İnsan Bozumunun İki Aracı:Yeni Kimlikler ve Cinsiyet
Paylaş:

 

 

 

Prof. Dr. Mustafa Tekin

 

Giriş:

Bir tarih felsefesi açısından tarihi okumak geleceğe pro­jeksiyon geliştirmek için önemlidir. Tarih felsefesi tarihteki dü­zenlilikleri belirli ilkeler etrafında okumak bağlamında dikkat çekilmesi gereken bir önem taşımaktadır. Burada belki bir nok­tanın özellikle altını çizmeliyiz. Modern zamanlara gelindiğinde insan Tanrı’dan azade olarak veya bir başka deyişle Tanrı’yı ta­rihin dışına çıkararak hem özgürleşeceğini hem de yegâne tarih yapıcı özne olacağım düşünmüştür. Fakat bugün gelinen nokta­da görülmektedir ki, gerçekleştirin! bu şekilde değildir. Meselâ; Marxist anlayışta Tanrı tarihte yoktur fakat insan da pek görün­memektedir. Tarihin sonunda zorunlu olarak sosyalizm ve ora­dan komünizme geçilecektir. Bu çerçevede seküler ideolojilerde tarihin insan özneden de bağımsız bir erekliliğe sahip olduğunu görmekteyiz. İslam’da ise Allah (cc) tarihe müdahildir.

Kur’an-ı Kerim’de özelde peygamber kıssaları gözden ge­çirildiğinde Allah’ın peygamberler üzerinden tarih ve topluma müdahale ettiği görülmektedir. Elbette bu müdahale insanın edimlerinden bağımsız bir dönüştürme işlemi değildir. Hatta tam tersine insanın fiilleri ile bağlantılı bir müdahaledir. Dolayısıyla böyle bir müdahale bozuklukları düzeltmek değü, inşam tekrar tarihe davet ederek onun bir aktör olmasını sağlamak üzerine­dir. Bunu özellikle belirtmemizin sebebi, insan bozumu başta olmak üzere tüm ifsad karşısında insanın tekrar tarihe bir aktör olarak girmesi ve mücadele etmesinin zorunluluğunu belirtmek içindir. Nitekim Kurian’daki ifadesiyle “Sen ve Rabbin gidin”63 şeklindeki bir tavır, tarihten kaçmaya yöneliktir. Allah’ın tari­he müdahalesi kabaca iki sebebe dayanmaktadır, tiki, hakikatin kaybolmaya yüz tutmasıdır ya da pagan kültür içinde hakikatin belirsizleşmesi ve muğlaklaşmasıdır. Dolayısıyla Allah böyle bir durum karşısmda “Tevhid”i külli bir hakikat olarak insanlara vazetmektedir. İkincisi de fesat, bağy gibi kavramlar çerçeve­sinde ele alınan bozulma sorunu. Bu eşyanın, insanın evrenin tanımı, içeriği ve değerlerdeki bozulma durumunda ifade edil­mektedir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’in farklı âyetlerinde “denge” ve “düzen” konusuna aslında kelimelerin kendi özgül ağırlıkla­rının bile üzerinde bir önem atfedilmektedir.

Aslında “hakikaf’in kaybolmaya yüz tutması, çarpıtılma­sı ya da parçalanması ile dünyanın düzeninin bozulması birbiri­ni besleyen süreçlerdir. “Hakikat” merkezde olduğundan onun kaybolması, parçalanması eşyanın tümüyle kendi rotasını kaybetmesi anlamına gelmektedir. Eşyayı sağlıklı biçimde tanımla­yacak sabitenin konumunun değişmesi, kaybolması son kerte­de bir düzen bozumu anlamına gelmektedir. Ku/an-ı Kerim’e genel olarak bakıldığında, “bozulma”nın üzerinde durulan bir sorun olduğunu görmekteyiz. Nitekim tevhid bu düzeni sağla­yan unsurlardan birisi olarak zikredilmektedir: “şayet yerde ve gökte Allah’tan (cc) başka ilahlar olsaydı, o ikisi de fesada uğ­rardı (bozulurdu). Allah onların vasıfladıklarından uzaktır.”[64] Dolayısıyla birçok bozulmanın temeli Allah’ı pagan bir kültü­rün içinde tanımlamak ya da onun egemenliğini tanımamaya dayanmaktadır. Zira tüm evren ve eşyayı yaratan Allah, onları yerli yerine oturtmuş, işleyiş ilkelerini tanımlamış ve tabiatlarını belirlemiştir. Dünyadaki temel sorun; insanların farklı dönem­lerde kendisini egemen ilan ederek eşyanın tabiatına, tanımına ve ilkelerine müdahale eteneye cüret etmesidir. İşte bozulma de­diğimiz süreç aslında bu noktadan başlamaktadır. Zihniyetin ve perspektifin tevhidden sapmış olmasına Kur’an-ı Kerim’de bu yönüyle dikkat çekilmektedir. Nitekim, “o iş başma geçtiğinde yeryüzünde bozgunculuk yapmaya, ekini ve nesli helak etmeye çabalar. Halbuki Allah bozgunculuğu sevmez.”[65] Burada yeryü­zünde her türlü bozgunculuğu bir zihniyet durumuyla da ilinti- lendirir. Ancak konumuz bağlamında üzerinde durulması gere­ken nokta; ekinin yani insanoğlunun her türlü üretiminin (tarım, kültür, tabiat vb.) ve neslin bozulması meselesidir. Ekin ve neslin helaki onların tanımlarının değiştirilmesinden genetik oynama­lara kadar çok geniş bir alandaki bozulmayı ifade etmektedir.

İnsan bozumu kavramı, hem ekinin hem de neslin helaki konusunda ciddi içerimler taşımaktadır. Öncelikle tarım ürünlerinde doğallığın bozulması, genetik yapıların değiştirilme­si giderek insan için bir güvenlik meselesi haline gelmektedir. Yiyeceklerin lezzeti bozulmakta, suni üretimler insan sağlığını ciddi olarak tehdit etmektedir. Hastalıklara sebep olmakta, be­deni ve ruhi hasarlar oluşturmaktadır. Diğer yandan insanın yaşam ve insan ilişkileri ile dünyaya bakış kültürü değişmekte; dayanışmanın azaldığı, bencilliğin arttığı, kamusal yükümlülü­ğün çöküp hazzm yaygınlaştığı bir kültür belirleyici olmaktadır. Neslin bozulması ise tam da konumun merkezine oturmaktadır. İleride analiz edileceği üzere cinsiyet ve kimliklerin değiştirilme­si bir tercih meselesi haline getirilmesidir ki, bu kimlik ve ilişki­ler nesille ilgili bu bozulmaların farklı örnekleridir.

İslam dini verdiği hükümlerde “Zarurat-ı Dirüyye” de­nilen şu beş esası korumak üzere hareket etmektedir. Bunlar; canı, malı, dini, aklı ve nesli muhafazadır. Bugün modern insan hakları metinlerinde bu içerikle yer bulmayan “nesli muhafa­za”, alt başlıklarına inildiğinde insana oldukça geniş bir koruma sağlamaktadır. Öncelikle insan neslinin devamı ve korunması ilk genel esastır. Bunun için aile kurma, sağlıklı cinsellik, veri­li kimliklerin sağlanması ve korunması gereklidir. Kişinin cin­selliğini yaşaması bedeni fıtratından kaynaklanan bir tabiattır. Bunun meşru olarak sağlanma imkânı aile kurmaktır. Tam da bu sebeple uygun yaşa gelmiş insanların evlendirilmesi teşvik edilir. Ancak bugün bakıldığında evlenme yaşının yükselmesi özgür yaşamak vb. birçok sebeplerle evliliğe mesafeli insanların sayısı artmaktadır. Böylece nüfus azalmakta, kişi kendi neslini görememektedir. Bunun yanı sıra homoseksüel yaşam ve evlilik­ler de neslin korunması ilkesi çerçevesinde bir sorunsala dönüş­mektedir. Yine evlilik dışı ilişkiler sonucu meydana gelen çocuk­lar da gerek neslin korunması gerekse bir aile ortamı açısından problemler üretmektedir. Hasılı fesat ve bozulma tüm topluma yayılan bir çürüme hüviyeti taşıdığından toplumların dikkat ke­silmesi gereken kavramlardır. Yeni kimlikler ve cinsiyetle ilgili değişmeler de insan bozumunun iki aracı olarak işlev görmeye başlamıştır.

Problem:

Bugün içinde yaşadığımız dünyada “kimlik” ciddi bir problematik haline dönüştürmüştür. Burada özellikle’ “prob- lematik” ifadesini kullanırken meselenin kimlik açısından çok boyutlu krizlerine vurgu yapılmaktadır. Bu problem noktalarını şu şekilde özetleyebiliriz. Birincisi, kimlikler artık verili olmayıp, tercih meselesi haline gelmiştir. İkincisi, kimlikler pre-modern dönemde olduğu gibi bütüncül bir nitelik taşımamaktadır; yani parçacıdır. Üçüncüsü, modern zamanlarda kimlik parçacı bir şe­kilde sunulmaktadır. Dördüncüsü, Tanrı artık yeni kimliklerin kendisiyle uyuşması gereken merkezini teşkil etmemekte, bel­ki bu kimliklerde bir eklenti olarak bulunmaktadır. Beşincisi, post-modern zamanlara gelindiğinden itibaren kimlikler aynı zamanda eklektik bir karakter de taşımaktadır. Altıncısı, tekno­lojik gelişmelerin de desteğiyle insan kimliği mekanikleşmiştir. Yedincisi, artık teknolojik gelişmeler verili kimliklerin değişti- rilmesini/dönüştürülmesini sonuçlayabılmektedir. Sekizincisi, kimliksizlik yeni durumda insanların kitleselleşmesini tesis açı­sından teşvik edilmektedir. Dokuzuncusu, insanların kimliksiz- leşmesi ya da kimliklerinin mekanikleşmesi küresel ölçekte yö- netimselliği kolaylaştırmaktadır.

Cinsiyet konusunda değişimlere baktığımızda burada hızlı bir değişim ve dönüşen gündelik pratikleri görmekteyiz. Dolayısıyla cinsiyet meselesinde de bir dizi problem alanı kendişini göstermektedir. Birincisi, biyolojik cinsiyet nerede ise be­lirleyici olmaktan çıkmıştır. İkincisi, toplumsal cinsiyet kavramı üzerinden cinsiyet tanımlan yeniden geliştirilmiştir. Üçüncüsü, cinsiyet insanlar için tercih edilebilir bir değişken olarak su­nulmaktadır. Dördüncüsü, cinsiyet rolleri de değiş(tiril)erek cinsiyete ait klasik roller yaklaşımları zayıflatılmıştır. Beşincisi, cinsiyetsizlik de bir kimlik olarak artık daha çok vurgulanma­ya başlanmıştır. Altması, cinsiyetsizlik ile cinsiyete ait rollerin birbirine benzemesi gündelik hayatta kadın ve erkeğin birbiri­ne daha çok benzemesini aonuçlamışhr. Yedincisi, “erkek”lik ve “kadin’lığın tanımları değiştirilmiş görünmektedir. Sekizincisi, evliliklerde hcteroseksüellik “normal” ilk durumundan çıkarı­larak aynı biyolojik cinsiyetten insanların evlenmesi imkan da­hiline girmiştir. Dokuzuncusu, cinsiyetler arası ilişki ve cinsiyet rolleri eskisine göre belırsizleçmişhr. Onuncusu, bilhassa tıbbi teknolojik gelişmeler ve tıbbın yardımıyla cinsiyet değiştirmek ya da cinsiyetsizleş(tir)mek mümkün hale gelmiştir.

Dikkat edilirse hem kimlik hem de bu kimliğin önemli bir parçası olan cinsiyet konusunda birbirleriyle bağlantılı bir prob- lematik alandan bahsettik. Dolayısıyla halledilmesi gereken tikel bir probleme atıfta bulunmadığımız gibi daha ötesinde bir pers­pektif sorununa referansta bulunan duruma işaret ettik. Biraz dikkat edildiğinde “problematik” olarak belirtilen bu alanın pa- radigmatik bir meseleye tekabül ettiği anlaşılacaktır. Bir başka değişle, birbirleriyle bağlantılı bu problemler serisi, paradigma­nın değişimiyle bağlantılı görünmektedir. Tam da bu sebeple burada tikel bir problemin halledilmesine yönelik çabalar sonuç getirmeyecektir. Biz konuya paradigmatik boyutuyla yaklaşma­yı tercih etmekteyiz. Diğer yandan insan ve toplum hayatı prob­lemlerden uzak değildir. Problemler ise bir paradigma içinden çözülmesi gereken parçalar şeklinde değerlendirilmelidir. Fakat makalenin başmda bahsedilen “insan bozumu” kavrammın içe- rimlerine bakıldığında, meseleyi bir başka paradigmanın (post/ modern paradigma) ilgili temalara dair kriz yaratması ve bu krizi derinleştirmesi sebebiyledir. Yani yukarıda zikredilen cinsiyet ve kimliğe dair problemler oldukça uzun bir süre sonuçlarında iz­lenebileceği üzere bozucu etkiler yaratmıştır. Biz metin boyunca bunların sebepleri ve referansta bulunduğu dünya görüşlerine atıfların yanı sıra çözüm önerileri de sunmayı hedeflemekteyiz.

Kavramsal Çerçeve ve Tarihsel Arkaplan: Pre- modern’den Post/Modern’e:

Modernlik insanlık tarihinde ciddi bir kırılmaya tekabül etmektedir. Esasen modernliği, bir tarihlendirme ya da dönem- lendirme söz konusu olduğunda bir belirteç olarak almak, batılı bir tarih yazıcılığını da merkezileştirmek demeye gelebilir. Fakat biz burada modernliği ve hatta postmodernliği etki ve sonuçla­rı itibarıyla merkezileştirmekteyiz. Bu minvalde modern öncesi dönemde (premodern) insanlığın evren ve eşyayı algılama ve ta­nımlama biçimiyle daha sonrasındaki algılama ve tanımlama bi­çimi farklılaşmaktadır. Bu farklılıklara konumuz perspektifinde ve çerçevesinde temas etmeye çalışacağız. Böylece yeni kimlik ve cinsiyete dair analizlerin nasıl bir zeminde anlam ifade ettiğini resim olarak netleştirmiş olacağız.

Paradigmatik bir yaklaşımla ifade edecek olursak, pre-modern dönemde hem İslam dünyasında hem de özelde Batfda Tanrı merkezli bir evren ve insan anlayışı söz konusudur. Modern durumdan itibaren bu paradigma! değişim ve insan merkezli bir evren ve insan tasavvuru merkeze alınmıştır. Bunun doğal sonucu olarak “hakikat”in kaynağı Tanrı olmaktan çıkarak insan haline gelmiştir. Modernlikle birlikte insan eşyayı ve ev­reni kendisinden başlayarak anlamlandırmaya çalışırken, daha önce temel bir bilgi kaynağı olan “vahiy” de eski epistemolojik statüsünü kaybetmiştir. Modernlik öncelikle dünyayı Tanrı’ya ihtiyaç duymadan inşa etme cesaretini göstermesi ve buna olan inancıdır ki, insan dünyayı artık kendi ürettiği bilgilerle kurma işini üstlenir. Nitekim modernin dönemde filozofların ve düşünce insanlarının yeni bilim kurgularında bilimde kesinlik bir arayış olarak öne çıkmış ve metafizik spekülasyonlar dediği “din” de bir statü kaybma uğramıştır.

İçinde yaşadığımız çağ farklı bileşenler etrafında karakte- rize edilebilir. Birincisi, post/modern zamanların biraz da kut­sayarak olumlu bir anlam yüklediği “değişim” ve “ilerleme” kavramlarıdır. Zaten gelenek karşıtı olarak kendisini kuran ve evreni farklı bir perspektiften görerek “yeni” olanı sürekli deği­şim çerçevesinde öne çıkaran modernlik, açık ve örtük biçimde insanda ilerlediği imajını yenilemektedir. Bilhassa tıbbi ve tek­nolojik araçlarla bu argüman tekrarlanırken, onların oluşturdu­ğu büyülü dünyada insan henüz ne olduğunu kavrayamadan sürüklenmektedir. Hatta sosyal bilimler tüm bu değişim karşı­sında, yerinde ve zamanında bir anlamlandırma faaliyetine bile yetişmekte zorlanmaktadır. İnsanlar da değişmeye ayak uydur­mayı çağdaş kültüre dahil olma ve onu onaylamanın bir gereği olarak görmektedirler.

İnceleyin:  Kimlik; Enfüsün Tezahürü

İkincisi, modernlikle birlikte yeni bir paradigma! pers­pektif oluşmuştur. İnsanın yeni bir kıble arayışı olarak bu tavır, son kertede Tanrı’ya referans vermeden yeni bir dünya kurma teşebbüsü şeklinde okunabilir. Bu anlamda modernlik insanlık tarihinde tüm küreyi etkileyen bir kırılma şeklinde düşünülme­lidir. Bu paradigmal perspektif çerçevesinde insan, eşya ve evren yeniden tanımlamanın konusu olmuşlar; klasik anlamda insan, eşya ve evren tanımları içeriksizleştirilmeye başlamıştır. Burada özellikle dikkat çekilmesi gereken nokta; insanın tanrısal bir ko­num kazanarak eşyanın yerini değiştirerek ve yeniden tanımla­maya cüret etmesidir. Bunun sonucu olarak insan da yeniden tanımlamanın konusu olur. Artık Tanrı’nın kulu olmayıp, kendi­sini yeniden tanımlayan bir bireydir. Kimlikler de verili olmayıp insanın tercihi ile belirlenmektedir. Böylece “yeni” kelimesinin sıfat olduğu, farklı kimlikler gündeme gelir ve insan geliştirdi­ği tıbbi teknolojik araçlarla yaratılabilir. Bugün insan doğasının değiştiği söyleminden farklı transformasyon araçlarına kadar bir dizi değişim, insanın önüne tercih edilebilir kimlik seçenekleri çıkarmaktadır.

Modern dönem belirtilen paradigma dönüşümüne paralel olarak bir dizi siyasal, ekonomik, kültürel ve toplumsal alanlarda bilgi ve pratiklerinde bir birikim ve değişimi yaşamıştır. Nitekim Machiavelli, Hobbes, Locke gibi isimlerin siyaset görüşleri çerçe­vesinde siyasetin yeni meşruiyet temelleri oluşturulmuştur. Öyle ki, bir şekilde tanrısal meşruiyet taşıyan kralların yeni dönemde konumları değişmiştir. Nitekim çokça zikredildiği üzere Fransız İhtilali ile XVI. Louis’in ölümü Tanrı’nın ölümü olarak nitelen­dirilmişti. Batı’da gelişen sermaye birikimi kapitalist ekonomiyi doğurmuş; Adam Smith’ten başlayarak ekonomi bugüne gelin­ceye kadar kapitalizmin farklı safhalarını yaşayarak kendisini göstermeye devam etmektedir. Batı’da bu süreçte ciddi bir bilgi birikimi oluşturmuştur. Tabii bilimlerden sosyal bilimlere kadar birçok bilimler kendisini göstermiştir. Bu bilgi ve araştırmaların son kertede dünyayı yeni bir okuma biçimi olduğunu özellikle belirtmek lazımdır.

Buradaki perspektif değişimini bir örnekle açıklayabili­riz. Meselâ; Auguste Comte üç hal kanunu şeklinde bilinen tarih okumasında ilk safhayı teşkil eden “teolojik aşama” insanlığın her şeyi dinsel olarak açıkladığı bir dönemi ifade etmektedir. Buna göre pozitif dönem modernliğin inşa edeceği dünyanın kesinlik zeminini belirtmektedir. Meselâ; Darvvin doğal seleksi- yon düşüncesini geliştirirken aslında “insan” lığa dair bilginin ve onu aşkına refere eden görüşünün itibardan düşmesinin ardın­dan insana yeni bir köken arayışı ve anlamlandırma girişimidir. 1648 VVest falya antlaşmasından itibaren adım adım her alanda yaşanan gelişmeler insanın dünya. Tanrı ve evrenle yeni bir ilişki kurma biçimi geliştirmesini sonuçlanmıştır. İnsan artık pre-mo- dern dönemde olduğu gibi Tanrı merkezinde ve Onunla irtibat­lı olarak tanımlanan bir varlık değildir. Aslında insanı kuşatan tabiat ve eşya da benzer bir şekilde Tanrı’dan irtibatı koparılan varlıklar haline gelmiştir,

Burada konumuzla ilintili olarak asıl vurgulanması gere­ken insanın kendisini yeniden tanımlaması ve dünyada konum- landırmasıdır. Bu, uzun vadeli süreçte bir sekülerleşme süreci­ni bize göstermektedir. Nihayetinde insan modernlikle birlikte “Tanrı’dan bir nefha”, “aşkınla yakın bağlantılı” ya da “Tanrı’nın gözbebeği” değildir. İnsan bir şekilde dünyada bulunan, ne için dünyada bulunduğunu, kim olduğunu, konumunu kendisi ta­nımlayan ve belirleyen bir varlıktır. Tanrı ile ilişkisi ikincil olarak belirlenen, amacı ve hedefi sadece dünya sınırlan içinde kalan bir varoluş biçimi kazanmıştır. Modernliğin bu sebeple insanlık tarihinde bir kınlma noktası olmasından bahsetmekteyiz. Gerek Batı gerekse Osmanlı’dan başlayarak Türkiye’nin modernleşme tecrübesi göz önüne alındığında, öne çıkan noktanın din ve mo­dernlik arasındaki gerilim olduğunu söylemek mümkündür.

Pre-modern duruma göre modernlikteki değişim “haki- kaf’in kaynağının değişmesidir. Modernlikte insana ve onun konumuna dair tanımlar değişse de, yine cinsiyet kimlikleri de­vam etmektedir. Belki kimlik bağlamında iki önemli değişime vurgu yapılabilir. Birincisi, kimlik daha vurgulu bir tartışmanın konusu olmuştur. Bunun sebebi; pre-modern dönemde gele­neksel kimliklerin çözülmesiyle oluşan bir kimlik krizidir. Bir insanın aidiyeti, referansı ve durduğu konumu içerikleyen kim­lik, pre-modern dönemde Tanrı merkezli bir anlayışın uzantısı olarak bütüncül ve uyumlu nitelikler taşımaktaydı. Toplumdaki sosyal ağlar, kontrol sistemi ve genel perspektif Tanrı merkez- liliğin onaylandığı bir çerçevede idi. İkincisi, kimlik artık insan için verili değil, giderek tercih konusu olan bir unsur olmaya başlamıştır.

Pre-modern dönemde Tanrı’nın kulu olan insan, tü­müyle aşkınlığın ve kutsallığın bir tezahürü olarak ortadadır. Dolayısıyla kendisini Tanrı ile ilişkisi çerçevesinde kimliklendir- mekte, diğer aidiyetleri ve sahip olduğu kimliksel nitelikleri bu üst kimliğin altına yerleştirmekteydi. Cinsiyeti, etnisitesi, mes­leği, aidiyeti vb. bu şekilde belirginleşmekte idi. Söz gelimi; cin­siyetler biyolojik temelli ve verili olarak belirlenmekte, cinsiyet rolleri ise biyolojik belirmişlikten yola çıkarak toplumsallık için­de tanımlanmaktaydı. Zaten toplum içinde yaşayan fertler de bu kimlik unsurlarına yakınsadıkları oranda bir uyumluluk süreci içerisinde yaşamaktaydılar.

Modern döneme geçilmesiyle birlikte insanın hakikatin kaynağını kendisinde görmesi, son kertede kendisi, evren ve eş­yayı yeniden tanımlama konumunu kazandırmıştır. Bu durum çok geniş bir çerçevede varlık dünyasına yeni bir tanım ve ko- num vermek demeye gelmektedir. Bunun doğal bir sonucu ola­rak da insan hem kendisini hem de eşyayı seküler bir çerçevede tanımlamış ve konumlandırmıştır. Meselâ; artık Tanrı evrenin merkezinde değildir. Tanrı’nın yerine kendisini ikame eden in­san, artık onu kimi zaman bir metafizik spekülasyon, kimi za­man bir rehabilite aracı, kimi zaman da kendisinden mahiyetçe çok farklı olmayan bir varlık olarak görmüştür. İnsan ise daha öncesinde çokça zikredilen dünyaya geliş sebebi, anlam, ahiret gibi kavramların etkisini zayıflatmıştır. Nitekim bu insana bak­tığımızda neTanrı’nın yeryüzünde yükümlü kıldığı bir halife ne de hayatını Tanrı’ya adayan bir varlıktır. Dolayısıyla insan anlam ve hedefini kendi içkinliğinde belirleyen bir varlık haline gelmiş­tir. Doğrusu burada dünya sınırlarında içkinleşmiş bir insan gör­mekteyiz. Bu çerçevede konuya yaklaştığımızda din ve özelde İslam ile modernlik arasmda bir gerilim oluştuğunu görmek zor olmayacaktır.

Yeni Kimlik(ler) ve Cinsiyet(sizlik: Sosyolojik Tartışmalar

Modernlikte kimlikler yerine verili olarak (yani dışarıdan) belirlenmekle birlikte, kimliklerin sekülerleşmesi bağlanımda bir kriz baş göstermiştir. Bu durum total olarak insanın kimli­ğindeki aşkın uzantıların kopuşunu birlikte getirmiştir. Söz ge- limi; artık insan Tanrı’nın bir kulu değildir. Modern mantaliteye göre, dinler insanları kulluk ve köleliğe çağırırlarken modern zihniyet Tanrı’dan azade olmaya; dolayısıyla özgürleşmeye ça­ğırmaktadır. Tanrı artık her şeyin belirleyicisi değildir. İnsan dünyayı Tanrı’dan bağımsız bir şekilde yeniden kuracağına inanmaktadır. Diğer yandan pre-modern dönemde var olan in­sanın kendi dinine atıfla belirlenen kimliği, artık parçalanarak alt kimliklerin belirleyici olarak devreye girmesini sonuçlamak- tadır. Söz gelimi; pre-modern dönemde insanlar büyük oranda imparatorluklar içerisinde kozmopolit bir dünyada yaşamakta idiler. Burada belirleyici olan cemaatler ve kimliksel anlamda bu cemaatlere mensubiyeti idi. Meselâ; Batı’dan Katolik, Protestan, Ortodoks ve onların alt kollan cemaatlere müntesip insanlardan bahsedilirdi. Bu insan kimliksel alt unsurlarını bu mensubiyetler içerisinde doldurmakta idi. Söz gelimi; cinsiyet kimliği Tanrı’nın yarattığı bedende tezahür ederken, rol ve kimliğin diğer unsur- lan da cemaatin içindeki kültürde işlemekte idi. Etnisite ise bu cemaatin altında yer alan ve onun belirleyiciliğinde bir alt kimlik idi. Kimliğin diğer unsurlan da burada işleyen kültür tarafından belirlenmekteydi.

Postmodernizmin ise görelilik ve merkezsizleşme ile te­bellür etmiştir. Modernlikte uygun metodolojik yollarla evrensel bir gerçekliğe ulaşmak imkân dahilinde iken, postmodernizmle birlikte evrensellik iddiasından geri çekilen ve bireyin kendisi ile sınırlı bir “doğru” ya varan alan daralması gözlemlenmiştir. Bunun sonucu olarak somut “ben”lerin tümünün iddialarının eşitlendiği bir görelilik durumundan bahsedilir hale gelmiştir. Dolayısıyla her şeyin “doğru”sunun dışarıda bir merkezden öl- çülebildiği anlayış sonlanmış; nihayetinde merkezsizleşme yeni bir çeşitlilik ve özgürlük imkânı olarak gündeme getirilmiştir. Görelilik son kertede “kesin”lik konusunda bir şüphe yarattı­ğı için bilgilerin “doğru”luğu da bir sorunsala dönüşmektedir. Bunun kimliklere yansıması ise, daha önce biyolojik olarak sap­tanan kimliklerin bir kesinliği ifade etmemesi, kişinin “arzu­su ya da toplumsal kültür açısından kimliğe bir tercih meselesi olarak yaklaşılabilmesidir. Böylece klasik kimlikler, ayrımlar ve tanımlar bir baskı unsuru şeklinde düşünülerek yeni tercih ve ayrımlar yaratılmaya çalışılmıştır. Söz gelimi; kadın ve erkek şek­lindeki klasik biyolojiye dayalı cinsiyet kimliklerin cinsiyetsizlik kategorileri eklenmiştir. Heteroseksüel evliliklerin merkeziliği sorgulanarak homoseksüel evlilik ve nikah dışı beraberlikler bir tercih imkânı biçiminde sunulmuştur. Dolayısıyla bugün içinde yaşadığımız dünyanın genel koşulları ile geçmişten bugüne ya­şanan zihniyet değişimleri bu minvaldedir. Burada gerçekleşen zihniyet değişimlerini kavramak, neticede insan ve evrene dair algılama biçimlerinin hangi zeminde dönüştüğünü anlamak açı­sından önem taşımaktadır. “Hakikat”in parçalanması nihayetin­de kimlik ve cinsiyetlerin de yeniden tanımlanabilir ve değiştiri­lebilir olduğu düşüncesini sonuçlamaktadır.

Bir şeyin bozumu, o eşyanın tabiatını değiştirmeye yöne­lik bir harekettir. Yukarıda kısaca vasıflandığı üzere modern ve postmodern felsefeler sonuçtan eşyanın mahiyeti ve tanımında değişim yapabileceklerini deklare etmektedirler. Modernlik za­ten insanı üst otorite olarak kabul ettiğinden tanımlamaya “in­san” dan başlamakta; Postmodernlik daha da ileri giderek insanın hazzını meşrulaştırarak “an” ları bir tümellik gibi yaymakta ve insanı kendi arzuları çerçevesinde örmektedir. Üstelik dijitalleş- me ile yaratılan sanallık insana gerçeklik olarak sunulurken kim­lik ve cinsiyet de göreliliğin ve tercihin konusu kılınmaktadır.

Bu minvalde cinsiyet ve kimliklerle ilintili olarak yeni durum ve algılar yaratılmış durumdadır. Söz gelimi; biyolojik cinsiyet insanın tabiatında doğuştan var olan kimliğinin bir par­çasını belirleyen verili bir duruma tekabül etmektedir. Doğuştan çift cinsiyetlilik gibi istisna durumlar dışında insan tabiatı açı­sından biyolojik kimliklerin ve cinsiyetin kesinliğinden bahsedi­lebilir. Esasen biyolojik cinsiyet önemli oranda kadın ve erkeğin sosyal rollerini belirlemekteydi. Söz gelimi; erkek baba olurken kadm anne olmaktadır. Çocuğun uzun süre bakımı gerektirme­si, aynı zamanda erkeğin ekonomik yükümlülük üstlenmesini beraberinde getirmiştir. Fakat bugün biyolojik cinsiyeti aşılma­sı gereken bir durum olarak gören söylemler bulunmaktadır. Hatta “karşılaştırmalı etnografya dünyanın bazı kültürlerinde kişisel toplumsal cinsiyetinin cinsel organlarına bağlı olmadı­ğını, isterse yaşamı içinde bunu değiştirebileceğine işaret et­mektedir.”[66] Toplumsal cinsiyet kavramı ise, bir açıdan cinsiyet rollerini yeniden belirlemek üzere devreye girmektedir. Bu bağ­lamda “Toplumsal cinsiyetin keyfi ve kültürel olarak üretilmiş yapışma, transseksüel ve trans bireyler de meydan okumaktadır ki, bu da cinsiyet ile toplumsal cinsiyet ayrımıyla ilgili kuşkuları toparlayan üçüncü bir başlıktır. Kişilerin cinsel ve üreme organ­ları, hatta kromozom ve hormon örnekleri, kadm veya erkek ol­duklarını gösterse bile bu kişiler fikren kendilerini pekâlâ öteki olarak görebilir, öteki gibi yaşamayı ve giyinmeyi seçebilirler.”[67]

Esasen cinsiyet rollerindeki birtakım unsurların değişe­bilmesi mümkündür. Toplumsal rollerden bir kısmı kültür çer­çevesinde belirlenmiş olmaktadır. Fakat bunun ötesine geçerek teknoloji ve tıptaki gelişmelerle birlikte annelik, babalık, çocuk doğurma vb.nin değiştirilmeye çalışılması insan tabiatında bir değişmeye işaret etmektedir. Bununla bağlantılı olarak hete- roseksüel evlilikler bir tabilik taşımaktadır. Zira dışarıdan bir müdahale olmadığında, insan kendi tabiatı çerçevesinde bıra­kıldığında evlilikler insanlık tarihi boyunca heteroseksüel şe­kilde gerçekleşmiştir. Diğer tür evlilikler ise hem neslin muha­fazası hem de insan tabiatı açısından suni olarak durmaktadır. Postmodern duruma gelindiğinde ise, heteroseksüel evlilikler merkez olmaktan çıkarılarak her türlü cinsiyet ilişkileri ve hatta cinsiyetsizlik bir tercih meselesi haline getirilmektedir. Zira tüm bu şıklar insanın tercih ve arzusuna bağlı kılınmışlardır ve verili değildirler. Burada ilk bakışta cinsiyetlerin bir tercih meselesi olarak görülmesi, özgürlük bağlanımda pozitif bir du­rum şeklinde değerlendirilebilir. Fakat insanın kendi bedenini ve cinsiyetini belirleme gibi bir kapasitesi bulunmadığından, bedenine ve cinsiyetine kendi dışından işleyiş ilkeleri belirlen­miş bir organizma olarak bakması eşyanın tabiatına daha uygun görünmektedir.

İnceleyin:  Tek Gerçeklik, Yeni İdeoloji

Bugün kimliklerdeki dönüşümün bozucu birkaç boyutu­nu daha net gözlemlemekteyiz. Birincisi, kimliklerde bireyselleş- menin ve hatta giderek öznelleşmenin aşın uçlara varması sebe­biyle aidiyet ve kolektivite bağlarının kopuşudur. Aydınlanma düşüncesinin “birey” i, modernitenin ve yeni bir varoluş biçimi­ne denk gelen insan profilini yaratmayı denemiştir. Buna göre insan kolektivitesini sağlayan aile, cemaat, din, gelenek vb. bağ­lardan azade kılmaya çalışmıştı. Böylece birey hem bu kuram­ların içinden bir kimlik kazanmayacak hem de hayatın rol hari­tasını temin eden rotalardan mahrum kalacaktı. Bu bir anlamda insanın modern kültür tarafından kolay kolay yönetimselliğinin sağlanmasını da hedeflemekteydi. Adorno ve Horkheimer gibi düşünürlerin de dikkat çektiği üzere, kitle kültürü yaratılarak insanın kitle içinde önemsizleştirilmesi hatta metalaştırılması aslında bir noktadan sonra kimlik kaybını da sonuçlanmaktay­dı. Meselâ; Adorno ve Horkheimer için kapitalist uygarlıktaki merkezi olgu elverişli bir toplumsallaştırıcı toplumsal kurum olarak ailenin giderek yıkılması ve aracı işlevinin barbarca an lamsızlık, benzerlik ve can sıkıntısı üreten kültür endüstrisine devredilmesidir.”[68]

Gerçekten ailenin çözülmesi kimlikteki içerik kaybını çok boyutlu olarak faş etmektedir. Ailedeki kolektivite bir yan­dan aile üyelerini toplumsal roller ve sorumluluklarına hazır­larken diğer yandan bunlara dayalı kolektif bir kimlik yaratır. Dolayısıyla aile üyeleri insanlara yönelik kamusal sorumluluk­larını kazandığı gibi aileyi besleyen din, gelenek, kültür vb. üze­rinden bir kimlik kazanır. Bu kimliğin belki en önemli niteliği kolektiviteden kuvvet alarak ayrıksılığı önlemesidir. Halbuki bugün gelinen noktada bilhassa postmodern kültür öznelleşmiş olanı öne çıkardığından bir yandan narsizm üretmekte, diğer yandan kamusal sorumluluk ve hayatın yol haritalarına dair bir çöküş yaşanmaktadır, Söz gelimi; geçmişte çocuklar aile bağla­mında rollerine hazırlanırken şimdi bu rollerde bir muğlaklık oluşmuştur. Meselâ; bugün çocukların misafirlerin yanma çık­maması, ev içinde yahtık biçimde kendi öznel hayatlarını kur­ması ve âdeta diğer aile fertlerine değmemesi bunun bir örneği olarak okunabilir.

Din ve gelenek insana bir yol haritası sağlarken aile bu de­ğerler dizisinin korunduğu ve yaşatıldığı bir mekân olarak işlev görmekteydi. Aslında aileye yönelik negatif politikalar giderek toplumda uzlaşım olarak sürdürülen beklenti rol ve davranışla­rın da bir kaosa sürüklenmesine sebep olmuştur. Dinleri baskıcı ve kurala bularak bir şiddet unsuru şeklinde tanımlayan bakış açısı, son tahlilde gidilen yolu bulanıklaştırarak tabiri caizse top­lumlar! Hobbes’un siyaset öncesi durumu olarak resmettiği bir hale çevirmiştir. Böyle bir ortamda kimliklerin oldukça yalıtık ve toplumsallıktan ayrışmış biçimde inşa edilmesi, açıkçası uzun vadede “emin”lik halinin de sona ermesini birlikte getirmekte­dir. İnsanın iç derinliklerinden dinin giderek çektirilmesi, birbi­rine benzeyen ancak içi boşaltılmış ayrıksı kimlikler yaratmıştır. Bu kimliklerin toplumsala bağlanma düzeyi zayıflamakta, zayıf­ladıkça uzlaşımlar kaosa doğru dönmektedir. İnşam yörüngede tutacak unsurlar ve uzlaşımlar kaybolduğunda, onda ne tür bo­zumların olacağını günümüz toplumlarmm karmaşası ve olay­larında gözlemekteyiz. Belki de bu sebeple seküler devletler bile aile konusunda politika üretme gereği duymaktadırlar.

Yeni kimlikler bağlamında önemli sorunlarından birisi de kimliklerin eklektik nitelik ihtiva etmesidir. Özellikle post- modernliğin parçalı dünyasında çok farklı dünya görüşleri, din ya da ideolojilerden niteliklerin parça parça ayrı insanda bir kolaj oluşturması söz konusudur. Görelilikle birlikte doğruluk ölçütlerinin de muğlaklaşması sonucu bu parçalı kimliklerin aynı kişide bir araya gelmesini birileri sorun oluşturmuyor gibi sunmaktadır. Bir kere modernlikle başlayan “çifte hakikat” fikri insanı ikiye bölmüştü. Kimlikteki bu yarılma, insanın bir boyu­tunu otorite olarak “dünyevi” olana diğer boyutunu ise kimlik ve kişilik olarak parçalanmaktadır. Bu yarılma postmodernlikle birlikte çoklu parçalı kimlikler şeklinde tezahür etmeye başla­mıştır. Böylece insan şizofrenik bir kişilik olarak ortaya çıkarken bir yabancılaşma da yaşamaktadır. Yeni kimlikler ve cinsiyet(siz- lik) anlayışlarının değişen dünya ve zihniyetle ilişkisinin de ku­rulması gerekmektedir. Bir kere insanlık tarihi boyunca insanlar ve ülkeler arasında sömürü ve hegemonya işleyen iki kavramdır. İktidar olmak her bakımdan önem taşımaktadır. Çünkü iktidar iktisadi koşullarla bağlantılı olarak bilginin uzamdaki dağılımı,içeriği ve sınırlarını da belirlemektedir. Ayrıca farklı hegemon­ya araçlarını kullanarak hem sömürüyü devam ettirmekte hem de bir ekonomi yaratmaktadır. İçinde yaşadığımız çağda ser­maye ulus aşın şirketler tarafından içerilirken, iktidarın merke­zi de devletlerden bu şirketlere doğru kaymış görünmektedir. Devletler ise ulus aşırı sermayeye uyum sağladıkları oranda ödüllendirmekte veya cezalandırılmaktadır. Ulus aşırı sermaye tüm dünya ölçeğinde hayatm merkezi haline gelen “tüketim” üzerinden toplumlara bilgi salimini yapmaktadır.

Bilhassa tele­vizyon ve internet üzerinden yapılan yayınların günün sonunda vermek istediği çıktı tüketimdir. Medyada bilgi bu ekonomi-po- litik üzerine yeniden kurgulanarak insanlara sunumlanmakta- dır. Bu durum bir başka açıdan kitleselleşme olarak adlandırılır. Kitleselleşen bireylerin kendileri için bir direnç kaynağı oluştu­ran dinin, gelenek vb. kürüm ve içeriklerden azade olması bekle­nir ve istenir. Ancak bu şekilde kitlelerin tüketmesi sağlanabilir. Medya bu yaşam biçiminin faiklı enstrümanlar üzerinden pro­pagandasını yaparken “kimlik”lerin de dönüştüğü görülecektir. Bu kimlik inşam ancak tükettikleri üzerinden anlamlandıran ve toplumda statülendiren bir yüksek içerik taşımaktadır. Buna göre birey “şu sitede oturan, şu marka arabaya binen, şu marka kahve içen” şeklinde kimliklendirilmektedir. Bu ise sosyal med­ya araçlarında kendi narsizmini sergileyen görüntülerle karşımı­za çıkmaktadır. Daha ilginç olanı; din anlayışında bu tüketici ve narsist kimliği törpülemeleri gerekirken, tüketim merkezli bir dini anlayış oluşmaktadır. Böylece kısa ve uzun vadede insanın eşya ile ilişkisini ve eşyanın mahiyetini yeniden tanımlayarak bir dünya kurma teşebbüsü burada izlenebilmektedir. Bu durumda insan kendisinden uzaklaşmakta ve yabancılaşmakta; yabancı- taştıkça bozuma uğramaktadır.

Sonuç ve Öneriler:

Tüm bu anlatılanlar dünya ile birlikte insanın da bir bozu­ma uğrama yönünde yol aldığını bize göstermektedir. Aslmda bir aktör olarak dünyayı düzeltebilecek potansiyeldeki insanın bozulması durumunda gezegenimizin nasıl bir şekle bürünece­ğini hayal etmek bizi olumsuz düşüncelere sevk etmektedir. Bu minvalde “ne yapılabilir?” şeklindeki soruyu cevaplandırmak üzere aşağıda maddeler halinde sıralanan içerikler bir öneri şek­linde sunulabilir.

l-Post/modernleşme süreci ile birlikte giderek müşevveş hale gelmiş zihinler çoğalmıştır. Nasıl bir teori ve pratik gelişti­rebilecekleri konusunda İç gerilim yaşayan bu müşevveş zihin­lerin doğru bir perspektiften insan, evren ve eşyaya bakışlarının sağlanması öncelik arz etmektedir. İnsan dışındaki “başlangıç noktasf’nı ya da sabiteyi kaldıran post/modernlik her şeyi imkân dahiline sokarken doğrunun da ölçüsü kalkmış oldu. Böylece herkesin tanrısının kendisine olduğu, “ne olsa gider” zihniye­tinin yaygınlaştığı bir perspektif bugünkü dünyaya hâkim ol­muştur. Böyle bir teorinin mantıki sonucu parçalanan kimlikler, kişilikler ve insanların bozumu olacaktır. Dolayısıyla bunun karşısında tevhidi bir bakış açısına ihtiyacımız bulunmaktadır. Tarihsel süreç boyunca da peygamberler toplumlarına öncelik­le “baktıkları yer”in yanlış olduğunu ve farklı bir perspektiften bakmaları gerektiğini söylemiştir. Doğrusu insanın bir kimlik olarak bütüncül kalabilmesi, tevhidin perspektifinden mümkün olabilecektir.

2-Kimlik ve cinsiyet konulan çok boyutlu analizlere tabi tutulduğunda, her yol dikkat edilirse “aile” denilen bir kavşakta buluşmaktadır. Bunun anlamı; ailenin insan bozumuna direnç geliştirecek bir kurum hüviyetinde olması ve bu direncin araçlarını ihtiva etmesidir. Çocuğun fiziki, maddi ve ruhsal gelişimin­de temel olan aile, hem sağlıklı kimliklerin kazandırılması hem de çocuğun topluma hazırlanmasında bir numaralı faktördür. Bu konuda ailenin yerini tutacak bir kurum yoktur diyebiliriz. Hatta kişinin eğitiminde de okul, sosyal medya, sosyal çevre vb. faktörlerden daha fazla ailenin rolü görülmektedir. Öyle anla­şılmaktadır ki, maddeler halinde sıralanabilecek birçok sorun, ailenin sağlıklı olup olmaması ile bağlantılı görünmektedir.

Bugün aile kurumu çoklu sorunlara maruz kalmıştır. Öncelikle yapılan propagandalarla ailenin bir pranga olduğuna dair negatiflikler öne çıkarılmaktadır. Diğer yandan evlenme ya­şının yükselmesi, ekonomik sıkıntılar, yalnız yaşama isteği vb. sebepler aile kurmayı zorlaştıran etkenler olarak devreye gir­mektedir. Uluslararası ölçekte serbest cinsel yaşama dair olumlu propagandalar ise hem neslin korunması ilkesini ihlal etmekte hem de duygusal ve toplumsal travmalar yaratmaktadır. Bu sebeple aile politikaları ve stratejilerinin yeniden gözden geçiri­lerek belki yeni bir eğitim, toplumsallık ve kültürellik biçimleri geliştirilebilir.

3-Eğitimin ekonomi politiği yeniden gözden geçirilmeli­dir. Bugün küresel ölçekte eğitim tüketici bir kimlik inşa etmek­tedir. Bu ekonomi politik değiştirilmediği sürece, dni değerler ya da değerler eğitimi gibi söylemler ancak tüketicilik yanında bir eklenti olarak kalmaktadır. Dikkat edilirse bugün hangi dünya görüşü ve dine sahip olursa olsun ortak kimlik “tüketim” i ihtiva etmektedir. Halbuki tevhidi bir düşünceye sahip olan mü’minin dünya ve eşya ile olan ilişkisi “tüketim” odağında şekillendiğin­de, ortada sadece görüntülerden ibaret bir İslam kalmaktadır.

4-İslam bir teorik bilgi ihtiva etmenin yanı sıra gündelik hayatta bu teorilerle uyumlu pratiklere önem vermektedir. İşte bu pratiklerin yaşatılabileceği, örnek oluşturacak sivilliklerin teşkili gerekmektedir.

5-Yeni kimlikler ve cinsiyet konusunda daha negatif yak­laşımlar ve insan bozucu etkilere karşı daha üsluplu bir söylem geliştirilmelidir. Bu söylem bilimsel temelde inşa edilmeli, ge­rekçelerini açıklamalı ve seviyeli bir tartışmaya zemin hazırla­malıdır. Yayımlanan bazı kitaplara bakıldığında, bu tür uygun üslup ve yaklaşımlardan uzak olduğu görülmektedir.

6-Post/modern dönemin niteliği belirtildiği üzere kimlik­lerin parçacı ve eklektik karakter taşımasıdır. Meselâ; tek başı­na çevreci olmak kimliği tikeldir. Dolayısıyla tümel bir kimlik çerçevesinde insan, evren ve eşya ile sağlıklı ilişkiler kurmak gerekmektedir.

Anadolu Buluşmaları – İnsan Bozumu,Küresel Sorunlar,Kritik ve Perspektifler,syf:127-148

Dipnotlar:

63.Maide,24

[64] 21/Enbiya, 22.

[65] 2/bakara, 205.

[66] Merry E. Wıesner-Hanks, Tarihte Toplumsal Cinsiyet, Çev. M. Çıyan Şeneldi, İst, T.İş Bankası Yay., 2020, s. 6.

[67] Merry E. Wıesner-Hanks, Tarihte Toplumsal Cinsiyet, s. 7.

[68] Alan Swingewood, Kitle Kültürü Efsanesi, Çev. Aykut Kansu, Ank., Bilim ve Sanat Yay., 1996, s. 32.