifade etmektedir: “Eğer çocuğunda sevmediğin bir şey görürsen, hemen Rabbine tevbe et, çünkü bu senin istediğin şeydir/’160 Bu sözde ifade edilen düşünce, çocuğun yaptığı kö­tülükleri, büyüklerinden görerek öğrendiğini, çünkü büyüklerin kendilerinde bulunan bu kötülüğü fark etmediklerini, ancak ço­cuğun, kendi safiyeti içinde bu kötülüğü büyüklerinde görerek benimsediğini ifade etmektedir. Hasan-ı Basri bu durumda in­sanın, çocuğu vasıtasıyla kendisinin fiillerinin nasıl gözüktüğü­nün farkına varıp, onun fiillerinin netice itibariyle kendi fiille­rinin başka bir görünüşü olduğunu anlayarak, tevbe etmesinin, söz konusu hataları bir daha işlememeye çalışmasınının doğru olacağım ifade etmektedir. Özellikle onun “Ey Âdemoğlu!” diye başlayan ifadelerinin büyük bir kısmı, bu anlamda her ne kadar doğrudan ferdi muhatap alsa da konusunun fertte ortaya çıkan yaygın içtimai hatalar olduğu anlaşılıyor. İnsanın kendi kendisi­ni sorgulaması, kendisindeki -yaygın olduğu için açıkça fark edi­lemeyen- ha talan görmesinin bir yolu olduğu için, aynı zaman­da bir toplum sorgulaması olarak karşımıza çıkıyor. Bu durum özellikle insanın başkalarının hatalarına dikkat ederek kendisini unuttuğu vakitlerde ortaya çıkıyor. Kendisini unutarak başka­larının hatalarım görmeye özen göstermek, başlı başına bir hata olarak gerçekleşiyor.161 Bundan dolayı, insanın mümkün olduğu kadar iyi insanlarla arkadaşlık etmesi gerekmektedir.

İnsanın, kalbinin keyfiyetini, yaptığı fiillerle tayin ettiği kanaatinde olan Hasan-ı Basri, insanın hayra meyyal olmakla birlikte önü açık ve önceden tayin edilmemiş bir tabiatı olduğu­nu ve bu tabiatın insanın fiillerine bağlı olarak oluşup dönüşe­bildiğim vurgular. İnsanın salih amelleri, onun selim bir kalbe kavuşmasını sağladığı gibi, özellikle büyük günahlar, insanın kalbini değiştirir ve salih amellerini yok eder.[162]

En iyi ahlakın, cömertlik ve doğruluk olduğunu söyleyen Hasan-ı Basri için cömertlik, insanın mal ile imtihan edildiğinin farkında olmasının bir neticesi olduğu gibi, doğruluk da her şeyi bilen ve gören Allah’ın bilgisi ve gözetimi altında yaşıyor olma şuurunun bir neticesidir. Her şey Allah’a malum olduğuna göre, insanın niçin olduğu gibi görünmemesi gerektiği, anlamlı bir şey değildir.

Hasan-ı Basri’nin, insanın iradesini kullanarak mevcudu dönüştürmesi ve gereken gayreti gösterdiğinde hedefine ula­şabileceğini vurgulaması, sadece iktisadi alanda zenginlik, ilim alanında bilgi için geçerli değildir. İnsanın ahlaki olarak kendisi­ni dönüştürmesi, gerekli iradeyi gösterdiği zaman mümkündür. “Eğer hilm sahibi değilsen, hilmi kazanırsın, eğer ilim sahibi de­ğilsen ilmi öğrenirsin; çünkü bir topluluğa benzemeye çalışıp da bunu gerçekleştirmeyen azdır.”[163]

Hasan-ı Basri’nin içtimai ahlak ile ilgili tavrı, daha son­ra muhtelif şekillerde muhtelif ulema tarafından istifade edilen bir dizi sözde kendisini ifade etmektedir. Mesela onun sözlerin­den olan, “Komşun senin kötülüğünden salim değilse, sen nasıl Müslüman olabilirsin? İnsanlar senden emin değilse, sen nasıl mümin olabilirsin?”[164] “Kendisinin de içinde bulunduğu bir kö­tülüğü (ayıbı) (düzeltmeleri için) başkalarına söyleyen, onların ayıplarının ıslahına kendi ayıbını ıslah ederek başlamayan biri­sinin, imanın hakikatine eriştiği söylenemez. Çünkü eğer o böyle bir şeye yeltenecek olursa, bir ayıbı düzeltmiş olmaz, mevcut ayıba, bir yenisini daha eklemiş olur”168 ifadeleri, sadece bir zahit tarafından söylenmiş söz olarak değil, aynı zamanda içtimai ah­lak görüşünü ve bu görüşün Müslüman ve mümin olma ile olan alakasını ifade etmesi açısından da önemlidir. Bu hususta onun tavrı ve başkalarına tavsiyesi, heva ehlinden uzak durup onlarla bir tartışmaya girmeden ve onların sözlerini dinlemeden[165] [166] doğruların peşinde olmak ve doğruyu yaşayarak anlatmaktır.[167] [168]

Her müminin, mensubu olduğu ümmete karşı bir dizi so­rumluluğu vardır. Bu sorumluluklar, ilk bakışta fert olarak mü­mini doğrudan etkilemeyen konular gibi gözükse de sorumlu­lukların muhtevası göz önüne alınınca, ferdin Müslümanlığı ile bu sorumluluklar arasında derinden bir alaka olduğu görülür. Hasan-ı Basri bunları dört olarak zikreder. Bunlar, iyiliklerinde destek olmak, davetlerini kabul etmek, günahlarının affı için dua etmek ve müdebbir olanları doğruya davet etmek.168 Hayırlarda ve iyi işlerde birliktelik, buna karşılık kötülüklerde onlardan uzak durma, oldukça dikkat edilmesi gereken bir tavır olarak Hasan-ı Basri’nin vurguladığı önemli hususlardan biridir.169

İnsanın kötü ünü, başkasının değil, kendi eseridir. Eğer binleri başka birisi hakkında iyi şeyler söylüyorsa, bu onun on­lara karşı takındığı tavrın bir neticesidir. Aynı şekilde kötü bir ünü olan da bu ününü kendi tavrının neticesi olarak kazanmış­tır. İnsanın ününün günü ve gecesi ile doğrudan alakası vardır. Gece ve gündüz, kendinde bir mevcudiyeti ve kalıcılığı olmayan, ancak insanın yaşarken hayatını tanzim etmesini sağlayan düzenli dönüşümler olduğu için, onlara anlam veren, insanın onlarda ne yaptığıdır. Her gün yeni bir gündür, her an yeni bir andır. Her gün kendisi için ve kendinde değerlidir. Gün ve an geçtikten sonra aynı gün ve anı bir daha yaşama imkânı yoktur. Her gün gelir, insanın fiillerine şahitlik yapar ve gider. Onu bir daha geri getirerek yapılanı tashih etme imkânı yoktur. Bundan dolayı, hiçbir iyi fiil imkânı tehir edilemez. Çünkü yeni bir im­kân, geçmiş fiilin telafisi için değil, başka yeni bir fiilin yapılması için bir imkândır.[170] Zaman, bu anlamda insana gelen, ancak bir tesir alarak giden bir misafir gibidir. Kalıcı olan gün ve gece de­ğil, insanın onlarda yaparak bıraktığı (eser) tesirdir. Nasıl ki mi­safir, ev sahibinin kendisine yönelik tavrına göre onun hakkın­da şahitlik eder, zaman da öyledir. Bunu şu şekilde ifade eder: “Ey Âdemoğlu! Senin gündüzün, misafirindir. Eğer sen ona iyi davranırsan, senden memnun ve seni överek ayrılır. Eğer ona kötü davranırsan, senden memnun olmaz ve kötüleyerek ayrı­lır. Senin gecen de böyledir.”[171] Böyle olunca da “komşuya kötü davranmamak (eza etmemek) değil, komşunun hatalarına veya ezasına katlanmak asıl övülecek olandır.”[172]

Hasan-ı Basri’nin içtimai ahlakında esas teşkil eden temel husus, onun içinde yetiştiği toplumun en iyi tarafları üzerinde durarak (burada onun sadece seleften değil, salih olan seleften bahsetmesi oldukça önemlidir!)[173] onu ön plana çıkarmak, menfi gördüklerinden de ders alarak onları açıkça zikretmeksizin te­kerrür etmemeleri için gayret göstermek gibi gözüküyor. Bu hususta zamanın kasırgası olarak “şerri görüp hayrı gizleyen kom­şuları”[174] zikretmesi, onun tavrının arkasındaki düşünceyi ifade eder. Özellikle sahabilerden bahsederken onların birbirleriyle olan ilişkilerinde birbirlerine borç vermeyi ar saymalarını, birisi öldüğü zaman onun çocuklarına başka birisinin kırk yıl bakma­sını örnek verir.[175] Bu örnekleri ön plana çıkarması, onun aynı zamanda kendisinden önce yaşamış olan sahabe nesli arasında ortaya çıkan çatışmalar karşısında sessiz kalma, buna karşılık onların faziletli taraflarını benimseyerek yaygınlaştırmaya ça­lışma tavrının bir uzantısı gibi gözüküyor. O aynı şekilde, fıkhi meseleler söz konusu olduğunda sahabenin icma ettiği hususla­ra ittiba edeceğini, ihtilaf ettikleri hususların üzerinde yeniden durarak kendi kanaatini oluşturup ondan sonra davranacağını ifade ettiği yerde de bu tavrını sürdürmektedir. Buradaki istis­nalar oldukça dikkat çekicidir: zalim bir hükümdarın zulmünü, bir bidatçiye bidatçi, fasığa da fasık demenin gıybet olmadığını söylemesi, ümmetin maslahatı açısından bilinmesi gerekenlerin bilinmediği takdirde doğru olarak kabul edilerek daha da yay­gınlık arz edeceği kaygısıyla alakalı gibi gözüküyor.[176]

Hasan-ı Basri’nin sahabe ve sahabe ahlakı üzerinde ıs­rarla durması, onun etrafında olup biteni mukayese ederek değerlendirme, iyiliği teşvik ve kötülüklerden uzak durma ko­nusunda kendisinin gördüğü ve doğru bildiği ile yaşadığı ara­sındaki farkları fark ederek kaygılanmasını da birlikte getirmiş­tir.[177] Sahabenin (en azından bir kısmının) yaşadığı hayat, ona mümkünün gerçek olabildiğinin müşahedeye dayalı kesin bil­gisini sağladığı için hem kendi hayatında hem de sözlerinde bu mümkünü tekrar yaygın gerçek hâline getirmenin mücadelesini vermiştir. Bu mücadelede insanlarda eksikliğini hissederek sık sık vurguladığı “imanda yakîn”, “amelde sıdk” gibi hususlar, döneminde ortaya çıkan meselelere de işaret etmektedir. Onun bir cuma namazı çıkışı söylediği sözler, kendi döneminde nele­rin eksikliğini hissettiğini ve neleri talep ettiğini de ifade etmek­tedir.[178] En iyi dostluk ilişkilerinin iyi ahlak sahipleri arasında gerçekleştiğini söyleyen Hasan-ı Basri, bunun nedeni olarak on­ların birbirlerinden gizleyecek şeylerinin az olmasını zikreder.[179]

Hasan-ı Basri’nin bazı ifadeleri, içinde yaşadığı toplum­da insanların bazı özelliklerini ifade etmesi açısından oldukça önemlidir. Bunlardan birinde şöyle der: “Sen ya maddi bir şeyler umduğun veya kötülük ve hışmından korktuğun veya duasının bereketini istediğin veya ilminden istifade etmek istediğin birisi­ne gelirsin.”[180] Ayrıca dinin tüccarlardan alınmaması gerektiğini vurgulayıp onların namazla kurdukları alakanın, alışveriş du­rumlarıyla bağlantılı, hatta ona bağımlı olduğunu vurgulama­sında o dönemde yaşayan insanların ticarete dalmasıyla birlikte dinî hassasiyetten uzaklaştıklarına dair emareler bulunmakta­dır.[181] Aynı şekilde kendi döneminde yavaş yavaş ortaya çıkıp yayılmaya başlayan tavırlardan biri de insanların Kur’an ile olan ilişkisidir. Bu dönemde Kur’an’ı anlayıp onunla amel etmek gibi bir gayrete girmeksizin sadece yüzünden okumak ve bu arada sadece kıraat ile ilgili bazı inceliklere dikkat etmek yaygınlaş­maya başlamıştır. Hasan-ı Basri, bu gibi insanları tenkit ederek Kur’an ile müminin ilişkisinin daha farklı olması gerektiğini vurgular.182

İnsanın kendisini aciz ve takatsiz göstermesini veya ira­di olarak aciz ve takatsiz düşmesini doğru bulmayan Hasan-ı Basri, Müslümanın güçlü, başkalarının sırtından geçinen değil başkalarına geçimlerinde yardımcı olan, kavgacı değil ancak gerektiğinde kavgayı en iyi şekilde yapacak bir insan olduğunu vurgular.183

Tahsin Görgün – Klasik İslam Düşüncesinin Üç Sütunu,syf:32-68

Dipnotlar:

[24] ibnû’lCevzi. age, s. 32

[25] Cahız, El-Beyân, c. IH. s. 133: İbnû’l-Cevzi, age, s. 59: biraz farklı bir nakil için bkz.

İsbehani. Hilye, c. II. s. 145.

[26] Ibn Sa’d, Tabaköt, c. VII, s. 166.

[27]       İbnû’bCevzi, age, s. 35.

[28]       Ibnû’FCevzi, age, s. 34.

[29]       tebehani, Hilye. c. II, s. 148.

[30] Cahız, El-Beyûn, c. III. s. 133; Ibnü’l-Cevzi, age, s. 59.

[31]       Ibnû’l-Cevzi. age. s. 22

Ibnû’l-Cevzi, age, s. 27; isbehani, Hilye, c. II. s. 155-156.

[33]       Ibnü’l-Cevzi, age, s. 31.38.42

[34]       Ibnü’l-Cevzi, age, s. 38.

[35] İbnû’l-Cevzi, age, s. 36.

[36] İsbehani, Hilye, c. II, s. 155.

[37]       İbn Sa’d, Ta bak ât, c. VII, s. 171.

[38]       İbnû’l-Cevzi, age, s. 25.

[39]       İbnû’l-Cevzi, age, s. 38.

[40] Cahız, El-Beyân, c. III, s. 137.

Ibnü’FCevzl, age, s. 25-26.

İsbehani, Hilye, c. II, s. 142

Cahız, El-Beyân, c. III, s. 147.

isbehani, Hilye, o. II, s. 148.

[45] Isbehani. Hilye, c. II. s. 138-139.

[46]       İbnû’l-Cevzi. age, s. 32

[47]       İbnû’l-Cevzi. age, s. 58-59.

[48]           tbnûl-Cevzi, age, s. 20.

[49]         Ibnû’FCevzi, age, s. 14.

[50]         Ibnûl-Cevzi, age, s. 21.

[51]          Ibnü’FCevzi, age, s. 59.

[52]         Ibnû’l-Cevzi, age, s. 50- 51.

[53]         Ibnü’FCevzi. age, s. 21.

[54] Ibnü’kCevzi, age, s. 21,45.50-51.

[55] Isbehani, Hilye, c. II. s. 155.

[56] Ibnû’FCevzi, age, s. 53.

[57] Isbehani. Hilye, c. II, s. 155.

[58]       İbnü’l-Cevzi, age, s. 34.

[59]       İbnü’l-Cevzi, age, s. 25.

[60] Ibn Sa’d, Tabakât, c. VII, s. 158: başka bir ifade için: İbnü’l-Cevzi, age. s. 53.

[61]          ibnü’FCevzi, age, & 25.

[62]          İbnû’l-Cevzi, age, s. 25.

[63]          İbnû’l-Cevzi. age, s. 28.

[64]          İbnü’FCevzi, age, s. 29.

[65]      İbnû’l-Cevzi, age, s. 25,26.

[66]      İbnû’l-Cevzi, age, s. 26.

[67]       ibnû’l- Cevzi, age, s. 22

[68] İsbehani, Hilye, o. II, 8.156.

[69] ibnu l-Cevzi, age, s. 27.

[70] İsbehani, Hilye, c. II, s. 121.

[71]       Ibnü’FCevzi, age, s. 20.

[72]       ibnü’FCevzi, age, s. 20.

[73]      Isbehani, Hilye, o. II, s. 158.

[74]      İbnû’l-Cevzi, age, s. 43.

[75]      İbnû’l-Cevzi, age, s. 23.

70      İbnû’l-Cevzi, age, s. 28.

[77]      İbnû’l-Cevzi, age, s. 29.

[78]       Krş. Ibnû’FCevzi. age, s. 43.

[79] İbnu FCövzi, age, s. 43.

[80] İbnû’l-Cevzi, age, s. 27.

[81] Cahız, El-Beyân, c. III, 8.134-135.

[82] İbnü’l-Cevzi, age, s. 14,33.

[83]       İbnû’l- Cevzi, age, s. 45; İsbehani, Hilye, c. II, s. 145-146.

[84] İbnü’l-Cevzi, age, s. 46.

[85] ibnû’FCevzi, age, s. 33; Muhâsibi, Fehmu’s-Salât, s. 369.

[86]       İbnû’l-Cevzi, age, s. 16.

[87]       Ibnü’kCevzi, age. s. 66.

[88] Ibnü’FCevzi, age, s. 16,45; Isbehani, Hilye, c. II, s. 157.

[89] Isbehani, Hilye. o. II, s. 157-158; Krş. Cahız, el-Beyân. c. III, s. 140

[90]       İbnû’l-Cevzi, age, s. 33.

[91]       İbnü’l-Cevzi, age, s. 23.

[92] İbnühCevzi, age, s. 23.

[93] Araf,137.

[94]       İbnü’l- Cevzi, age, s. 46-47.

[95] tebehcıni,H«ye,c.ll,s.l55.

[96] Ibnû’l-Cevzi. age, s. 24.

[97] Isbehani, Hilye, c. II, s. 142

[98]       Ibnû’l-Cevzi, age, s. 23.

[99]       Ibnû’l-Cevzi, age, s. 44.

[100] IbnuFCevzi, age, 8.50.

[101]      Isbohani, Hilye, c. II. 8.147-148;         Ibnu FCevzi,  age, s. 14.

[102]      İsbehani, Hilye. o. II. s. 147,154;         Ibnü’FCevzi,  age, s. 18.

[103] Cahız. El-Beyûn. c. III. 136.

[104]      Ibnü*l-Cevzi. age, s. 17.

[105]       Ibnû’l-Cevzl. age, s. 23.

[106] İbn Sad, TabakĞt, c. VII, s. 177.

[107] İbnü’l-Cevzi, age, s. 23.

[108] Fatır. 10.

[109] İbnü’l-Cevzi, age, s. 63-64.

[110] İbn Sa’d, TabakĞt, c. VII, s. 167.

m       Ibnu’FCevzi, age, 8.20.

H2      İsbehani. Hilye, a II. 8.133.

[113] İsbehani, Hilye, c. II. s. 143: Ibnü’FCevzi, age, s. 20.

[114] ibnu FCevzi, age, s. 40.

[115] İbnu FCevzi, age, s. 35; İsbehani, Hilye, c. II, s. 144.

[116]     Ibnû’FCevzi, age, s. 17.

[117]     Ibnu hCevzi, age, s. 34.

[118]          İbnû’l-Cevzi, age, 8.65.

[119]        İbnû’l-Cevzi. age, s. 19.

[120]         İbnû’l-Cevzi. age, s. 34.

[121]         İbnû’l-Cevzi, age, s. 35.

[122]         İbnû’l-Cevzi. age, s. 25.

[123] Isbehanl, Hilye, c. II, s. 132-133.

[124]     fonü’FCevzi, age, s. 16.

[125]     İbnu FCevzi, age, s. 50.

[126]     lbnû>Cevzi, age, s. 18,47.

[127]     İbnu FCevzi, age, s. 29.

[128]             Ibnû’l-Cevzi, age. s. 28: Cahız, e/-Beyân, c. İli, & 134.144.

[129]             Ibnû’l-Cevzi, age, s. 24; Cahız, ©/-Beyân, c. III, s. 135.

[130]           Ibnû’l-Cevzi, age, 8.30-31.

[131]        Ibnû’l-Cevzi. age, s. 31.

[132]          Ibnû’FCevzi, age, s. 34.

[133] Ebu Tâlib eFMekkî, Kutu’l-Kulub, c. II, s. 8

[134] Cahız, El-Beyân, c. III, s. 133; İbnüTCevzi, age, s. 59.

[135]     İbnüTCevzi, age, s. 31.

[136]     İbnüTCevzi, age, s. 32

[137]            Ibnû’l-Cevzi, age, s. 27.

[138]           Ibnû’l-Cevzi, age, s. 17.

[139] Krş. İbn-Sa’d, Tabakât, c. VII, s. 169,171.

[140]             Ibnû’l-Cevzi, age, s. 43.

[141]              Ibnû’l-Cevzi, age, s. 22

[142]         Ibnû’FCevzi, age, s. 36.

[143]         ibnû’FCevzi, age, s. 39.

[144]         İbnû’FCevzi, age, s. 39.

[145]         Ibnû’FCevzi, age, s. 39.

[146]         İbnÜFCevzi, age, s. 28.

[147]         bnû’l-Cevzi, age, s. 15,16,17,18 vs.

[148] Isbehani, Hilye, o. II. s. 135.

[149]     ibnü’FCevzi, age, s. 39.

[150] Haze ş-şeyh fi gayri mâ nahnu fihi, fon Sa’d, Tabakât, c. VII s. 171.

[151]    Ibnû’l-Cevzi, age, s. 25.

[152]    Ibnû’l-Cevzi, age, s. 36.

[155]     Ibnu FCevzi, age, s. 41.

[156]     İbnû’FCevzi, age, s. 41 vd.

[157]     İbnu l-Cevzi, age, s. 17.

[158]     Ibnü’l-Cevzi, age, s. 35.

[159]     ibnû’FCevzi. age, s. 51.

[162]      İbnû’l-Cevzi, age, s.35.

[163]      ibnü’FCevzi, age, 8.28.

[164] Cahız, eFBeyân, c. III, s. 135; İbnü’FCevzi. age, s. 24

[165]    Cahız, el-Beyân, c. III, 8.135.

[166] ibn Sa’d. Tabakât, o. VII. s. 172

[167]     İbnû’l-Cevzi, age, 8.58.

[168]     İbnû’l-Cevzi. age, s. 27.

160     İbnû’l-Cevzi, age, s. 27.

[170]              IbnûVCevzi, age, 8.63.

[171]            Ibnû’FCevzi, age, s. 21.

[172]            İbnü’b-Cevzi, age, s. 25.

[173]                İbnû’FCevzi, age, s. 25-26,28.

[174]     İbnu l-Cevzi. age, s. 34.

[175]     Ibnü’FCevzi, age, s. 22,24.

[176]     Ibnû’FCevzi, age, s. 36.

[177]     tebehani, Hilye, c. III,    s. 150.

[178]         Ibnû’FCevzi, age, s. 69.

[179]        Ibnû’FCevzi, age, s. 31.

[180]        İbnû’FCevzi, age, s. 31.

[181]         İbnû’l-Cevzi, age, s. 32.

Muhammed Ali

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir