Gel gönül dost illerine gidelim
Sakın bu fanide sen vatan tutma
Gel gönül dost illerine gidelim
Aziz Mahmud Hüdayi(k.s)
Dostu tanıyamamanın bir sebebi de kişileri yanlış yere koymaktır. Tanışa arkadaş, arkadaşa dost denmez. Hepsinin yeri ayrıdır. Her arkadaş dost değildir. Arkadaş yanındaki, dost canındakidir. Bir gün bir Hak dostu, dervişine sormuş: “Evlâdım senin hiç dostun var mı?” Derviş: “Var efendim, hem de pek çok!” demiş. Mürşid: “Evlâdım kimsenin o kadar çok dostu olmaz. İyi düşün…” deyince derviş biraz daha düşünüp cevap vermiş: “En az üç dostum var.” Mürşidi tebessüm etmiş, ona şöyle demiş: “Evlâdım üç dostun da yoktur. Bir dostun bile varsa Allah’a şükret. O dostunu da sık sık ziyaret edip canını sıkma!”
Çocukların terbiye alması da Rabbimizin sünnetine, âdetine göredir. “Rabb’ kelimesi ile “tcrbiyyc’ ve ‘mürebbî’ kelimesi aynı kökten gelir. Rabb, “terbiye eden’ demektir. Rasülullah Efendimiz (sav) buyurur: “Beni Rabbim edeblendirdi (terbiye etti) ve ne de güzel edeblendirdi (terbiye etti)!” O Şanlı Rasül’ün (sav) ahlâkına bakalım: Kalden ziyâde hâl, sözden ziyade öz, vaazdan ziyade sohbet vardır. Ya hayır söylemek ya susmak vardır. Nefret ettirmek değil sevdirmek, zorlaştırmak değil kolayiaştırmak vardır.
Hayali olmayan kişinin hayal kırıklığı da olmaz. Yani insanlara abartılı bir şekilde, onları eksiğiyle-fazlasıyla tanımadan hemen güven duymanın sonu güven yıkımıdır. Tersi de doğrudur. Hoşumuza gitmeyen bir davranışıyla kesin hüküm verdiğimiz kişiler belki de bizim yakın dostumuz olabilecek kişilerdir. Bir türlü vasatı, yani orta yolu bulamıyoruz. Peki orta yolu nasıl buluruz? Yine aynı cevap: Hak ölçüsünü bilip tutmakla…
İmam Buhârî’yi, İmam Gazzalî’yi, Mevlânâ’yı, Hâlid-i Bağdâdî’yi (ks) düşünelim. Bu zâtlar “Evimden uzakta ne işim var?” demediler. İlim ve irfân için memleketlerini bırakıp çok uzak diyarlara gittiler. Bu bir İslâm geleneğidir. Milyonlarca İslâm âlimi bir hadîsi öğrenebilmek, bir kitabı elde etmek, bir âlimi görebilmek, bir mürşidden istifade etmek için binlerce kilometre seyahat ettiler. Çileler çektiler… Üstelik maddî getirisi olmadığını bilerek… Onların aileleri de yıllarca bu ayrılığa sabrettiler. Kolay bir şey değil.
Bu kitaplar “Benim de bir kitabım olsun” diye yazılmamıştır. O zatların gönüllerine inen Rabbânî nisbetle yazılmıştır. Bir bağ kurulup öyle yazılmıştır. Benim de bu eserlere tevâfuk etmemi, yani denk gelmem için benim gönlümün de Hak nüruna ve ilhâmına açılması gerekir. Gönül açılmayınca zihin, zihin açılmayınca göz de açılmaz. Bu gibi ilhâm eseri kitaplar o yüzden yazılmaz, yazdırılır; okunmaz. okutulur.
İşte bu zevkin adı ilim zevkidir. Bu zevk, bu aşk, başka hiçbir şeyde bulunmaz. Bunu sadece ilim ehli, ilim tâliplileri ve ilmin kadrini birazcık anlamış olanlar bilir. Geri kalanına bunu anlatmak çok zordur. Hele bizde ilimle uğraşan, hayatını ilme ve öğretmeye adamış kişilere genelde dudak bükülür.
Filmlerin bu meşrulaştırmadaki rolü çok belirgindir.
La Casa de Papel, önce İspanya Darphanesi’nin, sonra da Merkez Bankası’nın bir çete tarafından dâhiyâne bir şekilde soyulmasını anlatan bir dizi… Son dönemde Narcos, El Chapo vb. gibi suça, kanunsuzluğa, hatta vahşete güzelleme yapan pek çok film ve diziden birisi… İnsanlar elbette kanun dışı işlere ilgi duyarlar. Nasıl yapıldığını bilmedikleri için merak ederler. Bir de işin cesaret ve heyecan boyutu var. Batı’da bu tür dizi ve filmlerin çoğalmasının asıl sebebi bu. Çünkü Batı’da insanların genel ruh hâlleri usanç, bıkkınlık, depresyon, tatsızlık, renksizlik, heyecansızlık… Batılılar soğuk ve ıssız yaşarlar. Düşünün, bugün İngiltere’de Yalnızlık Bakanlığı var.
Hayatın yalnız yaşandığı Batı’da insanlar çok katı kurallarla çevrili bir hayat yaşarlar. Orada herhangi bir sokağa gidip bakın. Onlarca işaret levhası görürsünüz: “Şurdan şuraya park etme,” “Şu şu saatler arasında park etme,” “Buraya asla park etme,” “Mahallemiz gözetim altındadır, şüpheli şahıslar hemen polise ihbar edilir” gibi… “Düzen” adına insanların robotlaştığı bir toplum… Böyle aşırı disiplin içinde boğulmuş insanlar hayatta neyi özler? Biraz heyecan, hayatta olduğunu hissettiren güzel hisler… Peki bunları nereden bulacak? Bu yüzden içlerindeki uyuşukluğu aşmak için alkol, kokain ve türlü haplar gibi uyarıcılar kullanırlar. Biz genelde bunlara “uyuşturucu” diyoruz ama moda olan zararlı maddeler aslında uyuşturmaz, uyarır. Hoşluk, heyecan, cesaret hissi verir.
Peki, o zaman “Teşbihte hata olmaz” sözü ne demektir? “Bir şeyi bir şeye benzeteceksen veya bir şeyi bir şeyle temsil edeceksen, örnek vereceksen önce doğru dürüst düşün, dogru bir benzetme yap, yanlış anlamaya yol açacak bir benzetme sakın yapma” demektir. Hâlbuki biz bu sözü “Ben saçmalasam da mâzur gorunuz” mânâsında alıyoruz. İşte bu gibi sapmalar hep bizim kışilığımızdeki, imanımna olan bağlılığımızdaki eksiklerın dıle vurmuş yansımalarıdır.
Müslümanların iki asırdır süren izzet eksikliğinin bir sebebi de kendi tarihine, dünya tarihine, başka medeniyetlerin ahvâline hep Batı’da hâkim olan moda kavram ve modellerle bakmalarıdır. 1800’lerde başlayan bu hastalık hâlâ dönem dönem maske değiştirerek devam ediyor. O günden bugüne değin belki milyonlarca meşhur olan ve olmayan müminin hayatı İslâm’ın biricikliğini ve mümin olmanın hususiyetini bir kenara bırakıp, Batılı fılozof ve yazar-çizerlerin sözlerini tercüme ve şerhle geçti. Kendi dinlerini bile bir Batılının övücü bir lâfıyla anlamaya ve anlatmaya çalışanından tutun; Batı’daki laiklik, demokrasi, kapitalizm, evrim gibi kavramların aslında İslâm’da da mevcut olduğunu canla başla isbatlamaya çalışanların haddi-hesabı yok.
Evet, velîmeden kokteyle düşüş hikâyesini iyi düşünmek gerek… Bugün hilâfetçi oportünistler, başörtülü feministler, sakallı kapitalistler, namazlı sekülerler, ilâhiyatçı oryantalistler, zikirli hedonistler türediyse bu, bir gecede olmadı. Dini güç görme yerine gücü din görme zilletimiz iki asırlık bir hikâye. İki asırdan bu yana “Gücümüz olmadığı için zelil olduk” diyenler güce saldırıp, her ne pahasına olursa olsun gücü elde etmeye yönelince İslâm’ı, imanı, ahlâkı kelimeler hâline düşürdüler. Bugün geldiğimiz bu acı aşama; Osmanlı’da başlayan iman ile yetinmemek, imanı güç ile eşitlemek ve kendisi olmaktan çıkmak sürecinin son aşamasıdır.
İkinci “dindar” kanal daha enteldi. Başlarda kaliteli ve iyi niYetliydi. Entelektüel abilerimiz güzel programlar yapıyorlardı. Türküler, şarkılar, İstanbul gezintileri, şair abilerimizin sohbet programları, hele “Esmâü’l Hüsnâ” gibi küçük ama çok vurucu programlar bizleri mest etmişti. Bu kanal da işi sulandırmada gecikmedi. “Halk böyle istiyor kardeşim” dediler, “reyting” dediler. “Nabza göre şerbet” ve “köprüyü geçene kadar” mantığıyla hızla yozlaştılar. Bir zamanlar “İslâmî” içerikli programlar yayınlayan o kanal 28 Şubat’tan sonra hızla pespaye bir eğlence kanalı hâline geldi. Bir zamanlar Hazreti Yusuf gibi dinî dizileri yayınlarlardı. Şimdi ise Hindu aileleri ve gelenekleri konu alan Hint dizilerini yayınlıyorlar.
Bu örnekleri çoğaltabiliriz. “İslâm” ve “din” denildiği anda bir iddia ortaya çıkar. Mesele o iddiada bulunmak değildir. O iddiaya uygun yol tutmaktır. Her iddia isbat gerektirir. Bu düsturu biliriz ama sadece mahkemelerde geçerli olduğunu düşünürüz. İslâm dâvâsı da bir iddiadır. İşimizle, düşüncemizle, kişiliğimizle o iddiaya ve dâvâya lâyık olmak gerekir. Henüz lâyık olmasak bile haddimizi bilip bilmeye, kılmaya, olmaya gayret etmeliyiz. Fakat 1990’lardan itibaren “İslâmî” etiketli kişiler, gazeteler, televizyonlar, vakıflar, dernekler, halkalar, cemaatler böyle yozlaştıkça “İslâm” sadece etikette kaldı. Bunları “İslâm” sananlar hayal kırıklığıyla imanlarına bile zarar vermeye başladılar.
Meselâ “teknoloji” deyince aklımıza hemen akıllı telefonlar, roketler, uçaklar geliyor. Ama kuş evini, sadaka taşını, leylekleri tedavi etmek için 19. asırda Bursa’da kurulmuş hastaneyi bir teknoloji olarak saymayız. Süleymaniye’yi “Medeniyetimiz duygu medeniyetidir, işte müthiş bir sanat eseri” diyerek gösteririz. Ama o caminin onlarca bilim dalından yararlanmadan yapılamayacağını görmezden geliriz.
Sorunumuz yine aynı: Değeri olmak ayrı, abartmak ayrı. Batı’nin bilimi ve teknolojisinin değeri var ama o kadar da değil. Çünkü bir şeyin değeri Allah katındaki değeridir. Niyet, yöntem ve hedefler ilişkilidir. Batı’nın üçünde de ölçüsü Hak değildir. Dayandığı temel ilke çıkardır, bu yüzden doğruya değil yanlışa, barışa değil yıkıma, adalete değil soyguna çalışır.
Bu işte seküler anlayışın ahlâkı, yani varlığı, yani ötekine karşı sorumluluğu nasıl böldüğüne çok güzel bir örnektir. Ben de cevap verdim: “Kurgu, gerçek olmayan şahıslarla ilgili yapılabilir. Gerçek olan şahıslarla ilgili bilmediğiniz, hele dinimize göre günah olan bir şeyi yakıştıramazsınız. Velev ki o kişi gerçekte de bu haramları işlemiş olsa onu aktarmak yine câiz değildir. Çünkü başkasının günahını ifşâ etmek de haramdır. Böyle bir şey yok iken eğer kurgu diyerek o kötü fiilleri Mevlânâ’ya veya herhangi bir müslim-gayrimüslim insana yamarsanız o zaman da bu iftirâ olur, o da haramdır. Bunlara senaryoda da olsa müsaade etmek vebaldir. Bu da benim müminlik mesuliyetimdir. Eğer ben bu vebâle ses çıkarmazsam bu benim için ahlâksızlık olur.” Sonuçta o kısımları uzun tartışmalar ile çıkarttırdım.
Ama daha acı olanı söyleyeyim. Oradaki ilâhiyatçı kardeşlerimiz, o Ingilizler kadar benim söylediklerimi şaşkınlıkla dinlediler. Çünkü onlar da bu ahlâkî kötülüğü öyle algılamıyorlardı. Günlük, sınıfta, yazılarında anlattıkları tasavvuf, felsefe, din olabilirdi ama kendileri aynen skeüler bir insan gibi dini ayrı, sanatı ayrı görüyorlardı. İşte bizim asıl meselemiz budur. Müslümanlar kendi dinlerine aynen bir seküler, bir inanmayan gibi bakmayı kanıksamış durumdalar.
Yani namaz veya oruç beden sağlığına çok faydalı, yani işlevsel olduğu için makbül ve matlüb addedilmez. En önce ve en başta Rabbimizin emri olduğu için yapılır. Böyle yapmak kişiyi “müslim”, yani “teslim olmuş” yapar.
Kişi kendi gerçek “ben”ini ancak “ben”den, “benlik”ten, “bencillik”ten kurtularak anlayabilir. Demek ki irfân “benlikten kopmak,” “kendinden ayrı düşmek” ve nihayetinde “kendini Hakk’ta bulmak” demektir. Bu sefer; sadece ben, sen, o denilen kelimelerden ibaret değildir. Kişi ben ile sen, sen ile o arasındaki farkları ve yabancılığı aslına bağlanarak giderir. Insanın ve tüm varlığın aslı Allah’tır (cc). İnsanın aslı da Hâlık olan Mevlâmızın yarattığı hilkattir, fıtrattır, tabiattır, tıynettir. Kişi kendi aslında Rabbimizi görünce diğer kişi ve varlıklarda da aynı aslı görmeye başlar.
Bu tür yanlış ve yamuk benzetmeler dilimizi ve düşüncemizi de yamultmuş durumda. .. Çünkü dil, düşüncenin penceresidir. Zihindeki ve kalpteki yamulma hemen dile yansır.
Şunu artık anlayalım: Kendisi olamayanın kendi dili olamaz. Başka dünyaları ve dilleri de asla hakkıyla anlayamaz. Bu kopuş içinde olanlar gerçek Batı’yı da bilmezler. O yüzden ABD’de zencilerin kölelikten kalan zararlarını giderme anlamı olan “positive discrimination” kelimesini, geçmişinde böyle bir lekesi olmayan şu memlekette “pozitif ayrımcılık” olarak tercüme edip rahatlıkla kullanabilirler. Batı’da bizdeki “dindarlık” kavramı ile ilgisi olmayan “muhafazakârlık” kavramını da öyle…
Düşüncesi yokluk içinde olanlar sadece bencil, yıkıcı, zulmedici işler üretir. Zira kendini taniyamayanın yaptığı bilim ilim değildir. Gerçek ilim ancak gerçek iman sahiplerinin elindedir.
Hidâyete nâil olan kalp; güzel niyetin şevkiyle fikrini, zikrini ve şükrünü güzelleştirmeye başlar. Zihin, dimağ ve muhakeme kalbin “amel” menziline olan seferindeki binekleridir. Bunların her biri kendi başına iş yaparsa da netice her zaman hayır olmayabilir. Ancak selîm, Sâlim bir kalp hayır üretebilir.
İman eden fikreder, bu fikir ile Rabbini zikreder, bu zikir ile de şükreder.
Kişi fikretmezse ne tam anlamıyla zikredebilir ne de kâmilen şükredebilir. Akıl sahibi olmayana, yani fikredemeyene mesuliyet yoktur. Ancak ükredebilen iman sahibi olur. Müminin düşüncesi de hayırdır, güzel ameldir. O fıkrederek bir eser ortaya koyduğunda, bir bina yaptığında, bir eser yazdığında, bir vakıf kurduğunda, bir yazı yazdığında, bir alışveriş yaptığında, bir insana tebessüm ettiğinde, bir yetimin elinden tuttuğunda bütün bu hayırları ve güzellikleri yaratan Rabbimizi zikretmiş olur. Kişi fikredebildiği ve zikredebildiği için âlemde Mevlâmızın halifesi olmak şerefine nâil olur. Bu nimet için de şükreder. İman nimetini hayata, talebeliğe, yazarlığa, sanata, düşünceye, ticarete, medeniyete yansıtan kul, bu amelleriyle şükreden kul olur. Şükretmeden gerçek kul olunmaz. Nitekim Rabbimiz buyurur: “Öyleyse artık Allah’a kul ol! Ve şükredenlerden ol!” (Zümer Süresi, 66. âyet)
Bu gidişât maalesef muhabbetsiz imana, usülsüz mâlumata, edebsiz muamelâta dönüştü. “Dincilik”, dindarlığın yerini aldı. Son yirmi yılda maddî güç elde edildikçe takvâmız, yakînimiz, ihlâsımız artmadı. Aksine güç için, kâr için, makâm için haramları hafife almaya, nefsimizi din gibi görmeye başladık. Bu süreçte en çok yamulanlarımız en çok okuyanlarımızdan çıktı. İnançsız Batılı yazarları, filozofları önce eleştirmek için okumaya başlayanlar giderek onların fikirlerini esas almaya başladılar. Üzerine dinî söylem kılıfı giydirerek… Nitekim yazının başında bahsettiğim dindar arkadaş gibi pek çoğu için Vefâ hazretleri gibi meşhur sâlihleri yermek çok kolay iken, herhangi bir inançsız Batılı filozofa lâf söyletmek kolay değil.
Kısacası üniversite okumuş, “entelektüel” sıfatı taşıyan yazar-çizerlerimiz bir aşırılıktan diğer bir aşırılığa savruldu. Bilgisiz inançtan, inançsız bilgiye doğru… Mânevivatın gücüden,gücün maneviyatina doğru..
Bunu işitince donakaldım. Her şeyi güçle, çıkarla, makamla, parayla, pulla açıklamaya ne kadar yatkınız. Bu dindar arkadaş bile böyle bir fazileti dalâlet gibi görüyordu. Bu davranışı örnek alacağına, Vefâ hazretlerinin maddi gücü esas görmemesinin arkasındaki imânı ve ihlâsı, Allah ve Rasülullah’a olan sadakâti takdir edeceğine, hakkı bâtıl gibi görüyordu. Dehşetengiz bir şey. Bunu da duyacaktık demek ki. Ona elbette gereken cevabı verdim. Ama bu sözler içimdeki derin bir endişeyi tekrar harekete geçirdi: “Nereye gidiyoruz?”
Eslâfın ilim ve sanat alanındaki büyüklerinin hepsi bu tevâzua sahiptir. Bu tevâzuun sebebi el-Alîm olan Mevlâmız’a hürmetlerinden ve edeblerinden gelir. Büyüklerin bu engin tevâzuları ve mahviyetleri imânlarının göstergesidir. İrfânlarının göstergesidir. Zîrâ Rabb’ini bilen, kendini ve haddini bilir.
Evet, bilmek, anlamak ve anlatmakta çok sorunumuz var. İzâh sorunu hepimizin sorunudur. Çünkü bir şeyi tam anlayamayan onu anlatamaz. Bir şeyin anlamına ulaşamayan, o anlamı karşıdakine nasıl aktarsın ki? Anlatma sorunu bizde çok yaygın bir marazdır. O yüzden uzun uzun konuşuruz, ne kadar çok gereksiz ayrıntı bildiğimizi göstererek aslında köksüzlüğümüzü gizlemeye çalışırız.
Panellerde, konferanslarda, televizyon programlarında söz verilen kişiler genellikle “Efendim, bu geniş konuyu 20 dakikada anlatmak elbette mümkün değil” diye başlarlar. Oysa her ilim engin olsa da, gerçekten bilen kısa bir sürede de işin özünü bildirmeye kâdir olur. O vakit içinde muhataba, zaman ve zemine göre en faydalı ve özlü şekilde bildiğimizi aktarmamız gerekir.
Aslında anlatamayanlar dörde ayrılıyor:
Birincisi, hiç anlamamış olanlar. Onların zâten anlatma ihtimâli sıfırdır.
İkincisi, anladığını düşünen ama onu aktaramayanlar. Bunlar belki dile hâkim olamayanlardır.
Üçüncüsü, anlamadığını anlayamamış olanlar. Bunlar boş klişeleri tekrarlayarak ömürlerini geçirirler.
Dördüncüsü ise anlasa da anlaşılmaz olmayı tercih edenler. Niçin? Çünkü muhatabın anlayamadığı şekilde konuşmak bizde kişiye “itibar” kazandıran bir şeydir. “Entelce” konuşmak dâima karşıdakini “câhil” yerine koyar ve bu aradaki açık, entele yeterli statüyü temin eder. Halbuki gerçek arıdır, durudur, anlaşılırdır.
Hikâyesi ilginç. Endülüs’te her ilimde olduğu gibi matematikte de ileri olan Müslümanlar bilinmeyen rakamı ifade etmek için Arapça “şey’un” derlerdi. Bizim “şey” kelimesi yani. . . Fakat İspanyolcada “ş” sesi yoktur. Bu sesi ancak “x” sesi ile ifade ederler. Onu da “kh” diye, yani hırıltılı “h” olarak okurlar. İspanyollar Arapça bu kelimeyi “xey’un” olarak okudular. Bilinmeyen bir şeyi ifade etmek için “xey’un” kelimesinin ilk harfi olan “x”i kullandılar. Dolayısıyla tâ 1OOO’lerden bu yana bilinmeyene “x” denmesinin temelinde de “şey’ ’ var.’
“Şey” kelimesinin dilimize geldiği yer Arapçadır. Bu dilde “şey”, bizim bugün Türkçede kullandığımız anlamda olduğu gibi “istemek, irâde etmek” anlamına da gelir. “İnşallah” da “Allah dilerse”, “maşallah” ise “Allah’ın dilediği olur” demektir. Şimdi düşünelim, “nesne” mânâsında kullandığımız “şey” nasıl oluyor da “istemek, irâde etmek” anlamına gelebiliyor? Demek ki nesne olarak, olay olarak ismini koyamayacağımız kadar çok ve sürekli olan her şey Mevlâ’nın irâdesi, yani emri ile yaratılıyor.
Bilmek, kılmak, olmak… Olunca tekrar farklı bir seviyede, farklı bir kalp aklıyla bilmek, tekrar o yeni bilişle yeni kılmak, yeni kılmak sonucunda bu kez bambaşka bir kemalât basamağında tekrar olmak…Ahlak bizce budur.
Kendimiz olmak demek, kendi aklımız-fıkrimize yaslanmak demektir. Aklı-fikri doğru anlayalım. Şikâyet ve suçlu aramak yerine kendimize, işimize bakalım. Nitekim Mevlâmız buyurur. “Ey imân edenler! Siz kendinizi düzeltmeye bakın! Siz doğru yolda olduktan sonra sapanlar size zarar veremez.” (Mâide Süresi, 105. âyet)
Ben bu mânâyı pek sevdim.
Bu bahis bana dört kavramı hatırlattı: vücûd, vücûh, vuzûh, vukûf.
Bir kişiye, konuya, işe, meseleye bütün vücûduyla, varlığıyla yönelmek gerekir. Vücûh, yüzünü dönmek, odaklanmak demektir. O hâlde Vücûd Vücüh etmeli. Vücûh ise kişiye vuzûh kazandırır. Vuzûh, bir meselenin tam açıklığa kavuşması demektir. Yani kişi bir şeye odaklandığında 0 şey ona tamamen açılır. Bu Yaradan’ın biz kullarına verdiği büyük bir kuvvet ve nimettir. Vuzûh ise vukûf getirir. Yani kişi vuzûh kazandıkça vukûf da kazanır. Vuküf bir şeyin bütün yönlerine tam anlamıyla hâkim olmak demektir. Bir şeye hâkim olan kişi ise o şeyin hikmetini anlar. Ayrıca onun hakkında hüküm verme yetkisi kazanır.
Vücûd, vücûh, vuzûh ve vukûf bir araya geldiğinde gerçek varlık bilgisi ortaya çıkar. Kısacası bir şeye yönelmek, kapalı ve eksik bir yön bırakmadan tam olarak bilip anlamak, ona uygun amelin şartıdır.
Mevlâ O’nun rızâsına uygun bilenlerden, kılanlardan ve olanlardan eylesin.
İslâm’ın çok önemli bir farkı da budur. Bilmek de, yapmak da, olmak da Allah için yapılırsa makbuldür. Yoksa kimsenin sırf bilim yapmak için bilim yapması, sadece para kazanmak için ticaret, sadece oyum çoğalsın diye siyaset yapması ne onu ne dr yaptıği işi hayırlı kılmaz.Hem niyetin hem işin kendisinin hem de yapılma usûlünün Allah ve Resulü’nün hükümlerine uyması gerekir.
“Osmanlı çok büyüktü” diye konuşup duranlarımız bile aslinda Osmanlı’yı pek bilmiyorlar. Aynı olayları, aynı sloganlan tekrarlayıp duruyorlar. “Osmanlı neden büyük?” diye sorduğumda cevap veremiyorlar. “Sınırları büyüktü, hazinesi büyüktü, sarayları büyüktü, nüfusu büyüktü” gibi saçma cevaplara sapıyorlar. Oysa Osmanlı büyüktü, çünkü sanattan siyasete, ticaretten eğitime kadar her alanda hayatın merkezine imani ve kulluğu yerleştirmişti. Osmanlı kıymetli, çünkü bize kulluğun neler yapabileceğini gösteriyor.
Fakat bunu söylerken de Osmanlı’nın hiç hatâsı yoktu diyemeyiz. Hata ve yanlış her yerde, her devirde, her toplumda olur. Ama Osmanlı’da sistemin özü kulluk olduğu için yönü de genellikle hayra, adâlete, şefkate ve insaniyete doğrudur. Bunu bilmek lâzım.
———————————————————-
Edemez, zira bu zanlar, sözler, alkışlamalar bilgisizlik kadarı hattâ ondan da fazla aşağılık kompleksinden kaynaklanır. Bunun üzerine ben de ağabeyime dedim ki: “Eskiden “Komünistler Moskova’ya!’ diye bağıranlar vardı. Şimdi de bizim gençlere ‘Batıcılar Batı’ya’ diye bağırmak lâzım. Gitsin görsünler, ne olduğunu da anlasınlar.” Ağabeyim ise “Vallahi kardeşim, gıtseler de göremezler” dedi. Ne kadar doğru! Kişi aklıyla, gözüyle değıl kalbıyle, niyetiyle görür çünkü…
Öyle anlatırlar… Bir gün Fâtih Sultan Mehmed, vezirleriyle devlet bütçesini görüşüyormuş. Bir ara maliyeye bakan vezirine “Medreselere ne kadar para ayırdınız?” diye sormuş. 0 da bir rakam söylemiş. Fâtih, “Olmaz, 0 bütçeyi en az iki katına çıkarın” demiş. Bunun üzerine veziri: “Ama efendim, bır medresede kırk talebe varsa onlardan belki on tanesi başarılı olur. Bu kadar düşük bir başarı oranı için bu kadar para ayırmak israf olmaz mı?” diye itiraz etmiş. Fâtih ona şu ibretli cevâbı vermiş: “Sen kırk kişiden on kişi yetişir diyorsun. Oysa ben sana iki katına çıkar derken kırkta bir kişi hesabına göre soylemiştim.”
Biz yıllardır bu gerçeği anlatmaya çalışıyoruz. Batı olsun, Doğu olsun küfrün siyasetteki, ticaretteki, teknolojideki bâtıl başarısına öykünenleri uyandıramadık Hatta bu konuda kendini dindar sayanlar, birçok bakımdan Batıcıları bile geçtiler. O kadar kendilerinden, Rablerinden kopmuş, ümidi kesmiş, şaşkın vaziyetteler.
Bu gibiler acaba eski devirlerde yaşasaydılar firavunları, Nemrudları, Neronları, Ebu Cehilleri mi; yoksa çilekeş İbrâhimleri, mütevâzı Mûsaları, fakir İsâları, yetim Ahmedleri mi “başarılı” görürlerdi? Kendilerine hangilerini “rol model” olarak alırlardı? Bu soruyu sormak ne kadar dehşetli ise, verilecek cevabı tahmin etmek daha da dehşetli maalesef…
Hak ehli olanın ortaya konan “başarılar”a olan bakışı da hak üzre olur. Yani Allah’ın ve O’nun Rasül’ünün (sav) ölçüsü üzerine…
Batı’nın bu “başarı” sözleri, bugün bir etik, hatta neredeyse bır din hâline geldi. Din nâmına bir şey kalmayınca yerini boyle zırvalarla dolduruyorlar. “Başarılı insan” denince akla meselâ iyi insanlar, bağış yapan, fakirler için çalışanlar gelmiyor. Kariyerinin zirvesine ulaşan, çok para kazanan, iyi kötü meşhurlar anlaşılıyor. Yani şöhretin iyisi kötüsü yok. Oysa İngilizcede iyi şöhretliler için “famous”, kötü şöhretliler içinse “infamous” derler. Fransızcada da aynı fark var. Dilimizde maalesef bu farkı tek kelimeyle ifade edemiyoruz. Ama biz de “şohret” dediğimizde daha çok kötü şöhretliler önde.
Oysa başarmak, Allah’ın izniyle, takdiriyle, lütfuyla olur. Hüd Suresi’nde Hazreti Şuayb’in (as) dilinden olan o duayı öğrenelim ve sık sık söyleyelim: “Ve mâ tevfiki illâ billâh. Aleyhi tevekkeltü ve ileyhi ünîb.”
Batılılar rasyonalizmi mi övüyorlar? Hemen bizde “Dinimiz akıl dinidir” diyenler türer. Daha “akıl” ve “rasyonalite” kavramlarının farkını bile bilmeden… Batılı fîlozoflar tarihselcilikten mi bahsediyorlar? Hemen bizde birileri Kur’ân’ın tarihsel bir metin olduğunu -hâşâ-iddia etmeye başlar. Onlar yorumsamacı felsefeyi mi icâd ettiler, bizdekiler de hemen aynı yöne dönüverirler. Bu şekilde bir asırdır sünnete yapılan saldırınin hiç utanmadan-sıkılmadan Kur an a da yapılmaya başlandığına şâhit oluyoruz. Ne acı!
Evet, hikmet her şeydedir, herkestedir, her yerdedir. Ama bu hikmete sahip olanlar içindir. Yani iman nüru ile her şeyin ve oluşun özünü görebilenler için… O öz, o asıl da sadece Rabbimizdir. Müslüman her güzele ve doğruya açıktır. Fakat Müslüman olmayanlardan örnek almaz, ibret alır. Hikmet de kadir-kıymet ölçüsü içinde elde edilir.
Bir kişinin kadrini bilmek aynı zamanda o kişinin ölçülerine uymak demektir. Biz ise Mevlâmızın ve Rasülullah Efendimizin (sav) ölçüsü elimizde olmadığı için karşılaştığımız olaylarda, bilgilerde, düşüncelerde kafamıza göre karar veriyoruz.Okuduğumuz okulların, mesleklerin, mensup olduğumuz grupların esiri oluyoruz. Şu kusurlu eğitimden aldığımız eksik bilgileri, kuru bir diplomayı başka her ölçüden üstün tutıyoruz.
Allah’a ve dinine, imana kıymet vermemek demek, onu önem sırasında başka şeylerin arkasına almak demektir. Cep telefonunun ıcığını cıcığını bilenler, bir pop yıldızının her gününü takip edenler, bir futbol kulübünün bütün kadrosunu ezbere bilenler bir akâid kitabını eline alıp, “Biz neye inanıyoruz? Allah kimdir, Rasülullah kimdir, Kur’ân nedir, melekler nedir, kazâ ve kader ne demektir, âhiret nedir?” sorularının cevaplarını doğruca öğrenmiyor. Akşama kadar siyaset, spor, para dedikodusu yapanlar Mevlâmızın ve Nebî-i Zîşân Efendimizin sohbetini yapmıyor. Sosyal medya saçmalıklarıyla saatlerini geçirenler günde bir âyet, bir hadîs, bir kelâm-ı kibâr öğrenmiyor. İlmihâlde bilmediklerini merak edip sormuyor, okumuyor.
Ağzımızdan Allah kelimesi, âyetler, hadisler çıkıyor ama bereketi olmuyor. Çünkü o güzel ismi ve yüce fermânları kalpten kastetmiyoruz. Bildiğimizi yapmıyoruz. Samimiyetimiz yok.
Amel dedik… Kulun ameli sadece namaz kılmak, oruç tutmak, zekât vermek gibi ibâdetler değildir. Dinden, mühendislikten, sanattan, siyasetten, ticaretten, kısacası neden bahsedersek edelim söylediğimiz, yazdığımız, tartıştığımız, yaptığımız her şey de bir ameldir. Müminin yaptığı her şey gibi yazdığı yazı da bir ameldir. Yaratmak fiili üzerine fetva veren yazar arkadaş bu bilinçle yazsaydı böyle densizlik edemezdi.
Aslında hiç kimse bırakın dinî ilimleri, başka bilimlerde bile üniversite diplomam var diye söz söyleme yetkisine sahip olmaz. Hangi mühendis dört yılda okuduklarıyla mühendislikte büyük sözler söylemeye kalkışabilir? Hangi hukukçu diplomam var diye hukuk allâmesi kesilebilir? Müsaade ederler mi? Ama mevzu din olunca müsaade sonsuz.
Peki, dindar bir yazarın dinî bir meseleyi ele alan bu yazısinda din nerede? Yok. Allah, Rasül, ashâb, ulemâ, urefâ nerede? Yok. Ayet, hadîs, icmâ, kıyas nerede? 0 da yok. Tefsir, hadis, siret, akaid, fıkıh, irfân nerede? Hiç yok Yani yazar dinî hiçbir atıfta bulunmadan dinî bir meseleyi çözmeye cüret ediyor. Dinî bir hükmü iki üç sözlüğe bakarak kafasına göre vermeye çalışıyor.
Bu aymazlığın benzerlerini çevremizde gittikçe daha çok görüyoruz. “Dindarlık” siyasete ve çeşitli komplekslere kurban edilince böyle oluyor. Bu aymazlık bir değil, birden fazla yanlışa dayanıyor. Birincisi, haddimizi bilmiyoruz. Oysa ilmin esası edebdir. Yani haddini bilmektir. Kişi haddini bilen degılse bile öğrenen olmalıdır. Bilmediği konularda hukum vermemelidir. Hele dini konularda asla… Azıcık bilmek bilmek değildir. Hele usülüyle ilim tahsîl etmeyenler, yani klasik ilim geleneğine bağlanmayanlar, rüzgârda uçuşan yapraklar gibidir. Bizim gibi okumuş ama dinî ilimleri usülüyie tahsîl etmemiş kimselerin en az sokaktaki insanlar kadar bu konuda çenemizi, kalemimizi, nefsimizi tutmamız gerekir. Bu Rabbimizin emridir: “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?’
İkincisi, bilmediği hususları gerçek bilenlere sormalıdır. Mümkünse yaşayan bir âlime sormak en güzelidir. Çünkü konuyu birebir açımlamak, sorulara cevap vermek, etkileşmek mümkün olur. Fetvâ zaten esasen kişisel olarak sorulan bir soruya bilen, yani âlim tarafından verilen cevaba denir. Eğer gerçek bir âlim, yani bilen, bildiğiyle amel eden, ahlâkı yerinde bir kişi tanımıyorsak o zaman bu tür gerçek âlimlerin yazdığı muteber kitaplara bakılır. Ama onları da kavramak için belirli bir ilim gerekir.
Üçüncüsü, asla sözlüğe bakılarak dinî hüküm verilmez. Bu sözlükçülük de yeni âdet… Nasıl olsa artık internette diller üzerine pek çok kaynak var. O zaman âyette geçen kelimeye sözlükten bakıp hemen hükmü veriyorlar. Oysa meselâ Elmalılı gibi muteber bir tefsire baksalar, orada âlimlerin lugat mânâsını zikrettikten hemen sonra o âyetin nüzül sebebi, başka âyetlerle olan ilişkisi, muhtevâsı vb. gibi gerçek anlamı ortaya koyan bilgilerle netleştirdiklerini görecekler. Hayatımda çok değişik insanlar tanıdım. Arapça ana lisanı olduğu için, Arapçayı kursta öğrendiği için, hatta hiç Arapça bilmeden mealden bakıp âyetleri yorumlamaya cüret eden gâfîller gördüm. Böyle câhillerden meal yazanları bile oldu.
Sürekli kendime ve gençlere hatırlatıyorum: “Allah’ın ve imanın kıymetini bilelim.” Bunu özellilde “dindar” görünümlülere, dini bir gösteriş ve güç aracı, bir moda gibi görenlere anlatmak çok zor.
“Dindar” görünümlü doktor, modern laik tıbbın en büyük savunucusu ve geleneksel tıbbın en büyük düşmanı olabiliyor. “Dindar” görünümlü öğretmen hiç düşünmeden “kişisel gelişim” veya “değerler eğitimi” gibi tercüme ve içinde tevhid değil, ikiyüzlülük olan kavramları çocuklarımıza aktarabiliyor. “Dindar” görünümlü bürokrat, Amerikan ve Avrupalı uygulamaları hiç sorgulamadan kopyalayarak toplumumuzu tahrip edecek işlere imza atabiliyor. “Dindar” görünümlü genç feminist olmaktan, birey olmaktan, laiklikten hoş şeylermiş gibi bahsedebiliyor.
Gençliğimden beri haykırıp duruyorum: “Gerçek güç, insan olmak ve insan yetiştirmektir” diye… Yetişmek ve yetiştirmek.. Bu bizim İslâm, imân, ihsân vazifemizdir. İnsan olmak, adam olmak ve yetiştirmek şunun bunun için değil, Hak içindir. Medeniyet, siyaset, felsefe, hemşehrilerimiz için değil, ecdadımıza lâyık olmak için değil; Allah için, Allah’a yaraşır kul olmak ve böyle kulların yetişmesinde çile çekmek içindir. Bu adamlık okulda okutulmaz, kullanım kılavuzu, bitirme sertiükası yoktur, bir hobi değildir. Adamlık, adam olanlardan öğrenilir. Uzun uzun konuşarak değil, hâlleşilerek öğrenilir. İnsanlara bağıra bağıra “siz şöyle şöyle kötüsünüz” diye parmak sallayanlardan değil, adamlığı kalbine nakşedenlerin süküt sohbetlerinden öğrenilir.
Öyle bir devre geldik, hem de o kadar hızla geldik ki gerçek dindarları en çok “dindar” görünümlüler kınıyor, zemmediyor, aşağılıyor. Bugün kadın-erkek mahremiyetine dikkat edenleri en çok kınayanlar bunlar… Türlü saçmalık ve hezeyanları kutsamakla gün geçiriyorlar. Dinin gücüne değil, gücün dinine tâlipler.
Şimdiki moda da bu… Eskiden Batıcılara yamananlarin yerini bu gibi şaşkınlar aldı. Bunlar sabahtan akşama kâdar Batılı yazarlardan, teorilerden, filozoflardan bahsederler ama bir kerre Rasülullah’tan, ashâbdan, imâmlardan, ehl-i beytten, âlimler
den ve âriflerden bahsetmezler. Zikirleri Heidegger, Kant, Bukowski. Yani kendi düşünceleri, buluşları, hayallerini bile küfürden kurtaramamış bahtsızlar… Hattâ bu “dindar” görünümlüler bir âyet veya hadîs, büyüklerin sözünü duydukları zaman utanmadan “ha, evet aynen falanca Batılı filozofun söylediği gibi” diyorlar. Referans yine Batı… Bunlara İmâm Gazzâlî, İbn Haldün, hattâ Yunus’u bile sormayın, çok alınıyorlar. “Onlarla ne işim olabilir ki” gibilerinden dudak büküp kaş çatıyorlar.
İkinci örnek bir ilâhiyat fakültesinde tefsir bölümü başkanlığı yapmış bir akademisyenin yazdığı makale… Konusu hâşâ “Kur’ân’ı efsânelerden arındırmak” Bu adam da kalkmış, Alman bir Hıristiyan teologun İncil’deki kıssaların gerçekliğini eleştirmesini örnek almış. Bunu Kur’ân’a uygulamaktan bahsediyor. Rabbimizin Kur’ân’da zikrettiği Hazreti Adem’den tutun Hazreti Ibrâhim’e, Hazreti Yüsuf, Hazreti Nüh, Hazreti İsâ ve Hazreti Meryem (as) gibi pek çok kıssaların “tarihsel gerçekliği olmak zorunda olmadığını” söylüyor. Yani kısacası hâşâ “Allah uydurur” diyor. Bu adam yıllarca bir televizyon kanalında güya tefsir dersleri yaptı. Kendisine bu imkân, “dindar” görünümlülerce verildi.
Bu bağın farkına varan anlar ki her şeyin her şey ile bir bağı vardır. Çünkü her şeyin her şeyi yaratan Allah ile bağı vardır. Buna “tevhid” denir. Evet, tevhid Hakk’a bağlanmak ve her şeyi Hakk’a bağlamak demektir.
Rabbimiz bizi O’na hakkıyla bağlanan ve bu bağın üzerine titreyenlerden eylesin.
Kişi, neyi sevip ittibâ ederse ona bağlanır. Demek ki muhabbet ve aşktan daha kuvvetli bir bağ yoktur. Allah ile olan bağımız sadece mecburiyet bağı değildir, muhabbet bağıdır. Kendini Yaradan’a, O’nun sevgilisi Rasül’üne ve O Rasül’e bağlanmış olanlara muhabbetle bağlayanlarin mensubiyeti tam olur. Bu Hak zincirine bağlanınca mümin kendini zamanın, nefsin, şerli insanların, şeytanın iğvasına kapılıp yokluğa savrulup uçup gitmekten kurtarır.
Kişi aklıyla bağlayarak ve bağlanarak yaşar. Bildiği ve bilmediğini bağdaştırarak anlamlar kurar. Bu bağlama ve bağlanma Hak için ve O’nun emrettiği biçimde olduğunda elde edilen bilgi “hikmet”tir. “Hikmet” kelimesinin kök anlamlarından birisi “ata vurulan gem”dir. Bu da bir bağı ifade eder. İnsanın düşünce, irade ve kuvvetini bir ata benzetebiliriz. Bu üç nimet bir binittir, araçtır, imkândır. Hikmet bu üç gücü Hak yolunda dosdoğru götürmek, ata da zarar vermeden, onu emanet gibi görerek hakkını gözeterek onu kullanmak, ondan istifade etmek, onu kontrol etmek demektir.
0 Yorumlar