Kemal Sayar,Sadettin Ökten – Dünyaya Geldim Gitmeye ”Alıntılar”

D_nKaQpXoAAF6FM-225x300 Kemal Sayar,Sadettin Ökten - Dünyaya Geldim Gitmeye ''Alıntılar''

Sadettin Ökten: O kadar geniş bir mana denizi ki gönül, uçsuz bucaksız. Hayatta her şeyin bir sınırı var, dünyanın bir sınırı var. Bedenimizin, hayatımızın, bilgimizin, duyularımızın bir sınırı var. Gönlümüzün bir sınırı var mı? Sevgimizin, muhabbetimizin, hüznümüzün, şevkimizin bir sınırı var mı? Gönül deyince insanın sonsuzluğa açılması, sonsuzla olan muaşeret, muhasebe ve muarefesinden söz ediyoruz. Gönül böyle bir sonsuzluğu, böyle bir sınırsızlığı ifade ediyor. Sonlu insan varlığı, gönül kelimesi üzerinden bir büyük ummana açılıyor ki o ummanın haddi hududu,kenarı kıyısı mevcut değil.(s.13)

————————————————————————————————-

Kemal Sayar:..Günümüzde insanlar kabile eksenli düşünüyor. Gönderilmiş olan rahmet sadece onun kabilesiyle ilgiliymiş gibi mütalaa ediyor. Halbuki bütün insanlığa gönderilen ilahi bir mesaj söz konusu. “İnsanların bunu daha iyi duyması için daha ne yapılabilir?” sorusunu sormak lazım.

S.Ö: Şüphesiz öyle. Duyanlar veya duyduğunu zannedenlerin bir imkânı, bir nasibi, bir imtiyazı var. O imtiyaz aynı zamanda bir mesuliyet icap ettiriyor. Sade sözlerle değil, bakışlarla da bu rahmet tecelli ediyor; bu bir teslimiyet meselesi esasında. İnsan dünyada garip ve yalnızdır.

Bu gurbet ve yalnızlık hissini özellikle hayatın memata döndüğü akşam saatlerinde, hayatın yokluğa döndüğü sonbaharda hissedersiniz. 0 yalnızlığı size ilahi bir teslimiyet. Cenab-ı Allah’ın varlığı unutturur. “Ey kulum sen benden geldin. yine bana döneceksin.” Bu mühim bir lütuftur. Bu imtiyazdan nasipdar olanlar bu lütfu tüm insanlara eriştirmekle sorumludur. Duyurucu olan Allah’tır. Hâdi olan Allah’tır.

Sen ne kadar gayret edersen et, o kalpleri açmadıkça hidayet nuru onlara erişmez.Bir bakışla, tebessümle çevreye yayılan güzel bir iyilik temennisi, kalbî bir niyaz da güzele vesile olur.(s.14)

————————————————————————————————-

KS: İspanyol filozof Ortega Y Gasset, “İnsan, kökten yalnızlıktır.” diyor. Modern insanın en temel meselelerinden biri yalnızlık. Giderek atomize olan şehir hayatından, mahalleden kendi evine çekilen bireyle karşı karşıyayız. İnsanlar evlerinin içinde dahi yalnız. Herkes kendi odasında, kendi eğlence âletiyle meşgul; kimi televizyon seyrediyor, kimi bilgisayarıyla oynuyor. 0 yalnızlıkta insana kutup yıldızı gibi yol-gösterecek, yalnızlık duygusunu giderecek tek şey, varlığın temel nedenini fark etmek ve Cenab-ı Hakk’ın varlığını tüm hücrelerine kadar hissetmektir.(s.15)

————————————————————————————————-

KS: On beş sene kadar önce, gençlerin çok rağbet ettiği Fight Club adında (Dövüş Kulübü] modern medeniyeti, kapitalist çalışma düzenini, insanların kendi ruhlarını maddi dünyada kaybetmelerini eleştiren bir film gösterilmişti. Filmde kahraman “Sahip olduğunuz şeyler, gün gelir size sahip olur,” diyordu. Modern Batı medeniyetinin önümüze yığdığı meseleler biraz buradan zuhur ediyor. Eşyaya sahip olarak daha da güçlendiğimizi zannediyoruz ama aslında eşya bizi köleleştiriyor.

SÖ: Bizi esareti altına alıyor, eşyanın zebunu oluyoruz. Halbuki bu durum, ruh üflenmiş âdemoğluna yakışmaz, onun şerefiyle mütenasip bir durum değil çünkü. Eşyayı yerli yerinde kullanmayı öğrenmek zorundayız.(s.16)

————————————————————————————————-

SÖ: Zaten malumunuz, kalp tasfiye oldukça oraya başka akisler düşüyor. Ayna metaforu vardır bizde; kalp aynaya benzetilmiştir. Temizlendikçe parlar, ilahi neşelerle o kalp ışık saçar, parladıkça başka akisler oluşur, an gelip ayna artık parlamazsa, bir de aynaya endişe ve hırs hâkim olursa her endişe bir is olarak o aynaya işler. Leke, leke üstüne; is katmerlenir, Süleymaniye Camii’nin is odası gibi olur. Böyle bir sıkıntı var çağımızda ama ben hiçbir zaman ümitsiz ve bedbin olmadım.

KS: Çünkü halden şikâyet bir süre sonra hiçbir şey yapmamanın özrüne dönüşüyor. Bizim toplumumuzda yaygın bir durum. Oysa inançlı insan ümitsiz olamaz çünkü ümitsizlik haramdır. Belki havf ve reca arasında salınmalı ama topyekün yeise düşmek aksiyoner, inanç sahibi insana yasaklanmıştır. Avami dille söylüyorum, “Bu memleket adam olmaz, her şey kötüye gidiyor. dünya batıyor,” sözleri kolaylıkla toplumumuzda bir şeyleri yapmamanın mazereti haline gelebiliyor.(s.17)

————————————————————————————————-

KS: Bu can sıkıntısı, modern insanın anlam kaybına uğradığının bir belirtisi. Anlamın olmadığı bir dünyada insan sıkılır. Ne için yaşıyorum, hayatımın hizmet ettiği değer nedir, hayatımın aktığı yön neresidir sorularına doğru ve tatmin edici cevaplar bulamayan insan, anlamsızlık girdabına kapılıyor, sonra onun için bitmek tükenmek bilmeyen bir can sıkıntısına dönüşüyor. 0 can sıkıntısından bir sürü kötülük de üreyebilir. Şiddet de oradan üreyebilir. Albert Camus’nün Yabancı’sını hatırlayalım; karakterin birden canı sıkılır ve bir adamı öldürür.(s.18)

————————————————————————————————-

SÖ: Cenab-ı Allah’ın abesle alakası olmaz, o yüzden eşref-i mahlâkat deniyor insana. Şeyh Galip, “Hoşça bak zatına! Kim zübde-i âlemsin sen/ Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen,” diyor. Muhatap meselesi, felsefi açıdan da çok mühim; çünkü idrakimizde olmayan varlık var değildir. Hayatımıza baktığımız zaman bizimle beraber olanlar, halihazırda idrakimizde olanlardır. Ses de böyle bir şey. Bir yerden çıkıyor, bir idraktan bir başka idrake intikal ediyor, o zaman mana kazamyor. Necip Fazıl. “Düşünüyorum. O’ndan evvel zaman var mıydı?/ Hakikatler boşluğa bakan aynalar mıydı?” diyor. Boşluğa bakan aynalarda bir şey görmezsiniz. aynanın karşısında ona akis verecek birinin olması lazım.(s.20)

————————————————————————————————-

SÖ: .. İmanın rehberliğinden azade kıldığınız zaman akıl nefsin, içgüdülerin emrine giriyor. Akıl çok güçlü bir silah ama kendi başına bir şey yapması mümkün değil. Ona istikamet çizilmesi lazım. Batı medeniyeti ‘ve modernite tahlillerini enteresan bulduğum Nietzsche, “İçgüdüler benim vazgeçilmez rehberim, beni hiç terk etmediler.” diyor. İspanyollar, İngilizler, Fransızlar… Tüm bunlara baktığınız zaman insan olmak bakımından kategorik olarak aralarında bir fark yok ama şiddet ve istismar az veya çok hepsinde ortak. Bu ortaklığın enteresan tarafı hepsinin bunu meşru görmesi. Müslüman olarak anlayamadığımız budur. Müslüman’ın istismar ve zulüm olarak gördüğünü, onlar hak olarak görüyor.(s.22)

————————————————————————————————-

Modernite, hayatı doğum ve ölüm arasında sınırlandırıyor. Buradan hız ve haz çıkıyor. Müslümansa ebedi hayatı hayata katıyor, hatta öncesini, kalubelayı dahi katıyor. Erzurumlu İbrahim Hakkı, “Dünyaya geldim gitmeye,” diyor.

Modernite için gitmek, bitmek demek ve gitmenin ötesi bir muammayken Müslüman için öyle değil. “Hayat-ı cavidanı bir şeyh-i kâmilden sual ettim/ ‘Ölümden evvel ölmektir’ deyince intikal ettim” dizeleri, ölünün ihtirassızlığından yola çıkarak insanın yapmak zorunda olduğunu, ancak ihtiras sahibi olmaktan kaçınılması gerektiğini ifade ediyor.

Moderniteyse ihtiras üzerine kuruludur. Dayanağı kendi varlığıdır ve o varlık modern insana, “Önce ben, hep ben.” dedirtir. Müslüman’ın varlığıysa nefes alırken bile “Hu” der.(s.23)

————————————————————————————————-

SÖ: Batılı insan kutsaldır çünkü tanrısaldır bir manada. Tanrı’ya karşı çıkar. Hümanite de odur. Batılı insan bütün zaaflarıyla kabul edilir ve o zaaflarıyla güzeldir, ilgi çekicidir, gizemlidir. İslam dünyasında uyulması, tâbi olunması gereken tek bir örnek var: Cenab-ı Peygamber. Sünnet, ona benzemek içindir ve bu zordur. Batılı keyfe göre yaşar. Bundan dolayı da vicdan azabı çekmez, çekerse o vicdan azabı da onun için güzel gördüğü deneyime dönüşür; filmle veya romanla paraya tahvil edilir. İhanet, bir deneyimdir, paraya tahvil edilen bir şeydir.

KS: Bu söyledikleriniz. “Batılı tasvir bâtıldır” hükmünü hatırlatıyor. İnsan ruhunun alçalışları bizim medeniyetimizde sergilenmez. Belki yükseliş imkânlarından bahsedilir de, o alçalış imkânları detaylıca tasvir edilmez çünkü bunun necis olduğu düşünülür.(s.26)

————————————————————————————————-

KS:..Mesela kaos teorisi bize çok küçük bir girdiyle çok büyük değişikliklerin olabileceğini söylüyor. Kaos teorisinin açtığı pencereden ahenksizlik gibi görünen şeyi çok detaylı incelediğinizde en küçük birimlerde bile tekrar eden bir’ahenk görüyorsunuz. Yaratan her şeyi büyük bir nizam ve ahenkle yaratmış. Bizim ahenksizlik, kaos, karmaşa gibi algıladığımız şeyin arkasında mükemmel bir düzen, kudretli bir irade var. Hayat üzerinde tam bir kontrolümüz yok. Ruhun selameti de o kontrol hissinden vazgeçerek, tâbi ve teslim olmakla mümkün olacaktır ancak.(s.29)

————————————————————————————————-

SÖ: Çay bizim kültürümüzde tahmin ettiğimizden çok daha büyük öneme sahip. “Geldi hengâmi herem gayri günahtan geçelim! Mey-i yakuta bedel çay içelim, çay içelim.” Yani, “Yaşlılık zamanı geldi, günah işlemeyelim, ölüm yaklaştı artık mey’i yakuta bedel çay içelim,” diyor. “Çay, kadehte dîde-efrüz olmalı/ Lebrîz ü lebreng ü lebsüz olmalı”; yani çaya baktığınız zaman gözünüz parlayacak, dudağı hafif yakacak, biraz acımtrak olacak ve bardakta dudak payı az olacak. Bu da bizim klasik çay tariflerinden birisi.

KS: Çay için bazı dervişler “küçük ihvan” derlermiş.

SÖ: Nakşiler öyle der.(s.32)

————————————————————————————————-

SÖ: Batı diyor ki özgürlük çok önemli. Fakat görüyoruz ki bu özgürlük, mutluluk getirmiyor çünkü namütenahi bir özgürlük yok. Mühim olan toplumda bir ahengin, nizamın kurulması. O zaman da özgürlüğünüzden geri adım atmak zorundasınız. Osmanlı’nın yaptığı o; bedeli devlet sizin adınıza ödüyor, size de sizin mutlu olabileceğiniz bir çerçeve çiziyor. Kapitalizm bununla yürümez. Ürettiğiniz malı tüketmezseniz kapitalizm çarkı tıkanır. Mutlaka üretecek ve tüketeceksiniz.(s.40)

————————————————————————————————-

Yaşadığımız mekân şahsiyetimizin bir parçası, bunu muhafaza etmemiz lazım. 0 da mesuliyetle mümkün oluyor. Toplum ve eylemler şehri her an inşa ediyor. Siz şehri inşa ediyorsunuz ama aynı anda şehir de sizi inşa ediyor. “Erdemli şehrin birinci özelliği insanın yardımlaşmasıdır.” diyor Farabi. Yardımlaşmanın en basit biçimi de tebessümdür.(s.55)

————————————————————————————————-

SÖ:.. Rahmetli Mahir İz Hoca, enteresan bir adamdı. O zaman yetmiş küsur yaşında, biz genciz, hayretle bakıyoruz. “Semaya bakıyorum içime sürur doluyor, ağaca bakıyorum mesut oluyorum, ruhum şenleniyor, ferah bul-uyor,” diyordu. Biz otuzlu yaşlardaydık o zaman ve “Nasıl o tecelliyatı görüyor orada?” diye soruyordum kendime.

Bir Müslüman sonbahar geldiği zaman kendi bahçesinde diriden ölü çıktığını görüyor. Metaforik bir anlayış bu. İlkbahar geldiğinde kupkuru daldan yemyeşil bir çiçek çıkıyor. Bunu çiçekte görmek başka, bahçedeki erik ağacında görmek başka. 0 zaman Müslümanlar bunun bedelini ödüyor ve tefekkür ediyorlardı. Bahçeye bakıyorlardı; bu emek ve zaman demek. Oradan duyduğu sürur bir psikolojik deneyimdir. Çiçekçiden çiçek aldığınızda onu bulamazsınız, o yapaydır ama kendi bahçenizin bir dikenli gülü sizi çok başka bir noktaya götürür.

Gül, Efendimiz’in; lale ise, tevhidin remzidir.

Bir Ramazan Bey vardı, turizmciydi, dedesinin Eyüp sırtlarında 400 çeşit gül yetiştirdiğini anlatıyordu. babası sayıyı 40 çeşide düşürmüş. Ramazan Bey de bahçeyi satıp Erenköy semtine yerleşmiş. “Neden?” diye sordum, “Hocam sanayi geldi.” dedi.

Maceramız işte budur.

————————————————————————————————-

KS:…Bakıyoruz, Islam’ın çevreyle ilgili söylediklerine; insan yeryüzüne halife kılınmış ve yeryüzü ona emanet edilmiş. Biz bir emanet almışız. Dolayısıyla o emanete hıyanet etmeme, o emaneti bulduğumuzdan daha iyi bırakmaya gayret etmek mecburiyetindeyiz. Tabiat insanın emrine verilmiştir, madem onun kullanımına verilmiştir, intifa hakkı onundur, istediği gibi kullanır diyoruz. Oysa insan, yüz milyon canlı türünden sadece bir tanesi. Börtü böceğin, kuşun hakkı var. Cenab-ı Hak onları da bizi sevdiği gibi seviyor, onlar da bir himmet. Dolayısıyla bu iştah bize sirayet etmemeli, imkânlarımız nispetinde tabiatla hemahenk olmak zorundayız. Çünkü insan tabiatla, evrenle ahenk içinde olmazsa Allah’la ahenk içinde olmaz.

Tabiata, yeşile dokunduğumuz anda el Hayy’ı, el Muid’i hissediyoruz, her şeyi kuşatanı ve her şeyi dirilteni hissediyoruz. Hayata nasıl anlam kattığını, her şeyi nasıl kuşattığını görebiliyoruz. Elimize bir taşı aldığımızda bilmiyoruz belki ama onun da kendine mahsus bir hayatı var, o da kendi dilinde Allah’ı zikrediyor. tespih ediyor.(s.48)

————————————————————————————————-

SÖ: Jeologlar, yeryüzü şöyle oluştu, böyle oluştu diye ilmî olarak açıklarlar, itiraz etmeyiz; ama arka plana baktığınızda dağıyla, ovasıyla, katmanlarıyla, termal sularıyla, mücevherleriyle “kün feyekün” ile, “ol” emriyle oluyor. Bu bir anlayış, bir inanç. İnsan dediğimiz mahlukat diğer canlılarda olmayan bir yeteneğe sahip. Seçiyor, değiştiriyor ve terkip ediyor. Kendilerine verilen yetenekle arı bal yapıyor, kovan yapıyor ama onun dışına çıkamıyor. “Bugün bal yapmayayım, başka şey yapayım,” diyemez, o kabiliyeti yok fakat insan her şeyi yapabiliyor. Bina yapmak da bir terkiptir.

Tabiatta bulduğunuz malzemeyi alıyorsunuz, değiştiriyorsunuz, kireç taşını yakıyorsunuz, kireç oluyor, balçığı pişiriyorsunuz tuğla oluyor. Ağacı alıyorsunuz, biçiyorsunuz, fırınlıyorsunuz, kuru ahşap oluyor, sonra onunla bir terkip yapıyorsunuz. Bu terkibi yaparken Cenab-ı Allah’ın verdiği yeteneği kullanıyorsunuz ama mesulsünüz. Gökyüzü dahil, bütün arz size musahhar kılındı, hiçbir itirazınız olamaz ama siz de Cenab-ı Allah’a karşı mesulsünüz. Onun çizdiği sınırlar dışına çıkmamanız, edebinizi muhafaza etmeniz lazım.

KS: Burada anahtar kelime “edep”. Pek çok Şeyde olduğu gibi yeryüzünü imar ederken de edebe riayet edilmeli.(s.50)

————————————————————————————————-

Kaybettiklerimize üzülüyoruz, bir yandan da kaybettiklerimizi zaten kaybetmek mecburiyetindeydik; nostaljinin çok manası yok. Şehirlerin bu kadar büyümesiyle, insanların birbirini bu kadar az tanır hale gelmesiyle, teknolojik âlet edevatın çoğalmasıyla devasa bir uğultu değirmeniyle karşı karşıya kaldık. İsmet Özel, “Bakın yaklaşıyor yaklaşmakta olan,” diyor. yani yaklaşmakta olan gelmiş zaten. Bu durumda letafet, nezaket,dindaranelik hayatın neresinde yer almalı?(s.62)

————————————————————————————————-

KS:…Çalışma zamanının bütün zamanı yutması insanı manevi olarak da fakirleştiriyor. Bir süre sonra her anı ekonomik olarak nakde çevirecek bir parça olarak görüyorsunuz ve o ânı kendinizi geliştirmek, Allah’a yakınlaşmak, kendinize biraz daha yukarıdan durup bakabilmek için bir fırsat olarak görememeye başlıyorsunuz. Baraka diye bir belgesel film vardı, yıllar önce sinemalarımızda gösterildi. Bana göre modern insanın manevi buhranını çok güzel anlatan bir filmdi. Adını “bereket” sözcüğünden almış.

Filmde, şehir hayatında kavşaklardan karşıdan karşıya geçen insanların hareketlerini hızlandırıyor, insanların karınca sürüsü gibi hareket ettiğini görüyorsunuz. Kundera’nın bir yazısında vardı. geçmişte çıkıp yayla palaslarda uzanıp yıldızları seyreden insanlara “Tanrı’nın pencerelerini seyrediyor,” derlermiş bazı bilge insanlar.

İnceleyin:  Bir İstismar Aracı Olarak Tabiatı Estetize Etmek

Şimdi günümüzde Tanrı’nın pencerelerini seyretmek kayıplara karıştı. Siz hep bulutları seyretmenin sizi apayrı âleme götürdüğünden bahsedersiniz. Kendimize, ruhumuza zaman ayıramamaktan gözümüzün önünde olana bile dönüp bakamıyoruz.

SÖ: Çünkü çok para kazanmak istiyoruz. Bizim rızkımız ezelde yazılmıştır ve yazıldığı kadardır. Rezzak o rızkı tekeffül ediyor. Rızık bitince de sizi bu dünyadan alıyor, ölüm meleği emre uyarak geliyor ve gidiyorsunuz. Esasmda ihtiyaç dediğimiz hadise sizin his dünyanızla alakalı. Giyim, barınma, yeme içme gibi basit ihtiyaçlar bir şekilde karşılanıyor. Allah’ın “Gani” ismi tecelli ederse siz o ihtiyaçtan berî olursunuz. İhtiyaç ruhi bir hadise; çok uğraşıyoruz çünkü bizim iç dünyamızın çok fazla ihtiyacı var. 0 da olsun, bu da olsun diyoruz.

Emin olun, birçoğunu ciddi manada kullanmadan ölüyoruz. Hevesimiz geçiyor, zevkimiz geçiyor, ömür de geçiyor. Burada Müslümanca bir söylemden bahsediyorum, gökyüzüne bakacak vaktimiz kalmıyor. Oysa Cenab-ı Allah bizi Kitab-ı Kerim’de semaya bakmakla vazifelendiriyor insan aşkın kaynakla sonsuzla mülakat üzere olabiliyor. Bu da sonsuza bakmakla başlıyor(s.72)

————————————————————————————————-

SÖ: Her nefes bir zikirdir, bir hû’dur. Biz her an zakiriz. Bütün dünya zakir de, farkında değil.

KS: İnsanın murakabeye, iç gözleme daha çok zaman ayırması lazım belki. “Kimse ölüme ve güneşe çıplak gözle bakamaz.” der François de La Rochefoucauld. Ölüme bakmak istemedikleri için uyuşturuculara yöneliyor bazıları belki de. Çok iş, çok hız, çok seyahat… Kendini bu şekilde daha canlı hissedeceğini düşünüyor, halbuki uyuşuyor aslında, uyuşturuyor kendini. Gitmek, gezmek, fotoğraflar yüklemek… Bakınız, fotoğraf çekiniz, otobüse bininiz. Seyyah değil, turist oluyorsunuz o zaman. Seyyah, turistin aksine yolun hikâyesine kendini katandır.(s.76)

————————————————————————————————-

KS: Günümüz insanının problemlerinden fakat dindar insana sirayet ettiğinde pek sakil kaçan şikâyet, maalesef toplumumuzun sacayaklarından biri haline gelmiş durumda. Hepimiz halden şikâyet ediyoruz. Gelecek karamsar ve kasvetli görünüyor, öyle ki karamsarlık kuvvetli bir ideoloji halini almış durumda. Bunda hepimizin ruhunu tarumar eden gerçeği kabullenme karşısında çektiğimiz zorluk da yatıyor. Umutla direnmek ve gelecek için bir taş koymak yerine kimi insanlar mütemadiyen şikâyet etmeyi ve sızlanmayı seçiyor. Bir de “reaktif dindarlık” diyebileceğimiz bir dindarlık gözlemliyorum.

Reaktif dindarlıktan, başkalarının olduğu yere göre kendi konumunu tanımlamayı, aksiyoner olmak yerine reaksiyoner olmayı, kendi düşüncesini topluma sunmak yerine, “Ben o değilim,” diyerek kendi dindarlığını veya muhafazakârlığını, inancını tanımlamayı kastediyorum. “Ben şöyle bir şehir inşa etmek istiyorum, toplumun mutluluğu, refahı için şöyle bir projem var, şöyle üniversiteler yapacağım, şöyle bir tahayyülüm var,” yerine karşı tarafın olumsuzlamaları üzerinden kendini tanımlama durumu söz konusu.(s.79)

————————————————————————————————-

SÖ: 1971 senesinin başı. Amerika’ya gitmek noktasındayım, evliyim ve çocuklarım var. Fethi Gemuhluoğlu Bey. “Hiç endişe etme, ‘Hasbinaltah ve nime’l-vekil’ de ve yürü,” dedi. Şunu anladım daha sonra, bir Müslüman’ın var olmak için antiteze ihtiyacı yok, onu var eden kendisi değil, onu var eden Cenab-ı Allah. Allah itikadına sahip olan Müslüman’ın her yerde yaşama imkânı var.

Hiçbir meselesi yok çünkü onu Cenab-ı Allah var ediyor. Sonra farklı, bizim Allah’ımızla aynı kapsamda olmayan. God, Dieu var; ben onları “Tanrı” olarak çeviriyorum. Bir Tanrı var; yarattı ama insanları dünyada yalnız bıraktı… insan için bundan, bu düşünceden daha büyük felaket olamaz. Bu açıdan bakınca bir Müslüman’ın antitez olması söz konusu değil çünkü o varlığını kendi tanımlamıyor, onu Allah tanımlıyor.(s.84)

————————————————————————————————-

SÖ: Görseli azaltmak gerek. İslami kıssalar anlatan görseller var, millet de çoluğuna çocuğuna onları gösteriyor. Onu çizen insanın zihin dünyasını bırakın, hikâye anlatın çocuğunuza. Çocuk o insanın resmini görmesin, Nasrettin Hoca’yı görmesin ki zihin dünyasında onu kursun. Böylece zaman içinde soyuta olan kabiliyeti gelişsin. İnsan varlığı her şeyi somuta indirgemek ister. Halbuki Cenab-ı Allah somutlar âlemini yaratmış, o maddemize hitap ediyor. Esas olan gaiptir, soyutlar âlemidir. İnsan varlığı aklıyla başlasa da gönlüyle soyutlar âlemine intikal etmek üzere inşa edilmiştir. Sadece insan soyuta intikal eder.

Somuta çekildikçe somut yeni ihtiyaçlar doğurur. Bu ihtiyaç da parayla, zamanla alınacak metalardan müteşekkildir; en sonunda tüketim makinesi haline gelirsiniz. Soyutun karşılığı yok, piyasada satılmıyor, olsa alacağım. 0, ariflerin menkıbelerinde, bir mürşidin nazarında, kadim bir şiirde, hadiste, ayette. oralarda gizli. Ruh, o hazzı alırsa bir daha somuta dönmek istemez. Eskiler ‘kifaf-ı nefs” der; yani nefsin gerektirdiği kadarıyla yetinmesi.(s.91)

————————————————————————————————-

KS: Günümüzde “özgüven” diye bir kavramdan bahsediliyor. İnanmış insan özgüvenden beri olamaz çünkü hep Allah’ıyla beraberdir. O’nun varlığını, yanında olmaklığını hep hisseden bir insan o özgüveni de hep taşır. Terk edilmemiştir, yalnız değildir, onun bir kimsesi, yardımcısı vardır. Dolayısıyla, tam da bu terk edilmemişlikten dolayı, İslam âleminde bir trajedi ve buhran da yoktur.

SÖ: “Büyük ruhlar ıstırap çeker,” diyor Pascal. İslam âlemi diyor ki; “Niçin ıstırap çekeyim?” Ahmet Haşim mühim bir adamdır. “Seyreyledim eşkâl-i hayatı/ Ben havz-ı hayalin sularında” diyor. Bu âlem bir hayal âlemidir, esas âlem öbür tarafta…(s.97)

————————————————————————————————-

KS: Bu tefekkür meselesi çok önemli. Biz psikolojide de psikoterapide de öneririz. Modern insan yaşantı oburu: Sinemaya gideyim. konsere gideyim, arkadaşlarımla buluşayım. Halbuki tefekkür, kendi üzerine tefekkür insan hayatını o kadar açabilir ki. Gün sonunda yarım saat, ben bugün kime ne söyledim, ne yaşadım, -daha seküler bir düzlemden konuşuyorum- hangi sözümle kimi incitmiş olabilirim, hangi söz beni incitti, faydalı ne yaptım, zararlı ne yaptım sorularını kendine sorarsın, sormalısın.

İman düzeyinde konuşursak; Allah’a bugün ne kadar yakın olabildim, onun sözlerini ne kadar tutabildim, onunla ne kadar konuşabildim sorularını sorarsın. İşletmeler, gün bitiminde aldıkları muhasebe raporuna “Z raporu” diyor ya, hepimizin böyle bir 2 raporuna ihtiyacı var. Kendi kendimize bakma hüviyetimizi kaybettiğimizde hayatlarımız samana dönüşüyor ve yenilik içermeyen, üretmeyen rutinlerden ibaret bir hal alıyor.(s.103)

————————————————————————————————-

SÖ: Biz bir hayat yaşıyoruz, o hayatın farklı safhaları var. O farklı safhalardan herhangi birinde bir ayet-i kerimeyle buluşuyoruz ve “A, işte bu tam yaşadığım hayatı ifade ediyor,” diyoruz. Başka safhada başka bir ayet-i kerimeyle buluşuyoruz. Biz mahduduz, Kur’an’ın tecellisi ise namütenahi. Her ayette mana var ama bizi hayrete düşüren, o safhada o ayeti telakki etmemiz. Şimdi saate göre yaşıyoruz; sekizde şu, dokuzda şu yapılacak. Eskiden ezani zaman vardı. ikindiden sonra esnaf dükkânını kapatıyordu, tesbihatı varsa yapıyor, iki dostuyla muhabbetini ediyor, sonra gurub oluyor, akşam ezanı okunuyor ve hayat bitiyordu.

Benim yaşım yirmi-yirmi beş iken İstanbul’da bu hayat vardı. Bizim semtler; Fatih, Beyazıt, Aksaray, Cerrahpaşa’da akşam ezanıyla hayat biterdi. Sonra yatsıdan sonra, o zaman televizyon yok, küçük dost ziyaretleri olurdu. Eve gidersiniz veya size gelirler. Bunu yapmamız lazım. Modernizm bunu bizden çaldı ama ben ümitvarım. İslami zevki yavaş yavaş yeniden arıyoruz. Bu zevk kelimesini mâlâyânî manada kullanmıyorum, kalbin haz almasından, muhabbet duymasından bahsediyorum.(s.105)

————————————————————————————————-

KS: Beykoz Fabrikası’nın kurulması sırasında bir İngiliz, II. Abdülhamit’e sunduğu raporda, “Bu fabrika zarar edecek, işçileri on altı saat çalıştırmak bile yetmez, çocuk işçi çalıştırmak lazım.” diyor. Sanayi devriminin ilk dönem kaideleri bunlar. Padişah ise raporun kenarına, “Bu fani dünya için âdemoğluna bu kadar eziyete lüzum yoktur,” notunu düşüyor. Bakış, paradigma farkı var.(s.106)

————————————————————————————————-

İki derviş bir araya geliyor ve uzun uzun susuyorlar. Üç-beş saat süren bir sessizlikten sonra içlerinden biri kalkıyor ve gitmeye davranıyor. Ayrılırken kucaklaşıyor ve “Ne güzel bir sohbet oldu.” diyorlar. Oysa günümüzde söz o kadar uluorta, o kadar lüzumsuz yere sarf ediliyor ki bir ehemmiyeti kalmıyor.(s.107)

————————————————————————————————-

KS: İki tane hadise anlatacağım. Biri kendimle ilgili yakıcı bir hikâye. Rahmetli babamın yatağının başındayım, son günleri… 0 zaman bilmiyoruz tabii son günleri olduğunu. Hasta yatağından kalkacağını, birlikte eve yürüyeceğimizi sanıyoruz. İçimden şöyle geçirdim: “İyi ki doktor olmuşum. Doktor olduğum için babama Marmara Üniversitesi’nin hastanesinde iyi bakılıyor. Herkes, asistanlar etrafında pervane oluyor.” Öyle bir gurur ve memnuniyet kalbimi okşadı. Orada imtihan edildim çünkü iki-üç gün sonra babam aynı hastanede bir doktorun çok ciddi ihmalinden dolayı vefat etti. Ben orada olmanın ne kadar iyi olduğunu, bunun kendi benliğimizden kaynaklandığını düşünürken oranın bizim için hiç de hayırlı bir yer olmadığını acı bir tecrübeyle anlamış oldum.

Bir başka arkadaşım, meslektaşım, bir cenazede avukat bir beyle buluşuyor. Avukat bey, cenaze namazından önce arkadaşıma onunla görüşmedikleri sırada ne kadar servet edindiğini, nerede, hangi evleri aldığını, malikâneleri olduğunu uzun uzun anlatarak övünüyor. Cenazede böyle mülkiyet konuşulması arkadaşımın garibine gidiyor. Bir hafta sonra arkadaşıma bir telefon geliyor ve aynı camiide bu avukatın cenazesine gidiyor. İnsan adeta bir gölgeler âleminde yaşıyor, hiçbir şeye bel bağlamaya gelmiyor. Biz, Hz. İbrahim gibi sönmeyenin, batmayanın peşine düşmek mecburiyetindeyiz.(s.117)

————————————————————————————————-

KS: Batılı, büyüklenmeci bir kendilik tarifi sunuyor. Onların tahayyülünde Tanrı karşısında aciz, müeddep, haddini bilen bir varlık olarak insan değil, O’na meydan okuyan, kafa tutan bir insan söz konusu. Babil Kuleleri inşa eden bir varlık tarif ediyor. Batılı modernite, insanın geçmişin, cemaatin, topluluğun ve kilisenin, tanrısallığın bağlarından tamamen âzâde bir şekilde kendisi olması gerektiğini ve bu manadaki hürriyetin insan için en temel umde olduğunu söylüyor.

Hiçbir bağı, ilahi, etik çerçevesi olmayan varlık, kendini neyle mukayyet hissedecek? Yönetmen Reha Erdem’le Beş Vakit adlı filmiyle ilgili bir söyleşi yapılmıştı. Kendisi dindar camiiadan olmayan, camiiadaki hadiseleri dışarıdan gözleyen biri.

Söyleşide “Bir insan düşünün, cinayet işlemeye gidiyor, birden camiiden ezan yükseliyor: ‘Allahuekber, Allahuekber’; yani Allah en büyüktür. Cinayet işleyecek. Bir taraftan bu sözü duyuyor. Bu söz onun için caydırıcı bir söz. ‘Yapma,’ diyor. 0 sözü duyduğu anda vicdanıyla muhasebeye girmesi gerekiyor,” diye anlatıyor. Şimdi burada bir ilahi çerçeve görüyoruz: “Allah büyüktür, sen büyüklenme.” İnsanın pek çok nemrutluklarının, cinayetlerinin, katliamlarının özünde bu kibir, büyüklenme var.(s.133)

————————————————————————————————-

SÖ: An, kula bir emanet. Her kulda bir tecelliyat var. Kadir kıymet noktasına gelince, önce ânın kıymetini bilmek lazım. “Bu bir demdir gelir geçer, duyamazsın demedim mi,” diyor Pir Sultan Abdal. 0 an neyse onun kıymetini bileceğiz. Sonra o kuldaki tecelliyatı hissetmeye çalışacağız. Olmaz bir tarafından girmeyeceğiz hadiseye. O zaman ısınmaya başlıyor ilişki. Adamın belli hassasiyetleri varsa oraya girmeyelim. Onun daha düz, daha nötr, daha yumuşak olduğu istikametten girelim. Bu bir selamla, tebessümle, masasına bir küçük not bırakmakla olur. Benim böyle çok dostum olmuştur. Esprilerle, nüktelerle…

Bakarsınız o size muhtaç, siz de ona muhtaçsınız. Kadir kıymet bilmek karşılıklı olur. O bir lütuftur. Çünkü gönlünüzün ihtiyacı olan muhabbeti karşıdan alıyorsunuz ve siz de ona muhabbet veriyorsunuz. Nedir muhabbet; arada herhangi bir menfaat bağı olmadan ilişki kurmaktır. Zamanı ve zemini her yer, her an olabilir.(s.135)

————————————————————————————————-

KS: Cemil Meriç’in çok vurucu bir cümlesi var: “İyilik yapan mükâfat bekliyorsa tefecidir.” Merhamet eden, merhamet ettiğinden minnet bekliyorsa o kendiliğinden mükâfat olmuyor. Bir şeyin erdem olabilmesi için kendi içinde kapalı kalması ve dışarıdan alkış, aferin beklememesi lazım. Psikoloji literatüründe şöyle bir tartışma var: Diğerkâmlık acaba insanın en bencilce hislerinin bir tezahürü müdür, yoksa iyi bir şey midir? İnsan başkasına yarın bir gün 0 kişiden bir menfaati olacağı ve ona yardım etmek kendi ruhunu ferahlattığı, kendini daha üstün bir pozisyona yerleştirdiği için mi yardım ediyor, yoksa insan doğuştan iyiliğe yönelimli ve bir başkasının sızısını dindirmeye vacip bir varlık olduğu için mi yardım ediyor?

Fıtratın nasıl olduğuna dair iki ayrı görüş var: Biri “İnsan fıtratı kötücüldür, günahkârdır,” diyor, Judeo-Christian medeniyeti; diğeri “İnsan temiz bir fıtrat üzerine doğmuştur,” diyor, İslam medeniyeti. İnsanın kanatlanıp âlemlere gitme imkânı da var, çukurlara yuvarlanma ve büyük bir imkânı ıskalama ihtimali de var.

————————————————————————————————-

SO: Bilimin usulü, adabı olacak elbette ama manevi iltisakı da olacak. Tekniği bileceksin ama manayı da bileceksin. Sırf tekniği bilmek, mekanik bir hadise; bir noktaya kadar eyvallah, işi götürürsün ama manayı da bilirsen başka bir mesele ortaya çıkar. Muallimlik de böyle bir hadisedir. İnsanlara bir şey anlatıyorsunuz. Ben hayatım boyunca üniversitede statik dersi verdim, rızkım oradan geliyordu. Çocuklara küçük kıssalarla anlatırdım. “Bu kuvvet nereye gideceğini bilmez, biz yol göstereceğiz.” derdim çünkü o statiği kuran, ona o gücü veren Allah.

Newton bir şey vaz etmedi, vaz edilen kanunun matematik modelini kurdu. İnşallah İslam medeniyeti tekrar ayağa kalkacak ve biz kendimize ait bilim felsefesini, dilini kurabileceğiz. Mekanikte, fizikte, iktisatta, her konuda bunu kurmak mecburiyetindeyiz. Ne işle uğraşırsanız uğraşın; muallimlik olsun, hekimlik olsun, bir mevzu anlatıyorsunuz ama onu nasıl anlattığınız hayati bir meseledir. Kalpten kalbe yolu kuramazsanız, sınıfa hâkim olamazsınız, dolayısıyla o zaman siz de zevk alamazsınız.(s.142)

İnceleyin:  Kendisiyle Barışık Olmayan,Başkalarıyla Savaşır

————————————————————————————————-

SÖ: Osmanlı ananesinde bir kale fethedildiği zaman ilk yapılan iş, burçlarda ezan okumaktır. İkincisi de kadı tayin etmektir. Mesela fetih müjdesi geldi, diyelim Kanije Kalesi fetholundu, gaza bitti; anında burçlara çıkılıyor, güzel sesli askerler, müezzinler, orduyla beraber sefere katılıyor, ezan okuyor. Kadı tayin etmesinin nedeni de hukuk; bu sayede hemen sosyal düzeni devreye sokuyor. Ganimet nasıl paylaşılacak, reayanın hakkı ne olacak, bunları belirliyor bu sayede. Her tasavvur kendi hükmünü ifşa ediyor. ifade ediyor. Devlet, “Ben medeniyet olarak buradayım,” diyor. Medresesi, imareti sonra geliyor. Önce ezan, sonra hukuk…

KS: Ezan işin mukaddesatını, maneviyatını, hukuk da devletin varlığını ve hangi ilkeler üzerinden var olduğunu işaretliyor aslında. Bir yağma düzeni yok.(s.151)

————————————————————————————————-

SÖ: Allah’ın sözünü yüceltme, dünyaya yayma, tebliğ etme; askeri, siyasi ya da ticari yollarla olabilir. Garip bir derviş gidiyor, bir memlekete yerleşiyor, mukim oluyor, hizmet etmeye başlıyor. İlla elinde pala, kılıç, top tüfek düşünmeyin. Fakir fukaranın gönlünü alırsınız, tebessüm edersiniz, imkân varsa sadaka verirsiniz. Niye bunu yapıyorsunuz,o da Allah’ın kulu; kendi bilmeyebilir ama siz biliyorsunuz ya o mühim. Anadolu’ya gelen, kolonizatör dervişler var, Anadolu’yu İslam yurduna dönüştürüyorlar.

Biliyorsunuz, burada Rumlar var, şunlar var, bunlar var, hepsi de Allah’ın kulu. Geldiler, ribatları kurdular, hizmet ettiler. Aç kalmadılar, açıkta kalmadılar, zengin de olmadılar ama dönüştürdüler. Bunu modernite yapamaz, Firavun mantığıyla bu olmaz, hizmet mantığıyla olur. İlahi kelimetullah, Cenab-ı Allah’ın kitabını, adını, sünneti insanlara tebliğ etmektir.(s.156)

————————————————————————————————-

KS: “Her imkân aynı zamanda bir imtihandır,” dediniz. “Doğurgan an” diye bir tabir vardır, yani her an aslında başka şeylere gebedir, başka bir şeyler doğurur. Onu yüksek âlemlere kanat çırpmakta mı, süfli olanla meşgul olmakta mı kullanıyoruz? Tasavvuf ehli, “vaktin evladı” olmaktan bahseder. Ânın evladı olmak, yolun evladı olmak, sürecin evladı olmak, tekâmül ettiren sürece tâbi olmak, ânı doğurgan kılıyor. Her an çiçek gibi filizleniyor. 0 zaman ağaca, yaşlılığa başka nazarla bakıyorsunuz. Ruhun ebediyete karışmaktan başka gayesi yok, biliyorsunuz. Bu dünyaya kök salmaya gelmedik, kazık çakamayacağımızı biliyoruz.

SÖ: “Dünyâya geldim gitmeye/ İlm ile hilme yetmeğe/ Aşk ile ân seyretmeye” diyor şair.

KS: Bu ânı seyredebilmek büyük bir meziyet. Orada olabilmek, o sırada cep telefonuna bakmamak, göz ucuyla televizyonu izlememek, alttan geçen borsa, döviz hesaplarını takip etmemek…

SÖ: 0 andaki hüsnü görmek yani güzelliği. Yaratılış hüsn-i mutlaktır, orada abes yoktur, hikmet vardır. Cenab-ı Allah bazı hüsnü gizler, bazısını aşikâr eder. İnsana gizli hüsnü ortaya çıkarma yeteneği vermiştir. İnsandan başka hiçbir varlık o gizli hüsnü ortaya çıkartamamıştır. Ona da insanın ihtiyacı vardır.

KS: “Güzellik, gören gözdedir.” denir ya, işte o gözü de eğitmek gerekir. 0 yüzden gözü kirden, mâlâyânîden korumak lazım. Kulağı dedikodudan, gıybetten, kötü sözden, başkaları hakkındaki kötü haberden korumak lazım. Halbuki insan çok meraklı ve mütecessis. Kulak, başkalarının kötü haberlerini duyduğu zaman adeta kendinden geçiyor.

SÖ: Kendini aklıyor o sırada. “Bende bu yok.” diyor. Demeyin. Anında olabilir, yahut vardır da farkında değilsinizdir.(s.163)

————————————————————————————————-

SÖ:Her vakit, her an insana bir emanet, hayat da bir emanet. Nasip var hiç şüphesiz, kısmet var, kader var, tecelliyat var.. Bir program yapacağız ama bileceğiz ki o mutlak bir program değil, her an değişebilir. Değiştiği zaman da üzülmeyeceğiz.(s.175)

————————————————————————————————-

KS: Anne babalar kendi nefisleri için yarışıyor. “Çocuğumuz burada okuyor.” demek için. Korkunç bir kaba materyalizm var:

Çocuğumuz şu okula girerse geleceği kurtulur. Ne ilgisi var? 0 okullara girip de heder olan kaç tane insan var.

SÖ: Ruhen heder olan var. Gidiyor, çok başarılı bir mühendis oluyor ama ruhen fakir. İslami açıdan bakınca fevkalade zavallı. İşte bu nasip, zuhurat, kısmet meselesi. Rahmetli pederin arkasında bir levha vardı. Bir rahlede oturur, çalışır, yazar, okur. kitaplar yanında, arkadaki levhada “Umurun Hakk’a tefviz et, haris-i intikam olma”, yani umur işlerini bırak Allah halletsin. “Cenab-ı hâkim-i mutlak ne işlerse adalettir” yazıyordu.(s.176)

————————————————————————————————-

SÖ: Hususen annemden öğrendiğim bir şey; zamana ve fiziksel çevreye dikkat etmek ve oradan bazı tahassüsler edinmek, ibretler almak. Renkler insan hayatında çok önemlidir. Mavi renk bizi hayata bağlar. Gökyüzü mavi olduğu zaman kendimizi çok güçlü hissederiz. Gökyüzü kurşunî olduğu zaman kendimizi gamlı hissederiz. Her rengin de Esma’da bir karşılığı vardır. İnsan da aynı zamanda Esma’nın müsemmasıdır. Dolayısıyla renklerle insan yaratılışı, fıtratı arasında bir irtibat var.

Tabiatta Cenab-ı Allah size temaşa için, ibret için, ruh âleminizi zenginleştirmeniz için, bilginizi donatmanız için bir pitoresk sunuyor. Cenab-ı Allah ve bütün canlılarla birlikte kısa da olsa, ruhen huzura ermiş bir zamanda tabiatı müşahede ettiğiniz zaman orada Hâlik’in bize ne söylediği, ne emrettiği, ne görmemizi istediğini görüyorsunuz. Hicap hicap üstünedir, perde perde üstüne. Belki birinci. belki ikinci perde ama bunu görmek çok önemli.(s.184)

————————————————————————————————-

KS: Sonbaharın İngilizcesi ilginç. Fall, yani “düşüş” demek. Hüzün mevsimi deniyor bizde de. İlkbahar nasıl içimizde birtakım coşkuların yeşerdiği, filizlendiği mevsimse hazan da yavaş yavaş bir uykuya, bir dinginliğe hazırlandığımız, o coşkunun yaz telaşesinin yavaş yavaş süküna erdiği mevsim. Tabiat uykuya hazırlanıyor, ağaçlar yapraklarını döküyor, yapraklar sararıyor. Bu da aslında bugün canlı olanın yarın canlılığını kaybedebileceğini, ruhuna üflenerek ilkbaharda yine canlanacağını söylüyor bize.

Mevsim çevrimleri, insan hayatının, canlılığın ve Cenab-ı Hakk’ın yaratışındaki mucizenin bir metaforu olarak görünüyor bana. Kur’an-ı Kerim’de sıklıkla Cenab-ı Hak, “Bizim nasıl yarattığımızı görmüyorlar mı?” diye hitapta bulunür. Kudret-i İlahi’nin en cansızdan canlı çıkarmaya nasıl muktedir olduğuna dair sayısız misaller getilir. Her an gözümüzün önünde bir mucize oluyor.

Tabiat ölüyor ve diriliyor. İnsan da böyle; nesiller gidiyor, yeni nesiller geliyor. Kimi fikirler yüzyıllarca kalıyor, yüzyıllarca tartışılıyor ama onlarla giden günlerimiz dönmüyor. İbret alarak o mevsimlerin, o tabiatın, o dışarıda gördüklerimizin içimize nüfuz ederek, sirayet ederek yaşamasına izin verdiğimiz zaman bu dünyada böyle ağız dolusu kahkahayla yaşamak pek mümkün olmuyor çünkü her şey zeval buluyor.

Yeter ki biz o zevale doğru gidişte ruhumuzda korumamız gereken şeyi, yangından ilk kurtarılacak şeyi nasıl kurtaracağımızı bilelim. Zevale giden tabiatta bir çevrimde kurtaracağımız neler olduğunu, bizim neye yaslanarak diri kalabileceğimizi, neyin zeval bulmayacağını bilelim. Her şey oluş ve bozuluş, kevn ve fesat üzere. Bozulan şeylerden yeni şeyler ortaya çıkıyor ama hiç bozulmayacak olan nedir, insan bunu merak ediyor.(s.185)

————————————————————————————————-

SÖ: Teslimiyet, “Ben çalışıyorum ama sonuç Allah’a aittir.” diyebilmektir. Kul buna çok kolay razı olmaz. Muhabbet çeşmesinden, pınarından bir küçük piyale kendisine nasip olduysa o zaman gayretlerinin gerekli olduğunu ama hayatında çok fazla yer işgal etmediğini görür. Ben hayatta nasibe inanırım. Nasibin hayat üzerinde çok büyük etkisi olduğunu bittecrübe gördüm. Nasip faktörünü dikkate alırsanız, Cenab-ı Hakk’ın esas rolü oynadığını baştan kabul ederseniz, kalbiniz buna inanırsa. muhabbet gündeme gelir. İşiniz olmadığında o kadar üzülmez ve “Her işte bir hayır var,” dersiniz. Bu faktörü dikkate almazsanız da büyük bir inkisara uğrarsınız.(s.200)

————————————————————————————————-

SÖ: .. İnsan, diğer canlılardan farklı olarak hayatını sürekli bir mana arayışıyla geçiriyor. İnsan, olmayan bir şeyi aramaz., Şu halde bu anlam fikrinin, anlam idesinin bize nereden geldiğini düşünmek gerek önce. Bir idenin var olması demek, bir hikmetin var olması demek. Bizde böyle bir ide var ve bunu kaybettiğimiz zaman mutsuz oluyoruz. Bunun çaresi ne? İnsanda bilgi kaynakları belli; gözlem, aklın doğuştan var olan bilgisi ve nakil. Bir de buna sezgiyi eklediler.

Kendi hayatıma baktığımda bana hayatın anlamını naklin öğrettiğini söylerim. Nasıl bir nakil bu? Ailemden, beni terbiye eden insanlardan gelen bir nakil. Bir kavram daha çıktı karşımıza: terbiye. İnsan varlığı terbiye ediliyor, eğitiliyor; bu eğitim zihinsel ve ruhsal bir eğitim.

Kalbimizi de terbiye ediyorlar ve hayatın anlamını bu terbiyede buluyoruz ama bazen öyle terbiyeler oluyor ki bunlar, hayatın anlamını ihmal edebiliyor. Hayatın anlamını yok sayan bir terbiye sistemi içinde yetişmişseniz sizin için anlamsızlık buhranıyla karşı karşıya kalma ihtimali doğuyor. Hayatın belirli safhalarında anlam bulma ihtiyacı, kendisini noksanlığıyla hissettiriyor.

Şu halde yapılacak olan, önce bilgi bazında hayatın anlamını içeren bir kavramsal çerçeveye, bir düşünce sistematiğine müracaat etmek ve bilgi bazında onu öğrenmek. Fakat her bilgi çözemez sorunumuzu; inanç düzeyine geçmediği takdirde bilgi, sorunları çözemez. Bilginin inanca dönüşmesi için, inanç ve bilgi arasında nasıl bir paradigmanın olması gerektiğine dair net bir şeyden söz edemiyor ve durumu tam olarak izah edemiyoruz.(s.208)

————————————————————————————————-

Zahirdeki her hareketiniz, iç dünyanızda muhteşem yankılar uyandırır. Nitekim bu hareketin dış dünyadaki etkileri de müthiş olur. Eskiden üslup diye bir şey vardı hareketlerimizde; tavır ve harekette üslup. Bir kapıyı kapatıyor, bir yere gidiyorsunuz, adımlarımız, yürüyüşünüz, bakışlarınız, hepsi bir üsluba sahip. En basiti, resmi daireye girdiniz, bir iş yapacaksınız. Girmek var, girmek var. İç dünyamızdaki anlam zenginliğiniz sizin gerçek malınız olduysa, o dünyada bir deneyim sahibiyseniz girişiniz başka türlü olur.(s.210)

————————————————————————————————-

SÖ: “Ben yapmadım. çocuğum yapsın, ben görmedim çocuğum görsün.”

Senin kaderin ayrı, onun kaderi ayrı. Sen bir şeyleri yapmadıysan, yaşamadıysan o senin kaderin. Belki yaptıkların yeterdi, onu da fark etmiyorsun. Ailelerin mahrumiyetlerini hissettikleri ne varsa çocuklarına sunmaya çalışmaları da çocuk terbiyesi üzerinde negatif bir etkiye sahip. Görüyorum, insanlar reşit oluyorlar, yaş itibariyle büyüyorlar ama otuz yaşında hâlâ düşünmeyi ve sevmeyi beceremiyorlar. Sevmek için ruhun enerjiye ihtiyacı var; fakat sevemiyor, bağlanamıyor, inanamıyorlar.

KS: Hocam. bu konuda neşredilmiş bir çalışma var: Adı Arrested Adulthood. Yani “Tutuklanmış Yetişkinlik”.Yazarı James E. Cötâ, şöyle diyor: “Günümüz toplumu, insanları ergen kalmaya zorluyor. Büyüyemiyor insanlar.” Modern kapitalizm insanları harcama üzerinde sabit tutmaya çalışıyor. En çok harcama yapanlar da ergenler. Ne yapacaklarını düşünmeden alışveriş yapıp sonucunu hesap etmeden hayatlarına devam edebiliyorlar. Sözünü ettiğimiz kitle, gençliğin dizginlenemez tüketim alışkanlıklarını devam ettirmek isteyen, hiç yaşlanmamış ve yaşlanmayacakmış gibi yaşamak isteyen bir kitle.(s.217)

————————————————————————————————-

SÖ: Henry Corbin’in İslâm Felsefesi Tarihi adlı eserinde okumuştum.“ “Müslüman’ın bir su kabı vardır ve dibinde ‘ve cealnâ minel mâi kulli şey’in hayy’, yani ‘Diri olan her şey sudan gelir,’ yazılıdır,” diyordu.

KS: Hayatın her ânında Allah’ı zikretmek için vesileler bulan bir kültür. Her yudum suda Allah’ı zikrediyor. Şu suyu içiyoruz ve şükrediyoruz fakat Cenab-ı Allah’ı zikretmek için bazen vesile kılıyoruz, bazen kılmıyoruz. Öyle bir kaptan su içince siz unutsam: da size sürekli hatırlatan bir bilinç hali sunuyor. Ahmet Hâşim’in “Müslüman Saati” makalesinde söylediği gibi, fecri kaybetmekle beraber yönünü şaşırmış, çölde kaybolmuş kimseler gibiyiz. Günlük hayatın içinde hatırladığımız anlar azalmaya başladı.(s.229)

————————————————————————————————-

SÖ: Bu Müslüman gecesi, insana verilmiş büyük bir nimettir. Gündüz dünyayla meşgul olan insan gece kendi başına kalır. Kendi başına yalnızlığın ihtişamını tadar. Her yalnızlık Cenab-ı Allah’la ülfeti beraberinde getirir. Modern insan yalnız kalmaktan ürker, korkar, haşyete kapılır. Onun için Garp insanı, ölümün habercisi olan akşam vakti, uyku gelip zeval zamanı yaklaşınca bunu unutmak için içki içer. Akşam ve içki… ışık yakar, eğlence için night clublara gider. “Hayat devam ediyor arkadaş, ölüm yok.” diyor. Gece kulübü dediğimiz odur yani, ta ki sarhoş olup kendinden geçinceye kadar eğlenir. Manevi manada da sarhoş olabilirsiniz, efsunlar sizi hayat.(s.259)

————————————————————————————————-

KS: R. D. Laing’e kulak verelim: “Bir zaman gelecek, insanlar bugüne kadar görülmemiş ölçüde bir kıtlık yaşayacaklar ve bu kıtlık, ne su ne yiyecek kıtlığı olacak. Bu kıtlık, Tanrı’nın sözlerini işitme kıtlığı olacak.”

Bugün biz, Allah’ın sesini duymuyoruz, kendi içimizde de duymuyoruz. Hatta, “İnandım.” diyen insanlar, dolar şıkırtılarını duydukları kadar belki Allah’ın sesini içlerinde duymuyorlar. Bir samimiyet buhranı da yaşıyoruz. Şimdi biz modernlikle uğraşıyoruz ama oradan üzerimize sirayet eden bir yersiz yurtsuzluk hissi var. Biz ne orada ne buradayız, ne o zamanda ne bu zamandayız. Bu yersizlik yurtsuzluk, bizi Batı’yla didişme haline sürüklüyor, bu gayet tabiî. Müstağribiz, Batı’nın tokadını yemişiz, o tokattan ayılmaya çalışıyoruz ve birinin bize bir tokat attığını yeni yeni fark edebildığımız bir evredeyiz, elbette ayağa kalkacağız.(s.267)

————————————————————————————————-

SÖ:..Hayatın problemlerini Tanrı düşüncesi olmadan, Tanrı’nın bir ölçüde hayata karıştığını idrak etmeden çözmek mümkün değil. İşte o zaman şiddet, ümitsizlik ve nihilizm ortaya çıkıyor. Bedenin tatmini kolaydır, ruhsa kolay kolay tatmin olmaz. Türkçede çok güzel bir ifade var: tamahkâr. İnsan her şeyi hırsla, durmaksızın arıyor, kalpleri ancak Allah’ın zikri tatmin edebilir. Bütün insanlar için söylüyorum bunu. Bir Tanrı fikrî şart çünkü hayatı akılla izah edemiyorsunuz. Kadim Yunan’da da getirip işi Poseidona bağlamışlar. Tevfik Fikret’in söylediği doğru: “Beşerin böyle dalâletlerı’ var/ Putunu kendi yapar, kendi tapar.”(s.268)

Muhammed Ali

One thought on “Kemal Sayar,Sadettin Ökten – Dünyaya Geldim Gitmeye ”Alıntılar”

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir