Üner KARABIYIK*
*İstanbul Aile Vakfı Bşk.
Allah’ın selamı rahmeti bereketi üzerinize olsun. Ben biraz geniş bir konuyu mümkün olduğunca özet bir şekilde arz etmeye çalışacağım. Biz Büyük Aile Platformu ve İstanbul Aile Vakfı olarak Anadolu’nun bugüne kadar yaklaşık 20 şehrini gezdik. Bu muhtevadaki sunumlarımız yaklaşık 4-6 saat sürüyor. Ama size inşallah yarım saatte dört başlık altında konuyu özetlemeye gayret edeceğim.
- İnsanlığın Varoluşuna Yönelen Tehdit
- İnsan Bozumu
- Sistem Bozumu
- Sosyokültürel Terör
İnsanlığın Varoluşuna Yönelen Tehdit
Öncelikle bir demografik trendler bize ne söylüyor? Ona bakalım istiyorum. Malumunuz Türkiye İstatistik Kurumu geçtiğimiz haftalarda aile nüfus istatistiklerini açıkladı ve bu istatistiklerde karşımızda şöyle bir tablo var. Hane halkı büyüklüğümüz düşüyor. Ne demek bu? Artık hanelerde ortalama üç kişi yaşıyor. Anne, baba ve bir çocuk. Tek çocuklu ailelerden bahsediyoruz. Bunun anlamı da şu, bir nesil sonra kaybedeceğimiz bazı kelimelerimiz var. Nedir bunlar? Amca, hala, dayı, teyze. Bir toplumsal bağ yok oluyor. Dolayısıyla bu üzerinde düşünülmesi ve çalışılması gereken bir husus olarak karşımızda. Tek kişilik hane halkı oranımız yükseliyor, her 4-5 haneden birisi tek yalnız yaşayan insanlarımızdan oluşuyor.
Bugün Japonya’da, İngiltere’de Yalnızlık Bakanlıkları var, zira yalnız yaşayan insanların maruz kaldıkları psikolojik, biyolojik problemlerle baş edebilmeleri için devletin yeni bir teşkilatlanmaya ihtiyaç duyduğu ortada ve bunlar devlet bütçelerinde çok ciddi maliyetler oluşturuyor.
Evlenme hızımız düşüyor, boşanma hızımız artıyor, ilk evlenme yaşımız hem kadınlarda hem erkeklerde yükseliyor. Tüm bunların neticesi olarak ortanca yaşımız yükseliyor. Ortanca yaşımız aslında bizim nüfusumuzun en gencinden en yaşlısını sıraya dizdiğimizi varsayarsak tam ortadaki kişinin yaşı. Ortanca yaş hali hazırda 34 fakat 2100’e geldiğimizde 52.2 olması öngörülmekte. Demek ki bizim genç bir nüfusumuz var cümlesi artık geçerli değil, yaşlanmaktayız. Bunun neticesi ne olacak? Çocuk parkları ve okullar yıkıp yerine huzur evleri yapmak zorunda kalacağız. Dolayısıyla bugünden tedbir almazsak çok ciddi bir demografik problem önümüzde zira projeksiyonlara göre kötümser senaryoda 2100lere geldiğimizde 54 milyona inen bir Türkiye nüfusundan bahsediyoruz.
Bugün 85 milyonu aşmış olan nüfusumuz gelecekte geriye gidecek. Bunun da örneklerini Japonya ve Almanya olarak verebiliriz. Japonya’da geçen yıl nüfus 800 bin azaldı. Ekonomik faaliyetlerini aym seviyede tutabilmek için Japonya milyon seviyesinde göçmene ihtiyaç duyuyor. Almanya’da sahibinin varisi olmayan şirketler yani kurucusu ömrünü vermiş, şirket kurmuş, varisi yok. Şirketin devamı tehlike altında. Devlet iktisap ediyor şirketi. Sonra bizim geçtiğimiz aylarda hem ihracatçı birliklerimize hem de ticaret odalarımıza yazılar geldi. Almanya’da kaçınılmaz fırsatlar satılık şirketler diye.
Türkiye’ye baktık, bir de dünyaya bakalım. Demografi problemiyle bizden önce karşılaşan ülkeler Güney Kore örneğin, son yıllarda 70 milyar dolar hatta son 15 yılı topladığımızda 200 milyar dolar seviyesinde bütçe ayırmasma rağmen doğum oranlarını artırmayı başaramadı. Şu an kadın başına doğum oranı 0.8 -0.6. Bizim hali hazırda kadm başma doğum oranımız 1.53. Bu 2.1’in altına düştüğü takdirde nüfusunuz beyaz ölüm denen yok olmaya doğru gidiyor. Yani anne baba ve sırasız ölümleri hesap ettiğimizde kaza ve hastalıklar gibi bu oranın 2.1 olması gerekiyor. Şimdi dünyada baktığımızda 1963’te kadm başma doğum oranı 5.3. Fakat 2021’e geldiğimizde bu dünya genelinde 2.3’e düşmüş.
Başka bir tablomuz daha var. Bakın, Birleşmiş Milletler’in İnsani Gelişmişlik Endeksine göre ilk 50 ülkenin kadm başma doğum oranları ikinin altında. Bu şu demek, mevcut gelişmişlik paradigmamıza göre biz geliştikçe yok oluyoruz. Dolayısıyla bu paradigmayı masaya yatırmak zorundayız. Böyle bir gelişmişliği arzu ediyor muyuz? Burada istisna ülkelerin başında da İsrail geliyor. Kadın başına doğum oranı İsrail’de 2.9ların üstünde. Bunu zihnimizde bir kenara yazalım.
Şimdi tüm bunları niye anlattım? Demografik gücün Önemini size arz etmek için. Çünkü milli güvenlik doktrininde milli güç unsurları vardır malumunuz. Bu milli güç unsurlarının içerisinde de en başta gelenlerinden birinci sıraya yazacağımız demografik güçtür. Çünkü diğer bütün güç unsurlarınız demografik gücünüzle anlam kazanır. Demografik gücünüzle Japonya ve Almanya örneğinde biraz önce bahsettiğim gibi zayıflamaya giderseniz göçmene ihtiyacınız doğar. Mesela Almanya işte Rusya-Ukrayna savaşı sonrası o artan jeopolitik risklerden dolayı savunma kapasitesini artırmak istediğinde askere alacak insan bulamadı. Göçmenleri askere almayı tartışıyor şu anda. Ve burada demografik güç önemli.
Biz bu önemi vurgularken 80’li yıllarda şöyle bir şeyle karşılaştık. “Nüfus artışını kontrol etmemiz lazım. Nüfus planlaması yapmamız lazım” dendi. Ülkemizde bu yaygın olarak yürütüldü ve karşımıza çıkan tablo şu anda bu. Bu faaliyetler bizim demografik gücümüzü aşağıya çekiyor. Bunun arkasındaki temel argüman neydi? Nüfusu eğer biz kontrol etmezsek ortaya çıkan refah bize yetmeyecek. Daha müreffeh olmak istiyorsak nüfusu kontrol etmemiz lazım. Kaynakların yeterli olmadığı düşüncesi/ ekonomi biliminin tanımmdan gelen bir düşünce bu. Ekonomi biliminin tanımmdan gelen “insanların sınırsız ihtiyaçları için elimizdeki sınırlı kaynaklar yetmez” hükmü. Burada bozuma bir örnekte kavram bozumu. Sınırsız olan şey ihtiyaç değil, arzular. Ama biz onu değiştirdiğimizde karşımıza bu tablo çıkıyor. Şimdi buradaki örneğimiz şunun için önemli. Dünya bize yetmeyecek diyerek sürdürülebilirlik adı altında pek çok politika setini uluslararası ölçekten ulusal ölçeğe ülkelerin mevzuatına dayatan mekanizmanın temel argümanı dünya bize yetmeyecek.
Bangladeş nüfusu 165 milyon. Rusya, Kazakistan, Moğolistan toplam nüfusu 164 milyon. Ve bu üç ülkenin yüz ölçümü Bangladeş’in 144 katı. Dolayısıyla dünya mevcut halinde aslmda hepimize yetecek kaynaklara sahip. Bizim ihtiyaçlarımız sınırsız değil, arzularımız sınırsız. Zira günde içebileceğimiz suyun litresi belli, yiyebileceğimiz gıdanın miktan belli. Efendim, şimdi burada göç meselesi dedik ya, demografik gücü bizim zayıflamasını tolere etmek için göçe ihtiyacımız var. Fakat bu göç meselesinde şöyle bir durum söz konusu bir de göçmen karşıtlığı var tüm dünyada yükselen ve ilginç bir şekilde mesela ülkemizde LGBT destekçileriyle göçmen karşıtları aynı siyasi merkezlerde temerküz ediyorlar. Bu iki unsur da bizim demografik gücümüzü aşağıya çekiyor ve bunlar aynı siyasi merkezlerde temerküz ediyorlar. Yeni Zelanda’daki cami katliamını yapan caninin manifestosu “doğum oranlan, doğum oranlan, doğum oranları” diyerek başlıyor. Şimdi benzer manifestoları biz bugün ülkemizde görmeye başladık. En son Eskişehir’de bir gencin saldırısında ayn₺ doktrinin ürünü manifestolar karşımıza çıkmaya başladı. Demografiyle ilgili kısmı bu şekilde arz etmiş olayım.
İnsan Bozumu
Şimdi işin insan bozumu bölümüne geçiyorum. Mevcut gelişmişlik paradigmamız bizim kadın başına doğum oranlarımızı aşağıya çekiyor. Bu tespiti yaptık. Güney Kore, Avrupa gibi ülkelerin bu kadın başma doğum oranlarını mevcut paradigma içerisinde arttırmaya dönük harcadıkları bütçede arzu ettikleri sonucu doğurmuyor. Bu da karşımızda bilimsel olarak, bir veri olarak duruyor. Dolayısıyla bizim bu problemin çözümüne daha farklı yaklaşımlarla bir arayış içerisinde yoğunlaşmamız gerekiyor.
İnsan bozumu bahsi bunun üstüne geliyor. Yani mevcut gelişmişlik paradigması demografiyi aşağı çekiyor, bir de bunun üstüne insan bozumu geliyor, insan bozumu bahsinde Öncelikle yediğimiz içtiğimiz şeyler, kimyasallar bunlar bizim doğurganlık oranlarımızı aşağıya çekiyor. Yani doğal sürece bir de doğal olmayan bir müdahale söz konusu. Shanna Swan admda bir epi- demiyologun “Count Down” admda bir kitabı var. Bu kitapta diyor ki 2045’te doğurganlık sıfır olacak. Hem kadınlarda hem erkeklerde. Yani daha LGBT bahsine gelmedik. Ve bunun nedeni kimyasallar ve biraz önce bahsettiğim sürdürülebilirlik dediğimiz hususta, gezegenin sürdürülebilirliğini konuşanlar, insanlığın sürdürülebilirliğini konuşmuyorlar nedense.
Şimdi bu bahsi biraz daha derinleştiriyoruz. Bir de cinsiyet bükücü kimyasallarımız var. Ne demek istiyorum? Cinsiyet bükücü kimyasallar, yine yediğimiz içtiğimiz şeylerde bizim hormonal seviyemizi altüst ederek erkeklerde östrojen seviyesini artıran, kadınlarda testosteron seviyesini artıran kimyasallar. Bunun üstüne bir de işin propagandasını eklediğimizde karşımıza nasıl bir şey çıkıyor onu da birazdan arz etmeye çalışacağım. Bunun neticesi, erkeklerde büyüyen göğüsler, jinokomasti ameliyatlarında artışlar var ve uzmanlar bunu da hormonal gerekçelere bağlıyorlar. Lâkin işin cinsiyet bükücü, kimyasal tarafı konuşulmuyor.
Şimdi tüm bunların üstüne Bir de LGBT propaganda ve dayatmasına maruz kalıyoruz ve bu dayatma sanat, spor, medya, bilim, hukuk, iş dünyası ve siyaseti baskı altına almış durumda. Buna karşı cümle kurduğunuzda aynı nefret söylemi, suçunu işlediğiniz şeklinde bir ithamla karşılaşıyorsunuz. Bu nefret söylemini bir de İsrail ve Siyonizm’de karşımızda buluyoruz. Bakınız, Sayın Bakanımız açılış konuşmasmda Paris 2024’e vurgu yaptı. Paris’te ortaya çıkan fotoğraftan bahsetti. Bu fotoğraf hakikaten ulus devletler açısından, sistem açısından bir bozumun işaret fişeğidir. Sistem bozumunun işaret fişeği nasıl daha önce 1789 Fransız ihtilalinde hanedanlara karşı nasıl atıldıysa şu anda da ulus devletlerin tasfiyesine dönük işaret fişeği atılmıştır.
Biz LGBT propagandasının gençlere ne kadar nüfuz ettiğini ölçmek üzere Türkiye’de cinsiyet algısı araştırmasını yaptık. İstanbul Sabahattin Zaim Üniversitesi ile Aile Vakfı olarak buradaki bulgularımızdan en önemlisini arz edeceğim size. Bakın “eşcinsellik doğal bir durumdur ve insan doğasında vardır” ifadesi LGBT propagandasının temel argümanlarından birisidir. 18-24 yaş grubunda buna evet diyen gençlerimizin oranı %46,7. 25-34 yaş grubunda bu yüzde 25’e düşüyor. 35-44 yaş grubunda yüzde 17’ye düşüyor. Şimdi biz bu konuyu konuşmasak bile gençlerimize bu propaganda bir yerden nüfuz ediyor. Bunu tespit etmek zorundayız. Amerika’da cinsiyet değiştirmeye yönelen gençlerin ebeveynlerine sorulmuyor. Hatırlarsınız geçtiğimiz haftalarda Elon Musk bir açıklama yaptı. “Kaliforniya’daki fabrikamı Teksas’a taşıyacağım” dedi. Sebebi çocukların ebeveynlerine sorulmadan cinsiyet değiştirme sürecinin başlatılma ihtimali.
Biz bu konuda bugün gerekli adımlan atmazsak karşımıza çıkacak tabloyu görmek için bir Amerika’ya göz atalım. Bakın Amerika’da 2007 yılındaki çocuklara dönüp cinsiyet değişikliği uygulayan kliniklerin sayısı 2022’ye geldiğimizde %15,000 artmış. 97-2004 doğumluların kendilerini LGBT olarak tanımlayanların oranlan 2020 yılında %15 seviyesindeyken 2023’e geldi- ğinde %22,3’e gelmiş. Neredeyse her dört gençten biri Amerika Birleşik Devletleri’nde kendini LGBT olarak tanımlıyor.
Buraya kadar demografik gelişmişlik paradigmasından dolayı demografik çöküşü konuştuk. Üstüne cinsiyet bükücü kimyasallan konuştuk. Doğurganlık oranlarının düştüğünü konuştuk. Bir de bu var. 2040 yılına geldiğinde Amerika’da nüfusun üçte ikisinin LGBT olacağını hesaplıyorlar bu trendlerden dolayı. İşin ahlaki, manevi boyutuna girmedik. Sadece verilerden hareket ediyoruz.
Sistem Bozumu
Şimdi bir de karşımızda sistem bozumu var. Sistem bozumunu en mücessem hale getiren şey gözümüzün önünde. Biz bunları anlatırken herkes diyordu ki ya biraz abartmıyor musunuz? Paris 2024’te karşımıza çıkan tabloya baktığımızda sistem bozumunun ne raddeye geldiğini görüyoruz. Paris Olimpiyat oyunlarında Gümüş madalya kazanan kadın futbolcu takım arkadaşıyla nişanlandı. Bu da olimpiyatlardan sonra başlayan furya. Yani olimpiyatlarda bir arz-ı endam ettiler. Sistemi zorladılar. Marjinalliği norm haline getirmek üzere bir dayatmayı ortaya koydular. Ve karşımıza çıkan tabloda 1900lerden itibaren bir süreç var. Bu süreçte iş aşama aşama kadın erkek eşitliğinden toplumsal cinsiyet eşitliğine geliyor.
Toplumsal cinsiyet eşitliğinden de geldiğimiz nokta biyolojik cinsiyet ve toplumsal cinsiyet çatışması. Şimdi işin teknik tarafında yapılan testlere bakıyorsunuz, DSD testi diyor, orada seks kavramını kullanıyor. Ama uygulamada gender kavramını kullanıyor. Şimdi gene bir kavram bozumuyla karşı karşıyayız. İş bir de kadına şiddet boyutuna vardı. Yani kadına şiddeti bunlar kendilerine kalkan ederek alan açtılar İstanbul Sözleşmesi’nde. Şimdi burada iş kadına şiddet boyutuna vardı. Kendi içlerinde de bir tartışma başladı. TERF diye yeni bir kavram çıktı. Trans Excluding Radical Feminist. Transları dışlayan radikal feministler. Onur yürüyüşlerinde artık taşıdıkları pankartlarda LGBTler diyorlar ki “TERFlen öldürün”. Kendi aralarında da bir tartışma başladı.
Bakın, ulus devletlere karşı bir işaret fişeği demiştim. Normalde olimpiyatlarda ülkeler kazandıkları madalya sayılarıyla başarılarını ölçerler. Şu anda LGBT topluluğu diyor ki, biz farklı ülkelerin bayrakları altında müsabakalara katılsak da biz ayrı bir grup olarak toplamda şu kadar madalya kazandık. Ülkeler bir tarafta, bunlar bir tarafta. İşin bir başka boyutuna bakalım, spor boyutuna baktık. İngiltere’de tecavüz suçundan hapse atılan ama hapse atılırken ben cinsiyet değiştirdim diyen bir erkek kadınlar hapishanesine ahlıyor, orada iki kişiye daha tecavüz ediyor gibi bir garip durum. Sistemi zorluyorlar. Sistem bozumundan kastımız bu. Biden yönetime geldiğinde Trump’ın bu konudaki kararlarını ortadan kaldırdı. Yani burada Amerika’nın devlet politikasının da üstünde bir şeyden bahsediyoruz. Bu Amerika’nın devlet politikasıyla ilgili bir şey değil. Devletler üstü bir durum söz konusu. Dolayısıyla sistem bozumunda biz bir toplumsal çöküşten demografik çöküşten milli manevi değerlerin değersizleştirilmesinden bahsetmekteyiz.
Ülkemizin gündeminde de geçtiğimiz günlerde işte bir eşcinsel çiftin çocuğuyla ilgili konu gündeme geldi. Fransa’da benzer bir durum oldu. Fransa’da eşcinseller evlilik hakkı talep ettiler. Bizde şu an hukuki olarak cinsiyet değiştirdikten sonra evlendiği için kadın erkek evliliği olarak telakki ediliyor, hukuki olarak o durumda. Bizim Aile Vakû’nda yayınladığımız hakemli bir dergimiz var, Aile Dergisi. Burada Zeki Bayraktar Hocamızın bir makalesini yayınladık. O şu ikazı yapıyor. Cinsiyet değiştirme diye bir şey yoktur. Cinsiyet iptali vardır. Siz bir kadını erkeğe dönüştüremezsiniz. Sadece kadınlık vasfını iptal edip erkek illüzyonu içerisine koyabilirsiniz. Burada işte insanı bozuyor, daha sonra o insanların talepleri üzerinden sistemi bozuyor. Bu konuda kim yapıyor, nasıl yapıyor sorularının cevaplarını bulmak isteyenler açısından iki kaynak; İnsan Fıtratına Açılmış Savaş, Prof. Dr. Mustafa Görmez hocanın 28 Haziran 2024’te Habertürk’te yayınlanan mülakatı ve Hekaton’la Son Tango Psk. Dr. Mustafa Merter hocalarımızın kitabıdır. İkisi de çok güzel perspektifler sunuyorlar.
Biraz önce nefret söylemi demiştim. Gelişmişlik paradigmasında tek istisna İsrail demiştim. Peki bu tesadüf mü? İsrailli bu soykırımda destekleyen firmalar ve LGBTyi destekleyen firmalar aynı firmalar ve bunun arkasında bir mekanizma çalışıyor. Çalışan mekanizma içerisinde sözde onur yürüyüşünde destek veren firma ve kurumlar bulunuyor. Şurada çok önemli bir konu var. Amerikan ordusu da bunun içerisinde. Ve Amerikan ordusu kendi bayrağını, sancağını bırakıp bunların paçavrasıyla geçit törenleri düzenliyor. Milli şuurun en yüksek olmasını beklediğiniz bir kurum olan ordularda Amerika’da, Hollanda’da, Belçika’da son yıllarda bunlan görmeye başladık.
Sözde onur ayında LGBT etkinliklerine destek veren kuramlara sağlanan teşvikler ve o teşvikleri veren uluslararası finans kuruluşlarına dair bir çalışma var. Bu ESG puanı üzerinden yürütülüyor. Yani bugün BM Sürdürülebilir Kalkınma Amaçlarıyla ilişkilendirilerek ESG puanlaması yapılmakta. Ne demek ESG? Çevreye karşılık gelen E (environment), topluma karşılık gelen S (sodal), yönetişime karşılık gelen G (goveman- ce). Bu alanlarda sürdürülebilir kalkınma amaçlarına uygun faaliyetler icra ederseniz puan alıyorsunuz, puan alırsanız ucuz finansmana erişim imkânı elde ediyorsunuz.
BlackRock CEO’su yaklaşık 10 trilyon dolarlık bir fon yönetiyor. Diyor ki toplumsal cinsiyet alanında yapılmasını istediğimiz şeyler henüz istediğimiz hızla gitmiyor. Biz bu değişimi zorlamak durumundayız. Peki bunun ülkemize bakan bir boyutu var mı? Birleşmiş Milletlerim altında Global Compact diye bir yapı var. Bu Global Compact Türkiye adı altında da teşkilatlanmış durumda. Türkiye’nin büyük holdingleri TISK, TÜSİAD öncülüğünde neredeyse bütün kamu ve katılım bankaları hariç bütün bankalar buraya üye. Bunlar diyorlar ki; “iş yerinde çeşitlilik ve kapsayıcılık başlığı ile mülteciler, engelliler ve LGBTler için birtakım adımlar atılmalı; bu sadece bizimle sınırlı olmamalı”. “Tedarik zincirimizde bizden bir önceki ve bir sonraki halka da buna uyum sağlayacak; yani mal aldığımız ve mal sattığımız herkes buna uyum sağlayacak” diyorlar. Bu dokümanda mülteci ve engellileri zikrediyorlar ama esas LGBTye ağırlık veriyorlar.
Dokümanın içerisinde LGBT ağırlıklı ve diyorlar ki LGBT çalışanlar için partner sigortası. Sebep? “Çünkü yasal olarak onlar sosyal güvenceden mahrumlar”. “LGBTyi çalıştıracaksın zaten. Ama yetmez. Partnerini sigortalayacaksın”. Peki yapmazsam? “O zaman yapmazsan senin finansmana erişimini engelleyeceğim”. Bakın kendi dokümanları. Bankaların şirketlere finansman ön koşulu olarak bu hususları eklemesi. Tüm bunların dayanağı da Birleşmiş Milletler sürdürülebilir kalkınma amaçlarından beşincisi olan toplumsal cinsiyet eşitliği. Yani tüm bu faaliyetleri meşrulaştırdıkları meşruiyet kaldıran burası. Bunun altını çizmemin sebebi buna karşı ne yapılabilir sorusunun cevabını da burada aramamız gerektiği için.
Sosyokültürel Terör
işin bir de sosyokültürel terör boyutu var. Yani konu sadece bir popüler kültür konusu değil. Bakınız Suriye, Rakka’da terör örgütü unsurları elinde LGBT paçavrası ile poz veriyor. Çünkü on binlerce tır silahı aldığı ülke diyor ki; “böyle bir fotoğraf verirsen bizim kamuoyundaki imajın daha müspet olur”. 18 Haziran 2023′ te İstanbul, sözde onur yürüyüşü, atılan slogan terör örgütünün sloganı. Şimdi bunun arkasındaki şeytani akıl şu, üniversitelerde sayılan artan LGBT kulüpleri var ve bu kulüpler projelerine ciddi şekilde finansman alıyorlar. Bu LGBT kulüplerini son yıllarda diploma törenlerinde bayrak açmalar vesairelerle görüyorsunuz ama o bayrakları açan öğrencilerin verdikleri röportajları, demeçleri İncelediğinizde 801i yılların sol örgüt jargonlarıyla karşılaşıyorsunuz.
Gençlerin popüler kültür iklimiyle yaklaştıkları LGBT topluluğuna arka taraftan gelen terör yapılanması gençleri orada etkiliyor. Gençlere oradan el atıyorlar. İşin bir de bu boyutu var. Bakınız biz sosyal medya hesaplarını inceledik. LGBT savunuculuğu, toplumsal cinsiyet ideolojisi savunuculuğu yapan sosyal medya hesaplan, bir tarafta, terör örgütüne müzahir sosyal medya hesaplan, diğer tarafta karşılıklı etkileşimleri var. Birbirlerine re tweet ediyorlar, birbirlerine destek veriyorlar. Bir yüksek lisans tezi, tezde terör örgütünün doktrini inceleniyor ve doktrin dokümanlarında devletle aileyi özdeşleştirdiği için terör örgütü devleti yıkmak aileyi yıkmaktan başlar diyor. “Biz aileyi zayıflatırsak bölgede sonuca gidebiliriz” diyor.
11 Haziran 2023 Dünyanın en büyük ekonomik ve askeri gücü Amerika Birleşik Devletlerinin yönetim merkezi Beyaz Saray’da LGBT paçavrası Amerikan bayrağının yerine asıldı. Amerikan Bayrak Kanunu’na aykırı şekilde. Bakınız bu Amerikan Bayrak Kanunu, Bayrak Kanunu’nun iki maddesine aykırı. Bu neyi temsil ediyor? Bakın bu 15 Mayıs 1919’da İzmir işgal edildiğinde yönetim merkezine işgalcinin bayrağı asılmışta. İşbirlikçileri alkışlamıştı. Amerika Birleşik Devletleri’nde bu bayrak asıldığında Amerikan vatandaşları alkışladı. Amerikan vatandaşlarının vergileriyle maaşını alan Amerikan kamu çalışanları astı. Ve kimse itiraz etmedi. Sebebi ne? Zihinler işgal edildiği için. Bu dönemde yeni paradigmada artık topraklar değil, zihinler, evlatlarımızın zihinleri işgal ediliyor.
Biz ülkemizde çocuklarımızın zihinleri işgal edilmesin istiyorsak bu işgale karşı durmak zorundayız. Zihinler işgal edilmiş mi? Buyurun. Bir üniversitede LGBT kulübü yeni gelen öğrencilere mail atıyor. İstiklal Marşı’nı Lubunca denilen kendi dillerinde tahfif etmiş. Gençler, İstiklal Marşı’nın bu şekilde tahfif edilmesine, onunla dalga geçilmesine ses çıkarmıyor. Niye? Çünkü işgal dedik, sancak ocağa bağlı bizim İstiklal Marşımızda. Eğer sancağı indirecekseniz ocağı söndürmeniz gerekiyor.
İstiklal madalyamız. İstiklal Harbi’ni katılanlara verdiğimiz madalya. Bir şeye dikkat edin lütfen. Üstünde tek bir insan figürü var. O da bir Anadolu annesi. Bakın asker yok. Mücâdelenin kaynağı, mücadelenin nereden yürüyeceğinin sembolü bu. Milli Şuur ‘un kaynağı, ocak sahibi anneler. Gelişmişlik paradigması dedik ya anneliği kariyere tercih etmeye başladıkça başka şeyleri de kaybediyoruz. Bunun üstünde de düşünmek gerekiyor.
Ne Yapılabilir?
Şimdi bu tespitleri yaptıktan sonra ne yapabiliriz? Toplum ne istiyor? Siyaset ne yapabilir? Sivil toplum neler yapabilir? Biz 14-28 Mayıs seçimlerinden sonra siyaset konuyu gündeme getir- diğinde şöyle bir endişeye kapıldık. Acaba bu Türkiye’de siyasi kutuplaşma eşiklerine takılır mı? Çünkü toplumun %94’ü yine ilk bu çalışmalara başladığımızda yaptığımız saha çalışmalarından tespitimiz aile konusunda hassasiyet sahibi. Bir sıkıntı yaşadığı zaman ailesine güveniyor, ailesinin ona destek olacağını biliyor. Bu %94. Fakat Siyasi kutuplaşma var ve Cumhur İttifakı bu konuyu gündeme getiriyor. Bu durumda biz yüzde 52 eşiğine takılmış olabilir miyiz bu konuda diye Temmuz 2023’te bir saha araştırması yaptık. O saha araştırmasında toplumun yüzde 74’ü hatta 75’i LGBT propagandasının Türk aile yapısına hedef aldığına inanıyorum diyor. Yine toplumun %73,5’u LGBT taleplerinin topluma yönelik bir dayatma olduğunu düşünüyorum. Dolayısıyla bu propaganda ve dayatmadan rahatsız millet ve siyasi kutuplaşma eşiklerine takılmamış.
Ne yapılabilir? Evvela en önemli hususumuz Aile Dostu Ekosistemi inşa etmek zorundayız, tahkim etmek zorundayız. Zira karşımızda bir ekosistem var. Münferit yapacağımız çalışmalar bu noktada çok da bizi bir yere götüremez. Birbirimizin çalışmalarından beslenmek ve birbirimizi beslemek zorundayız. İş dünyası, sanat camiası, spor camiası, üniversite tüm bunlar bir ekosistem oluşturmak ve bu ekosistem mevcut paradigmayı aile odaklı olacak şekilde zorlamalı. Örnek olarak birey merkezli bütçe yaklaşımını bırakıp aile odaklı bütçe yaklaşımını çalışabilir miyiz? Neyi kastediyorum burada? Hem merkezi hükümetin hem de yerel yönetimlerin bütçe ve stratejik planlama yaklaşımlarını.
Aile dostu belediyecilik mesela, aile dostu yerel yönetimler yaklaşımı ve aileyi bir sorun merkezi değil, çözüm merkezi olarak gören bir siyasi yaklaşım. Her türlü çözümü aile odak- h nasıl üretebiliriz diye çalışan bir akademi dünyası. Birleşmiş Milletler’e vurgu yaptık, orada iki tane somut teklifimiz var.
Birincisi, üç ülkenin imzasıyla, bugün Türkiye sembolik olarak bunun birisini Türki Cumhuriyetler’den, birisini Afrika’dan, birisini de Körfez ülkelerinden, yanına üç ülkenin imzasını alarak Birleşmiş Milletler’de Dünya Aile Ajansı’nm İstanbul merkezli olarak kurulmasını teklif edebilir. Bu dünya beşten büyüktüre denk bir çıkış olacaktır.
İkinci teklifimiz sürdürülebilir kalkınma Amaçlarının arasına 18. amaç olarak sürdürülebilir ailenin korunması ve güçlendirilmesinin eklenmesi Türkiye tarafından teklif edilmelidir. Bu neyi temin eder? Mevcut sürdürülebilirlik paradigmasında gezegeni merkeze alan yaklaşımın yerine inşam merkeze alan insanlığın sürdürülebilirliğini teklif eden bir medeniyet teklifidir bu aslında Birleşmiş Milletler üzerinden. Buna yaklaşım gösterilmeyebilir. Bu da bir ihtimal. O takdirde sürdürülebilir kalkınma amaçlarının meşruiyeti tartışmalı hale gelir.
Biz 15 Eylül 2024 tarihinde Saraçhane’de bir büyük aile buluşması yapıyoruz. Bu büyük aile buluşmasını yapma sebebimiz 18 Eylül’de Birleşmiş Milletler’in genel kurulu var ve Sayın Cumhurbaşkanımız genel kurula hitap edecek. Bakın geçen yılki hitabı yine bizim büyük aile buluşmasından hemen sonraydı ve biz o süreçte bütün bu çalışmaları yine yürüttük. Hem siyasileri ziyaret ettik hem kendilerine konuyu arz ettik. Bu tip çalışmaların muhakkak yansımaları oluyor. Bu güzide meclise konuya dair görüşlerimizi takdim etme imkânı sunduğunuz için teşekkür ederim.
Anadolu Buluşmaları – İnsan Bozumu,Küresel Sorunlar,Kritik ve Perspektifler,syf:149-163
0 Yorumlar