Vesvesenin Türleri ve Vesveseden Kurtuluşun Çareleri

 

Vesveseden kurtuluş nasıldır? Vesveseci, vesve­sesi tesir etmediği zaman kula ısrar eder mi? Bil ki, vesvese iki türlüdür: Birincisi, şeytandandır. Şeytan gelip de kişiye vesvese verdiği zaman, vesvese Allah’ı zikretmek suretiyle defedilir ve şeytanın burnu sürtülür. Bu yüzden şeytan “hannâs” olarak isimlendirilmiştir.

İkincisi ise nefstendir. Bu vesvese daha güçlü ve daha zordur. Her ikisi de Kuran’da “insan­lardan ve cinlerden ’ (Nas 114/6) ifadesinde zik­redilmiştir. Cinler ifadesiyle şeytan, insanlar ifadesiyle nefs kastedilmiştir. Şeytan, cin olarak isimlendirilmiştir. Çünkü İblis kendilerine cin denilen meleklerden olan bir cindi ve onların başkanıydı. Yeryüzündeki cinler meleklerden değil, sıcak bir rüzgârın ateşinden yaratılmış­lardır. İblis gurur ateşinden, melekler ise izzetin nurundan yaratılmışlardır.

İnsanların insan olarak isimlendirilmelerinin se­bebi kendilerinde bulunan ünsiyettendir. İnsan­lar ünsiyet yoluyla birbirleriyle yakınlık kurarlar. Bundan yoksun oldukları zaman yalnızlaşırlar. Nefs kişiye her türlü arzu ve lezzetlerle vesvese verir. Bu yüzden nefsin vesvesesi daha güçlü ve daha zordur. Bu tür vesvesenin defedilmesi ölümü hatırlamakla mümkün olur. Çünkü ölümü hatırlamak, nefste süreklilik kazandığında nefsteki ar­zular ölür. Yok olacaklarını ve durumlarının deği­şeceğini bilmekten dolayı nefs o arzuları gözünde değersizleştirir, hor ve küçük görür. Nitekim Hz. Peygamber ölümü hatırlamaya teşvik ederek şöyle buyurmuştur: “Lezzetleri yok edeni hatırlayın!” Hadis-i şerif şu anlama gelmektedir: Ölüm her şeyi ayan beyan görmektir. Bu yüzden, ölümün hatırlanması nefsi dehşete düşürür. Sahip oldu­ğu azıcık şey kendisine çok görünür ve “Bugün ya da yarın ölürüm” der durur. “Yarın öleceğim. Bununla ne yapayım ki, ölüm beni istiyor” diye düşünür. Bu, tul-i emel sahibi olmayan, emelini kısaltan kimse içindir. Bu sebeple Hz. Peygam­ber şöyle demiştir: “Dünyada züht, emeli kısalt­maktır.” Kul, bu iki zikirle yani Allah’ı anmak ve ölümü hatırlamakla her daim bu iki vesveseyi de yok eder. Öyle ki, bu zikir kulun kalbine hâkim olur. Sadrı aydınlanır. O, Allah’ın daha çok lütfuna mahzar olur ve Allah’tan daha çok korkar. Kalp korkuya bağlandığı zaman vesve­seden arınır. Çünkü kalpte marifetin hâkimiyeti gerçekleşmiştir. Kalp, yönetici olmuştur. Sadır ise halvet ve sükûnet halinde adeta bu dünyada­ki bir yönetici konağı gibi olmuştur ki orada her türlü ses duyulur ve hiç kimse ne bir ayak sesi ne de bir fısıltı çıkarmaya cesaret edemez. Zira onları bu yöneticiyi görmenin ve ona yakın ol­manın heybeti sarmıştır. Aralarındaki söz fısıltı şeklinde, yürümeleri dikkatli bir şekildedir.

Bundan önceki gürültü patırtı ve şamata ise nefstendir. Nefs bunu sadra gönderir. Haşyet havf, fark ve Allah’ın yüceliğinden kaynaklanan korkularla nefste marifetin hâkimiyeti tesis edi­lince nefs olduğu yerde ölüverir. Sesleri, gürültü patırtıları artık diner.

İnceleyin:  Mağlup

Bir de Haşan Basrî’den (r.a) nakledilen bir söz vardır. Bir adam kendisine vesveseden şikâyet ettiğinde ona “Ondan bizde çokça vardır” de­miştir. Işte bu, imanın vesvesesidir. Çünkü kul­ların kalbinde bulunan iman gözükmez, ondan Allah’tan başkasının haberi yoktur. İmanda nifak bulunduğu zaman kullar bunu bilmeye­bilirler. Şeytan tamahkârlığı herkeste buluna­bilir, şeytan kendisine verilen şeyle bunu bütün kullara bulaştırabilir. Sadırdaki kalp gözü ara­sına bu atıldığı zaman kalpteki iman közünden bir kıvılcım uçar ve bu atışı yakıp yok eder. Bu durumda şeytan kaçar ve kendi yerinde ezilmiş büzülmüş olarak kalır. Sadırdaki bu kıvılcım, delip geçen bir parıltı haline gelir. Bu, imanm nurudur. Bu en iyi ve en yüksek mertebedir. Çünkü iman örtülü bir haldeydi. Böylece ışığı ve parıltısı ortaya çıkar ve aydınlatır. Bu, kal­bin fiili ve kazanımıdır. Yöneticinin yani kalbin kazanması ile bir hizmetçinin -ki hizmetçiler, organlardır- kazanması birbirine eşit değildir. Bu yüzden Hz. Peygamber kendisine bundan şikâyet eden kimseye “İşte saf iman budur” de­miştir. Hz. Peygamber, onu saf olarak isimlendirmiştir. Çünkü imanın üzerini kaplayan kirli­likler dağılmış, örtüler açılmıştır.iman üzerin­deki örtü Allah’tan olup bir rahmettir. İnsanın yapıp ettiklerinin neticesinde imanın üzerinde biriken kapalılık ise kulun imanında ortaya çı­kan bir şeydir, dünyevi ilgi ve arzulardır. Bu du­rumda kapalılık dağılır, örtü açılır ve iman sadrı aydınlatır. Işıtır ve parlatır. Bu, saf imandır. Hz. Peygamberin sözü de, düşmanın getirdiği pis­liklere dair değil, bu közden ortaya çıkan kıvıl­cım hakkındadır.

İnsanoğlunun kalbi, çakılan bir çakmaktaşı me­sabesindedir. Nice taş vardır ki ateşi tutuşturur. Nicesi de vardır ki ateşi tutuşturmaz. Sen taşı taşa vurup çakarak ateşi tutuşturmaya çalışırsın. Tutuştuğu zaman bir kenara koyarsın ve ihtiya­cın olduğunda kullanırsın. Tutuşturmadığın­da ise atarsın. Şeytan da bu şekilde çakmağım atar. Onunla senin kalbine vurduğunda sadrın­da, kalbindeki marifet nurundan bir kıvılcım ortaya çıkar. Şeytan onu yerinden alır ve sana vesvese ile sıkıntı vererek senden bir şey çalma­yı umar durur. İman düğümünü çözmeye güç yetiremezse onu bozar. Çünkü iman düğümü korunmuştur ve iman da organlara sirayet eden inanç kategorisine giren amellerdendir. Şeytan attığı zaman imanın bulunmadığı kalbi vurur. Bu kimse münafıktır. Onun imanı sözündedir, sadece organlarının amelindedir. Bu atış kalbe vurduğu fakat bir ateş ya da kıvılcım tutuşturmadiği zaman şeytan onun hiçbir şeye sahip olmayan ve Allaha ihtiyacı bulunmayan boş bir kalp olduğunu anlar. Onda Allah’ın olmadığını fark eder. Onu yerine bırakır. Durumunu bu­naklığına verir ve onunla meşgul olmaz. Çünkü o zaten onundur. Zira şeytan ancak bir şeyi boz­mak için vesvese verir. Bozulacak bir şey gör­meyince onu kendisine saklar ve terk eder.

İnceleyin:  Allah Bana Sormadan Beni Niçin Yarattı? Bana Sorulmadan Yaratılmış Olmam Zulüm Değil midir?

Şeytan ancak kendisine bir şey atılan ve bu atı­lan şeyin de kalbinin batınından iman nurunu tutuşturduğu kimseyle meşgul olur. O vakit onun yakını olur. Paçaları sıvar ve kıskançlığın­dan dolayı kendini onu bozmaya adar. Bu, Hz. Peygamberin (sav) ashabının vesveseyi kaybet­tiklerinde düşmanlarının eksik kaldığına dair gelen hadisin tevilidir.

İbrahim en-Nehai şöyle demiştir: “Müminin duasının kabul olduğunun alameti, vesvesedir.” Zira ehl-i kitaba vesvese verilmez. Çünkü düş­man onların işlerini boş vermiştir. Onlar artık düşmanın olmuşlardır. Ehl-i kitap ile müşrikle­rin kalpleri harap olmuş bir ev gibidir. Hırsızlar fakirlerin evlerine uğramazlar, zenginlerin evle­rine yönelirler.

Kalpler çeşit çeşittir. Bazıları harap olan ve düş­manın uğramadığı kalplerdir, bazıları ise pek çok hayır ve iyilik bulunan kalplerdir. Sonun­cu türden kalpler, kendisinde pek çok zengin­lik ve meta bulunan bir ev gibidir. Hırsızlar bu eve girmek ister. Ne hırsız kendi işini bırakır ne de evin sahibi evini koruma noktasında bir gaflet gösterir. Zira ev sahibi gaflet etse, metamı kaybeder. Yöneticinin konağında da cevherler vardır. Hırsızların bunlara ulaşma ümidi ise ke­silmiştir. Çünkü ev güzelce korunmaktadır. Pek çok bekçisi vardır. Yöneticiye karşı işlenecek bu suçun cezası da büyüktür. Bu ceza ya ölümdür ya da asılmadır.

Kalpler üç türlüdür. Birincisi kâfirin ve müna­fığın kalbidir. İkincisi, Allah’ın tevhit ehli kul­larının kalbidir. Üçüncüsü, Allah’ın veli ve has kullarının kalbidir. Bu kalp Allah’ın koruması altındadır. Onu Allah kullanır. Düşman ise ves­veseleri ile bu kalbi meşgul etmekten ümidini kesmiştir. Hz. Peygamberin (sav) şu sözünü görmüyor musun: “Şeytan Ömer’le ancak yü­züstü yere kapanarak karşılaşır.” Bu Ömer’in kalbine hâkim olan şeyden dolayıdır. Hz. Pey­gamber (sav) ayrıca “Kim Allah’ı yüceltirse Al­lah da onu her şey karşısında yüceltir” demiştir. Bu yüzden Saad b. Muaz (r.a) şöyle demiştir: “Namazdan başka beni hoşnut eden bir şey ol­madı.” Namazda vesvesenin kesilmesi, Allah’ın azametiyle dolmuş kalplerde olur. Allah’ın aza­metinin nuru onların kalplerini aydınlatmıştır. O kimse azamet ummamnda yüzmektedir. Şeytan ona dünyalık sözlerden bahsetmeye ne zaman güç yetirsin! Ya da bu kalp bu ummanda şaşkın şaşkın dolaşırken ne zaman bir şeye yönelebilsin!

Hakim Tirmizi-Edeb Ya hu (hayykitap yay.)


 

Muhammed Ali

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir