İşte Schopenhauer ve onun gibi düşünen diğer filozofların asıl sorunu budur. Hayata güzel bakamamak! Halbuki var olmak ve varlığı sürdürmek bir lutuf yani hediyedir. Ve bu lutuf gerektiği gibi değerlendirilirse kişi huzura erer. Tüm varlık Allah’ın yaratmasıyla oluşmuştur ve bu sebeple güzeldir. Çünkü Allah, Cemil’dir. İyiden iyi, kötüden ise kötü yansır. Her bir varlık Allah’ın isimlerinin tecellisidir ve bu sebeple O’nu hatırlatır. Hayatın güzelliğini ortaya çıkaran sevgidir. Sevgi ile varlığa yaklaşan insan hayata güzel bakar ki böyle bir kişinin pesimist olmasına imkân yoktur.(Sulhi Ceylan)
İmam Gazâlî (rah.), on yıl süren kaçış ve arayış dönemi sonucunda hakikate Allah’ın kalbine attığı bir nur sayesinde çıktığını söyler. On yıl boyunca, “Ancak selim bir kalp ile Allah’ın huzuruna gelen kurtulur” düsturunca nefsini terbiye eden Gazâlî (rah.), bu yalnızlık dönemini kalbinin tüm hastalıklarını tedavi etmekle geçirir.
“Karmaşık İktisadî yapının yanı başında, teknolojik güce ve makinenin gücüne tapınma da kolayca belirmiştir. Hatta bu iki put bir diğerini destekleyerek kutsiyetlerini!) korumaktadırlar. (…) İnsanın uzayda rahatça yol alacak teknik güce erişmesi, bilgisayarların günlük hayattaki sonuçları makineyi tanrılar arasına kolayca katmıştır. Ancak bu dinin iki ana mezhebi vardır: Birincisi, teknik gelişmeye, dola- sıyla makineye taparken, ikinci mezhep, bu gelişmeyi sağladığı gerekçesiyle insan aklının işleyişine tapmaktadır” (îsmet Özel, Üç Zor Mesele, İstanbul: Tiyo Yayınları, 2014, s. 80).
“Hakikat değildir televizyon! Televizyon Allah’ın belası bir eğlence parkı! Akrobatların, şarkıcıların, dansçıların, hokkabazların, ucubelerin, hayvan terbiyecilerinin, sporcuların olduğu bir sirk, bir karnavaldır… Bizim işimiz can sıkıntınızı gidermek, hepsi bu! Ama eğer hakikati istiyorsanız… Rabb’inize dönün, üstatlarınıza, âlimlerinize dönün, kendinize dönün. Çünkü hakikati bulacağınız tek yer orası!”
Söz gelimi bir şirket çalışanısınız ve diğer bütün çalışanlar gibi şirket içindeki mevkiinizi ve kazancınızı arttırmak istiyorsunuz. Bunun için normalde işinizi iyi yapmak, kendinizi mesleğinizde geliştirmek ve halinize şükretmekten başka bir şey yapmazsınız. Fakat bir kişisel gelişim uzmanı bu noktada o çalışana şunları fısıldar: “Sen o şirketin en önemli çalışanısın, mükemmel bir insansın. Şu an bulunduğun mevki, kazandığın para hak ettiğinin çok altında. Dikkatli ol, etrafındaki herkes senin ulaşmak istediğin mevkie varmak istiyor. Bu yüzden onların hepsi senin düşmanlarındır.
Önce her sabah kalktığında aynaya bak ve kendine ne kadar harika biri olduğunu söyle. Kendini, ulaşmak istediğin mevkide olduğuna inandır.” Anlatmaya devam ediyor: “Eğer saçını böyle tararsan şöyle üstünlük kurarsın. Şayet kollarını masaya böyle yaslarsan, onları şöyle alt edersin. Eğer toplantıda söze şöyle başlarsan, herkesi susturursun. Şayet biri kaşını kaldırıyor ise amacı bu, eğer burnuyla oynuyorsa sizin için düşündüğü şu..
..”Sanırsınız ki bir çalışma ortamı değil, bir harp meydanı…
Ulusal bir bilinç oluşturma ve cumhuriyet etrafında bir araya gelme düşüncesiyle çekilen “Boğaziçi Esrarı” gibi başka filmler de vardı. Yine 1938 yılında Musahibzâde Celal’in aynı adlı eserinden sinemaya uyarlanan “Aynaroz Kadısı” ve 1939 yılında çekilen “Bir Kavuk Devrildi” isimli filmler Osmanlı adalet kurumlarını ve bu kurumlari temsil eden din adamlarını hicvediyordu.Bu dönemlerde çekilen tarih filmleri de yine romanlardaki temalardan farklılık göstermez. Din, din adamı, dinî değerler ve dindar insanlara saldırı ve aşağılama filmlerin ortak temasıdır. Bir başka ortak nokta da tarih filmlerinde içerik olarak Millî Mücadele’nin İngiliz, Fransız gibi düşmanlara karşı değil de hilafetçi-dinci olarak yansıtılan kesime karşı verildiği temasıdır.
Filmlerde iyiler cumhuriyetçi, modern, ilerici ve hep güzel insanlar olurken, düşmanla iş birliği yapan, kötü, çıkarcı, menfaati için ülkesini düşmana satan tipler de dindar kişiler olarak gösterildi. Yani filmlerde topluma aşılanan görüş Millî Mücadele’de, vatanı kurtarmak isteyen vatanperver cumhuriyetçilerle, düşman safında yer alan hilafetçi-padişahçılar arasında geçmiş ve neticede de iyi olan cumhuriyetçiler bu savaştan galip çıkmışlardı.Yönetmenliğini yine Muhsin Ertuğrul’un yaptığı ve bir Fransız oyunundan uyarlanan 1928-29 yapımı “Ankara Postası” isimli film bahsettiğimiz bu konuyu işler. Ertuğrul’un, 1932’de çektiği “Bir Millet Uyanıyor” filminde de Kuvâ-yi Milliyeciler ve hilafetçi-padişahçılar yine karşı karşıya gelir.
1959 yılında bu kez Nejat Saydam sahneye çıkar ve “Kalpaklılar” isimli filmiyle aynı temayı işler. Bu zihniyete göre Kurtuluş Savaşı, aslında bir iç savaştır. Osman F. Seden imzalı 1959 yapımı bir başka film “Düşman Yolları Kesti” dir. Film yeni olsa da yaklaşım aynıdır.Millî Mücadele dönemi filmleri içinde en prototip diyebileceğimiz film ise “Vurun Kahpeye” filmidir. Film, Halide Edip Adıvar’ın 1923 yılında Akşam gazetesinde tefrika edip 1926 yılında kitaplaştırdığı romanından beyaz perdeye uyarlanır.
Üç kez çekilen filmi ilk olarak 1949’da Lütfi Akad, 1964’te Orhan Aksoy ve 1973’te Halit Refiğ perdeye yansıtır. Filmde çizilen müslüman tipi, yine gerici, yobaz, düşmanla iş birliği yapan hain bir tiptir ve kendisinden sonra gelen diğer sinema filmlerinde kullanılacak olan din adamı, dindar insan tiplerine de örnek oluşturur.Halide Edip’in manda fikrini şiddetle savunan bir kalem olduğunu da unutmamak lazım gelir. Amerikan mandası fikrini benimsiyordu. Halide Edip kendisi gibi düşünen Refik Halit, Ahmet Emin, Yunus Nadi, Ali Kemal, Celal Nuri gibi isimlerle 14 Ocak 1919’da Wilson Prensipleri Ce- miyeti’nin kurucuları arasında da yer almıştı. Söz konusu Amerikan mandası tezi ise vatanı düşman işgaline karşı savunmayı amaçlıyordu! Bu dilemmayı çözebilen beri gelsin.
İstediği şeyleri tüketemeyen ya da ona sahip olamayan kişi, sosyal planda bir boşluğa düşüyor ve öncelikle kendisiyle yabancılaşıyor.İnsana sunulan her tüketim malzemesi onun gerçekte ihtiyaç duyacağı şeyler değil aslında. Kendisine dayatılan, bilinçaltına işlenen ve istem dışı yapılan telkinlerle insan olamayacağı, yapamayacağı, alamayacağı şeyleri istemeye başlıyor. Hayatı boyunca sahip olamayacağı şeylerin peşinden koşan, hiçbir zaman elde edemeyeceği iş ya da kariyer için mücadele eden bir kişi, bir zaman sonra boşa kürek çektiğini anlayınca yaşadığı kırgınlıkları, yabancılaşmaya dönüştürüyor.
Oysa gerçek başkadır. Hayata bakışımızı yeniden değerlendirip yerli yerine oturtursak bizi diğer insanlara, çevreye ve yaşadığımız şehre, kültüre yabancılaştıran birçok lüks ihtiyacımızı bir kenara atabiliriz. Sinoplu Di- ogenes örneğinde olduğu gibi. Diogenes bir gün avucuyla su içen bir çoban görünce, “Ne çok sahip olduğum eşya varmış!” diyerek su kabını atar.(Davut Bayrakli)
Şöyle dikkatlice baktığımızda görürüz ki bizi rutinlere boğan bir dünyanın içinde çırpınıp duruyoruz. Televizyon, oyun, eğlence gibi rutini inşa eden yapılar aklımızı da bedenimizi de kendi seçeneklerine mahkûm ediyor. Bu gerçekten korkunç bir şey. Söz gelimi bugün televizyon dizileri sayesinde kafeslenen insan aklı, üretimden çok tüketimin bir parçası olarak varlığından ödün vererek, yok oluşa yamanıyor. Bilinç burada yarı uyur vaziyette.
Soyut sistem, insanın doğrudan kişiliğini hedef alırken, onun yapısını da çok iyi tahlil ediyor elbette.Giddens’ın dediği gibi kişilik dışı ilkelere ve kişinin tanımadığı insanlara duyduğu güven ürkütücü derecede bizi istediği yöne çekebilecek kadar güçlü. Bu güvenle birlikte popüler kültürün önümüze altın tepside sunduğu karakterler sahihleşiyor. Oysa perdenin ardında gayri sahih duran ve yapay bir karakterden söz ediyoruz. Çarpıcı olan şu ki, o ya da bu biçimde kendimizi bu sahte karakterler dünyasında birinin tarzını seçmeye mecbur bırakılmamız.
Sosyal medya işte tam da buna çanak tutuyor. Fikir serdetmek şöyle dursun, şimdilerde çok beğeni alan ve hap gibi yutulan, meydana çıkma furyasının neticesi olan sosyal medya fenomenleri ise Pessoa’ya inat güya üstün nitelik üretmeye ve yepyeni bir dil oluşturmaya namzet. Şu fenomen diye parlatılan insanlara ve o payeye aday olarak gösterilenlere yazık edildiğine kanaat getirmek zor değil. Bu mecrada ünlü olmak için binlerce takipçi satın alarak kendini paralayanlar önümüzdeki beş on yıl içinde hiçbir şey olamadıklarını gördüklerinde psikiyatri klinikleri hasta yoğunluğundan dolayı mantar gibi çoğalırsa şaşırmayacağım.
İş buraya varmadan insanlar, niteliği bu alanlar üzerinden üretme yanılgısından kurtulmalı, çünkü durdukları yer sadece nicelik için varolan ve asla nitel olanı önce- lemeyecek bir ideolojiye sahip. Neden mi? Çünkü nitelik, modern anlayışın içinde para etmiyor. İnternetin kesilmesiyle veya elektiriklerin gitmesiyle kendini pazarlayama- dığı için krize girecek bir yığın insan var. Birçoğu da acınacak halde.(Mehmet Erikli)
Dedelerimiz çocukken hayal kurmadılar mı? Elbette kurdular. Ama neyin hayalini kurdular biliyor musunuz? İslâm ordusunun sıradan bir neferi olmanın, bir Allah dostunun gül simasını görmenin, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v) rüyalarına teşrif etmesinin hayalini kurdular. Ellerine, oku, Sa’d b. Ebû Vakkâs hazretleri gibi olmak için değil Sa’d b. Ebû Vakkâs’in (r.a) yolundan gitmek için aldılar. Kalemi mürekkebe devrin İmâm-ı Azam’ı (rah.) olmak için değil İmâm-ı Âzam’in ilminden bir nebze olsun nakledebilmek için batırdılar. Müslümanların hükmettiği cihanın evlatları böyle yetişir.(Mükerrem Mert)
Dolayısıyla her hastanın kendi mizacına göre farklı bir tedavisi vardır. Hatta aynı hastanın farklı ruh hallerindeki, yerlerdeki, mevsim lerdeki tedavisi bile değişebilir. Modern tıbba göreyse hastanın karakterinin ve içinde bulunduğu halin, çevrenin, zamanın, mekânın tedaviyle ilgisi yoktur. Önemli olan şaşmaz tahliller, yanılmaz labo- ratuvar sonuçları, eksiksiz röntgenler filandır.(Mükerrem Mert)
Büyük âlim tıp ilmini, dinî ilimlerden sonra en üstün ilim olarak görmektedir. Bununla birlikte çoğunun tahmine dayalı olduğunu da belirtmektedir. Bugünkü modern tıpçılar ise sürekli değiştirdikleri iddialarının tahmine de ğil kanıta dayandığına her nasılsa bizi ikna etmektedir. Sağlık ilmi tarihin hiçbir döneminde kanıta dayalı olmamıştır. Her hastalığın zamanla bir ilacı bulunduğu gibi her ilacın da zamanla bazı zararları bulunmuştur.(Mükerrem Mert)
Karl Marksi ele alalım. Bu tek adam çok büyük bir filozof, iktisatçı ve sosyolog kabul ediliyor. Felsefede diyalektiği, iktisatta artı değer teorisi, sosyolojide yabancılaşma teorisi büyük değer görüyor. Onu bir felsefe kitabından okursanız diyalektiğini iyice anlarsınız. Ama artı değer ve yabancılaşma yaklaşımları konusunda pek bir şey öğrenemezsiniz. Aynı tekillik yakanızı bu adamı iktisat veya sosyoloji kitaplarından okuduğunuzda da bırakmaz.İyi ama Kari Marks’in bu üç teorisi iç içedir. Birbirinden bağımsız değildir ki. Yabancılaşmayı anlamayan biri aslında diyalektiği de anlamamış sayılır. Öyleyse Marks’ın felsefesi, iktisadı ve sosyolojisi ayrılamaz.
Biz Marks’a katılmayız. Dünya görüşünü, değerlerini paylaşmayız. Ama hakkını da teslim ederiz. Çok yönlü bir fikir adamıdır. Uzmanlaşmanın kısır penceresinden anlaşılamayacak biridir.(Mükerrem Mete)
Fikirlerin arka planını sorgulamak insanın kendi okuma, öğrenme gayesini de gözden geçirmesine vesile olur. Böylece neyi neden okuduğumuzu daha iyi değerlendirmeye başlarız. “Kitap işte okuyayım, onu da merak ediyordum zaten, bunu şurada duymuştum, bu da yeni çıkmış” gibi rüzgârlara kapılmayız. Önce amacımızı belirleriz. Sonra bizi amacımıza ulaştıracak yolu buluruz. Yavaş yavaş okuduğumuz her kitabı, öğrendiğimiz her bilgiyi, ürettiğimiz her fikri koyacak yerler bulmaya ve yerler arasında uyum sağlamaya alışırız.(Mükerrem Mete)
0 Yorumlar