Felsefede Hürlük Sorunu

hurluk Felsefede Hürlük Sorunu

Felsefe, insanı tek başına değil, mensub olduğu kültür ortamından hareketle değerlendirir; insan kültür ortamını tek biçimleyen değildir. Felsefe, kültür ortamı tarafından oluşturulmaya başlanır, tekemmül eder, olgunlaşır; zamanla içinden çıktığı kültür ortamını biçimler. Bir dialektik söz konusudur. Bu anlamda fılosof da bir radara benzetilebilir. Ortamından dağınık değerleri toplar, bunları mantık çerçevesinde bütünleştirip ortaya bir tablo çıkarır. Felsefenin biçim verdiği kültür ortamlarına felsefîleşmiş kültür veya felsefîleşmiş medeniyet denmektedir. Kültür ortamlarına biçim veren evvelemirde bağlı bulundukları inanç düzenleridir. Bu inanç düzenlerine ‘din’ de diyoruz. Şu hâlde felsefenin kaynağında da din vardır.

Felsefe, dinden besinini alır, bu besini işler ve ortamına katar. Felsefenin imbiğinden geçtikten sonra o ortam, daha düzenlenmiş bir hâl alır. Bilimler de, felsefenin doğaya uzanmış duyargalarıdır. Felsefenin bir yanı dinle temâs hâlindeyken, öbür tarafı da bilime uzanır.

Doğa ilk bakışta tarafsız olup değer bakımından içi boştur. İnek de güle bakar, bizler de bakarız. Gülün inekiçin ifâde ettiği bir değer yoktur. Onu yalnızca besin olarak algılar. Bizleriçinse değer taşır. Güzelliği görürüz. Bunu da sembollerle tasvir ederiz. Doğanın anlam kazanması insanla mümkün. İşte bu sebepten insan, Allahın dünyada halifesi olmuyormu?

Felsefenin değişik şubeleri, bunların en önemlileri ve merkezî olanı metafizik ile onun kısımları ahlâk ile bilgi öğretisidir. Üçü de birbirini tamamlar. Metafiziğinkisi insanın en temel sorusudur. Bir varlığı insan kılan bir soru vardır: Neyim, kimim? Nereden geliyor, nereye gidiyorum? Felsefenin birinc’i sorusu anlam üzerinedir. Sorduğu insanın da esâs sorusudur. Kişi kendine anlam atfedebildiği ölçüde insandır. Anlamdan yoksun kaldığı ândan îtibâren insanlığından olmağa başlayıp boşluğa düşer.

Anlamsa, algıladığımız varolanları, süreçleri değerlendirmemizdir. Meselâ şurada bir tahta parçası görüyorum. Bu tahta parçası bana, tahta parçası olmaktan başka şeyler de ifâde edebilir: Put olabilir, bir sanat eseri de… Kısaca anlamlandırmak olayları, süreçleri, mecazları çekip çıkarmaktır. Nasıl ki, dinî okumalarda, bir, harfla okuma, bir de, o yazılanın arkasında ne denmek istendiğini kavrama söz konusudur. Anlamlandırma da, o maksatla anlamı çekip çıkartma sanatıdır. Bu minvâlde, anlama ile anlamlandırma arasında seviye farkı yok gibidir. Çünkü anlamadığınızı anlamlandıramazsınız. Gelişmiş örgütlenmişliği olan hayvanlar gördüklerinde, duyduklarını/hissettiklerini alırlar. Gelgelelim onun dışında 0 nesneye bir şey atfetmezler. İnsanın işiyse, gördüğünün arkasında yatanı çekip çıkarmaktır. Akarsunun alnında “benden elektrik üretilir” veya ağacın gövdesinde “benden masa, dolap, iskemle, imâl olunur” diye yazmıyor. İşte bizler, o gördüğümüzden ona aid olmayan, doğrudan doğruya onun üstünde belirlenmiş olmayan birtakım yeni değerler türetiyoruz. Bunlar maddî veya manevî olabilirler“

Maddî anlamları, karşılaştığımız cisimlerden çıkarıyoruz. Edebe, ahlâkaysa, dışımızda ilhâm kaynağı olacak başka bir şey yoktur. Edebin, ahlâkın mahiyetini doğada bulamıyoruz. Onu Allah bizlere tebliğiyle bildiriyor. Içimize ekilmiş bir şey değil bu. Dünyaya boş levha şeklinde geliyoruz. Sonra da üstümüze yazılıyor. 0 da bunu şöyle bildiriyor: “Ademe adları öğrettim!” Demekki, her birimiz Hz. Adem gibi başlıyoruz işe.

Ümmî ve hanif, demekki saf olarak dünyaya geliyoruz. Daha sonra bulunduğumuz toplum bizleri biçimliyor. Felsefe de, içine doğduğu ortamla biçimlenir; her şey öyledir. Toplumun içinden çıkmamış insan düşünülemez. Çocuğu doğduğunda doğaya bırakırsanız yaşayamaz. Kısa süre yaşasa da ümmî olmaktan kurtulup insan olamaz. Beşerin insanlaşmasıçin mutlaka toplumun içine, kültür ortamına doğması gerekir.

‘Dinî yahut Müslümanlık açısından baktığımızda dünyaya gelişimiz, oluşumuz manâsına gelmiyor. Dünyaya gelmeden önce de vardık. Bedenleşmemiş, saf ruh olarak. O zaman da bi’şeyler biliyorduk da bildiklerimizi tatbik sahasına koyacak imkânlardan yoksunduk. Bu ancak bedenlendikten sonra mümkün oluyor ve burada gerek Eflâtun’un gerekse Kur’ânın bizlere bildirdiklerine bakarsak, öğrenmek bir hatırlama işlemidir. Vaktıyla biliyorduk, öğrenmiştik, bizlere Öğretilmişti. Bedenleniyoruz, demekki başkalaşıyoruz, ne var ki özümüzü değiştirmiyoruz. Şekil değişikliğine uğrarken unutuyoruz. Düşüşe maruz kalıyor, insanlıktan beşerliğe düşüyor, sonra beşerlikten tekrar insanlığa çıkıyoruz. Zâten dünyadaki başan, insanlaşmanın derecesiyle kâimdir.

İnceleyin:  Şaban Teoman Durali Hoca ile Mülakat

Eylem, insana mahsüstur. Hareketse her yerdedir. Dışarıdan bir etki aldığında, bitki de hareket ediyor, taş da. Davranma, canlılara has bir olaydır. Canlı, belirli bir gâyeye yönelik hareket eder. Bunu önemli ölçüde kendine verilmiş işleyişle yapar. İnsan ise, Kur’âna göre hürdür. Hür olmaya mahkümdur. Hür olan insanı dizginleyen, ona yol yordam gösteren evvelemirde Vahiy tebliğidir. Bu tebliğle birlikte kişi, bir de, iç sese sâhiptir; Allahın seslenişi, yanî “vicdân’. Allahın sesini ayarlayan, o takatı bizlere göre düzenleyen akıldır. Şu hâlde akıl çok merkezî bir yerdedir. Bundan dolayı aklı olgunlaşmış insan, sorumlu kişidir,

Akıl,evvelemirde dinî bir terimdir. Allah ile aramdaki bağlantıyı ayarlayan merkez durumundadır. Bu yalnızca Müslümanlığa mahsüs bir olaydır. Hırıstıyanlıkta öyle değil; orada Allah ile aramdaki bağlantıyı ayarlayan kişiler var. Hıristiyanlıkta akıl, merkezî vasıf arzetmez.

Esâsında bu sâyede Allahla söyleşiriz. Ama Allaha giden kabloyu kestinizmi, yanî aklı devredışı bırakırsanız, artık kendikendinize konuşuyor olursunuz. “Söyleşi’ (Y–>Fr dialogue) kesilir, “kendikendine-konuşma’ (Fr monologue) başlar. Onunla muhâvere sanatını (Y-)Fr technique), inceliklerini Elçisine indirdiği Vahiy aracılığıyla öğreniyorum. Şöyle sesleniyor bana: “Senin henüz farkına varmadığın, en azından varır gibi olduğun duyguları tanıyorum. Sana şah damarından bile yakınım.”

İnsan olarak hiçbirimiz hazır bilgiye sâhip değiliz. Her şeyi burada bedenlendikten sonra öğreniyoruz. İnsan soyuna ilk öğretense Allahtır. Öğretmesi ömür boyu sürer. Demekki “öğrettim; öğrendiler; artık çekilip gideyim” gibi bir şey olmaz. Çünkü Kur’âna bakılırsa, “Allah, her ân iş başındadır.” Yaratma eylemi sürdüğü sürece öğretiyor, öğretmesi de devam ediyor. Zirâ her yaratmada yeni bir durum ortaya çıkar; durumlar değişir, başkalaşırlar. Öğrenme bir hatırlama tabiî ki, ama hatırlama olmadan da öğrenme gerçekleşebilir. Hayatta önceden öğrenemediğimiz yeni durumlar ortaya çıkar, bu yeni durumlarla karşılaştıkca, Onun yeniden öğretmesi gerekir. İlk öğretme işini başlangıçta yapmışsa da, bu orada Öylece bitmez.

Allahın bize en çok temâyüz eden vasfı Rabblığıdır. Bizimiçin esâs olan Onun öğreticiliğidir. Öğretici olan Allahın bizdeki karşılığı “mürebbiye’dir. 0 da annedir. Toplumun nüvesini oluşturan odur. Annenin esâs olmasını İslâm bizlere getirir. Toplum ümmet, yani anne çıkışlıdır. Anne bizi doğurandır. Doğduğumuz yatak Rahmânın, Rahîm olan Allahın Rahîmliğidir, bu da annede tecelli eder. Beşer olarak dünyaya geliriz; ilk ânda sâdece birtakım dirimsel işleyişlerimiz var, insanlaşma sürecinin başlamasıysa annenin “mürebbiyeliğ’iyle, demekki “şefkat dolu öğreticiliği’yledir. Annenin yol göstericilikte, kılavuzlukta öncülüğü vardır. Zirâ hepimiz onunla başlarız öğrenmeğe. Başlarken de Allahın yöntemi söz konusudur; bu sevgidir. Eğitimde sevgi, rahmet ve kollayıcılık vardır. Toplum anne üzerinde inşâ olmuştur; erkeğinse koruyucu ve kollayıcı bir tavrı vardır. Bu kollayıcılığın dış çerçevesini baba çizer. Gayet tabî babanın bu oluşumdaki yeri son derece önemlidir. Bu sebeple anne-baba ilişkisinin berhavâ olduğu durumlarda toplum yalpalamaya ve çözülmeğe başlar.

Ahlâkın aslıysa dayanışma ruhudur, dayanışmanın temeli de sadâkattır. Sadâkatın fizik karşılığını bulamayız. Dayanışmanın insanın dışında bir örneği yoktur. Hayvanlardaki birliktelik mekaniktir ve onda doğal ayıklanma vardır. Sürüden kopanı kurt kapar misâli. İnsaniçinse, bu maddeötesi bir anlam taşır. Çünkü menfaat ortadan kalktığında bile birliktelik devam ediyor insanda. Menfaat ilişkileri bittiğinde sadâkat hâlâ devam ediyorsa, bu son derece ahlâkî bir olaydır. Ama bunun daha ötesinde, özde hür olan insanın, kendi isteği ile dışarıdan hiçbir etki gelmeden özgürlüğünden fedâkarlıkta bulunması olayı da söz konusudur. Eğer insan hesap verecekse hür olmak zorundadır. Hür olmayan insan zâten insan değildir.

İnceleyin:  Yeniçağ dindışı Batı Avrupa ile İngiliz- Yahudi Medeniyetleri

İnsan ilk başta bir kargaşanın içine doğar, algılar çokluğu ile yol alır. 0 algılar çokluğunu düzenleyen akıl yetisidir. Örneğin üzerinizde bir yığın nesne var ve onlar teker teker ulaşıyor bana. Sonra bunları aklımın yapısıyla düzene sokuyorum; çünkü aklımı belirleyen olarak bir de mantığım söz konusu. Yalnız, akıl mantıktan ibâret değildir; aklın bir de gönül yönü vardır. Ama ilk bakışta dünya hâdiselerini mantığımız çerçevesinde belirliyoruz. Çok üstün olaylarda, –0 da çok az insana nasib olan gönül gözü gündeme geliyor. Orası felsefenin ötesidir. Gönül felsefenin işi değildir; o tasavvuftadır. Mantıkla tasavvufa kadar geliyoruz ve orada felsefenin işi bitiyor.

Bir gâye olmadan inşâ edilmiş bütünlük anlamsızdır. Bütünü inşâ edemezseniz zâten bir gâyeniz de yok demektir. O zaman sanırsınız ki, bu bir vehimdir. İnsanın yaradılıştaki gâyesiyse, âlemin içindeki sırrı çözmektir. Alem, yaratılmış varlık bütünlüğüdür. Yaratılmış olan ne varsa, gördüğümüz, görmediğimiz, bilâistisnâ her şey âlemdir. Bir tek Allahın varlığı âlemin dışındadır. Alem bilmekten gelir; bilinen, bilindik olandır. Nefis bir terimdir bu. Şu hâlde âlemin özünde anlam vardır. Kur’ândan çıkardığımız kadarıyla, insan dışında hiçbir yaratılmış olan, anlama vâkıf olma kâbiliyetine sâhip değildir. Bu minvâlde insan, Allahın âlemdeki halifesidir. Çünkü anlamı o ekmiş ve anlamın sırrını çözmek insana bırakılmıştır.

Alemin sırrını çözebilen insanlar var diye inanıyoruz. Velî dediğimiz çok müstesnâ insanların, sezgisel bilen yanî marifet sâhibi insanların âlem bilgisine… Bu vuküfiyet tümünemi değilmi bilemiyoruz ama -İbn Arabî ’ye bakarsak tümünü biliyorbu boyutta, bu genişlikte bir bilgi, felsefenin konusu değildir. Felsefenin sınırları, âlemin bir parçası olan, şu içinde yaşadığımız yaratılmış evrenden ibârettir. Duyumlamadan hareket eden felsefe bunlar üstüne akılyürütür. Nereye dek varacağı bir tekâmül meselesidir. Tasavvufî bilgiyse, tekâmülcü olmayıp hasbîdir. Bir ânda yakalanabilen bir olay. Felsefedekiyse sıralı bir gidiştir.

Yaradılışımızın gâyesi ödevdir. Bu dünyadaki bulunmamm sebebi, kaderimin bana biçtiği ödevleri yerine getirmemdir. Bunları yerine getiririm veya getirmem: Hürüm. Yerinemi getirmiyorum; yaradılış gâyeme uygun yaşamıyorum demektir. Günahı boynuma: Sorumluluk. Haktan kastedilen ne varsa, esâsında ödeve girmektedir. Bir kimsenin yaşama hakkından söz edilemez. Seni yaşatmak ödevimdir. Beni yaşatmak da senin ödevin. Kendimi de seni de yaşatmak ödevimdir. Hakkın tersine, ödevin ifâsından vazgeçilmez. Başta gelen yaşama ile yaşatmak ödevi. Sonraki ödevler tâlîdir. Bilinci tam kişi, elinde, avcunda ne varsa, emânet olduğunu bilen kişidir.

Devlet ve toplum bağlamında hak ödev denklemi var. Meselâ belli saatlarda çalışıyorsunuz, karşılığında ücret alıyorsunuz. Bu hakkınız olmasına hakkınız da, özden değil, arızî. Öz olansa ödevdir’.

Toplum, insanı her hâlükârda yaşatmak mecburiyetindedir. En kötü insanı bile yaşatmak zorundasınız, ortadan kaldıramazsınız. Herkese tanınan imkânlar bir ve aynı olamaz. Adâlet ile eşitlik çelişirler. Adâlet, eşitliği kabul etmez. Adâlette eşitlik yoktur. Eşitlik zulmü getirir. Bu bağlamda bizlere, her insanı yaşatma ödevi verilmiştir.

Buradan hareketle hürlük ile serbestlik kavramları önem kazanırlar. Her nice günümüzde –işkembeyikübrâdan uydurma sahte söz-özgürlük hem “serbestliğ’in hem de “hürlüğ’ün karşılığı olarak kullanılsa da, hürlük ile serbestlik bir ve aynı şeyler değillerdir. Hapsolunan kişi, serbest olmayıp hürdür. Din de serbestliği kısıtlar: Hırsızlık, katillik, içki, fuhuş yasaktır. Ama bunu kaba bir kuvvetle, tepeme inzibât göndererek yapmıyor. Bu anlamda, dinin kısıtlaması dernek, içimdeki sese, iç söyleşiye kulak vermem demektir.

Ş.Teoman Duralı – Felsefe Bilimin Odağında Metafizik,syf.89,95

———-

Muhammed Ali

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir