Kemal Sayar – Ruhun Derin Yaraları ”Alıntılar”

EVl-SHEXsAQV6Qj-300x199 Kemal Sayar - Ruhun Derin Yaraları ''Alıntılar''

Hayatımızı daha geniş bir dairede yaşamak, haberlere gömülüp kalmamak lazım. Bir seferliğine haberi okuduktan veya izledikten sonra ısrarla beş on sefer aynı haberi dinlerseniz, bu artık ikincil travmatizasyon sürecine giriyor. O haberler üzerinden biz örselenmeye başlıyoruz. Çünkü kendimizi çok çaresiz hissediyoruz. O çaresizlik duygusu da insanı tükenmişliğe götüren bir şey. Bol cinayetli, bol komplolu sabah programlarından da kesinlikle uzak durulmalı. İnsanı çok fazla kötülükle tanıştıran ve çok kötü bir dünyada yaşadığımız hissini uyandıran, adeta insanın iradesini felç eden yapımlar bizi umutsuzluğa ve tükenmişliğe sürükleyebiliyor.

İlle de televizyon seyredeceksek insana umut veren, insanın içini insani duygularla ışıtan, ısıtan yapımlara ağırlık verelim. Herkesin birbirinin kuyusunu kazdığı yapımlar bir süre sonra adaletli bir dünyaya duyduğumuz inancı zedeliyor ve bizi her an teyakkuzda her an kötülük bekleyen endişeli, vehimli insanlara dönüştürüyor. Bu konuda yapılan sayısız çalışmanın gösterdiği bir gerçek var; televizyon karşısında geçirdiğimiz saatler depresyona dönüşen saatlerdir, ne kadar ekran karşısındaysanız o kadar depresyona girersiniz.

———————————————
İroniktir; en çok onay alan insanlar genellikle başkasının onayını aramayan insanlardır. Mutluluk, onay arama ihtiyacının yokluğudur. Wayne W. Dyer, Hatalı Alanlarınız kitabında buna ilişkin bir fabl aktarır; “Büyük bir kedi, kendi kuyruğunu kovalayan küçük bir kediye sormuş: ‘Neden kuyruğunu kovalıyorsun?’ Yavru kedi yanıt vermiş: ‘Bir kedi için en güzel şeyin mutluluk, mutluluğun da kuyruğum olduğunu öğrendim. Bu nedenle onu kovalıyorum, yakaladığımda mutluluğa ulaşacağım.’ Bunun üzerine yaşlı kedi şöyle demiş: ‘Gençken ben de evrenin sorunlarına ilgi duymuş ve mutluluğun kuyruğum olduğuna karar vermiştim. Ama şunu fark ettim; ne zaman onu kovalasam benden uzaklaşıyor, ne zaman kendi işime baksam hep peşimden geliyor.”

Buna rağmen, tek başına bir mutluluk da en olmayacak şeydir. Üç şey var ki vermeden alamazsınız, size dönmesi için önce onu başkasına vermeniz lazım: Mutluluk, huzur, özgürlük. Bunları bir başkasına verirseniz size misliyle döner. Esirger ve o konuda cimrilik ederseniz siz de ondan mahrum kalırsınız.

———————————————
Adorno “Ünlüler mutlu değildir. Bir marka olmuşlardır, kendilerinin de onaylamadığı yabancı bir meta; ve kendi yaşayan imgelerine dönüştükleri ölçüde de ölüdürler.” demişti. Ün insanın elinden biricik sermayesini, kendi özgün hayatını çekip alır. Herkesin bir başkası tarafından doyurulmayı, ihtimam görmeyi beklediği bir çağda yaşıyoruz. Narsistik benliklerimize o kadar sevdalıyız ki herkes bize bakıp özen göstermeli diye düşünüyoruz. Çünkü zamanında yeterince özen görmedik, yeterince başkasının gözlerinde aynalanmadık, sevilmeye layık bir kendiliğin yansımasını göremedik.
———————————————
Bir gün bir hanımefendi bana şöyle demişti : “Hayatımda iyi giden hiçbir şey yok. Bir sürü şey berbat, fakat ben falanca ilacı aldığım için kendimi berbat bir neşede hissediyorum ve kendime çok öfkeleniyorum. Neşe duyacak hiçbir şey yok.” Bu sahte neşe, yani olmamışlığın neşesi, alkolle, maddelerle, uyuşturucularla, sahte yaşantılarla, çok güzel yemekler yiyerek, harika yerlere giderek onun fotoğraflarını insanların gözüne dayayacak şekilde paylaşarak.. Bütün bunlar bize, gerçek yaşanmışlığın verdiği, eziyetin sonrasında gelen rahatlamanın, mutluluğun tadını vermiyor. Mutluluk dediğimiz şey gelir, gider.

Bazen bir haber alırız, üzülürüz, karalar bağlarız, içimiz kan ağlar. Bazen bir haber alırız, içimiz içimize sığmaz. Sürekli bir hal olarak belki bir itminan halinden bahsedersek, sadece insan ilişkileriyle sınırlı olmayan, insanın bu dünyadaki macerasını metafizik bir bakış açısından da anlamlandıracak bir bakışa ihtiyaç var.”Mutluluk, bizatihi kendisi için istenen, hiçbir zaman bir başka şeyin elde edilmesi için istenmeyen iyiliktir. Onun ötesinde insanın elde edebileceği hiçbir şey yoktur.” Diye tanımlamıştı mutluluğu Fârâbî.

———————————————
“Selfie Sendromu” ifadesi, -eski zamanlarda ayıplanacak kadar- kendi içine gömülme ve kendisiyle aşırı meşgul olma durumunu anlatıyor. Bugün kendimizle o kadar sarhoşuz ki başka insanların, yiyip içtiklerimizle, gittiğimiz tatille, çocuğumuzun doğum günüyle ilgileneceklerini sanıyoruz. Kendimize aşırı odaklanmak, hem çevremizdeki insanları sarih bir biçimde görmemizi engelliyor hem de kendimizin gerçekte ne olduğunu fark edebilmemizin önünü tıkıyor. Kendimizi özel hissettiğimizde, kendimize dair farkındalığımız azalıyor. Elbette sosyal medyanın “gayrişahsi biçimde şahsi” doğası, içimizdeki özseverliği kışkırtıyor. Sanal etkileşimde muhatabımızın buğulanan gözlerini, bükülen ses tonunu çoğu zaman görmüyor, işitmiyoruz.

Bu uyaranların yokluğu bizi daha duyarsız, düşüncesiz ve benmerkezci kılabiliyor. Araştırmacılar buna ”ahlaki sığlaşma varsayımı” diyor. Ultra hızlı sanal etkileşimlerimiz yüzeysel ve hızlı gelişen düşünceler uyandırıyor; bunun sonucunda hem kendimizi hem de başkalarını daha sığ biçimlerde algılıyoruz. Batı dünyasında yapılmış çalışmalar, yeni nesillerin, özseverlik (narsisizm) ölçeklerinde öncekilere oranla çok daha yüksek puanlar aldığını gösteriyor. Dünyanın yeni veba salgını; bu kendini beğenmekte sınır tanımayan, ukala ama içi boş insan tipi, hız teknolojileriyle birlikte bütün dünyaya yayılıyor.

———————————————
Titus Burckhardt Aklın Aynası’nda İslam’ın güzellik algısına “… güzellik rasyonel düşünce süzgecinden geçmeksizin nefse işler ve birçok inanan kişi açısından katıksız bir doktrin olmaktan çok doğrudan bir anlatıdır. Güzellik dinin canı, eti; teoloji, yasa ve etik ise iskeletidir. İhsan sözcüğü aynı zamanda ‘güzellik’ ve ‘erdem’ anlamlarına da gelir; tam olarak bu sözcük zorunlu olarak dışa vuran, her insan eylemini sanata ve her sanatı da Allah’ın selamına dönüştüren kalbin ve ruhun güzelliği, iç güzellik anlamına gelir,” sözleriyle işaret ediyor. Tüm bir tasavvuf dünyasını şekillendiren “ihsan” kavramı, bizde güzel olana (hüsn’e), Cemal’e duyulan iştiyak ile sıkı sıkıya bağlıdır. Ancak bu güzellik, cismin insicamından aşkın bir mizacı gereksinir. Güzel, daima ileriye atılmakta olan, akan, yükselen bir imkânı çağrıştırır. Güzel biçimlerin ışığında yüzer, ebedi dilin gramerini oluşturan sözcükleri mırıldanırız onu temaşa ettikçe, engin ve yüce bir şeylerin adı gelir dilimizin ucuna: Zaman gibi, adalet gibi, ölüm gibi, rahmet gibi. Güzelin vaat ettiği o henüz belirmemiş olan şeye karşı hasret çekeriz.
———————————————
Güzelin bizlere kendi hikâyemizi nasıl anlattığına dair en temel metinlerden biri halen daha Plotinos’un Enneadlar’ıdır. “Göz neye bakıyorsa ona benzemeli, onun gibi olmalı. Göz güneş gibi olmadan güneşi göremez. Bir ruh kendisi güzelleşmeden Güzel’i göremez… Kendine gel ve bak. Kendinde Güzel’i görmüyorsan kendisi güzel olması gereken heykeltıraş gibi yap. Karanlık ve pürüzlü yerleri cilala, parlat. Ta ki Erdem’in ilâhî parlaklığı yansıyabilsin sende (…) Öyleyse, haydi kaynağa geri dönelim ve güzelliği maddi şeylere yerleştiren ilkeyi gösteriverelim. Şüphesiz bu ilke vardır; bu ilk bakışta görülen bir şeydir. Ruhun kadim bir bilgisindenmişçesine adlandırdığı ve fark edince bağrına basıp birlikteliğe girdiği bir şey. Ama ruh bir de çirkinle karşılaşırsa birdenbire kendi içine siner, onu reddeder, ondan yüz çevirir, uyumsuz olduğu için gücenir. Yorumumuz odur ki ruh -doğasının bütün doğruluğuyla, oluşun hiyerarşisindeki en yüce varlıklarla yakın ilişkisiyle- o soydan bir şey ya da o soya ait en ufak bir iz gördüğünde, ani bir zevkle titrer, kendisine döner ve böylece yeniden doğasının bilincine, kendi yurduna katılır.. .” Ruh güzellik terbiyesi ile yücelirken, çirkinlikle ağılanır, aşağılanır ve kırılır.
———————————————
Tüm mevcudat Yaradan’ın esmasının tecellisiyle her an kevn ve fesad aralığında yeni bir yaratılışta elbette ancak insanın farkı mahlükatın içerisindeki en parlak aynaya,yani “gönül”e sahip olması. Gönlün cilasının gözün menfezinden aksetmesi de güzelin vacipliğine bir karine sayılmalıdır; nasıl ki yumurtasının içinde uyuyan bir yavru kartalın kanadı gökyüzünün varlığını zorunlu kılıyorsa, gözün gönül ışığıyla parlaması da güzeli zorunlu kılar. İnsan, cehennemini buradan köz köz oraya taşıdığı gibi cennetini de kendindeki hüsn ile inşa ediyor. İbn Hazm, ”Seni bana anlattılar da seni görünce anladım; anlattıkları şey sadece hezeyanmış,’ diyordu. . . Cenneti kulaktan dolma bilgiyle mamur edecek bir özü yok insanın.
———————————————
Bana sorarsanız dostluk, sevdiğimiz insanı, yargılamadan ve bir talepte bulunmadan kalpte tutmaktır. Dostluk tutunmaktır, hatırda tutmak ve hatır tutmaktır. Zor zamanda dosta vefa, insanlığımızın miyara vurulduğu bir ölçüdür.

Ama arkadaşlık sanal olunca, bir tuş darbesiyle gidebilecek demektir ve işte o zaman, sadece kendi ihtiyaçlarımızı doyurmak için kullandığımız ve artık işimize yaramaz olduklarında buruşturup bir kenara attığımız, zayıf bir ilişki söz konusudur.

Karamsar kehanetlerden uzak durmak için bir ipucu vererek bitirelim: Sanal dostluklarınızı gerçek mecralara taşıyın, onları kanlı canlı insanlar olarak görün, hikayelerini kendi ses ve yüz ifadelerinden dinleyin. Gözünün içine bakarak samimiyetle dinlediğiniz o insan, sizin o an dost olmaya davet ettiğiniz kişinin ta kendisidir.

———————————————
Kimi araştırmalar Internet’in yalnızlık, depresyon, toplumsal destek ve kişinin kendi gözündeki değerinde bir azalmanın yanı sıra, sığ ve saldırgan davranışları da tetiklediğini gösteriyor. Yalnızlık insana eşlik edecek kimsenin olmayışıdır, bu yokluğun doğurduğu kederdir. Ama televizyon can sıkıntısı üretimi konusunda ne denli güçlüyse, Internet de yalnızlığın üretimi söz konusu olduğunda o denli güçlüdür. Nasıl ki günde altı saat televizyon seyretmek can sıkıntısı eğilimine ve hiçbir şey yapmadan oturamamaya neden oluyorsa, günde yüz tane tekst mesajı da aynı şekilde bir yalnızlık eğilimine uç verir
———————————————
Ummak küsmektir” denir Anadolu’da. İki kelimede sosyal psikolojinin bir ciltlik eserini ifade ediyor bu söz. Beklentilerinizi ne kadar yüksek tutarsanız hayata o kadar küsersiniz. İşte “hayal kırıklığı boşluğu” budur. Biz hayal kırıklığına da alışmak zorundayız. Çocuklarımızı da alıştırmak zorundayız, çocuklarımız her istediklerini elde edemeyeceklerini öğrenmeliler. Alın teri akıtmanın, çaba göstermenin önemli olduğunu öğrenmeliler. Bu aslında sorumlu bir çocuk yetiştirmek için de çok önemli.

Çünkü çocuğun sorumluluk kazanması için emek harcaması lazım. Her şeye çok zahmetsizce ulaşan bir insanın gidecek başka yeri kalmıyor, bazen maddeyi, birtakım uç hazları denemeye başlıyor. İnsanın her şeye yavaş yavaş kendi gayretiyle ulaşmayı başarması lazım, alın teriyle ve acı çekerek.

———————————————
Çocuklarımıza ancak iyi örneklikler teşkil ederek ahlaki rehberler haline gelebiliriz. Çocuklarımızın analitik zekalarını önemsediğimiz kadar ahlaki ve manevi zekalarını da önemseyelim. Ahlaki ve manevi zeka aynı zamanda paylaşabilmeyi, verebilmeyi başarmak demektir
———————————————
İyilik bazen, uzak kalabilmek inceliğini gösterebilmektir. Orada olmak ama yarayı deşmemek. Ezra Pound’un Konfüçyus’tan aktardığı bir deyişle devam edelim, “Tze-Chang sordu: İyi insan nasıl davranır? Konfüçyus; O başkalarının ayaklarına dolaşmaz. Duygularına dolaşmaz, iç odaya girmez.” İyilik, ona ihtiyacı olanın ölçüsüne ve meşrebine göre yapılmalıdır. Bu konuda ezberden bir görenek ahlakıyla davranmak, bizatihi muhatabı rahatsız eden, örseleyen bir kötülüğe dönüşebiliyor.

İyilik yaparken gözetilmesi gereken başka hassasiyetler de var; Gönenli Mehmet Efendi “İnsanlara iyilik yaptınız mı uzaklaşın oradan, küçülmesinler yanınızda, size teşekkür etme ihtiyacı dahi duymasınlar.” diyordu. İyilik, zamanında ve mümkün olduğunca muhatabına sergilenmeden yapılmalı, veren verdiğini hemen unutmalı ancak alan, iyiliği daima hatırında tutmalı, vakti geldiğinde bu iyiliği varlığa iade etme sorumluluğunu taşımalıdır.

———————————————
İnsan kendisini aşan, kendi menfaatinin ötesinde bir şeye hizmet ettiği zaman hayatından da mutmain oluyor. Bu hayatı boşa yaşamadığı hissini kazanıyor. Bir kez kalpten çıkıp da paylaşıldığında, insana misliyle geri dönmemiş bir iyilik yoktur. Siz o dönüşü bazen hemen görüp hissedemeseniz de, sevgi size geri döner, hayatınızı kuşatır. İyilik ‘eylem halinde sevgi’dir.
———————————————
Cemil Meriç’in “İyilik eden mükafat bekliyorsa tefecidir” sözü ne kadar derin bir hakikate işaret ediyor. Marcus Aurelius’un “Birisine iyilik etmişsen, daha fazla ne istiyorsun? Doğana uygun davranmış olmak yeterli değil mi senin için? Yaptığının karşılığını görmeyi mi arıyorsun daha?Gözün görmek, ayakların yürümek için ödül istemeleri gibidir bu.” sözü de aynı hususa işaret ediyor.

İnceleyin:  Bilimlerin Gaye ve Sırları

Kuran’da, beni okuduğum zaman çarpan, sarhoş eden bir dizi ayet var Fussilet suresinde; “İyilikle kötülük bir olmaz. Sen (kötülüğü) en güzel olan bir tarzda sav. O zaman (görürsün ki) seninle arasında düşmanlık olan adeta sıcak bir dost olmuştur.” Bundan daha temel, bu kadar güzel bir etik, ahlaki kaide olabilir mi? Din ahlaktır, bizi yüce gönüllü olmaya çağırır. Bize düşmanlık etmek isteyenlerin dahi hayrı ve ıslahı için bir duruş ve dua sahibi olmalıyız. Sahili amansızca dövmek, hırçın dalgaların âdetinden olsa da, sahil topraklığından ötürü karşılık vermez, müşfik bir mukavemet gösterir ve gün olur deniz de bıkar, vazgeçip durulur.

Sufyan-ı Sevri der ki, “İhsan, sana kötülük yapana iyilik yapmandır. İyiliğe iyilik bir alışverişten ibarettir.” Ahlak açısından ihsan, bir insanın sadece insanlara karşı değil, tüm varlığa karşı şefkatli, merhametli, kerem sahibi ve lütufkar olmasıdır. Mutasavvıflar, bundan dolayı tasavvufu, Allah’ın emrine saygı, yarattıklarına ise ihsan göstermek olarak tarif ederler. ‘Varlığın çobanı’ olarak tanımlıyordu insanı Heidegger; dünyaya ihtimam gösteren, genişletilmiş bilinç- vicdan sahibi bir canlı olarak.

———————————————
Gazzâli, İhyâ’sında şöyle yazıyor : “Âdil olup iyi insanlara yumuşaklıkla muâmele eden mütevâzı bir yönetici duyduğun ve bunun aksine olarak zâlim, acımasız bir yönetici duyduğun zaman, her ikisi de sana kâr ve zararı dokunmayacak şekilde uzak memleketlerde olsalar bile, bunlardan birine kalbinden nefret eder, diğerine sevgi duyar ve zorunlu olarak bu ayrımı yaparsın. Bu sevgi, ihsanda bulunan kimseyi sırf ihsanı yüzünden sevmektir ki, bu sevgi ihsandan bir yarar görmeyen kimsede görülür. İşte bu bile sadece Allah’ı sevmeyi gerektirir. Başkası ise sebep ile ilgisi olması bakımından sevilir. Zira gerçekte ihsan eden Yüce Allah’tır.” Bizler bu iyilik ve ihsan bilgisiyle iyiye, merhamete yönelimli olarak doğuyoruz. Şair “Biz büyüdük ve kirlendi dünya” diyor ya, biz büyüdükçe ve konvansiyonel ahlak anlayışına uyum sağladıkça, bazen vicdan ve iyilikten uzaklaşabiliyoruz.
———————————————
Zihinde dalgınlık bazen, temaşa yahut tefekkür halinde iken iyidir ya, göğüsteki dalgınlığın ihmale gelir yanı yok. Peter Singer “Bir gölün yanından geçiyoruz, gözümüzün önünde bir çocuk boğuluyor. Gördüğümüz zaman başımızı çeviremeyiz vicdanımız bizi rahat bırakmaz ve o çocuğa yardım etmek için koşarız.” diyor. Dünyada gözümüzün önünde Afrika’da, Myanmar’da, Asya’da, onbinlerce yüzbinlerce insan açlıktan, sefaletten kırılıyor. Uzak bir mesafeden, izliyoruz acıyı; “başımızı çevirme hakkımız yok” diyor. Ekranın her sahici şeyi yapaylaştıran efsununa teslim olamayız, acının simüle edilmesine rıza gösteremeyiz. Singer, ihtiyacın üstünde gerçekleşen, artan maddi zenginliğin ihtiyacı olanlara dağıtılmamasını boğulan bir çocuğu görmezsen gelmekle eşdeğer buluyor, onun önerdiği model “etkin diğerkamlık”. Üzülmek bir fayda sağlamaz, insanlara aktif şekilde destek olmak, gelirinden her ay hatırı sayılır bir miktarı dünyanın muhtaçlarına, yoksullarına göndermek gerekir. Aldırış, insan varlığının ağrıyı cevaplaması, kendi özünü gerçekleştirmesi, böylelikle de sahih bir yaşama geçmesi anlamına gelir. Kendimizle gerçekleştirdiğimiz o sessiz diyalog.
———————————————
Anne ve baba çocuğa iyi ahlak vermek istiyorlarsa, yüksek seciyeli ve karakter sahibi bir çocuk yetiştirmek istiyorlarsa kendileri de öyle olacaklar. Biz anne babalar olarak ahlaklı, sevgi dolu, empatik, merhamet dolu bireyler olursak, vicdanlı bireyler olursak çocuk da o değerleri alıp içselleştiriyor
———————————————
İnsan kendine çok kolay yalan söyleyebilen bir varlık. Külli niyetini çok hayırhah bir niyet olarak izhar edebilir, duyurabilir fakat bilinç dışında, daha karanlık kuvvetler aslında bambaşka bir şey istemektedir. Benim külli niyetim “Allah’ın rızasını kazanmak” diyebilir fakat kendine bile itiraf etmekte zorlandığı külli niyeti şöhret olmaktır, para kazanmaktır, güç sahibi olmaktır, insanları yönetmektir vs. Psikoloji insanın kendini kandırabilme potansiyelini gördüğü için insana bakarken biraz daha karamsar bakıyor, buradaki ayrımı nasıl yapacağız? Kur’an-ı Kerim de bizi defalarca, insanın kendini aldatma potansiyeli konusunda uyarıyor. Bilinçaltında inler cinler ifritler top oynuyor. Bir Zen hikâyesi anlatılır: Bir okçuluk ustası yanında manevi eğitimini vererek bir çırak yetiştiriyor. Zaman sonra çırak başka ustalardan da bir şeyler öğrenmek için izin istiyor. Birkaç sene sonra dönüyor. Ustasına meziyetleriyle böbürleniyor “Ben seni fersah fersah geçtim usta, benim artık ok atmama gerek kalmadı, bir bakışımla bir kuzgunu yere indirebiliyorum. Artık oksuz avlıyorum” diye. Ustası “Evladım sen daha olmamışsın, okçuluğun en yüksek mertebesi hiç ok atmamaktır.” diyor. En ufak kibir belirtisi kalmasın diye o makamı da terk etmektir terk-i terk.
———————————————
Peygamberimiz, “Mümin, müminin aynasıdır” derken, müminlerin birbirlerini sevenler olarak birbirinin göstereni ve inşa edeni olduğunu mu anlatıyordu? Hadîse İbn-i Arâbî’nin getirdiği yorum ise olağan üstüdür. Mümin, yüksek seciyeye sahip bir tür inanan insanın vasfı olduğu gibi, inanılan ve güvenilen Allah’ın da esmasındandır. El’Mümin. İşte, Arâbî bu iki Mümin’in birbirini aynaladığını ifade ediyor. Her halükarda bizler O’nun sayesinde ve O’nunla birbirimizin halinden anlarız.
———————————————
Dünyanın işleri, dehrin halleri; bizleri söğüt gibi savuran, çözüp birbirine dolayan bir rüzgar. Bir rüzgar esiyor aramızda, bizim kımıltılarımızdan, inildeyişlerimizden yapılma bir rüzgar ve en çok da fısıltılarımızdan. Bir söğüt dalının hışırtısıyla konuşuyor insanlık. ‘Korku içinde olana her şey hışırdar’ demişti birisi, ekleyeyim ben de, sevgi içinde olana her şey fısıldar. Dağ fısıldar, ay fısıldar, gök fısıldar. Japon Haiku şiirinin büyük ozanı Başo “kalbindeki bütün arzu/ bütün nefret/söğüde emanet” diye yazarken, aklındaki insanlık ailesi miydi, yoksa gerçekten hallerini bir bir söğüde dökmekten mi bahsediyordu bilmiyorum. Bazen insan, anlatamamaktan da önce anlatamayacağını bilmenin derdiyle bîzârdır. Konuşan kişi kendi yalnızlığında, kendi kırılgan titreşiminde, hatta kendi yokluğunda söylenir. “Dili yok kalbimin, ondan ne kadar bîzârım!” demişti Âkif
———————————————
İki mahkum hücre duvarına tıklayarak haberleşir. Onları ayıran duvar, haberleşme vasıtalarıdır da. Her ayrılık, bir bağdır’ demişti Simone Weil.
———————————————
Hakikat sadece bende ve benim cemaatimde konuşuyor, diğer insanlar dalalet içinde’ düşüncesi, bütün toplumsal yapıları avlama istidadında bir yanılsamadır. Hangi toplumsal grup buna ram olursa oradan bir hayır çıkmaz. Biz ve onlar arasına duvar örmek ve sonra tahkim edilmiş bir kaleden diğer insanların kusurlarını sayıp dökmek bir konuşma ahlâkının tesisine izin vermez. Tam aksine kendi kusurlarıyla açık bir biçimde yüzleşebilen ve söylemlerini başkasının ne olduğu üzerine değil de kendinin nasıl daha hayırhah olabileceği üzerine kuran yapılar, toplumu ileriye taşır.
———————————————
Teknolojinin hayatlarımızı alt üst etmesiyle çok yaygın bir problemle karşı karşıyayız, gözünü ekrandan alamayan anne babalar ve gözünü ekrandan alamayan çocuklar. Nezaket böyle bir toplumda “Birbirinin gözünün içine bakarak konuşabilmek” şeklinde de tanımlanabilir. Katıksız dikkat, muhatabımıza gösterebileceğimiz en büyük ihtimamdır.

Fiziksel olmayan şeylerin yansıyabildiği biricik yüzey, insan yüzü. Yüz, bizi kendine tanık olmaya çağırır. İnsanın bize verebileceği her şeyi onun yüzünden okuyabilme sınırlılığı, bizim açımızdan bir sınır taşıdır. Sosyal medyadaki taşkınlığın tek kaynağı kötülüğün göz alıcı ışıklandırması değil, yüzlerini göremiyoruz insanların. Onda bizi nezakete davet eden insan tarafımızın yansımasını göremedikçe de kabalaşmakta beis görmüyoruz. ‘Nezaket kar gibidir’ diyor Halil Cibran, ‘örttüğü her şeyi güzelleştirir’.

İnceliği, nezaketin görkemini üzerinde taşıyan insanlar var, size sadece var olmanızla bile sıra dışı bir şey yapıyor olduğunuz hissini verirler. Adeta içinizdeki güzelliği çekip çıkarır ve yüzünüze tutarlar. İyilik erleri. Onlar bu çağın soyluları, ‘çiçek dirilticileri’dir. Olur da elimizi tutarlarsa, bu nazik insanların elini bırakmayalım.

———————————————
Nezaket takdir etmekle de ilgilidir. Nezaket hakikati söylemektir. Muhatabımız kendine veya başkalarına zarar verecek bir yanlış yapıyorsa onu mahcup etmeden, incelikle uyarmak onun selametini öncelemek olacaktır. Özellikle çiftler arasındaki, en küçük sosyal birim olan ailedeki nezaket, ziyadesiyle önemli. Nezaket olursa bir evliliğin temelleri ve bağı çok daha sağlam oluyor. Birbirini takdir edebilen çiftler çok daha iyi sağlıklı bir evlilik sürdürüyorlar. Karşımızdaki insanın potansiyellerini, bizim için yaptığı iyi şeyleri fark etmek, bu farkındalığımızdan onu haberdar etmek, aramızdaki bağları güçlendirecektir.
———————————————
Bütün mevcudat birbirine komşudur, akrabadır. Peygamberimizin “Uhud bir dağdır. Ama biz onu severiz, o bizi sever.” sözü kulağımızda küpe olmalı. Gökyüzü bizim büyük kardeşimizdir, Varlıkla dost iken birbirimize yarız. Bu dünyaya var olmaya değil, yar olmaya, sevgili olmaya, yaren olmaya geldik.
———————————————
Tüm değerler yaşanarak aktarılabilir. Çocuklarımıza “nazik ol, adaletli ol, başkalarını incitme” dememiz onlar için yok hükmündedir, ta ki biz nezaketi onlara gündelik yaşamımızda gösterene, hayatımızın bir parçası kılana kadar. Biz akrabamıza, komşumuza ve diğer insanlara sürekli ünlüyor ve onları insan yerine koymuyorsak, çocuklarımıza miras kalan bu özelliklerimiz olacaktır.
———————————————
Nezaket, hiç karşılık beklemeden iyilik yapmak, bir başkasının ihtiyacını o an için kendi ihtiyacının önüne koymak veya bir başkası için o an cömert olabilmektir. Kendi benliğini aradan çıkarabilmek, kendi benliğini o an için silebilmektir. Nezaketin illa da kendinden çok fazla büyük bir şey vermek olması gerekmiyor. Çoğu zaman, bir başkasını düşünmeyi içeren diğerkâm bir davranış, içten bir tebessüm de nezakettir, kimsesize hal hatır sormak da nezakettir. O anda yanından geçerken yorulduğunu düşündüğünüz bir emekçiye “kolay gelsin, günün iyi geçsin” demek nezakettir. Nezaket göstermek zaman zaman bir zayıflık olarak algılanıyor, bilhassa sosyal medyada buna fazlasıyla vurgu yapılıyor. Oysa insanlara incelik göstermekle neyi kaybediyoruz ki? Nezaket göstermekle muhatabımızda bir değişim yaratamasak dahi, nazik insan her daim kazanır. Yerini bulmamış bir içtenlik, yanılmış bir saygı yoktur.
———————————————
Yalnızın bir insana, bir insanın sıcak yakınlığına susuzluğu vardır. Susuzluk hissettiğimiz zaman suya yöneliriz. Mevlana’nın çok güzel bir sözü var, “Nasıl susamış bir dudak suyu ararsa, su da susuzluğunu dindireceği bir dudak arar.” diyor. Yalnızlığın yarattığı yoksunluk ağrısı, aynı fizyolojik ağrı gibi, beyinde ağrıyla ilgili merkezleri aktive ediyor. Bir tür ruh ağrısı yaşıyoruz. Ve bize “git insan bul, çünkü sen insan olarak insanı arayan bir varlıksın” diyor. Hepimiz sosyal varlıklarız, insana ihtiyaç duyuyoruz. İnsanla var oluyoruz. “Ne yanar kimse bana âteş-i dîlden özge/Ne açar kimse kapım bâd-ı sabâdan gayrı”.

Kapımızı bir sabah rüzgarı çalsın istiyoruz, bir insan sesi bizi onaylasın, bizi dinlesin, bize bu dünyada varlığımızın bir işe yaradığını hissettirsin.

———————————————
Yalnızlık mı?
İçi kalabalık olanlara
Bahşedilen krallığın adı bu!

Yolunu, katar katar sevdalarla uzatan
Talihli yolculara bahşedilen

Görüş uzaklığı, kanat genişliği bu.
Göğün derinliği, enginliği, maviliği,
Yerin çoksesliliği, çokdilliliği,
Çokçekmişliği, çokgörmüşlüğü bu…

Cahit Koytak

———————————————
Mahremiyet insan olmanın özüdür. Arkadaşımla şakalaşabilirim, eşimle paylaşmayı uygun görmediğim kendimce çok mahrem bir konuyu konuşabilirim. Dolayısıyla eşlerin özel alana, birbirlerinin mahremiyetine karşılıklı olarak saygı göstermesi lazım. Sadece kendi mahremiyetimize değil, çocuklarımızın mahremiyetine de bu saygıyı göstermeliyiz. Çocuğumuzla ilgili yanlış bir şeyler olduğu hissini duyuyorsak; okulunda problemler yaşamaya başlamışsa, eve üzgün geliyorsa, o zaman çocuğun mahrem alanına daha fazla müdahil olmamız gerekebilir. Eşimizle ilgili olarak da, bir istisnası olabilir; aramızda güven sarsıcı problemler oluşmuşsa, o zaman “eksiksiz dürüstlük” dediğimiz bir yöntemi devreye sokabiliriz. Eksiksiz dürüstlük, her şeyin açık olduğu, gizleyecek hiçbir şeyin olmadığı bir karşılıklı kontrol izni verilmesi durumudur. Güveni onarmanın yollarından birisi bu olabilir.
———————————————
Sosyal medya, tüketim yarışını da arkasına alarak kıskançlığı kışkırtan bir iklim yaratıyor. Hepimiz gıpta ve kıskançlık yaratacak, görünür olmasını istediğimiz, en güzel taraflarımızı koyuyoruz sosyal medyaya. Ideal benliklerimizle orada yer alıyoruz. En güzel taraflarımızla kendimizi yansıtarak, kendimize bir imaj yontuyoruz âdeta. 0 imaj, bir hakikate denk düşmüyor çoğu zaman. Biz kendimizde ne olduğuna, kendimizi nasıl geliştirebileceğimize bakmalıyız. Bu, haset duygusuyla mücadele etmenin en güzel ve en sağlıklı yolu. Lacan, Psikanalizin Dört Temel Kavramı’nda “Herhangi bir kimsenin haset duyduğu şeyin, katiyen onun istediği şey olması şart değildir. Kardeşine bakan küçük çocuğun hâlâ memeye ihtiyacı olduğunu kim söyleyebilir? Herkesin bildiği gibi hasedi doğuran genellikle haset duyanın hiçbir işine yaramayacak mallara bir başkasının sahip olmasıdır, üstelik o bunların hakiki niteliğinin farkında bile değildir. Hakiki haset böyledir. Öznenin sararıp salmasına yol açar,” tespitini yaparken, günümüzün teşhirci-röntgenci arzu mimarisine de ışık tutuyor.
———————————————
İnsan ıstırabına korkuyla yaklaştığımız her seferinde onun bize öğreteceklerinden mahrum kalıyoruz. Istırap duyulmak, işitilmek, anlaşılmak istiyor. Tuhaf olan şu ki, Batılı endüstri kültürü ideolojisi bize şöyle fısıldıyor: Yeterince gayret gösterirsen kendi kaderinin efendisi olabilirsin. Zayıflık ve ıstırap bu kültürde tiksinç bulunuyor. Yenilgiden korkuyor ve yenilme ihtimalinden kaçıyoruz. Böylece hayattan kaçıyor, uyuşturucularla kendimizi felç ederek yaşayan ölülere dönüşüyoruz.
———————————————
Beni gör ey dünya, görünmez bir hayalet değilim ben, anlatabileceğim bir hikayem var! Köre yol gösteren kör dediğimizde kaderimizin ortaklığına atıfta bulunuyoruz, tabiatımız birbirine bağımlı, her birimiz görülmek ve anlaşılmak arzusundayız. Varoluşsal kırılganlığımızın üstünü örtmek yerine onu sahiplenebiliriz. Karanlıktan kaçmak yerine ona tahammül edebilmek için birbirimize yardımcı olmaya çalışabiliriz. Belki böylece bir gün ışık yaralarımızdan sızar ve birbirine bağlı ve bağımlı ama sonlu varlıklar olduğumuzu hatırlarız.
———————————————
Vazgeçebilme hürriyeti. Bu hürriyete pek az sahip olduğumuzdan tuttuğumuzu bırakamıyor, bulunduğumuz yere yapışıyor, yürüyüp gidemiyoruz. Seni ne eksik bırakıyorsa, sen de onu bırak. Hayatın sorduğu sorulara cevap arıyorsun. Niye yaşıyorsun? Varlığının anlamı ne? Bir de şöyle düşünsek: Belki sen hayata sorulmuş bir sorusun ve cevabını da, takatin yeterse, kendin bulacaksın. Ama önce beklemeyi bil. Bir eşikte dur ve bekle, o eşiğe yüz sür.
———————————————
Mutluluk arayışını bir kenara bırakalım artık, arayışın mutluluğu bize yeter. Bir bitiş çizgisi yok, aceleye mahal yok. Yolda olmak, büyümek ve en güzelin, en doğrunun izini sürmek. Gönlün yolla sermest olduysa, daha ne istiyorsun?
———————————————
İyi bir dostluk ilişkiği, sevgi ve ihtimamla olur. Gerçek ihtimam da keşfe, değişmeye ve büyümeye izin verir. Ne isek o olabildiğimiz, hayallerimizi izleyebildiğimiz, maske takmadığımız bir beraberlik. Her insan ait olmak, sevilmek, değer ve takdir görmek ister. Dünya bizi başka biri olmaya zorlayacaktır ama biz dizlerimizin üzerinde savaşmaya devam edeceğiz, kendimiz olmak ve kendimiz kalmak için. “Tanrım herkese kendi ölümünü ver,” demiş Rilke. Yaşanmamış bir hayatın suçunu duyarız. Pişmanlığı kabul etmek, yeryüzünde yanılabilir bir insan olduğumuzu da kabullenmektir. Geçmiş orada durmaya devam ediyor ama yarınlan, oradan öğrendiğimle, yepyeni bir biçimde inşa edebilirim. Samimi pişmanlık, dünden daha iyi yaşanacak bir geleceği bahşeder. Bütün mesele kendin olmakta, sahicilikte.
———————————————
Ömürle birlikte düşünceler, duygular, duyumlar da akıp gidiyor. İnsan bütün bunların toplamından ibaret değil. Biz onlardan geriye kal’anız. Hayatın ve dünyanın şahitleriyiz. Kendi duygularımızın, düşüncelerimizin, hissedişlerimizin şahidi. Sonra çekilir ömür, geride bir tortu kalır. Biz, yaşadığımız günlerden geriye kalanız. Koca kâinatta bir zerre, o ki içinde koca bir kâinatı taşır. Bir derde müptela olmamış kişiye anlatamazsin derdini. Dert meyhanesinde başka sarhoşlar bulmalısın. “Benim içimdeki sızıyı başkasıyla mukayese etme. Başkası tuzu elinde tutuyor. Hâlbuki tuz benim yarama ekilmiştir.” diyor Hafız. Tuzu yarasinda hissedenlerle düş kalk sen. Yeter ki bir derdin olsun. Derdin ile başın hoş olsun.
———————————————
”Kalbinden kırgınlıkları sök at,” dedi bilge, “orası başka bir şey için.” “Neden gül yetiştirmek dururken pıtrak ekiyorsun?” İçsel neşe hissi, dışarıdan çok uyarılmakla değil sükünet anlarında gelir daha ziyade. Sahici bir beraberlikle, dünyayı bildiğimizden farklı görebilmekle. Ümitsizlik çağında neşe, bir şeyi değiştirmeye talip olmaktır. O halde dostum, içinde bir neşe kırıntısı bulana dek göğün altında yürü.
———————————————
Hayat bir saklambaç, bazen kendimizden saklanıyoruz bazen sevdiklerimizden. İki ruhun birbirine değdiği ”karşılaşma anları”dır insanı bulduran. Dostluk, bulunmaya izin vermektir. Bulmaya talip olmaktır. Saklanan bulunmak ister, kaybolmak değil. Birisi onu gelip bulsun ister, Dünyadan saklanırız ama sevdiğimiz biri gelip bizi bulsun, bizim farkımıza varsın, bize değer versin isteriz. Bulunan kişiye bir el uzanmış demektir.
———————————————
Varlığın mucizesi, küçük “anlam anları”nda saklıdır. Çocuğunuzun nefes alıp verişinde, iyiliğin yüreğimizi ısıtmasında, derin insani bağların verdiği sıcak duygularda… Neyin biricik ve değerli olduğunu hissettiren o anlar, bize “Niçin?” sorusunun cevabını verir. İnsan ona bağışlanan varlığa layık olmalıdır. Varlığa layık olmak. Bu liyakati taşımayan, sonsuza dek yaşama yanılsaması içindedir. Ölüme bakmaz, ölümle konuşmaz. Metafizik bir ümitsizlik içinde çok çalışır, hep mülk edinmek ister. Varlığa layık olmak için, faniliğini idrak etmeli insan.Yarasıyla, sızısıyla barışmalı. O yaradan sızan ışığı keşfetmeli. Bir yaran varsa eğer, ömrüne ağacak bir anlamın da var demektir. O halde dostum, kendini hayatın o görkemli müziğine aç.
———————————————
Derin yaraları var ruhun, âdeta bir Kutupyıldızı gibi. onlara bakarak yön tayin ederiz. Nereye gideceksek, o izler bize yol gösterir. Yeni bir hayata, berrak bir geleceğe doğru hamle ederek yaşıyoruz ama yolun sonunda elimize yeni bir geçmiş tutuşturuluyor. Derdimize derman ararken, derdimizin dermanımızın ta kendisi olduğunu fark ediyoruz. O halde o bilindik sözü değiştirme zamani: Varım çünkü yaralıyım. Yaralıyım çünkü yaşadım. Yaralanmaya kendini açan insan, varlığa da kendisini açmıştır. Rüzgâra, güneşe, yağmura, borana. Sevince ve hayal kırıklığına. Hiç yenilmemiş olanlar hiç sâvaşmamış olanlardır. Yaralı ve incinmiş bir hayat hakikatin yalın güzelliğiyle ışır bize; kalbin belleğinden konuşur, “Yaralarım aşktandır,” diye fısıldar, çünkü “sadece aşk sonsuza dek kanayabilir.”.
———————————————
Yara almamış bir talih hiçbir darbeye karşı koyamaz. Ama yaşadığı sıkıntılarla sürekli savaşım halinde olan kişinin derisi aldığı yaralarla kabuk bağlar, hiçbir kötülüğe yenilmez; düşse bile dizlerinin üstünde dövüşür.

İnceleyin:  Hasan-ı Basri'nin Düşüncesinde Ahlak

Seneca

———————————————
Pek çoğumuz şu süreçte maddi olanın değer kaybettiğini fark ediyoruz. Paranın kudreti kalmadı, artık bize bir hayat satın alamaz. Para bize aşıyı vermiyor ve şu an onun satın aldığı şeylerle yapılacak bir şeyin pek ehemmiyeti yok. Kim bol yıldızlı bir restoranda yemek yemeye can atar ki şimdi? Dönüp dolaşıp insan mutluluğunun maddi olan ile değiş tokuş edilemeyen değerlerde saklı bulunduğunu anladık. Zoraki de olsa yavaşladığımız şu zaman diliminde başımızı ellerimizin arasına alıp düşünmek için epey zamanımız var. İçimizdeki kışın ortasında, mağlup edilemez. bir yaz bulabilecek miyiz? Bu doğurgan anda varlığı nasıl savunacağız? Dünyadan ölçüsüzce aldıklarımızla uçurumun kenarına dek geldik. Şimdi soru şu: Dünyaya, insanlığa, toplumumuza ne vereceğiz? Talan ettiğimiz toprağa borcumuzu nasıl ödeyeceğiz?
———————————————
Her şeyin hızla değiştiği, aktığı, zıtlara ayrıştığı bir sınır durumu. Tutunmanın, kök salmanın, bir diğerine yaslanmanın zorlaştığı zamanlar. “Özü istiyorsan kabuğu kır,” demişti bir bilge; kabuğumuz kırıldı ve şimdi içimizdekini görme-gösterme zamanı. İçimizde saklayıp durduğumuz daha iyi insanı. Daha sorumlu, daha yardımsever, daha ahlaklı kişiyi ortaya çıkarma zamanı. Yeni gündeyiz madem, şimdi yeni sözler söylemek lazım. Bir krizin içinden geçen kişi eski hayatının sarsıldığı ve eski yapılardan kurtulması gerektiğini kabullenmek zorundadır.

Yeni bir tutarlılık, yeni bir anlam tayin etmeli, bir iç bütünlük bulmalıdır. Bu da ancak ”olmuş olan”ın niçin olduğunu fark edebilmekle başlar. Kendi yanlışlarımızla yüzleşelim ve buradan bir anlam devşirelim. Zorluklar bizi arındırır ve güçlendirir. Zorlukları aşan kişi, hayatı daha önce hiç görmediği geniş bir zaviyeden görür. Kendini tanır, dostlarını tanır. Kendine ve hayata inanır: Bu aşılabiliyorsa her şey aşılabilir demektir.

———————————————
Sürekli virüs haberleri izlemek kaygıyı besliyor ve tehdidin olduğundan çok daha büyük algılanmasına yol açıyor. Endişe bizi muhtemel tehditleri fark etmeye yöneltir. Ancak artmış endişe durumunda beynin rasyonel kısımlari âdeta şalter indirir. Endişeli insanlar çevrelerinde zaten olumsuz sinyalleri taradıklarından daha da endişeli hale gelebilirler. Bunun için kara haber getiren insanlardan uzak durmamız, kaygıyı tırmandıran her türlü davranıştan uzaklaşmamız gerek. Google veya TV başında uzun zamanlar geçirerek daha çok şey bileceğimizi ve böylece hayatı daha iyi kontrol edebileceğimizi düşünmek bir yanılsamadan ibaret. Geleceği kontrol edemeyiz, o halde geleceğe değil bugüne odaklanmamız lazım.

İnsan zihni, göz önünde olan tehlikeyi daha acil ve büyük olarak görme eğiliminde.Hele o tehlike bir de yeni ve bilmediğimiz bir durumsa, o zaman beyinlerimiz onu çok daha abartılı bir biçimde algılıyor. Kaygı zamanlarında zihnimiz suçlayacak bir nesne arar. Burada tehdidin kaynağını gözümüzle göremediğimiz için daha somut bir düşman bulmak istiyoruz, bulamasak da onu zihnimizde icat ediyoruz. Zihnimizde pek çok kısa devre var, görmek istediğimizi görüyor, duymak istediğimizi duyuyoruz. Duygusal yoğunluk uyandıran, daha sık karşılaştığımız veya önyargılarımızı besleyen haberlere çabuk inanıyoruz. Az bilinen bir tehdidi daha fazla abartma eğiliminde oluyoruz. İnsan beyni özellikle yeni tehditlere daha fazla tepki veriyor. Sosyal medya, umacı gibi sıklıkla en kötü haberleri en yoğun bir biçimde dikkatimize getiriyor. Orada fazla kalmak, çok yoğun bir tehlike altında olduğumuz yanılsaması yaratarak bizi daha fazla kaygılandirıyor.

———————————————
Frans de Waal Empati Çağı adlı kitabında şöyle yazar: “Bencil güdülere ve piyasa güçlerine dayalı bir toplum zenginlik üretebilir, ima hayatı daha değerli kılacak birliği ve karşılıklı güveni kesinlikle üretemez. Bu yüzden, mutluluğun ölçüldüğü araştırmalarda ilk sıralarda en zengin ülkeler değil, vatandaşlarının birbirine en fazla güvendiği ülkeler bulunuyor.” Yaşadığımız Virüs salgını hem bireysel hem de toplumsal düzeyde kendimizi değerlendirmemiz için imkânlar sunuyor. Evimizde geçireceğimiz uzun saatler, aile içi yakınlığı yeniden tesis etmek ve evlerimizi birer yuvaya dönüştürebilmek için fırsat. Çok güçlü olduğunu varsaydığımız modern yapıların birer kumdan kale olduğunu gördüğümüz bugünlerde, önümüze çıkan toplumsal fırsatları da değerlendirmeliyiz. Birbirimize hoşça bakacağımız yeni bir birlikte varoluş türküsüne, bir güven inşasına ihtiyacımız var.

Muhammed Ali

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir