Târihsel tecrübelere kabataslak olarak baktığımızda, kazananların “büyüyenler”; kaybedenlerin ise “büzüşenler” olduğunu görebiliriz. Büyümeyi, kendisinden olmayanlarla hemhâl olmak; büzüşmeyi ise kendisinden farklı olanları dışlayıp kendi muhayyel saflığına gömülmek olarak anlayabiliriz.
Muhayyel diyorum; çünkü târihte saf kalmak zâten imkân dışıdır. Târih, ister savaşlar yoluyla, ister alış veriş yoluyla herkesi, kendisinden farklı olanlarla biraraya getiren süreçleri içeriyor. Amazon ormanlarında asırlarca temassız yaşamış topluluklar bu genellemenin istisnâları gibi duruyor. Ama onlar zâten tarihsel tecrübeye sâhip değiller. Onlar için târih yok. Eğer başlarsa, medeniyetle temas olarak târif edilen süreçlerden başlayacaktır. Antropolojide bahsi geçen meşhur “kargo kült” meselesi de budur.
Târihsel ilişkilerin eşitlikçi bir tarafı olmadığını da biliyoruz. Büyümeler, evvelâ hayâtın maddî taraflarında başlıyor. Büyüyen (kuvvetlenen)biraz da başkalarını küçülterek(zayıflatarak) yapıyor bu işi. Bütün mesele büyüyenlerle küçül(tü)enler arasındaki ilişkilerin zihinlerde nasıl kurulduğu ile alâkalı. Eğer maddî olarak büyüyen, küçülttükleri karşısında bir iktidâr sarhoşluğuna kapılırsa orta veyâ uzun vâdede kaybedecek demektir. Eşitsiz de olsa ilişkinin çok taraflı olduğunu hesap etmemekle başlar bu zihnî yapılanma. Feylezof Hegel’in uzun uzun işlediği gibi, “efendi” ve “köle” arasındaki ilişki tam da bunun karşılığıdır. Efendi köleyi araçsallaştırır ve bütün işlerini karşılıksız olarak ona gördürür. Ama zaman içinde bütün melekelerini kaybeder. Kölenin efendisine olan bağımlılığının yerini, biraz da tuhaf, beklenmedik bir biçimde efendinin köleye bağımlılığı alır. Kölesi olmadan o artık bir hiçtir. En basit işlerin bile altından kalkamaz. Küçülür, zavallılaşır.
Muhayyel saflık geliştirmek, efendinin kendisini köleden mutlak bir biçimde ayrıştırmış olmasını esas alır. O özgür, köle ise mutlak olarak ona bağımlıdır. Özgürler ile köleler arasındaki bu katı ayrıştırma, başlarda rahatlatıcı olsa da, özgür’ün büzüşmesi ve çöküşünün emâreleridir aslında.
Her saflaştırma, aynı zamanda bir yalnızlaşmadır. Modern Avrupa ve Amerika’nın imlediği ve dünyâya dayattığı da budur. Onlar, bilim, teknik, sanat ve felsefede saf ve mükemmel olan Batı; dünyânın geri kalanı da bu nimetlerden yoksun olan Doğululardır. İngiltere’yi ve Fransa’yı alalım: Asırlarca dünyânın yeraltı ve başta beşerî kaynaklar olmak üzere yer üstü kaynaklarını insafsızca sömürdüler. Ama ne oldu? Mâliyetlerinin altından kalkamadıkları aşamada bu işten çekildiler. Bu da onları kurtarmadı. Sömürdükleri memleketlerinin ahâlisi peşlerinden geldi. Bugün Londra’yı Londra, Paris’i Paris yapan kadim semtler artık Hindistan,Pakistan veyâ Mağrip’ten gelmiş kalabalıkların işgâline uğradı. Çâreyi, şehir dışında kurdukları, ne Paris, ne de Londra olan şahsiyetsiz banliyölere kaçmakta buldular.
Sanayi kapitalizmi, üretimi örgütlerken, birbirine karşıt iki dinamiğin tesiri altında kaldı. Bir taraftan büyük kitleleri temerküz ettirdi; diğer taraftan da onlara herkesi birbirinden uzaklaştıran derin bir yalnızlaşmayı yaşattı. Temerküz disiplini, ayrışma ise yalnızlaşmayı doğurdu. Büyük âileleri parçalayıp çekirdek âilelerde karar ettiler. Çekirdek âile ise bireyselleşmenin tesiri altında kalarak sönümlendi. Yalnızlaşma ve egosantrizm derinleşti. Artan refah ise bu yaralara bir çâre olmadı. Altından kalkılması zor bir mâliyet artışı doğurdu. Ağır sömürüye dayalı çalışma disiplininin tesirleri ile refah paylaşımının neticesi yabancılaşmanın iki veçhesidir sâdece. İlki yordu; diğeri ise lümpenleştirdi. Sanayi ve işgücü verimliliğinden koptular. Üretim yeniden ucuz işgücünün olduğu Çin, Hindistan, Endonezya, Brezilya gibi memleketlere kaydı. Verimlilik düşüşünü finansal şişme ile karşılamaya çalıştılar. Bu da verimsizliği ortadan kaldırmadı. Bu şişmenin üretimde karşılığı olmadı. Aptal bir tüketime dönüştü. Borsa, bono ve emlâk piyasaları ndaki balonlaşmalarla neticelendi.
Amerikan rüyâsı bu balonlaşmaların fonksiyonudur. Avrupa ideallerinin katı, ve ayrıştırmacı nitelikleri karşısında, kompleksiz ve içermeci taraflarıyla ilk başlarda son derecede vâitkâr görülmüştü. Ama bir balonlaşma olduğu için , balonlaşmaların doğurduğu çevrimsiz krizlere dayalı olarak o da sönümlenmiştir. Bugün herkesi dâvet eden Amerikan Rüyası değil, kendisini Meksika’dan duvarla ayrıştıran hakiki, öz Amerikalılık konuşuluyor.
Bir zamanların mutandan sanayi imparatorlukları artık dağılıyor. Bu dağılma süreçlerinin temel göstergesi büzüşme. Bir zamanlar ayrıştırarak büyüyordu. Şimdilerde büzüşerek ayrıştırıyor. Bu aynı zamanda bir takatsizleşme. Ölümcül teknolojisiyle donanmış olsa da savaşamama iktidarsızlığına evrildi. Kim asker olacak? Acımasızca çalıştırıp, refahla ödüllendirdikleri, egoist, bağsız, âidiyetsiz insanları mı onların çıkarları için Ortadoğu’da kahramanlık yapacak? Fransa’nın kısa bir zaman evvel düzenlediği askerî gösteriler ise tam bir showdu. Yaygınlaşmış vicdânî retçilik üzerinden PESCO’ya asker bulabilecekler mi acaba?
Para ve sanayi ,kendisini var eden coğrafyalardan kaçtı. Silikon Vâdisi fizikî olarak ABD’de olmasına rağmen, aklı ve fikriyle fiilen Uzak Asya’da. Çin ise kapitalizm ile ihyâ oldu. Ama, şimdilerde, târihsel anomi üreten sanayi kapitalizminin kısır döngüselliklerinden çıkmanın mücâdelesini veriyor. Yapay zekâ, robotik teknoloji ile haşır neşir. Yeni bir dünyâ kuruluyor. “Teknoloji tanrısı” üzerinden..Sanayide kaybettikleri verimliliği bir başka düzlemde yeniden yakalamak istiyorlar. Parasal çılgınlık, teknolojik çılgınlıkla el ele gidiyor. Emâreler sanayi kapitalizminin yarattığı anomalilerin çok, ama çok fevkinde gözüküyor. Sanayi kapitalizmi iyi kötü bir hesaplama ve öngörü disiplinine sâhipti. Teknolojik kapitalizm bunun çok dışında. Sanayi kapitalizmi insan fıtratının çok dışındaydı. Teknolojik kapitalizm ise alenen onun karşısında..Yeni dünyâda kim, nasıl büyüyecek; kim, nasıl büzüşecek? Yaşayan görecek…
Süleyman Seyfi Öğün
yenişafak.com
0 Yorumlar