Hamid el-Ahmeri
Kültürün özgünlüğü ve gelişimi insan hayatına paralel akar. Medeniyetler kendi kültürlerini tarihi süreçte oluşturur. Çeşitli etkileşimler onlan değişime zorlaşa da kültürün çeşitli politikalarla değiştirilmeye zorlanmasına yabancılaşma diyebiliriz. Köklerinden ve öz kültüründen uzaklaşmak, başka kültür havzalarında yaşıyormuş gibi yapmaktır, yabancılaşmak. Bu bağlamda toplumsal sorunlarımızın çözümü için çeşitli düşüncelere sahip olabiliriz, ancak bu düşüncelerin sorgusunu yapmamız lazım. Bunlar bizim düşüncelerimiz mi? Bu düşünceler bizim faydamıza mıdır, bizim çıkarımıza mıdır? Bu sorgulamalan bazen yapsak da her zaman yapmıyoruz. Bazen insan olarak bir aslan gücünde olmak istiyor veyahut bir düşünce olarak bir tilki gibi veyahut bir fil gibi güçlü olmak istiyoruz ama niçin?
Benim başlangıç için sorduğum soru şu: bizim diye öne sürdüğümüz fikirler gerçekten bizim mi, bizi bu şekilde yönlendiren düşünceler bizim düşüncelerimiz mi, bizim değil de bizim faydamıza mı yoksa zararımıza mı? Acaba bu bizim görevimiz midir? Bunu bazı zamanlarda bırakmak mı yoksa sürekli beynimizde tutmak mı lazım?
İnsan tabiatı gereği de bir kültürle yaşamak istiyor, bazen de kültürünü değiştirmek istiyor. Gerçek olan şudur, insan sürekli değişim ister. Hep daha güzeli ve iyiyi yaşamak ister. Hayaller kurar ve değişim için yeni fikirler edinir. Ama bunların hepsini aynı anda zihinde kurgulamak biraz zor olur. Yani bunlar kolay değildir. Her şeyi biz düşünemeyiz. O yüzden bazen bazı düşünceleri almak zorundasın ve hepimizin düşüncelerinin bir özelliği vardır. Fiziksel olarak bırakmak manen tutmak zorunda olduğumuz hayallerimiz vardır. Ama bazen şunları itiraf etmek zordur; bazı kültürler ki bize ait fiziki ve manevi kültürler veyahut hayalimizde olan yaşantılar bunlar bize ait değildir ve bunlar bize zarar veriyor. Öyle bir duruma gelmiş ki yani bu düşünceler ve bu kültürler bizimdir ve onu benimsiyoruz ama bu doğru değil. Çünkü bize ait olmayan kültürel unsurlar bize ciddi zararlar veriyor.
Başka bir soruyla devam etmek istiyorum. Kılık kıyafetle ilgili soruya gelelim. Kıyafet aslında düşüncedir. Kişinin kültürünü ve içinden çıktığı toplumu yansıtır. Bir kimliği temsil eder. Özellikle İslam toplumlarında kadın için daha belirgin bir kimlik misyonu yüklenir. Güzel de bir kimliktir aslında. Uzun süre İslam toplumlarında kadın bu kimliğinden vazgeçmedi kendisine sunulan yabana, kıyafetleri benimsemedi. Kadının kıyafeti kadını muhafaza etti lâkin Müslüman erkeklerden aynı direnci görmedik. Onlar küresel kültür enformasyonuna çok çabuk tabi oldu. Oysaki bizim kıyafetimiz bizim öz kültürümüzdü. Kıyafeti değişen insanın fikri de değişiyor. Aydınlanma çağında Avrupa’da kadına seçme hakkının verilmemesinin altında yatan temel sebep az değişen duygusal kadının muhafazakâr davranma temayülüydü. Kadını düşünebilen, tartabilen insan olarak görmediklerinden onun oy kullanırken sağlıklı düşünemeyeceği kaygısı sürece katılımım da geciktirdi. Oysaki değişime daha az katılan kadın ailesini ve çocuklarım muhafaza etmek için de aynı çabayı gösterir. Dolayısıyla ondan toplumsal faydaya katkı daha fazla olur. Bu bağlamda kadını ve aileyi korumak kültürel yozlaşmayla mücadelede çok mühim bir noktada yer alır.
Peki elbisenin kültürel boyutun haricinde dini bir şekli var mıdır? İslami bir giyim şeklinden bahsedebilir miyiz? Aslında elbise örfi bir meseledir. Coğrafyanın, imkanların ve üretim şeklinin etkilediği bir örfü teşkil eder. Sıcak bölgede yaşayanlar onları sıcaktan koruyacak tarzda elbiseler giyer, soğuk bölgede yaşayanlar onları soğuktan koruyacak elbiseler giyer. 1983 yılında çok önemli bir din adamıyla tartışırken niçin kravat taktığım, kravatın bazı kimselere göre haç şeklinde olduğunu söyledim. Bana cevaben oğlum elbise örfi bir meseledir. Yetiştiğimiz ortam ve dönemde bize ait olmasa da bizimmiş gibi benimsedik ve takıyoruz. Ne bana ne de düşüncelerime bir zararı yok, kime ve hangi kültüre ait olduğunun da bir önemi yok. Bunu sorma dedi. Müslümanlar da bizim zamanımızda bunu giydiler ve artık Müslümanların da elbisesi oldu ve bu tartışmayı kapatalım. Evet elbiseyi örfi olmaktan çıkardığımızda asıl olanı da kaçırmış oluruz. Kravat takıp takmamanın düşüncelerimize hiçbir etkisi olamaz. Kıyafet tarzlarını bir ideoloji gibi savunur ya da onlara karşı çıkarsak asıl düşünce ve fikir alanlarımızı kaybederiz.
Evet hangi tarz kıyafet giyeceğimiz bizim elimizdedir. Ama özgür değiliz, özgürlük hayalimiz yok. Esaretin tüm benliğini sarmaladığı biri kendisini esir edenin kıyafetiyle de özgürlük mücadelesi verebilir ancak özgürlük hayali olması şartıyla. Yoksa en kutsal kisveyi de giydirseniz hayali olmadıktan sonra özgür olma ihtimali yoktur. Peki özgürlük içn ne yapmak lazım? Bu soruya da kısa cevap verelim. Düşünce üretmek lazım, düşünceye hâkim olmak lazım, düşünce iklimleri oluşturmak lazım.
Kıyafetin kişinin kimliğini yansıttığı gerçeğinin arkasında şunu da eklemek lazım. Kıyafet insanın fiziki dünyaya sunduğu düşünceleridir, düşünce biçimidir bir nevi tercihidir. Biz bir insan hakkında hüküm verirken onun düşüncelerine bakarız, bu düşünceler ışığında onu tanımlarız. Zira bu mümkündür. Kişi sana kendini nasıl sunuyorsa onu o şekilde kabul edeceksin. Onun iç dünyasında zihninde ne olduğunu bilemezsin. Peki kişi kendisine karşı samimi olursa kendisi kendisini tanımlarsa ya iyi ya kötü ya Müslüman ya Müslüman değil gibi net çizgileri olur. Dolayısıyla düşüncesi bizden yana olmayanın kıyafeti bizim gibi olabilir ya da kıyafeti bizim gibi olmayanın düşüncesi bizim gibi olabilir. Dolayısıyla ötekileştirmeden bize düşmanlık etmedikçe her insanın bizimle yaşamaya hakkı vardır. Kıyafet çeşitliliğimiz düşünce çokluğumuza da işaret edebilir. Bir kişi küfrünü açık etse bile yarm tekrar Müslüman olma ihtimali vardır. Kalpler Allah’ın elindedir.
Aynı zamanda insanların birden fazla düşünceyi kuşatabileceği yalanı kocaman bir hakikattir. İnsanın zihni, fikri ve hafızası sınırlıdır. Birden fazla felsefi doktrini veya bu doktrinlerle beraber İslam dinini kabul edemezsin. Hem Marksist hem ırkçı hem Müslüman olamazsın. Dolayısıyla zihinsel arınma düşüncenin berraklığı için mühimdir. Saf ve özün farkında olmak, sade bir düşünce tarzı, kültürel berraklık vs. gibi hususlarda tercih yapmak gerekir. Kimi düşünürlerimiz ayrışık düşünce ve kültürleri sentezleyeceği savında olurlar lâkin yanılırlar. Ancak onlardan etkilenenlerin sergiledikleri asimetri durumu gözden kaçmayacak belirgindir. İnsan yaşayabileceği kültürel unsurları alıp arkasındaki ideolojinin farkında olmazsa asıl o zaman yabancılaşır. Bazı düşünürlerin her düşündüğünü hayata geçire- memesi de bu duruma örnektir.
Yine şahit olduğum bir olayı anlatayım, camide namaz kılacaktık ve Amerika’da büyümüş, boks yapan, giyimi kuşamı Amerikalı gençlere benzeyen bir genç, usulden habersiz olmalı ki camide namaz kıldırmak için hazır bulunan imamı fark etmedi ve ondana önce davranıp imam olmaya çalıştı. Tabi diğer gençler müsaade etmediler. Onu uyardılar. Aslında Amerika’da büyümüş gencin bir hatası yoktu, yetiştiği ortamda bu tür olaylara şahit olmuş bunun normal olduğunu düşünmüştü. İşte bu kültürel yabancılaşmanın basit bu örneğidir. Olayda İmamın genci kaybetmemek adına tepkisiz kalıp alttan alması ayrıca değerlendirilmesi gereken bir durumdur. Her durumda sergilenmeli yoksa bazı değer ve ilkelerin muhafazası için gerekli uyarıyı yapmalı mı? İşin doğrusu kültürel havzalarda baskın gelebilme ihtimali olan unsurların şayet yerleşik kültürle uyuşmuyorsa zamanında müdahalenin olması gerektiğine inananlardanım. Küçük görünen kültürel unsurlar yeri gelir kültürel egemenliğin kurulmasında önemli bir çakıl taşı olur. Görmezden gelmek asimilasyonun ana nedenlerinden biri haline getirir.
İnsanların davranış ve tutumlarını Allah’a koyduğu ilke ve değerlere dayandırması onun hem şahsı manevisini hem de davranışını faziletli kılar. Birçok sahabenin hayat felsefesi haline gelmiş şu öğreti tüm kültürleri kuşatacak niteliktedir. Allah için yapmak veya Allah emretti diye yapmak. İslam’a davet için gittikleri kabilelere Muhammed’in arkadaşı olduklarını veya o emrettiği için geldiklerini söylemez, Allah için geldiklerini ve onları Allah’ın yoluna davet ettiklerini ifade ederlerdi. Bu niyetle gelen insanların Allah’ın yoluna aykırı olmadıkça yaşadıkları kültürlere veya kültür formlarına müdahale etmeleri imkânsızdır. «Allah bize bu emri verdi ve insanları dünyadaki zorluktan çıkarıp Müslümanlığın güzelliğine kavuşturmak.» Anlayışıyla attıkları her adım onları yüceltmiştir. Özgürlüğün böylesini ancak onlar yaşamıştır. Herhangi bir asabiyet duygusundan zerre iz taşımadan tüm insanlığın huzurunu ve kurtuluşunu gaye edinmek, Allah’ın nurunu tamamlaması bu olsa gerek. Neyi niçin yaptığını bilmek ilkesi. Düşünsenize dünyamızı saran şiddet olaylarını, savaşları insan, inancı uğruna insan olmaktan çıkabiliyor. Yahudiler inançları uğruna kadın, çocuk ve yaşlıları hunharca öldürebiliyor ya da DAİŞ vb. şiddet yanlısı örgütlerin yaptıkları vs. peki hangi inanç sistemi insanların kanından beslenip onların ölü bedenleri üzerinde yükselebilir. îşin doğrusu hiçbir inanç sistemi böyle bir vahşeti hedef kılmaz lâkin insan inanç sistemini önceleyip insanı değersiz görürse işte o zaman bir ölüm makinasma dönüşür.
Amerika’ya okumak ve eğitim almak için gittiğimde öyle bir şehre gitmeliyim ki orada cami olmasın, Müslüman olmasın, ben insanları Allah’ın dinine davet edip camiyi inşa edeyim ya da inşası için öncülük edeyim. Tıpkı Hz. Peygamberim ashabı gibi. Nitekim öyle de yaptım, yeni bir çevreden başladım. Evvela onları anlamaya çalıştım, Budizm’i, Hristiyanhğı, Yahudiliği hemen hemen bütün düşünceleri okuduktan sonra döndüm İslam’ı ve İslam kaynaklarını okudum. Niye en son İslam’ı okudum. Çünkü Batı’nm İslam-ı Fobi takıntısını çözmeye çalıştım. Onların bu korku ve düşmanlıklarının sebeplerini bulmaya çalıştım. Anladım ki tarih boyunca bunların tek gayesi var o da İslam ve Müslüman düşmanlığı, kütüphaneleri bu düşmanlığı empoze eden kitaplarla dolu, öykü ve romanları hep İslam’ın ve Müslümanların ne kadar korkunç olduklarını anlatıyor. Peki bunlarla biz nasıl bir dünya inşa edeceğiz. Normal hayatında dinsizliği savunan bir Batılı Müslümanlara karşı ya Yahudi ya da Hristiyan oluveriyor. Derin kimlikleri asla değişmiyor. Kendilerinden olmayanı insan olarak görmüyor ve onu ötekileş- tirerek her türlü sömürüye tabi tutuyor.
Haşan Basri “iman bir temenni değil, varoluştur.” der. İman bir varsayım veya faraza durumu değildir. Kalbin ve aklın mutabakatıdır. Kalpteki düşünceyi dışanya yansıtma durumudur. Dolayısıyla sağlam bir iman için temiz, duru ve açık bir kalbe ihtiyaç vardır. İçinde kötülük barındıran kalbe iman girip yer- leşemez. İmanın yerleşmediği bir kalp o daldan bu dala atlayıp durur. Ne kültürel hayatı ne sanatsal hayatı kalbindekinı yansıtamaz, başkalaşır ve ne olduğuna o da karar veremez. Kültürel yozlaşma ve başkalaşma dış etkilerden çok insan düşüncesinde başlar, önce kendisi gibi düşünmez sonra başkası gibi yaşar.
Biz Hz. Ebu Bekir Sıddık’ı değerlendirirken onun insanların ne kadar oruç tuttuğuna veya ne kadar ibadet ettiğine baktığını ifade etmeyiz. Onun yoksullara, kimsesizlere, güçsüzlere nasıl davrandığına ve onlara nasıl sahip çıktığına bakarız. Çünkü onların bu davranışları onların kalplerini yansıtıyor, insanlara duydukları merhameti, insanlığa sundukları öğretiyi yansıtıyordu. Onlara koca yürekleriyle fani olanı fethetmişlerdi. Düşüncelerinin yüceliği amaçlarmın yüceliğine bağlıydı. İsra ve Miraç konusunda Hz. Ebubekir’e sorduklarında o öyle bir güvene sahipti ki “Muhammed bunu söylediyse doğrudur.” der. Son söz Muhammet tarafından söylenir. Onun söylediğinin üzerine söz söylenmez. O doğru dışında bir şey konuşmaz. Kalbin mutmainliği, sosyal yapının temel dinamiği güven. Peki bizlerin onlardan sonra yaptığı ne, peygamber hangi vasıtayla gitti, ruhen mi bedenen mi gitti vb. sonu gelmez sorular. Peki biz neyi kaçırıyoruz, bilmek istemediğimiz ve dolayısıyla sormadığımız soru ne? Bize düşen ona inanmak mı onun söylediğini tartışmak mı hatta bu tartışmalar yüzünden kavga etmek mi?
Bizi başkaları anlattığında ya da kendimizi başkasının aynasında gördüğümüzde nasıl görünürüz. İşte buna en iyi örnek “Çağrı” filmidir. Film teknik olarak bizim yaptığımız ucube filmlerden çok iyi olsa da film ilk çekilip vizyona girdiğinde izlemiştim ve şu sahne beni oldukça üzmüştü. Hz. Peygamber Medinelilerle anlaşıp Medine’ye hicret ediyor, tüm şehir onun gelişini beklerken filmde olay; üstü başı yırtık, şehrin en fakir ve gariban insanlarından yedi tanesinin beklediği bir hicret olarak canlandırılıyor. Bizi bize anlatırlarken olabildiğince alçaltıp, özgüvenimizi yitirmemizi istiyorlar. Biz bizi anlatamazsak kendimizi onlardan tanırsak zaten kendimize bir inancımız da güvenimiz de olamaz. Kültürel egemenlik sanatla, düşünce üretmeyle olur kısacası inanmakla olur. Tarihimiz hiç de bize anlatıldığı ve gösterildiği gibi değil, nitekim Hz. Osman dönemin en büyük tacirlerinden biriydi ve en zenginlerinden biriydi. Yani Roma’yı aldı, bir sürü yeri, parayla satan aldı. Müslüman ordusunu kurabildi ancak komünist düşünce bir filmi yapınca Peygamber Efendimizi ve sahabelerini cüce aynasından gösterdi. Ayrıca hepimiz bu filmi hayranlıkla izledik. Oysaki Hz. Peygamber’in ashabından fakirler de vardı, zenginler de. Onlar da fakir bir toplum istemedikleri için zenginler fakirlere yardım ediyor onları kalkındırıyordu. Peki asırlardır bize empoze edilen ne?
Yine yıllardır ırkçılık illetiyle gönüllerimizi birbirinden ayırdılar. Baas Partisi vb. oluşumların hepsi son dönemde yok olmak zorunda kaldı. Bir müddet ülkelerimizde egemen olan bu hastalık hali bir asır boyunca halklarımızı uyuşturdu. Tüm Müslüman halklar arasında düşmanlık yaratan ırkçılığın aktörleri çok cesur davrandılar, Avrupalılaşmak bağlamında ırkçılığa dair bildikleri her şeyi halklarımıza empoze ettiler. Irkçılık asırlarca bizim aramıza nifak tohumları ekti. İslam’ın temel ilklerine aykırı bu anlayışın Müslümanlara zerre faydası olmamıştır. Irkçılık ve İslam asla bir araya gelemez. Hz. Peygamber’in ashabı tek dil ve ırktan değildi. Bilal, Habeş’ten; Selman, Farstı. Bizim bir Müslüman olarak ırkçılık yapmamız kabul edilemez.
Peygamber Efendimiz, bizlere hidayet kaynağı ve yol gösterici olarak Kur’an’ı bırakmıştır. Hz. Ömer’in elinde Tevrat’tan sahifeler gördüğünde Hz. Peygamber; Kur’an’ın yeterli olduğunu başka kaynakların gereksiz olduğunu dile getirir. Bütünleyici ve birleştirici temel ilkelerimizden hareketle farklı düşünebilir, giyinebilir hatta yaşayabiliriz. Ancak bizim ortak bir geleceğe sahip olmamız için çoğulcu bir anlayışa sahip olmamız, kültürel çeşitliliğimizin bizi güçlendirdiğini, farklılıklarımızın zenginlik olduğunu bilmemiz lazım.
Çok çok teşekkür ederim. Hepiniz çok sağ olun.
Anadolu Buluşmaları – İnsan Bozumu,Küresel Sorunlar,Kritik ve Perspektifler,syf:189-197
0 Yorumlar