Nefret ve Merhamet
Eğer insanlar, kendileri için ıstırap çekenlerin varlığını bilselerdi bu kadar kötü olmazlardı.
Abdülaziz Hayrî Bekgine
İnsanoğlu, yani toprağa bürünen şuur, insan olarak toprak üzerinde dolaştığı günden beri kendinden talep edileni yerine getiriyor. Ondan talep edilen şey onun vazifesi olmuştu: O, tanıyacak, hüküm verecek, kıymetlendirecek, tasdik edecek ve hareket edecekti. Zira o, bu kabiliyetlere de sahip kılınmıştı. Mademki bunlar onun kabiliyetlerindendi öyle ise o, tanımaya, hüküm vermeye, kıymetlendirmeye, tasdik etmeye ve harekete memurdu, mecburdu. Bu aslında; sebepsiz gibi görünen duygular, düşünceler, hükümler ve hareketle dolu insanoğlunun yaşayışında mecburiyet haline gelen bir irade idi.
Gerçekten benliğimize giren, bütün hareketlerimize, hislerimize, düşüncelerimize etki eden bütünü ile bizi kuşatan bir kıymetlendirme ölçüsü, bir temel bilgi vardır. Bu bilgi içimizi dinliyor, iyiyi kötüyü ayırt ediyor, kıymete ve kıymetsize göre neyi yapmamız, neyi yapmamamız lâzım geldiğini gösteren bir akıl gibi hareketlerimize esas olacak prensipler de koyuyor.
Ancak, psikolojinin bize öğrettiğine göre[*], yine biliyoruz ki hükümlerimize hâkim olan, çok defa, akılla ilişkisi olmayan hislerdir.
Bir şeyin diğer bir şeyden daha güzel, daha iyi, daha yüksek olduğuna hükmettiğimiz zaman, bu hükümler çok defa hislerimizin tesiri altında veriliyor, hattâ bu etki hiç farkında olmadığımız anî bir histen de gelebiliyor. Gerçekten ruh hayatımızda daha önce oluşan hissi yapı, daha sonra düşünce, hüküm ve iradeye etki edebiliyor. Bununla beraber iyi bir terbiye, hissi etkenlerin tesirlerini aklın kontroluna alıp değiştirebilmekten başka, bu his tonusünü, fizik, fizyolojik tesirlerden kurtararak mümkün olduğu kadar moral bir hayata da bağlayabiliyor.
Böylece burada, hissi hayatı kendine tâbi kılan bir temel bilgi; bir itikat bilgisi tekrar söz konusu olmaktadır. Bu, ister yaradılışımızla birlikte taşıdığımız yeteneklerle ilgili olsun, ister toplumdan gelen etkiler ve tecrübelerimizle veya benliğimize nüfuz edenlerle ilgili olsun, hareketlerimizin ve düşüncelerimizin merkezi olan inanç bilgisinden başka birşey değildir. Bu inanç; dinde mukaddesat duygusu, hukukta hak ve adalet, sanatta güzellik, ekonomide genel fayda, ahlâkta iyilik ideallerine bağlanmakta ve bu ideallerin gerçekleşmesi için istek halinde, enerji halinde irademizi oluşturarak bir ömür boyu bitmeyecek mesuliyetler ve mecburiyetlerle hayatın yaşanmaya değerli olduğunu telkin etmektedir.
Bize kalırsa, nefret ve merhamet halleri de, bir bakıma kıymetlendirme hâlidir ve herbiri şahsiyetimize ve şahsiyetimizin çekirdeği demek olan inanca bağlı bir takdir ve hüküm ifadesidir. Ferdi, çok defa, konusuna heyecanla sürükleyen nefret ve merhamet halleri; kelimelerle ifade edilsin veya ferdin içinde kalsın, bir takım hükümleri ve bunların dayandığı temel bir prensibi az çok ortaya çıkarır. Fakat hislerimizin, düşüncelerimizin, özellikle burada ele aldığımız nefret ve merhamet hallerimizin arkasındaki temel bilgiyi açıklıkla seçebilmek her zaman imkân dahilinde midir? Nefretle dolu olsak da, merhametle dolu olsak da, bütün bunların arkasında gizli olan kıymetlendirme ölçümüzü veya inancımızı seçebiliyor ve bizzat nefret ve merhametimizin kaynağım değerlendirebiliyor muyuz? Hangi hallerde nefret ve merhamet duyuyoruz? Bu soruların cevabı nefret ve merhametimize konu olan şeyi idrake, kıymetlendirmeye ve bizdeki kıymet ölçüsüne, inanç bilgisine bağlı değil midir?
Muhakkak ki dünya, birçok nefret konusu ile dolu. Nefret hallerinin bunları yaşıyan insanoğlunda nefsimizle ilgili bir de ideal eğilimlerle ilgili olmak üzere iki yönde dağıldığını görüyoruz: Bir yanda, kaynağını nefsimizden, bazı kere yıkılan bir gurur, bazı kere tatmin bulamayan bir hırstan alan nefret halleri var. Diğer yandan da en yüksek bir hayra yönelmiş; hakikat, iyilik, güzellik, Allah sevgisi gibi ideal eğilimlerle ilgili nefret halleri yer alıyor. Elbette, zulmü nefretle karşılamaktan tabii bir şey yoktur. İnsanlık cevherine yakışmayan her hal karşısında duyduğumuz nefret, bir merhamet hali kadar büyüktür. Zira burada nefretimizi kıymetli, büyük kılan, insanın büyüklüğüne olan inancımızdır. Zira bu türlü nefret hali, en sonunda bir sevgi gibi yine merhamete vesile oluyor. Nihayet, en yüksek hayrı gaye edinen bu nefret bir merhamete dönüşüyor. Halbuki nefsi ile ilgili nefret halleri ise ferdi; ancak, yıkıcı, yok edici, ezici bir kuvvet halinde sevk etmekle kalıyor ve sahibini ancak bu sonuçta tatmin ediyor. Böylece kaynaklarında, genel olarak bir nefse, diğeri evrensel bir iradeye bağlı olmakla ayrılan nefret halleri, doğurdukları neticelerin farklı olmaları ile de birbirinden ayrılıyorlar.
Ne şekilde olursa olsun nefretle dolu olduğumuz bir anda bunun kaynağını bulmak, onu tahlil etmek istiyorsak; herhalde buradaki bir kutuplaşmaya dikkat etmemiz lâzım gelecektir. Evet, nefret hallerinde daima bir kutuplaşma vardır. Bir zirve ve bir uçurumdan ibaret iki uçlu bir kutuplaşma. İşte bir zirve ve uçurumdan mütemadiyen tesir aldığımız bu nefret hallerinde, iç dünyamızda bir mekik bu kutuplara gider gelir, gider gelir onları daha da uzaklaştırır, bazen yaklaştırmaya çalışır. Böylece âdeta nefretimizi dokur onu bize kalıplar ve maleder. Bu mekiğin uçurumdan zirveye çıkışı bir uyan halidir. Yine onun zirveden uçuruma yollanışı mukabil bir hareketin fikri ifadesidir. Bu manzara, “şimdi ne yapmak lâzım’1 diyen bu Zihnin sıkıntılı haline ve iradeli bir hareketin karardan önce gelen düşünüp, taşınma safhasına benzer. Evet, nefret hallerindeki bu kutuplar nedir, zirve ve uçurum olan nedir? İşte nefret duyduğumuz konuya rastladığımız ana kadar; büyük, iyi, doğru, güzel, haklı, kıy-metli, mukaddes bildiğimiz şeyler ve bu bilgiye dayanarak ifadelendirdiğimiz olması lâzım gelen şeyler zirveyi kuruyor. Yine o zamana kadar bizde yığılan ve yukarıdaki değerlerin zıtları olan ve genel olarak fena, çirkin olarak tanımladıklarımızın bilgisi ve buna dayanan realite uçurumu teşkil ediyor. Nefretimizin sebebi olan şeyler zirveden birşeyler alıp götürmüş gibidir ve kendisi ile birlikte uçurumu oluşturan diğer kutupta, gözümüze batar olmuştur. Olması lâzım gelenlerle olan şeyler arasına derin bir mesafe girmiştir. İşte nefretimiz, bu duruma tahammül edemeyen bir halin ifadesidir. Sahibini konusuna sürükleyici, kazanılmış bir potansiyel enerjiyi ifade etmektedir. Bir an, bu enerjiyi yerinde tutan frenlerin ortadan kalktığı düşünülse; yani nefret taşıyan şuuruna sahip olmasa işin başlangıcını ve nasıl bir sonuca ulaşmak lâzım geldiğini düşünmemiş olsa sanki bu enerji konusuna bir giyotin gibi düşer ve boşalır. Buna karşılık, en yüksek bir hayrı gaye edindiğinde; bu nefret muhakkak bir merhamete kalbolur, yapıcı olur ve yine yapıcı bir enerji halinde bir eserde ortaya çıkar.
Evet, nefretimizin kaynağını düşündüğümüzde her şeyden evvel o nefret halindeki kutupları ortaya koymalıyız. Zirve dediğimiz, yüksek gördüğümüz şey nedir? Nefret konumuzdaki yeri nedir? Zirveyi teşkil eden; yıkılan gururumuz, âdi menfaat endişelerimiz, başkalarına hak tanımayan hırslarımız olmasın. Bundan dolayı bu hadisede rolü olduğunu sandığımız veya gördüğümüz insan da nefretimize hedef olmuş olmasın! Çok defa zirvede evrensel, bütün insanlar için isteyebileceğimiz değerler bir yana itilmiştir. Bunun yerini; insanları, varlığı zulme lâyık kılan, istismar eden, nefsimize yönelmiş menfaatların işgal ettiğini görürüz. Hak, adalet, şeref, haysiyet, namus gibi kavramların bile, bizim işimize yaradıkları zaman zirveleş- tirilen, başkaları konu edilince, zirvede yer almayan menfaat hileleri haline getirilmiş olduğunu görürüz.
Her halde en iyi şekilde tamir ve düzeltme gayesini güden ve zirvesini ideal kıymetlerin oluşturduğu bir nefret hissi bizde asîl biri harekete sebep oldukça kıymetlidir. Bunun yanında nefsimize bağlı nefret halleri, en azından bizi oyalamakla kalmaz, ideal ve kutsal bildiğimiz şeyler aleyhine, şahsımız ve çevremiz zararına olur.
Evet, insanlar birbirlerine zulmediyorlar. Böyle olunca bir an, insan konusu nefret konusu oluyor ve bu nefret bizi daha çok eziyor. Artık insanlara uzanamıyorsunuz, asîl hisleriniz yerine nefreti ve kayıtsızlık hâkim oluyor. Hele insanlara uzanıp da cevapsız kalınmışsa, hattâ tokat yenilmişse, şu insanlarla bir hesaplaşma isteği nefretle birlikte musallat olarak, tabiatın bile seyircisi olmaktan bizi alıkoyuyor. Üstelik sakat düşmüş cemiyet küskünleri de az değildir. Ellerinde ve dillerinde “iyilik yap, fenalık gör” gibi yazı ve sözlerle dolaşır dururlar.
Sanki dünyamız nefret konusu ile dolu. Yaşadıklarımızı, geçmiş ve günlük birçok hadiseleri dile gelirsek veya resmetsek ortaya birçok tablolar koyarız. Hepsinde de tam bir kutuplaşmanın belirti-leceği birçok tablolar. Bu tablolar ve nefrete sebep olan birçok hadiseler karşısında insanların iki çeşit davranışı ayırdediliyor: Bir grup insanlar bunun karşısında kayıtsız kalıyorlar, bazı insanlar da nefret duyuyorlar.
Kayıtsız kalma; tabii bu, insanın şahsiyeti olmayacaktır. Zira bu hal bitki dünyasının halidir. Nefret duyanların akıbeti de iki şekilde oluyor: Bir kısmı bu nefretin içinde kalıyorlar ve hassasiyetleri mütemadiyen bu nefreti çeken bir anten haline gelerek, bu nefretle ve- huzursuzluk içinde yaşıyor ve onlar için hayatın mânası olmuyor. Artık öyle bir devre geliyor ki “bu böyle devam etmemeli” deniliyor ve hayata düşman olup hayattan intikam almaya bakıyorlar. Geçmiş hal ve üzüntülerine, kendisine etmediği kalmayan şu nefret hallerinin üzüntülerine bir karşılık olmak üzere hayattan istediğini elde etmeye bakıyorlar. Bununla da kalmayarak zulmediyorlar. Artık zevkelerini ve nimetlerini başkalarının zarar görmelerinde buluyorlar.
Nefret duyup bu hali yaşayanlar içinde diğer bir grup, bu nefreti merhamet haline geçiren ve ruhunun kurtuluşuna ulaşan ve “kurtulmak için kurtarmak lâzım” diyerek, nefsine yapılan fenalığı unutup, başkasına hep iyilik yapmak peşinde koşanlardır. Onlar ahlâk, din, sanat ve ilim adamlarıdır. Hepsi İlâhi unsurla yola çıktığı için aslında hepsi din adamıdır. Başlangıçta; peygamberler ve veliler de dahil olmak üzere hepsi, nefret konularıyla dolu dünya karşısında, birbirlerine hep zulum etmekte olan toplum karşısında, vicdanın tahammül edilmez derecede ezilmesinin neticesi olan nefretle dolmuş, bu nefretle çırpınmışlardı. Bu evrensel nefret, onlarda evrensel merhametin yolu oldu. Hz. îsa; her türlü edepsizlik içinde yüzen cemaatının günahını üzerine aldı. Bütün bu nefret hallerinde Allah’a sığman peygamberler “git kurtar!” diyen sesle cemaata döndü.
Kalbin fizyolojik çalışmasında bir kanun vardır: Kalbin iş görme yeteneğini başlangıç gerilme tayin eder, doluş ne kadar çok olursa ortaya çıkan iş de o nisbetde büyüktür. Adeta bu hal kalbin merhametle dolu olan hareketleri için de geçerlidir. Merhametten önce duyulan nefret, âdeta onun gerilmesi, dolması halidir.
Nefretle dolduğumuz, nefretle ezilip hareketsiz kaldığımız veya bir reaksiyona zorlandığımız anlarda, Allah’a sığınır, “Allah bize yeter, O ne güzel vekildir”* diyerek O’nun içimizdeki sesini dinlersek; sen başkalarına ve kendine karşı, kendini ve onları kurtarmak için, insan hakkında bir nefret konusu olacak hareketlerden sakın, diyen bizi doğrultuca bir şuura âdeta yeniden kavuşmuş gibi oluyoruz. “Esasen biz, insanların dürüst olmamaları ile ne kadar çok karşılaşırsak karşılaşalım bu bize daima şunu ihtar eden şuuru değiştiremez: İnsan dürüst olmalıdır”**.
…
Ayhan Yücel – Sevincini Bulmak,syf:21-26