Bir Zorunluluk Olarak Ahlâk: İnsan Olmak ve Ahlâklı Olmak
Paylaş:

111979-300x150 Bir Zorunluluk Olarak Ahlâk: İnsan Olmak ve Ahlâklı OlmakTahsin Görgün

Ahlâkî Bir Makuliyet imkânı

ii) Bu durum bizi, ilk bakışta, rasyonel davranmanın ahlâkla irtibatsız davranma olduğu gibi bir neticeye ulaştıracaktır ki bu, başta sorduğumuz sorunun bir cevabı olarak karşımıza çıkacaktır. Yani “ahlâksız” davranmak da makuldür. Hatta “ahlâkî davranmak, makul olmamaktır” gibi bir hüküm ortaya çıkacak­tır. Günümüzde özellikle siyasi alanda ahlâkî ilkelere bağlı kalmanın makul olmadığım, onun yerine “reel- politik” yaklaşımın kaçınılmaz olduğunu savunanlar bu tavrın en açık örneğini teşkil ederler.

Halbuki ahlâklı davranmanın, insanın özünü gür­leştiren, inşam insan olarak muhafaza eden bir varo­luş şekli olduğu ve bunun aynı zamanda makuliyet ile eş anlamlı olduğunu ifade etmiştik. Daha farklı bir ifade ile insan, bağımlı bir varlık olarak, varlığını an­cak bu bağımlılık ilişkilerinin farkında olarak, bunları bir bağlılık haline getirirse, kendi varlığını muhafaza edebilecektir; kendi varlığını, başkalarının varlığını muhafaza ederek, muhafaza etme ve kendi özünü, bağımlılık ilişkilerini bağlılık halinde tahkim ederek ve bu tahkim etme yolunu bir vasıf olarak kazanarak, gürleştirmek, ahlâklı olmak anlamına gelmektedir. Akıl bunların bilinebilmesi kabiliyetine bağlı olarak bunların bilinmesi, yani bilkuvvenin bilfiil hale gel­mesi ve buna uygun davranılması olduğu için, makuliyet ile ahlâklı olmak, bir ve aynı sürecin iki ayrı ifadesi olarak kavranabilir. Aklı ahlâktan ayırmak, bir kağıdın sadece bir yüzünü, diğerine dokunmadan kesmek kadar imkansızdır.

Eğer bu yaklaşım doğru ise, bu makul davranma­nın ahlâklı davranmak olduğu; ahlâkı terk etmenin aklı da terk etmek anlamına geldiği gibi bir neticeyi işaret etmektedir. Bunu ferdi hayatımızda ve hayatı­mızla alakalı olarak söylediğimizde sorun çıkmamak­la birlikte, günümüzde, yani modern dünyada yaşa­dığımız hayatı bir bütün olarak dikkate aldığımızda, ahlâkın geçerli olduğu mertebedeki makuliyet ile ahlâkın geçerli olmadığı mertebedeki makuliyeti bir­birinden ayırmak gibi bir alternatif zuhur etmektedir. Birincisine makuliyet dediğimizde İkincisine başka bir isim bulmamız gerektiği açık olmakla birlikte, modem tavır tam aksi tavrı benimseyerek, İkincisini makuliyet olarak isimlendirerek birinciyi makuliyetin dışına itmeyi tercih etmiştir.

Ahlâklı olmanın insan olarak varolmanın farklı bir ifadesi olduğu dikkate alındığı takdirde, kısaca ahlâkın ayrıca bir yaptırıma ihtiyacı olmadığı kolayca söylenebilir. Bu durumda sorumuz, ahlâklı olanların niçin ahlâklı olduğu açısından değil; ahlâklı olma­yanların niçin ahlâklı olmadıklarım anlamaya yönelik olacaktır.

Bu noktada yapmamız gereken önemli bir tespit bulunmaktadır: İnsanlar genellikle ahlâklı davranırlar. İstatistiki olarak bakacak olursak bir insanın kötü ola­rak nitelenecek fiilleri, bütün fiillerinin içinde çok cüz’i bir yer tutar. Aynı şekilde “kötü” olarak nitelenecek in­sanlar da, bütün insanlar içinde, çok küçük bir azınlığı teşkil eder. Bu tespit doğru ise, o zaman şu soruyu sor­mamız, daha doğrusu sorumuzu şu şekilde sormamız uygun olacaktır: İnsanlar bazı fiillerini ve bazı insanlar da kendilerini kötü olarak niteleyecek, nitelemeye se­bep olacak, fiilleri neden/niçin yaparlar?

İyinin varlık, kötünün ise varlıktaki bir eksiklik olduğu dikkate alındığı takdirde, kötü olarak nite­lenecek fiilleri yapanların, tam yapabilecekken bazı şeyleri eksik yaptıkları; müdahaleleri ile varlıkta bir eksilmeye yol açtıkları veya yapmayarak/müdahale etmeyerek, ikmal edilmesi gereken bir eksikliği öyle­ce bıraktıklarım söyleyebiliriz.

Ahlâkın/ahlâkîliğin zorunluluk teşkil ettiğini söylemek, tabii ki, insanın ihtiyar sahibi bir varlık olarak iradesini hayr yönünde kullanacağım söyle­mek anlamına gelmektedir. Bu durum aynı zamanda ahlaklı olmanın, ihtiyar ile alakalı olduğunu da ifade eder. İhtiyar, ahlaklı olmayı iktiza eder. Bu durum in­sanların iradelerini her zaman hayr cihetinde kullan­dıkları; ancak hayrın ne olduğu sorusuna cevap verir­ken, yanılabildikleri anlamına gelmektedir. İnsanla­rın eylemlerinde hata yapmaları, bilgi eksikliğinden kaynaklanır. Her türlü şer, aslında, hayır kisvesinde tahakkuk eder. Şer, kendi başına bir amaç olamaz. Bü­tün kötülükler, genellikle, iyi bir amaç gözetilerek ya­pılır. Bu iyi amaç, duruma göre ya bir hazdır ya tek bir insanın çıkandır ya bir ailenin, bir sınıfın, bir şehrin veya devletin; bir milletin çıkarıdır. Bu durum bazen istatistik! olarak çoğunluğun faydası olarak da karşı­mıza çıkar. Bunu dikkate aldığımız takdirde, hiçbir kötü fiil, kendi başına, kendisi için yapılmaz; sürekli ! duruma göre yakın veya uzak bir iyiliği elde etmenin -zorunlu- bir vesilesi olarak manasını ve varlığını ka­zanır. Ahlâk meselesini ilginç kılan esas nokta da bu­rada karşımıza çıkar.

Ahlâkî alanda ortaya çıkan eksikliklerin, bilgi ek­sikliğinden kaynaklandığını söylemek, bizi bilgi me­selesine götürmektedir. Bilgi nedir ki, sahip olanlar ile olmayanlar arasında, dışardan bakanların da fark ettikleri bir “fark” ortaya çıkmaktadır? Buradaki bilgi, acaba insana “hariç” sadece şeyler ve hadiseler ara­sındaki nispetlerin tasavvur ve tasdiki midir? Yoksa hakiki manası ile bilgi, insanın, dolayısıyla da toplu­mun kemali ile alakalı bir “boyut” mudur? Bu soruyu sorduğumuzda, karşımıza İnsanî kemali ihmal eden, dolayısıyla kendisi eksik olan bir bilgi iddiasının, fert­lerdeki ve toplumdaki eksildiğin sebebi olabileceğini söyleyebiliriz. Böylesi bir bilgi iddiasının, insana ya­kışan kemal arayışım ihmale sevk ederek, kemali en iyi ihtimalle fert olarak inşam ihmal eden ve kendisini muhtevadan daha çok bir form olarak kavrayan; insan da dâhil her şeyi, kendi formuna uydurmayı, kendi varoluşunun esası ve amacı haline getiren bir varoluş şeklinin, formatlamasının, insanın fert olarak kemali­ni ihmaline sebep olarak, inşam kendi ahlâkî taleple­rinin gerisinde bıraktığım söylemek mümkündür.

İnceleyin:  Tarih Metafiziği ve Sorumluluk

Bilgi meselesinin bu çerçevede ne kadar önemli olduğunu, 15 Temmuz 2016 darbe teşebbüsü hadi­sesi örneğinde daha açık bir şekilde görebiliriz. Tek tek bireyler bireysel alanlarda ahlâklı davranma ko­nusunda hassas olurken/olabilirken, mensubiyete dayalı olarak ve mensubu bulunulan grubun varlığı ve ihtiyaçlarım dikkate alarak ahlâktan vazgeçmek, mensubu olunan grubun varlığının hikmeti konusun­daki bilgisizlikle veya hata ile birlikte dikkate alındı­ğında, tek başına “iyi” ve “ahlâklı” gibi gözüken insan ve fiillerin, bir bütün olarak nasıl bir kötülük çarkına dönüşebileceğinin ibretamiz bir örneği ile karşı karşı­ya olduğumuzu göstermektedir. Formel yapıların sebeb-i vücudunu ve hikmetini bilmek, onlarla ahlâklı kalarak irtibatlı olmanın ön şartıdır. Aynı şekilde insa­ni varoluşu, inşam insan olarak muhafaza ederek onu ikmal ve tahkim etmeyi nihai gaye olarak mütemmim cüzü haline getirmemiş herhangi bir formel yapının meşruiyetini baştan tartışmaya açmak ve ıslahı müm­kün değilse ihmal etmenin ne kadar önemli olduğu­nun da bilvesile açığa çıktığını söyleyebiliriz.

Burada müzakere edilmesi gereken en önemli mesele, formel yapıların şimdiye kadar olduğu gibi “otonom” bir varlık olmaktan çıkarak, fertleri bağla­yan ve onların bağlı oldukları, inşam ve insani varolu­şu muhafaza ilkesine formel yapıları bağlayarak, onla­ra da ahlâkî bir varoluş boyutu katılıp katılamayacağı ile alakalı bir sorudur. Bu da zorunlu olarak fertlerin olduğu gibi formel yapıların da kendi dışmda, ken­di varlığım tanımlayarak anlamlı kılan bir bağlılık ve bağımlılık çerçevesi içinde kavranmasının imkânına bağlıdır ki bu formel yapıların ilim ile irtibatlandırılması anlamına gelir. Kısaca ferdi boyutta akıl ve makuliyet tek başına alındığında, formelleşerek ve formel yapılar icat ederek kendi aleyhine bir durum oluşturduğu gibi; formel yapıların da kendi başları­na, “otonom bir şekilde kavranması, onların bağlılık ve bağımlılık cihetlerinin temyiz edilmemesi gibi bir durum ortaya çıkarmaktadır ki, bu tam anlamı ile bir “ilim” eksikliğini işaret etmektedir.

Ahlâkî alandaki eksiklikler, bilgi ve ilim mesele­sini gereği gibi halletmeden, halledilebilir gibi gözük­memektedir.

Müeyyide Ahlâkî Olabilir mi?

iii) Burada “müeyyide” ile ilk bakışta doğrudan irti­batlı gibi gözüken ve cevabım aramamız gereken bir soru, eksik yapılan veya neticesinde bir eksikliğin or­taya çıktığı bir şeyin, -buna biz ahlâkî olarak yanlış ya­pılan bir şey de diyebiliriz- duruma göre eksik yapa­nın bizzat kendisi tarafından “hoş” karşılanmaması; diğer taraftan da benzer bir şekilde toplum tarafindan kınama, dışlanma hatta fiziki bir şekilde cezalandır­ma gibi muhtelif şekillerde hoş karşılanmamasının nasıl açıklanacağı ile alakalı olarak ortaya çıkmakta­dır. (Sanatkarların ve işinin ehh usta zanaatkarların yaptıkları işlerden memnun olmayarak, hep eksiksiz olanı, kamil olanı, mükemmeli talep etmeleri; mü­kemmele ulaşamayınca, bundan bir ızdırap duymala­rı, sanatın ahlâktan uzakta olmadığı, sanatın da ahlâkî bir boyutu olduğunu göstermektedir.)

Bu sorunun cevabım, insandaki ihtiyar/hayra yönelik bulunuş çerçevesinde arayabileceğimiz gibi toplumsal alanda da benzer bir şekilde eksik yapılar veya toplumsal varlığın esasını teşkil eden “teavün” zayıflatarak, toplumu kendi varoluşu cihetinden zayıflatan fiillerin, bu özelliklerinden dolayı, hoş karşılamadığını, buna sebep olanların yaptıklarının top­lum tarafindan fark edildiğini fark ettirdiğini dikkate alarak arayabiliriz.

Yaptırım müeyyide meselesini bir misal üze­rinden müzakere edebiliriz. Buna en uygun misal, samimiyettir. Samimiyet, kısaca insanın kastettiğini yapması ve yaptığım da kastetmesidir. Bir kararın veya bir eylemin, bir sözün samimi olması, kasıt ile yönelişin, kasıt ile eylemin, kasıt ile söylenenin/söy­lenmek istenenin farklı olmamasıdır. Samimiyet kısa­ca olduğu gibi görünmek, göründüğü gibi olmaktır. Samimiyet, bu anlamda, insanın kendisine sadakati, kendi kendisini aldatmamasıdır. Önemli soru, insa­nın kendi kendisini aldatıp aldatamayacağı noktasın­da ortaya çıkmaktadır. Şunu söyleyebiliriz: İnsan sa­mimi olarak kendi kendisini aldatabilir. Eğer, mesela amacını ve fonksiyonunu tahkik etmeden kabul ettiği ve dahil olduğu bir “grubun” içinde, grubun üyesi ola­rak davranmayı ilke haline getirdiği zaman, samimi bir şekilde kendi kendisini aldatabilir. Eskişehir’den İstanbul’a gitmek niyetiyle trene binen birisi, eğer yeterince tahkik etmeden trene binmişse, bindiği tre­nin onu Ankara’ya götürdüğünün farkında olmadan, bütün samimiyeti ile İstanbul’a gittiğini zannedebilir ve bu samimi zan, onun kendi kendini aldatmasının bir formu olarak karşımıza çıkar. Bu bize samimiyetin ahlâkîliğin önemli bir mütemmim cüz’ü olmakla bir­likte, bir kararı, bir eylemi veya bir sözü ahlâkî kılmak için yetmediğini göstermektedir. Samimiyet, ancak gerekli tahkik neticesinde elde edilen bilgiye bağlı olarak/ ahlâkılik içindeki hakiki konumunu kazana­bilmektedir.

İnceleyin:  Barış — Savaş zıtlığı

Tabii ki ahlakilik, fertte gerçekleşmektedir ve ta- mamen ferdidir. Ancak fertte tahakkuk eden ahlakilik yaygındır ve harici cihetten “yaptırımsızdır.” Yaptırım ancak toplumsallaşma ile gerçekleşir; toplumsallaşma ile birlikte ahlâki alanda yapılması gerekende bir ek­siklik olduğunda, bu eksikliğin ikmali için bir ikaz, bir gayret zuhur eder ki, yaptırımdan tam da bu noktada bahsedebiliriz. Yaptırım, bu durumda esas itibariyle sosyaldir. Yaptırımın sosyal olduğunu söylemek, insan hayatının harici irtibatları tarafından etkilenmesinin, ahlâki bir sorun teşkil etmediğini kabul etmek anla­mına gelmektedir. Aslında bu makuliyetin kendisiyle doğrudan alakalıdır. Makuliyet, insanın özünü, yani bağımlılık ilişkileri içinde inşam, bunların farkında ola­rak ve hakkım teslim ederek, muhafaza olduğuna göre, zorunlu olarak dışarısı ile irtibatı ihtiva etmektedir. İnsanın diğer insanlarla, onları korumaya yönelik bir irtibatının olması, onun özünü gürleştirmesi ile alaka­lıdır. Bunun eksik kaldığı yerde, eğer bir insan etrafında bulunan insanların, kendi varoluşunun ön şartı olduk­larım ihmal ederek, onların varlığı aleyhine bir müda­halesi söz konusu ise, onun böylesi bir müdahalesi du­rumunda engellenmesi, engellenememişse bunun bir bedelinin bulunması, insanın varoluşunu muhafazası­nın bir gereğidir; yani böylesi bir karar, ahlâkın dışına çıkmak olmayıp ahlâkîliğin sonucudur.

Kısaca şunu söyleyebiliriz: Ferde, en yakın çev­resinden başlayarak, adım adım bütün bağımlılık ilişkileri içinde muhafaza eden ve bunu, en temel ve tümel, dolayısıyla en yakın ve en uzak, en açık ve en gizli, zahir ve batın ilişki olarak, Yaratıcısı ile irtibatı içinde varlığım sürdürdüğünü fark ettiren ve bu manada onu varoluşunda teyit edenin, bunu muhafaza etmeyi formel yapılar içinde sürdüren müesseselerde devam etmesi ve formel yapıların da kendilerini, fert­lerin başkalarının varlığım muhafaza etmeyi, kendi varlıklarını sürdürmelerinin ön şartı olarak görmele­ri gibi, görmeleri durumunda, harici bir müeyyideyi gerektirmeyecek bir varoluş şekli gerçekleşebilir. Bu anlamda hayrın tahakkukunu ihmal eden bir varo­luş şeklinde tikel konumlar olarak isimlendirilebile- cek formel yapılar, kendi varlıklarım her ne pahasına olursa olsun, sürdürmek için insanları belirli şekiller­de davranmaya zorlayacaklardır ki, bu durumda biz artık, modem dönemde gördüğümüz haliyle ahlâkî davranmayı varoluş ilkesi olmaktan çıkarmış, “ama­ca bağlı rasyonalite”yi varoluş ilkesi haline getirmiş rasyonel “sistemlerin” tahakküm durumlarından bahsedeceğiz ki, bu bizi, ahlâkın alanım terk ederek, daha farklı bir alana geçmemizi; daha başka bir ifade ile hayatımızda ahlâkın tesir alanım tahdit etmemiz anlamına gelecektir. Günümüzde sorunu aşmak, makuliyeti yeniden otonom formel yapılan mutlaklaştır­mayan, onların itibari varlıklarım ve konumlarım ka­bul etmekle birlikte, onlara mutlak ile irtibatı içinde itibar veren bir tavır etkin kılınabilirse, ferdî ahlâkîlik ile toplumsal/formel yapılar arasındaki çelişki aşıla­rak, ahlâkîlik ile makuliyet arasında zuhur eden zıt­laşma /farklılaşma anlamsız hale gelebilir. Bu durum aynı zamanda formel yapıların varoluş zeminini teşkil eden hukuk ile ahlâk arasındaki kopmayı/ irtibatsızlı­ğı da aşmayı gerektirmektedir.

Ahlâk ile hukuku, fert ile devleti birbiri ile irtibat­sız iki ayrı “sistem” olarak görmek yerine; birbirinin devamı olan ve son uç olarak, insan hayatının fiziki dün­yadan başlayarak, bitkiler, hayvanlar, insanlar ve Yara­tıcısı ile bağlı ve bağımlılık irtibatı içinde gerçekleşti­ğini keşfetmek ve hayrın/insani varoluşun kamil bir şekilde tahakkukunun da ancak, bu bağımlılığın şuurlu bir bağlılık düzeni haline gelmesi ile alakalı olduğunu söyleyebiliriz. Bu bizi insanların ancak diğer insanlar ve diğer varlıklarla birlikte var olabileceğinin temyizi üzerinden ve bütün bunların nihai olarak Mutlak ile olan irtibatım, insan dilinde insanlara beyan eden bir Peygambere bağlı olarak keşfetmeye yöneltmektedir. Halen yaşadığımız durum, insanlığın tarihte zaman zaman başına gelen tek başına kalmış olan akim, kendi kendisini makuliyet adı ile nasıl geçersiz kıldığının en son örneğidir. Peygamberin tebliği, insanların akılla­rıyla tek başlarına kalmadan ve makuliyeti terk etme­den, inşam kendi bütünlüğü içinde muhafaza etmenin yollarım göstermektedir. Nübüvvetin bunu nasıl sağla­dığım ve nasıl gerçekleştirdiğini görmek ve göstermek mümkündür. Bunun için elimizde bir tane ve yegâne imkan, İslam toplumu ve medeniyetinin tarihine yeni­den ve sürekli bakmak, araştırmak olarak durmaktadır.

Sonuç olarak insanların neden veya niçin ahlâk­lı oldukları değil; neden veya niçin, ahlâklı olmak gibi insan olmakla eş anlamlı ve dolayısıyla zorunlu olan bir şeyin tahakkukunda eksik kaldıklarım orta­ya çıkarmanın ahlâkî yaptırım meselesini halletmede tayin edici olduğunu; buradaki açığın kapatılması durumunda, hem fertlerin hem de toplumların, ek­siklerini ikmal noktasında daha başarılı/muvaffak olacaklarım, daha farklı bir ifade ile kendilerini ıslah ederek iflah olacaklarım söyleyebiliriz.

Editör:Ömer Türker – Ahlak ve Müeyyide
Ahlakın Anlamı ve Sınırı Üzerine Konuşmalar,syf:125-134