‘Gerçeği söylemek, gerçeğin hakkıdır. Hz. Peygamber’in insanlığa yönelik evrensel şefkat ve merhametinde sevgi, af ve iyilik yanında, “Allah için” olmak kaydıyla öfke de vardır. O sallahu aleyhi ve sellem “Amellerin en üstünü Allah için sevmek, Allah için öfkelenmek, kin tutmaktır” buyurur. Sevgiye olduğu gibi öfke ve kine de “Allah için olmak” gibi aşkın ve ilkesel bir nitelik kazandırır. Ferdî ve nefsi kin ve öfke yerine inanç değerleri adına kutlu bir öfkeyi ikâme eder. Allah için olduktan sonra birinin sevgi ötekinin kin olması, neticeyi değiştirmez, her iki duygu da güzelleşir ve kutsallaşır. Binaenaleyh toplumda kendilerini hep hoşgörü alacaklası, mü’minleri de sürekli hoşgörü borçlusu gibi gören kendi bâtılları adına bekledikleri hoşgörüyü, müslümanların kutsal gerçeklerine karşı göstermeyi,akıllarından geçirmeyenler, ve merhametin de nihâyet bir sınırı olduğunu unutmamalıdırlâr.
…….
, “Ey akıl sahipleri, sizin için kısasta hayat vardır’ (Bakara,179)âyetindeki şefkat dokusunu ve mesajını anlamayanlar İslâm’ı yorumlamakta zorlanırlar. “Allah’ın koyduğu sınırlar konusunda sizi (anlamsız) bir acıma duygusu kaplamasın”(Nur,2)âyeti, “erhamu’r-râhimîn” olan Allah’tan daha merhametli imiş gibi tavırlara girmenin insanların haddi ve hakkı olmadığını belirlemektedir. Şefkat sistemi olan İslâm’ın bazı cezâî ilkelerini teorik olarak tartışan ve onları günümüz toplumları için ağır bulanlar ya da açıkça “çağdışı” diye karşı çıkanlar, hiç kuşkusuz Allah’ın koyduğu sınırlar ve esaslarda acıma hissine kapılanlardır. Yani aslında böyle bir şeye hakkı olmayanlardır.
Öte yandan İslâm’a ait ilke ve esaslar, kendi zemininde kendi sistem bütünlüğü içinde değerlendirilmelidir. Günümüz şartlarına ve anlayışlarına göre ve sistem bütünlüğünden uzak olarak herhangi bir İslâmî ilkeyi değerledirmeye kalkmak herşeyden önce yöntem olarak doğru değildir. Tabiatıyla ulaşılacak sonuç olarak da tatmin edici olmayacaktır. Meselâ had cezaları, İslâm’ın öngördüğü toplum şartlarında pek yerinde olduğu halde, günümüzün bozulmuş toplum düzeni ve değerler karmaşası içerisinde pek ağır bulunabilmektedir. Buradan hareketle şunu çok açık söyleyebiliriz: Şefkati, kuralların insan yapısına uygunluğunda aramak gerek. Yoksa teorik olarak tartışmalarla şefkat ve rahmete ulaşılamaz. İslâm’ın hırsız için tayın ettiği cezayı çok ağır bulduğunu söyleyen bir bayan komşumuz, günün birinde dairesi soyulunca,” O hırsızın Allah belâsını versin. Onun ne bir eli, iki elini birden kesmek lazım..”diye bağırmaktan kandisini alamıyordu. Komşum, “iki elini birden kesmek lâzım” derken ne kadar aşırı, şefkatsiz ve hissi idiyse, Allah’ın takdir ettiği cezayı, koyduğu kuralı katı, ağır ve çağdışı bulurken de en az o kadar hissi ve yalancı bir şefkat iddiası içindeydi.
Diyanet İşleri Başkanlığı yayınları arasında bulunan İslâmiyet ve Yeni Dünya Nizamı adlı eserde anlatılan şu olay da ilke ve esasların, fikirlerin asıl değerinin insan yapısına uyumu ve pratikliği ile ölçülebileceğini göstermektedir. Kahire sokaklarında Hristiyanlık çağrısı yapan ve sürekli “Bizim kitabımızda birisi bir yüzüne bir tokat vurursa, sakın mukabele etme, çevir öteki yüzünü bir de ona vursun” der. Siz müslümanların kitabında ise, göze göz, dişe diş, tokata tokat, cana can yani kısas var. Bakın biz ne kadar insancılız. Gelin hristiyan olun” diyen misyonere bir gün yine aynı cümleleri söylerken, müslüman bir genç yaklaşır ve bütün gücüyle bir tokat patlatır. Canı iyice yanan misyoner hemen mukâbeleye kalkışır. Genç, gayet soğuk kanlı bir şekilde, ” Ne oluyor? Çevir öteki yüzünü, bir de ona vuracağım. Sen, kaç gündür bunu söylemiyor musun?” der. O zaman misyoner gence şu ilginç cevabı verir: “Bugün İncilin değil. Kuranın hükmüyle amel edeceğim.”.
Hasılı, bir rahmet ve şefkat peygamberi olan Hz. Muhammed’i ve tabii ona inanan müslümanları, şefkat sistemi ve dini İslâm’da belirlenmiş cezaları tatbik ettikleri için şefkatsizlikle suçlamak asla doğru değildir. Hak edene vahiyle belirlenmiş cezayı tatbik etmek, suçlu için adalet, mazlumlara ve topluma şefkattir.
………..
Câbir b. Abdillah radıyallahu anh şöyle anlatıyor
Bir seferdeydik. İçimizden birinin başı yaralandı. Yaralı ihtilam oldu. Çevresindekilere, yaralı olduğu için teyemmüm yapıp yapamayacağını sordu. Onlar da;
– Sen yıkanabilirsin, teyemmüm yapamazsın, dediler.
Adam yıkandı, su ve soğuğun tesiri ile öldü.
Hz. Peygamberin huzuruna geldiğimizde olay kendisine haber verildi. Bunun üzerine Efendimiz (hüzün-öfke karışımı bir halde);
-Adamı öldürdüler, Allah da onları öldürsün. Bilmediklerini sorsalardı ya. Cehâlet derdinin ilacı sormaktır.” buyurdu. Konuya ait rivâyetlerde Hz. Peygamberin, bu durumda ne yapılması gerektiğini anlattığı da kaydedilmektedir.
Resûlullah’ın böylesine bir değerlendirme yapması ve ” Allah da onları öldürsün” diye ağır şekilde bilmediği Halde fetva vermeye kalkanları tehdid ve tenkid etmesi herhalde bir yandan Peygamber Efendimizin üzüntüsünün derecesini ve kaynağını gösterirken bir yandan da aynı tavır içinde bulunacaktan çok ciddi şekilde ikazdır. Her gün rastgele, en küçük bir bilgi altyapısı olmadan ve hiç bir İslâmî ve İnsanî kaygı duymadan keyfe mâ yeşa’/canının istediği gibi İslâmî konularda ahkam kesenlerin kulakları çınlasın.
İsmail Lütfü Çakan – Siret ve Sünnet
0 Yorumlar