İslam Tıp ve Felsefe Geleneğinde Psikoloji

WhatsApp-Image-2021-06-01-at-18.42.31-300x169 İslam Tıp ve Felsefe Geleneğinde PsikolojiÖmer Türker

İslam Düşüncesinde Psikolojinin Temelleri

“İslam Düşünce Geleneğinde Psikoloji” konusunu ana batlarıyla sunmaya çalışacağım. Türkçede bugün ruh kavramıyla ifade etmeye çalıştığımız şeyin teknik anlamda karşılığı, İslam felsefe geleneği söz konusu olduğunda nefs kavramıdır. Türkçede nefs daha ziyade şehevi arzular için kullanılan bir tabirdir. Ancak İslam Felsefesi literatüründe şehevi arzuların ilkesine hayvani nefs; akli idrak ve taleplerin ilkesine akli nefs denir. Dolayısıyla burada ruh değil, nefs tabiri esastır. Çünkü genel olarak İslam felsefesi geleneğinde ruh daha ziyade insan ya da hayvan bedenindeki canlılığı ifade etmek için kullanılmıştır. Buna karşılık bizim bildiğimiz ve Türkçede kullandığımız anlamıyla ruh terimi genelde dinî düşünce geleneğinin, özelde kelam geleneğinin terimidir. Bu konuşmada İslam felsefesi geleneğinden bahsedileceğinden, neşterimi kullanılacaktır. Bunun için birkaç bölümden oluşan bir anlatıyı takip edeceğiz.

1.Nefs Kavramının Kökeni

Klasik bilim geleneğinde nefs kavramı asıl itibarıyla hareket teorisinin bir parçası olup hem bitkilerin hem hayvanların hem de insanların hareketlerini açıklamak için kullanılmıştır. Orta Çağ’da ve Rönesans sonrası Batı’da gerçekleşen bilim devrimi öncesinde, başka bir ifade ile çekim kanunu gibi fizik kanunları kabul edilmeden önce, bir nesnenin hareketini açıklamak için elde iki temel kavram vardı: Tabiat ve neft. Tabiat kavramı mekâna yönelik hareketleri açıklıyordu. Bir nesnenin “doğal mekânı” diye bir kavram vardı ve bu doğal mekâna yönelik hareketler açıklanıyordu. Örneğin, beni yukarıdan bıraktığınızda aşağıya doğru düşmem tabiatla açıklanan bir hareketti. Buna karşılık, yürüdüğümde ortaya çıkan hareket tabiat kavramı ile değil nefs kavramı ile açıklanmaktaydı. Çünkü bu yeknesak bir hareket değildir. Yine benzer şekilde semavi kürelerin ezelden ebede döndüğü düşünülüyordu. Bu teorilerin ortaya atıldığı dönemde evren tarihine bugünkü düzeyde vâkıf olunmamıştı. Evrenle ilgili bilgiler bugünkü düzeyde dakik değildi. Sınırlı bir evren tasavvuru vardı ve bu sınırlı evren içerisinde kürelerin ezelden ebede, daimî olarak döndüğü düşünülmekteydi. Bu dönüşü açıklamak için de tabiat kavramı yetmiyordu. Çünkü tabiat kavramı mutlaka nesnenin doğal bir mekânının olmasını gerektirir. Nesne doğal mekânına varınca durur; tıpkı yere düştüğü zaman bir şeyin durması gibi. Semavi küreler sürekli döndükleri ve dolayısıyla hiç durmadıkları için onların da nefsleri olduğu düşünülmüştür.

Bitkilerin beslenme, büyüme ve üreme hareketlerine sahip olduğu görülür. Doğal hareket, “doğadan (tabiat) kaynaklanan hareket” anlamında kullanıldığı için bitkinin hareketlerini bu anlamda doğal hareket olarak kabul etmemiş ve bitkinin bir nefsi olması gerektiğini düşünmüşlerdir. Bu arada bu örnekleri insan, hayvan, bitki ve semavi küreler arasındaki sürekliliği zihninizde canlandırmak için verdiğimi de not düşmüş olayım. Bitkilerin beslenme, büyüme ve üreme hareketlerini sağlayan bir nefsi vardır. Keza, hayvanların da böyledir. Hayvanın beslenme, büyüme ve üremeye ilaveten, iradeli hareket etme özelliği de vardır. Başka bir ifadeyle, hayvanlar iç ve dış duyulara sahip olduklarından iradeleriyle hareket ederler. Dolayısıyla hayvanların da bir nefsinin olması gerekir diye düşünmüşlerdir. İrade ile yapılan hareketler; bitkilerin beslenme, büyüme ve üreme hareketleri; hayvanların aynı şekilde beslenme, büyüme ve üreme hareketleri; gök kürelerinin hareketleri nefs kavramıyla açıklanmıştır. Klasik düşüncede hareketi açıklamak için mutlaka nefs kavramına ihtiyaç duyuluyordu, birinci nokta burasıdır. Bu yönüyle klasik psikolojinin fizik bilimleriyle irtibatını göstermemize olanak sağlayan şey, nefs kavramıdır. Başka bir ifadeyle geometride nokta, musikide nota / nağme, metafizikte mevcut kavramları bu disiplinlerin ana terimleridir ve bütün tartışma ve araştırmalar bunların etrafında döner. Klasik psikolojinin temel kavramı ise nefttir. Şimdi insani nefs kavramına geçebiliriz.

2. İnsani Nefs

İnsani nefsin diğer nefslerle bazı yönlerden ortaklığından, bazı yönlerden de farklılığından bahsedebiliriz. Öncelikle sormamız gereken soru, insani nefs dediğimiz şeyin nasıl bir varlık tarzına sahip olduğudur. Aristoteles’ten gelen “İnsan, hayvan-ı nâtıktır.” ya da “Düşünen hayvandır.” sözünü biliyorsunuzdur. Buradaki “hayvan” esasında zoolojik canlılık demektir. Yalnız, bunu biyolojik canlılıkla karıştırmamak gerekir. Bitkiler de canlıdır ancak onlar hayvan değiller, yani onlar zoolojik bir canlılığa sahip değildir. Bu nedenle mesela biz bitkilerin beslenme, büyüme ve üremesinin olduğunu; hayvanların da aynı şekilde beslenme, büyüme ve üremesinin olduğunu söyleriz ancak bu beslenme, büyüme ve üreme faaliyetleri açısından bitki ve hayvan arasında mahiyet farkı vardır. Birisine atfedilen şey, aynı anlamda diğerine atfedilemez. İnsan bu zoolojik canlılık anlamında hayvan türlerinden birisidir. Diğer hayvan türleri nasılsa insan da böyledir. Et, kan ve kemik diğerlerinde neyse, bizde de o anlamda vardır. Başka bir deyişle, bedenimiz bakımından aslında hayvan türlerinden birisiyiz. Bu anlamda bütün hayvan mizaçları, ahlât-ı erbaa denilen dört karışımdan oluşur. Klasik tıp düşüncesi dört karışıma dayalıdır. Bunlar: Kan, balgam, safra / sarı safra, sevda / kara safradır. Kan bütün bedeni dolaşır, akıcı ve sıcaktır. Balgam beyinde saklanır,akıcı ve soğuktur. Sevda veya kara safra midede bulunur, kuru ve soğuktur. Daha çok safra adıyla özdeşleşmiş olan sarı safra karaciğerde bulunur, kuru ve sıcaktır.

İstisnaları olmakla birlikte, İslam tarihindeki hâkim teoriye göre insanları diğer hayvanlardan ayrıştıran bir şey vardır: Hayvanların nefsi onların bedenlerine yerleşmiş durumdadır. Hayvanlarda nefs; bedenin bir formu, bir sureti olarak bulunur. Bu durum tıpkı şu mikrofonun formunun onun maddesine yerleşmiş olması gibidir. Mikrofonun maddesi yok olduğunda kendisi de yok olur. Aynen bunun gibi hayvanların nefisleri bedenlerine yerleştiğinden bu bedenler çözüldüğü zaman nefs de çözülür gider. İnsan bedeni ise diğer hayvanlardan farklı olarak daha yüksek bir itidal derecesine sahiptir.

3.İtidal Kavramı

İtidal, Nefs teorisinin çok temel kavramlarından biridir. Öte yandan, hem tıbbın hem psikolojinin hem de ahlâkın temel kavramıdır. Bu yönüyle itidal kavramı oldukça önemlidir. Peki, nedir itidal? Öncelikle elementlerin (unsurların) dört tane olduğu düşünülür: Toprak, su, hava, ateş. Bunlara bir de beşinci elementi ekliyorlar; o da gök cisimlerinin temel unsuru olan esirdir. Dört element, bir araya gelip karıştıklarında farklı karışım dereceleri oluştururlar. Ayrıca kendi aralarında karışıp yeni yeni durumlar, yeni yeni cisimler üretirler. Mesela toprak, hava, su ve ateşin karışımı madende, bitkide, hayvanda ve insanda farklı dereceler olarak ortaya çıkar. Şimdi bu derecelerin 0 ila 1000 arasında olduğunu düşünelim. Karışımın ne kadar mükemmel olabileceğini anlamak için bunu kullanacağız. 0 ila 250 arası, madenlerin itidali olsun. Madenlerdeki bu denge, kendisinde bulunan suretin özelliklerini doğrudan açığa çıkarmasına elverişlidir fakat ayrıntıya elverişli değildir. Dolayısıyla beslenmeye, büyümeye ve üremeye elverişli bir itidal değildir. Madenlerdeki suret sadece bir form olarak bulunur. Bu nedenle demir varsa mıknatısı çeker. Madenin işlevi neyse şartlar elverişli olduğunda yerine getirir. Madenin bitki ve hayvanlara benzer şekilde bir beslenme, büyüme ve üreme ihtiyacı olmadığı gibi iradeli hareket etme ihtiyacı da yoktur.

Bitkiler de bu yelpazenin 250. derecesinde başlasın ve 250- 500 arası, bitkilerin itidali olsun. 250 ile 251. derece birbirine o denli yakındır ki bunları ayırt etmek zaman zaman güçleşir. Öyle madenler vardır ki, bitki mi maden mi ayırt etmekte güçlük çekersiniz. Öyle bitkiler vardır ki, “Acaba bunu maden mi yoksa bitki mi kabul etsek?” diye ayırt etmekte güçlük çekersiniz. Tek bir ölçüt vardır: Eğer bir şey beslenme, büyüme ve üreme özelliklerine sahipse bitkidir, değilse madendir. Dolayısıyla bu üç özellik yoksa maden kısmına girer. Ayrıca yelpazede 0’dan 250’ye kadarki değerlerin her biri farklı itidallerdir. Klasik bilim geleneğinde madenler arasındaki hiyerarşi de buna göre belirlenir. Mineraloji buna göre yapılır; madenlerin özellikleri yelpazede buna göre belirlenir. Madende en yüksek itidale geldiğimizi düşünelim. Maden bitkiye çok benziyordur artık. Acaba besleniyor, büyüyor mu anlamakta güçlük çekmeye başlarız. Bu kısımla ilgili düşünceye bir örneğin de mercanlar olduğunu sanıyorum. Mercanlar acaba taş mı, bitki mi? Çok yakın durumda oldukları için bunu anlamak güçleşir.

Madenlerin seviyesinden bir bütün olarak daha mükemmel itidal seviyesinde bitkiler yer alır. Skala örneğimizden gidersek bitkilerin seviyesi 251’den 500’e kadarki seviyedir. Madenlerden daha mükemmel olmaları itidallerinin daha güçlü, karışımlarının daha mükemmel olduğu anlamına gelir. Bu beslenme, büyüme ve üreme özellikleri bitkilerin tamamının ortak özellikleridir. Ancak kendi içinde de itidal farkı söz konusudur. 250’den başlayıp da 500’e vardığımızda bitkinin karışımı gitgide yükselir, itidali mükemmelleşir. İtidal 500’de o derece mükemmelleşir ki, acaba bitki mi hayvan mı ayırt etmekte zorlanmaya başlarız. Avlanan bitkilerde olduğu gibi bitki mi, hayvan mı anlamakta güçlük çekeriz.

Bitkilerden bir bütün olarak daha mükemmel itidal seviyesinde hayvanlar yer alır. Buna göre, skalada 501’den itibaren hayvanlar başlar. Aynı şekilde hayvanların da itidal seviyesi açısından kendi içinde hiyerarşileri vardır. En aşağı seviyedeki hayvan “Acaba bitki mi?” diye tereddütte kalabiliriz. 750’ye çıktığınızda, burada hayvan sona eriyor. Buradaki hayvanın bazı özellikleri insana çok benziyor. Mesela hayvanlar, sadece or- ganlarını değil artık araçları da kullanmaya başlıyorlar, örneğin, bazı canlılarda olduğu gibi denklem çözmeye başlıyorlar. Memeli hayvanların veya kuşların bir kısmında çok gelişmiş özellikler vardır. O özellikler insana çok benziyordun Mesela kargalar, üç bilinmeyenli denklem çözebiliyorlar. Burada, “Acaba akıl var mı yok mu?” diye biraz tereddütte kalmaya başlıyoruz.

Skalada 750 ile 1000 arasında insan vardır. Burada dikkate değer noktalardan biri, kullandığımız skalada 251’den 750’ye kadarki kısımda, yani bitkilerde ve hayvanlarda, nefsin aslında “bir şeyin formu” olarak durmasıdır. Burada nefs, bedenden bağımsız bir şey değildir, bedenden bağımsızlaşmaya elverişli de değildir, tamamen bedene yerleşmiş vaziyettedir. Beden çözüldüğü zaman nefs de gider, yani bağımsızlaşamaz. İnsana geldiğimiz zaman filozoflara göre farklı bir durum ortaya çıkmaktadır İnsan bedeni, bu elementlerin öylesine dakik bir karışımıyla, öylesine uygun bir dengede meydana gelmiştir ki kendisine verilen sureti, bağımsızlaştırmaya yahut zaten başlangıçta kendisinden bağımsız bir suret olarak almaya elverişlidir. Bu durum arabanın şoförünün arabayla ilişkisine benzetilebilir. Bilirsiniz, arabayı kullanan şofördür, lâkin şoför arabanın bir parçası değildir. Bu bakımdan insanın nefsi (anlaşılması kolaysa eğer “ruhu” diyebilirsiniz), bedeninden tamamen farklı bir cevherdir. Cevher kelimesinin altını bir kez daha çiziyorum. Sebebi de şu: Nefs bizim rengimiz, kokumuz ya da biçimimiz gibi bir özellik değildir. Nedir öyleyse? Nasıl ki bu beden bir cevherse o nefs de bir cevherdir. Ancak nefsin bir özelliği vardır: Cismani bir cevher değil, manevi bir cevherdir. Yani nefs görülemez, koklanamaz veya herhangi bir duyuyla idrak edilemez. Fakat nefs, dış dünyada bir cisim olmaksızın vardır. Dolayısıyla bu nefs, bitkiden hayvana; hayvandan insana geldiğimiz süreçteki bütün özellikleri ve fazlasını içerir. Başka bir ifade ile; beslenme, büyüme, üreme, iradeli hareket ve ilaveten aklı içerir.

4.Akli Nefs

Beslenme, büyüme ve iradeli hareket bedende gerçekleşir. Ancak “akıl” dediğimiz şey nefstedir. Aslında nefs aynı zamanda akli bir varlığa sahiptir. Akıl derken burada kastettiğimiz şey, bilme özelliğidir. Hayvanlar da kuşkusuz idrak ederler, çünkü dış ve iç duyulara sahiptirler. Bu bağlamda klasik düşünürlere göre hayvanlarda bir tür marifet, yani cismani olanı tanıma özelliği vardır. Bunun iki sebebi vardır: Birincisi, hayvanlarda ikinci bir farkındalık yoktur. Buna göre hayvan bildiğini ve bildiğini bildiğini bilmiyor. İkincisi ise, hayvanın tam anlamıyla soyutlama kabiliyetinin olmamasıdır. Zaten nefsin niçin bedenden ayrı bir cevher olması gerektiği sorusunun cevabı, soyutlama kavramıyla verilir. Buna göre, “insan” dediğimiz şey şu bedenden ibaret olsaydı, kesinlikle cisim olmayan bir varlığı düşünemezdi. Biz, cisim olmayan varlığı nasıl düşünüyoruz? Düşündüğümüz ister gerçek ister gerçeğe aykırı olsun fark etmez. Cisimsel dünyanın dışına çıkabilmek için insanın mutlaka ama mutlaka cisim olmayan bir yönünün olması gerekir. Aksi hâlde kesinlikle cisimsel dünyanın dışına çıkamayız. Kastedilen şudur: Göze dünyanın en güzel sesini getirin, göz bu sesi algılayamaz. Çünkü algı sahasının dışındadır. Kulağa dünyanın en güzel manzarasını getirin, algılayamaz. Tene dünyanın en güzel manzarasını gösterin, hissedemez; en güzel müziğini dinletin, etkilenmez. Çünkü idrak sahasının dışındadır. Aynen bunun gibi, herhangi bir güç maddi olması hâlinde maddi olmayan bir şeyi algılama imkânına sahip olamaz. Öyleyse, insanda bu maddi olanın ötesinde onu diğer canlılardan ayrıştıran bir yönün olması lazımdır. İşte bu yön, akli nefstir. Akli / insani nefsin bazı özellikleri vardır.

 5.Aklî / İnsani Nefs ve Beden İlişkisi

Nefs, akli bir varlık tarzına sahiptir. Bu sebeple İngilizce metinlerde “rational soul” ya da bazı Türkçe metinlerde “rasyonel nefs” şeklinde ifade edilir. Akli kelimesi manevi kelimesiyle bu bağlamda eş anlamlı olup akılda değil, dış dünyada mana olarak bulunmayı ifade eder. Yukarıda belirtildiği üzere nefs, bedenden ayrı bir cevherdir. Fakat bu, İslam’da felsefe geleneğinin görüşüdür. İslam düşünce geleneğinde böyle düşünmeyen çok sayıda düşünür de vardır. Mesela Mutezile geleneğinin hâkim kanadı tamamıyla ruhu reddetmiştir. Onlar, 74 “İnsan bu bedenden ibarettir, ruh – beden ayrımı yaptığımız takdirde bunlar arasındaki ilişkiyi kesinlikle izah edemeyiz.” demişlerdir. İslam düşünce geleneği bu konuda tek sesli değildir. Zaman zaman, “İslam’a göre şöyledir…” gibi cümleler kurulur ama İslam dini “Allah birdir, peygamber haktır, ahiret vardır, bireysel olarak sorumlusunuz.” der. Ancak “Bireysel sorumluluğu nasıl açıklayacağız?”, “Bu birlik meselesini nasıl çözeceğiz?” “İnsan nasıl bir şeydir?” gibi sorular, tamamen teorik tartışmalarla ilgilidir. Sözünü ettiğimiz görüşler bir zümre ya da bir birey olarak araştırmalarınızın götürdüğü teorilerdir. Dolayısıyla aslında burada, etkili olmakla birlikte sadece bir kanadın görüşünü anlatıyorum. Neredeyse 13. yüzyıldan sonra İslam dünyasında hâkim görüşün bu olduğunu söyleyebiliriz. Ancak bu görüş aslında İslam dünyasında hicri 2. yüzyıldan sonra ortaya çıkmıştır; başlangıçta yoktur. Örneğin, Kur’an okurken sıkça “ruh” kelimesini görüyorsunuz. Herkes başlangıçta ruhu bizim bugün anladığımız manada anlamadı. Aslında şu anda zihnimizde yer etmiş olan bilgiler de belli süreçlerde oluştu. Başından beri herkes böyle düşünmüyordu.
Bahsettiğim hâkim görüşü savunan filozoflar, “Nefsle beden arasında sadece bir mukarenet, yani birliktelik vardır.” dediler.

İnceleyin:  Tarihin Görüntüleşmesi ve Maket Mekanlar

Buna göre nefs bedenin bir tarafına yerleşmiş değildir, ne kalptedir ne beyindedir ne de başka bir organımızdadır. Arada sadece bir iktiran yani birliktelik vardır. Peki, bu birlikteliğin kaynağı nedir? Derler ki, insan embriyosu mayalandığında ona, tıpkı toprak altında tohum mayalandığında metafizik ilkeden bir feyz gelmesi gibi metafizik ilkeden bir feyz geliyor. Buradaki metafizik ilke, Faal Akıldır. Filozoflar FaalAkl’ın din dilindeki karşılığının Cebrail (a.s.) olduğunu söylediler. Bir hadiste “Ana rahminde çocuk 40 ya da 120 günlükken ona ruh üflenir.” denir. Buna benzer bir şekilde insan embriyosu anne rahminde belli bir süre bulunduğunda ona bir ruh verilir.

Aslında felsefe geleneğine göre bütün türsel hakikatler yukarıdan gelir. Tohumun toprakta bozulup buğday fidesine dönüşmesi fiziksel değil, metafiziksel bir hadisedir. Türsel suretin meydana gelmesi, toprağı sürmeniz ve tohumu içine atmanız gibi bir şey değildir. Bu nedenle de tohumun bozulup buğday fidesine dönüşmesini sağlayan şey ne çiftçi, ne su, ne toprak, ne de oradaki sıcaklıktır. Bunlar sadece hazırlayıcı şartlardan ibarettir. Mayalanma gerçekleştiğinde oraya feyzi veren metafiziksel bir ilkedir. İşte insana gelen de böyle bir feyzdir. Bu nokta oldukça önemlidir.
Sözünü ettiğimiz itidalleri yani madenin, bitkinin, hayvanın ve insanın itidallerini hatırlayalım. Aslında söz konusu teorinin daha incelikli ve dakik bir okumasına göre metafizik feyz aynen güneş ışığı gibidir. Nasıl ki güneşten bir ışık geliyor, bu ışık bizim için başka, bitki için başka, hayvan için başka, maden için başka oluyorsa; yani asıl itibarıyla tek olan ışığı alan her bir şey onu kendine göre dönüştürüyorsa, metafizik ilkeden gelen feyz de aslında tektir. Bu anlamda yılana yılan sureti, insana insan sureti, akasyaya akasya sureti gelmez.

Metafizik ilke, tabir-i caizse yekpare, dupduru bir varlıktır. Bütünüyle fiil hâlinde olan bir varlıktır. Onda bizim gibi kavram ve önerme bilgisi bulunmaz. Buna göre insana dair bilgi, masaya dair bilgi veya mikrofona dair bilgi, insan gibi sonradan öğrenen varlıkların acziyetinden kaynaklanır. Fakat söz konusu metafizik ilkede varlık ve bilgi özdeştir. Kendisi nasıl yetkinse aşağıda meydana gelecek her şeyi de öyle içerir. Ancak onları kavram olarak içermez. Düşünün ki bir nehirden bir kova su aldınız, bir yere döktünüz. Aldığınız bir kova su okyanusta var mıydı? Vardı. Bir kova olarak mı vardı? Hayır. Metafizik ilkenin suretle ilişkisi aynen böyledir. Her şey oradadır. Ancak orada, kovadaki suyun kova olarak denizde bulunmaması gibi insan, hayvan, kedi ve köpek suretleri müstakil kavramlar olarak bulunmaz. Orada mutlak bir varlık anlamı vardır. Aşağı doğru geldikçe içinde yer alacağı itidale göre şekillenir. Başka bir ifadeyle hazırlık nasılsa o hazırlığa göre ya maden ya bitki ya da hayvan türlerinden birisi yahut insan olur. Hazırlığa göre onu şekillendirip bir cevhere dönüştüren, alıcıdır. İnsan bedeninde itidal o derece mükemmeldir ki, kendisine gelen feyzi bu bedenin bir parçası yapmaksızın kabul edebilir. Bu nedenle nefsle beden arasındaki mukarenet ilişkisinin temelini, nefsin gelen feyzi bir “bağımsız cevher” olarak kabulü oluşturur.

 6.Nefsin Bedenle İlişkisinin Biricikliği

Nefsin bedenle ilişkisi bir daha asla başka bir beden ile tekrarlanamaz. Bu, biricik bir ilişkidir. Bu nefs görüşünün birkaç önemli sorunu vardır. Birincisi, bireyselliktir. Çünkü bu görüşe göre, gelen feyz ortak olup itidal ile şekillendiğinden aslında size gelen nefs ile bana gelen nefsin farkı yok demektir. Yani nefslerimizin başlangıçta tamamı aynıdır. Hiç kimsenin nefsi diğerinden farklı değildir. Farklılaşma bedenle irtibat içerisinde yaptığımız hareketlerle sağlanır. Buna göre birtakım inançlarla ve ahlâki melekelerle donanırız ve bunlar parça olarak benzeşse bile bütünde tekrarlanamayan şeylerdir, örneğin dünyada milyonlarca kahverengi gözlü, siyah saçlı, açık tenli ya da kumral tenli insanın olması gibi parça düzeyinde benzerlikler ve tekrarlar olabilir. Ancak şu bedende olan bütünlük başkasında tekrarlanamiyor. İşte bunun gibi, bu bedendeyken nefsin süreç içerisinde kazandığı bilgi ve melekelerdeki bütünlük bir başka nefs tarafından tekrarlanmaya elverişli değildir. O bütünlüğün parçası benzese bile kendisi tekrarlanamaz. Dolayısıyla bireysellik bedenin itidaline bağlıdır. Diyelim ki mühendisin zihninde bir F-16 uçağı manası olsun. Mühendisin zihninde bir tane F-16 olmasına rağmen dış dünyada on bin tane olabilir. Aslında bütün F-16 uçaklarını kaldırsanız F-16 sureti tek bir anlama döner. Nefs de başlangıçta aynen böyledir ve maddelerde çoğalır. Bu maddelerle irtibat içerisinde nefs farklı bilgiler ve farklı melekeler kazanarak bireyselliğini korur. Nefsle beden arasındaki ilişki beden açısından bakıldığında hem nefsin bireyselleşmesini sağlar hem de nefs olarak meydana gelmesine vesile olur. Fakat beden sebep değildir, yalnızca vesiledir. Çünkü nefs, varlığını bedenden almaz; metafizik ilkeden alır ve bedenle farklılaşır.

7. Nefs ve Benlik

İnsanın aslında “ben” diye işaret ettiği şey bedeni değil, nefsidir. “Ben” dediği şeye, içine aldığı şeyler dâhilinde baktığımızda bedeni sayabiliriz. Ancak beden kesinlikle bizim “ben” diye işaret ettiğimiz şey değildin Bu nedenle benlik kesinlikle maddi / fiziksel bir hadise değildir. Bu nedenle de insanı insan yapan şey, nefsin kendisidir. Beden yok olduğunda nefs devam eder. Çünkü zaten nefs soyut bir varlıktır. Soyut olduğu için yok olmaya elverişli değildir. Beden dört unsurdan oluşan cismani ve maddi bir şey olduğu için sonsuz güce sahip değildir; çözünme, dönüşme gibi özelliklere sahiptir.

Evet, benlik fiziksel tecrübelerin katkı sağladığı bir şeydir. Nefsin bedenle teması olmasa musiki, giyim endüstrisi, parfüm endüstrisi olmayacaktır; yani işitmeyle, görmeyle, dokunmayla veya tatmayla ilgili hiçbir endüstrimiz olmayacaktır. Bunların tamamı beden sayesinde ortaya çıkar. Ancak nefs, kendinde tamamen manevi bir şeydir. Nefsin hazzı “bilmek”tir. Böylece nefsin hazzı bedenin bazlarından keskin bir şekilde farklılaşır.

Bilmek aynı zamanda nefsin yegâne işlevidir. Nefs bilerek aynı zamanda bedeni de yönettiği için bedenle nefs arasında ilişkiyi karakterize eden ana kavram tedbir’dvr.

8. Tedbir Kavramı

Tedbir, yönetmek anlamındadır. Tedbîrü’l-müdün, tedbî- rü’n-nefs ve tedbîrü’l-menzil şeklinde üç kısma ayrılır. Tedbî- rü’n-nefs ahlâkla ilgilidir ve bireyin yönetimi demektir. Tedbîrü’l-menzil ev yönetimi demektir. Tedbîrü’l-müdün de devlet yönetimi demektir. Bu durumda nefsle beden arasındaki ilişki, yöneten – yönetilen ilişkisidir. Şoför – araba ya da pilot – uçak örnekleri üzerinden ifade edersek, parçası olmadığı ve içinde bulunmadığı hâlde nefs bedeni yönetmektedir denilebilir.

Klasikler, insan bedenindeki merkezin neresi olduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bu merkez kalp midir, yoksa beyin midir? Kimileri merkezin kalp, kimileri ise beyin olduğunu söyler. Ancak İslam’da hâkim teori merkezin kalp değil de beyin olduğu yönündedir. İbn Sînâ bu görüşü tercih etmiş ve İbn Sînâ’dan sonra da felsefe geleneği bu görüşü devam ettirmiştir. Fârâbî’de en yüksek organ kalptir, beyin değildir. Bu, şunun için önemlidir: Merkez organ hangisiyse organlar hiyerarşisi ve yöneten – yönetilen ilişkisi ona göre açıklanır. Mesela merkez organ beyin ise, bedendeki en yüksek organın beyin olduğu ve diğer bütün organların beyne hizmet ettiği düşünülür. Merkez organ kalpse bütün organlar kalbe hizmet eder. Beyin veya kalp de nefse hizmet ediyor olacaktır. Bizim buradaki konumuz açısından önemli olan yöneten – yönetilen ilişkisini organlar açısından değil de kuvveler açısından ele almaktır. Nefs – beden ilişkisinin ayrıntıları, kuvvelerin işlevleri ve hiyerarşisinde görülebilir. Dolayısıyla güçler (kuvveler) teorisine geçebiliriz.

9.Kuvveler Teorisi

İslam filozoflarına göre bedende iki temel güç vardır: Fail güçler ve müdrik güçler.

9.1.Fail güçler

Bedendeki hareketi sağlayan güçlerdir. İki fail güç vardır: Birincisi, harekete sevk eden; İkincisi ise doğrudan hareket ettirme işini yapan muharrik güçtür. Harekete sevk eden güce şevk ve nüzu’ gücü denir. Türkçeye arzu gücü olarak çevirebiliriz. Bir şeyi elde etmek istediğimizde ona doğru yöneliriz. Bir şeyden kaçınmak istediğimizde onu kendimizden uzaklaştırırız. Öfke ve şehvet güçleri derken kastedilen bu güçtür. Aslında bunlar ayrı iki güç değil, tek bir güçtür. İnsan kendi menfaatine yönelik bir çaba sergilediğinde biz buna şehvet diyoruz. Kendisinin aleyhine olan bir şeyi uzaklaştırmak istediğinde ise öfke diyoruz. Aynı güce sadece nesnelerinden dolayı farklı isim vermiş oluyoruz. Doğrudan hareket ettirme işlevini yapan güç, sinirler aracılığıyla organları hareket ettirir. Bu güç kaslara yayılmıştır ve hareketin yakın ilkesidir. Hareketin uzak ilkesi ise tasavvurdur. Tasavvur ve kaslara yayılmış güç arasında vasıta işlevi gören şey ise şevk ve iradedir. Yani insan önce hareketi düşünür, ardından onu arzular, sonra da hareket eder.

9.2 Müdrik güçler

İdrak etme ve algılama işlevini yerine getiren güçlerdir. Bunlar da dış ve iç müdrik güçler olarak ikiye ayrılır.

9.2.1.Dış müdrik güçler

Bizim beş dış duyumuz olup bunlar görme, dokunma, işitme, koklama ve tatmadır. Bu duyuların kendi içinde epeyce bir tartışması vardır; ancak biz bunların belli bir özelliğine işaret edebiliriz. Her bir duyu, bir nesneler grubunu algılar. Göz, renkler ve biçimler gibi görünenleri; kulak, sesleri; dil, tatları; dokunma gücü katılık, sertlik gibi özellikleri ve aynı zamanda cismin kendisini ve boyutları algılar. Klasik dönemin tıp bilimine göre bu algılar, sinirler kanalıyla beynin ön tarafına getirilir.

9.2.2.İç müdrik güçler

Beyinde bulunur. Bunların da sayısı dış müdrik güçler gibi beştir. İlki beynin ön tarafında bulunan hiss-i müşterek (com- mon sense) veya ortak duyudur.

i. Hiss-i müşterek, algıları birleştirme ve sürekliliği sağlama işlevi görür ve gördüğünüz, işittiğiniz ve dokunduğunuz şeyin aynı olduğu bilgisini bu güç sağlar. Hiss-i müştereğiniz olmasaydı bir ses ile o sesin ortaya çıkmasına neden olan eylem arasındaki irtibatı bulamazdınız. Bu durumda işitirdiniz, görürdünüz ancak sesin nereden geldiğini; bu eylemle ilişkisinin ne olduğunu anlayamazdınız. Dolayısıyla hiss-i müşterek (i) algıda sürekliliği sağlar, (ii) algıları tek bir kanalda birleştirir. Bunu bir kabul gibi düşünün. Çeşitli kapılardan gelen algılar bu kapıda birleşir ve hayal gücüne intikal eder.

ii. Hayal gücü, hiss-i müştereğin hemen ardından gelir ve ondan farklı bir güçtür. Çünkü hayal gücünde terkip (sentez) ve tahlil (analiz) işlemleri yapılır. Diğer deyişle hayal gücü kendisine gelen duyumları birleştirme ve ayrıştırma işlemlerine tabi tutar. Bu sayede, dış dünyada bulunanlar üzerinde tasarrufta bulunabilen hayal gücü, dış dünyada birebir bulunmayan suretler üretebilir. Fakat hayal gücünün dışta olmayan bir şeyi idraki imkânsızdır. Bunun altını psikoloji formasyonunuz açısından çizmenizi öneririm. Bu görüşe göre hayal gücü, asla algılanmayan bir şey üzerinde tasarrufta bulunamaz. Dış dünyada birebir bulunmayan şeyler; mesela kafası aslan, gövdesi at, ayaklan tilki, tüyleri ayı, tırnaklan köpek olan bir şeyi üretebilir. Ancak tırnak, baş, gövde ve diğer parçaların her biri dış dünyada vardır. Hayalin tasarrufları bazen oldukça incelebilir ve oluşturduğu bütünlük bazen son derece küçük parçalar veya parçacıklar hâlinde dışta bulunur.

Hayal gücünün bir işlevi daha var ki bu, beyinsel süreçleri radikal bir şekilde dıştaki algılardan ayrıştınr. Hayal gücü bir depodur. Yani algılarla kendisine gelen suretleri hem depolar hem de onlar üzerinde terkip ve tahlil yapar. Bu suretler depolandığı için artık bir şey hayale geldiği zaman onun dış dünyada birebir önümüzde bulunması gerekmez. Buna göre gördüğünüz, işittiğiniz, kokladığınız, tattığınız şeyler artık hayalde depolanmıştır. Artık o şeyler dış dünyada ve dolayısıyla dış güçlerle algılanabilir alanda olmasa da onları aynen du- yumsuyormuş gibi tasarrufta bulunabilirsiniz. Bu ilginç bir özelliktir, zira hayal bir yandan dış duyulardan gelen verilerle beslenir, diğer yandan insana kendi inşa ettiği sanal bir gerçeklik kazandırır. Bu sebeple Erzurumlu İbrahim Hakkı “Hayalini arındırmayan insan kemale eremez.” der. Çünkü duyguları besleyen hayaldir. Dış duyulardan beslendiği için, hayali arındırmak diğer organlarını arındırmakla mümkün olur. Bu bağlamda insanın; gördüğünü, işittiğini, kokladığını ve tattığını arındırması gerekir. Bildiğiniz üzere mistik yöntemlerin esası riyazettir; bunun nedeni de aynıdır. Asıl olan vücudun idrak araçlarının arındırılmasıdır. Dış dünyaya temas arındırılmalıdır ki hayal arınabilsin. Bu nedenle İmam Gazzâlî, “İnsanın en tehlikeli organı ağızdır.” der. Çünkü gıdaları buradan alıyoruz; ondan sonra bedene kan ve kas olarak döndürüyoruz. Bütünüyle gücü kuvveti buradan alıyoruz. Kısaca dış duyular olmadığı zaman hayal beslenmiyor; ne ise o olarak kalıyor.

Hayaldeki tahlil ve terkibi bir öğütücü gibi de düşünebilirsiniz. Örneğin birkaç şeyi alıp öğütücüye koyarak karıştırdığınızda bir yandan koyduğunuz şeyleri ayrıştırırsınız, diğer yandan ayrıştırdığınız şeyleri birleştirirsiniz. Böylece ortaya yeni bir şeyler çıkar. Hayal de buna benzer biçimde ayrıştırma ve birleştirme yapar. Ancak bu işlem özün damıtılması şeklinde değildir. Hayalde yapılan bir karıştırma ve karışımlardan yeni karışımlar üretme işlemidir. Hayal, suretlerinin özüne ulaşamaz. Bunun vehim gücüne ihtiyacı vardır.

iii. Vehim gücü, hayalde depolanan suretleri algılar. Vehim beyindeki kilit güçtür. Bedenden bahsettiğimiz için, bedenle ilgili söylediğimiz her şey hayvanlarda da vardır. Sadece ebatları değişir. Bilirsiniz, kimi hayvanlarda beynin üçte ikisi görmeye ayrılmıştır. Mesela kartal yüzlerce metre yukarıdan yerdeki tavşanı görebilir. Bir filin hortumu insandan 100 kat ya da daha fazla koku alabilir. Çünkü hortumunda yüzlerce alıcı vardır. Farklı hayvanların buna benzer farklı özellikleri vardır. Ancak esas itibarıyla yapılan işlemler aynıdır. Görmek, koklamak, tatmak gibi dış duyular ile beyinsel süreçler aynıdır. Farklılıklar, daha merkezî bir niteliğe sahip olup öne çıkan kuvveler ile ilgilidir. Bu kimilerinde görme, kimilerinde koklama, kimilerinde ise başka bir şeydir. Ancak hepsinde terkip ve tahlil yapan, ardından depolayan bir hayal vardır. Hayalin depoladığı suretleri ise vehim algılamaktadır.

Klasik psikolojiye göre, bedendeki bütün kuvvelerin dayandığı ana kuvvet vehimdir. Bu anlamda vehim için “beden ülkesinin sultanı” tabirini kullanabiliriz. Vehim insan açısından bir tür validir. Zira insanda vehimden daha üst olup onu yöneten bir güç, akıl gücü vardır. Vehim hayvan açısından ise kraldır. Zira hayvanda vehimden üst bir güç yoktur. Çünkü bedenden bağımsız bir nefs yoktur. Bedene yerleşen nefs en fazla vehim gücüne sahip olabilir. Mizaca gelen feyiz ancak bedenden bağımsız olunca akıl ortaya çıkar.

İnceleyin:  Kemal Sayar - Başı Sınuklar İçin Kılavuz ''Notlar'' -2

Vehim algılayan bir güç olmasının yanı sıra yargı veren bir güçtür. Bunun anlamı şudur: Vehim sadece yeni birtakım suretler üretmekle yahut suretlerde birleştirme (sentez) ve ayrıştırma (analiz) işlevlerini görmekle kalmaz, aynı zamanda yargı verir. Bir hayvan kendisi için neyin faydalı, neyin zararlı olduğu sonucuna vehim sayesinde ulaşır. Örneğin bir aslan sürüsü son derece organize bir şekilde bir fil avlayabilir. Avlanma esnasında hangisinin ne zaman ve nerede beklediği bellidir. Yetişmiş aslanlar bunları öğrenebiliyor ve organize olabiliyorlar. Birisi avı kovalayıp pusuda bekleyen aslana doğru sürer. Bu bağlamda hayvanlar, insana benzer eylemler sergileyebiliyorlar. İşte bunu sağlayan vehimdir.

Vehmin çok kritik bir özelliği daha vardır. Analiz ve sentezi, yani terkip ve tahlili, hayalden daha ileri düzeyde yapabilmektedir.

Yine bir hayvan örneği üzerinden gidelim, örneğin hayale aldığınız duyumlarla yeni bir hayvan oluşturdunuz. Bu hayvanın gözleri yılan, kaşları kedi gibi olsun, aslan gibi yelelere sahip olsun, diğer özelliklerinin her birini farklı hayvanlardan alsın. Vehim hayalde ortaya çıkarılan bu varlığa dair duyumları öylesine ayrıntılarına varıncaya kadar parçalar ki, onların bütün bu özelliklerini atıp doğrudan anlamlarına erişebilir. Dolayısıyla vehim aslında; kendilik ne demektir, buna ulaşıyor. İnsanlık ne demektir, buna ulaşıyor. Nefreti biliyor, sevgiyi biliyor, aşkı bi- liyor. Zarar ve fayda algısına sahip olması için bunları yapabilmesi gerekir; zaten başka türlü yapamaz. Bir hayvan, örneğin yırtıcıysa ceylanla sırtlanı ayırt ediyordur. Birini yiyip, diğerine saldırabilmektedir. Yani hayvan da kendisine göre bütün nesneleri taksim etme özelliğine sahiptir. Bunu anlatan bir misal verilir: Karıncaya, “Sen bunca yıldır hayvanlar arasında yaşıyorsun, hayvanları bize bir anlatsan.” demişler. Karınca demiş ki: “Hayvanlar iki gruba ayrılır: Tavuk ve serçe gibi bazı hayvanlar yırtıcıdır; aslan ve kaplan gibi bazı hayvanlar son derece müşfiktirler.” Yani hayvanlar yarar ve zarar algısına ve bunların ara derecelerine sahiptirler.

Anlama ulaşmasına rağmen vehmin bir kusuru vardır. Vehim beyinde bulunduğu için cisimsel bir güçtür. Cisimsel bir güç olduğu için ulaştığı anlamı cisimden tamamen bağımsızlaştırma özelliğine sahip değildir. O nedenle bir erkek aslan dişi aslana aşk şiiri yazamaz. Bir keçi gökyüzüne baktığı zaman büyük bir hayrete düşüp bununla ilgili astronomik araştırmalara giremez. Bu bağlamda vehim; anlamı kendi maddesinden, kendi yapısından tamamen koparıp salt soyut anlam üzerine tefekkür etme özelliğine sahip değildir. Ancak anlama ulaşma ve anlam hakkında yargılarda bulunma özelliğine sahiptir.

iv. Hafıza, vehim gücünün idrak ettiği anlamların deposudur. Zira vehmin depolama özelliği yoktur.

v. Hatıra veya zâkire gücü hatırlama işlevi yapar.İnsan söz konusu olduğunda, bütün bu hareket ve algılama sürecini yöneten insani nefistir. ileride psikolojik sorunları anlamaya çalışırken burası önemli olacak.

10.Duyular ve İnsani Nefs

İnsani neftin duyularla ilişkisini tekrar ifade edelim. Göz gördüğünde, gören nefttir; kulak duyduğunda, işiten nefttir, ten dokunduğunda, dokunan nefttir. Ancak nefs, ten olmayınca dokunamaz; göz olmayınca göremez ve kulak olmayınca işite- mez. Dolayısıyla bu güçlerden biri eksik olursa o gücün idrak ettiği varlık alanı da nefs tarafından bilinmezleşir.

İdrak sürecini aşama aşama incelersek: Beş duyu dış dünyayı algılar, onların duyumları hiss-i müşterekten hayale gelir; nihayet vehim ise cismani anlamı idrak eder. Nefs, vehimde anlam oluştuğunda anlamı bilmeye hazır hâle gelir. Bu teoriye göre kural olarak hiçbir şey bedenden nefse geçmez. Bunun daha genel kuralı aslında şudur: Hiçbir şey cisimden manaya intikal etmez. Bu asla ihmal edilemez bir kuraldır. Bu kurala aykırı bir cümle görürseniz bilin ki iki ihtimal vardır: Ya o cümlenin sahibi ne dediğini bilmiyordur ve dolayısıyla okuduğunuz ciddiye alınır bir metin değildir, ya da filozof meseleyi zihne yaklaştırmak, anlaşılır kılmak için bu şekilde anlatıyordun Çünkü bunlar ihmal edilemez nedensellik kurallarıdır.

Vehimden hiçbir şey nefse geçmemekle birlikte nefs bütün hareket ve idrak sürecini yönettiği için vehimde meydana gelen anlamı saf bir soyutlukla kavrayabilecek hazırlığı elde eder. Böylesi bir hazırlık gerçekleştiğinde, insan nefsinin geldiği metafizik ilkeden -bitkinin, kedinin ve köpeğin nefsinin geldiği aynı metafizik ilkeden- nefse bir feyz gelir. O gelen feyz, vehimde oluşan anlam ne anlamıysa ya da nefs süreci yönetirken ne için hazırlanmış ise onun anlamına dönüşür. Örneğin sandalyeyi araştıracak bir kişinin zihninde timsah sureti oluşmaz, sandalye sureti oluşur. Bunun gibi, araştırılan şey her neyse gelen feyz onun anlamına dönüşür.

Soyutlama kavramının derinliğini kavramak için birkaç örnek verebiliriz. Bir şeyin kendisine özgü suretini bilmek oldukça zorduk; uzun süre çalışmak, onu o şey yapan kurucu unsurları tespit etmek gerekir. Mesela hepimiz mikrofonu tanırız ama mikrofonun ne olduğunu bilmeyiz. Uçağı tanırız ama uçağın ne olduğunu bilmeyiz. Tanıma seviyesinde uçağı, aslında uçan bir merkep olarak bilebiliriz. Arabayı mazotla, benzinle, gazla veya elektrikle çalışan bir merkep olarak biliriz. Buna göre zihnimizde mikrofon, uçak veya araba formu yoktur. Çünkü bizim zihnimiz, arabayla ilgili dış duyumları birleştirme ve soyutlama süreçleri olan hiss-i müşterek, hayal ve vehimden geçirip de araba anlamını vehimde ortaya çıkarıp sonra akılda bu salt soyutluğu kavramış değildir. Bundan dolayı araba yapamıyoruz. Bu yüzden araba yapmak, ileri düzey bir teknoloji bilgisi gerektirmektedir.

Bizim zihnimizde ekseriyetle nesnelerin içinde bulunacağı genel kavramlar vardır. Mesela bizim zihnimizde “binit” kavramı vardır. Bu kavram eşeğe binerseniz ona göre, arabaya binerseniz ona göre, ata binerseniz ona göre, uçağa binerseniz ona göre şekillenir. İnsanlar özel bir uzmanlıkları yoksa bu nesneleri ancak genel olan binit anlamına eklenen özelliklerle düşünebilir, onların formuyla düşünemez.

Nefse gelen feyzin, hazırlığa göre şekillendiğini ve kavrama dönüştüğünü ifade ettik. Doğrudan bu konuşmanın konusu olmasa da bilmenizi istediğim bir nokta daha var: Aslında insan nefsinde kavram ve önerme formunda bilgi de bulunmaz. Aslında nefs, gelen şeyle dönüşür. Bir kayısıyı düşünün: Önce tomurcuklanır, sonra çiçek açar, ardından o çiçekler dökülerek körpecik bir meyve olur. Sonra o körpe meyve, çağlaya dönüşür. Ardından ham meyveye dönüşür. Nihayet yetkin bir kayısı olur. Çağla nereye gitti? Dönüştü. Ya tomurcuk? O da dönüştü. Yani yetkin bir kayısı olduğunda dönüşerek önceki hâlini terk etti. İşte, nefse gelen bilgiyi nefs aynen böyle dönüştürür. Bu nedenle nefste kavram ve önerme bilgisi yoktur gerçekten.
Nefs, önce kuvve hâlinde bilgisiz bir cevher iken idrak sürecinde bilfiil bir akla dönüşür.

Psikoloji ya da tıp kitaplarına baktığınızda nefsteki kavram bilgisinden bahsedilir. Bunun sebebi, nefsin kavram ve önerme formunda bilgiye sahip olmasıdır, kavram ve önermelerin nefste bulunması değil. Bu meseleyi biraz açarak daha anlaşılır hâle getirebiliriz. Biraz önce dedik ki, vehimde olanı akıl tam bir soyutlukla düşünür. Aklın da hayal ve vehimde olduğu gibi terkip ve tahlil İşlemi vardır. Akıl da vehmin idrak ettiği anlamlar arasında birleştirme ve ayrıştırma işlemleri yapar. Mesela akıl, “Sandalye kırmızıdır.” “Sandalye rahattır.” gibi yargılar verebilir. Lâkin akıl, bu anlamları ancak ve ancak vehmin deposu olan hafızada bulur. Hareket, idrak ve soyutlama süreçlerini yöneten akıl, anlamın kendisini temaşa eder ama akıl bir depo değildir. Bu nedenle anlamı alıp kendisinde barındırmaz. Aklın bu manada deposu olan bir kuvve yoktur. Vehmin bir deposu vardır Hafıza. Vehimle idrak edilen anlamlar hafızaya atılır ve vehme lazım oldukça vehim o depodaki anlamları hatırlama gücü yardımıyla temaşa eder. Aklın böyle bir deposu yoktur. Klasik filozoflara göre aklın deposu metafizik ilkedir. Metafizik ilke ise bütünüyle bilfiil olduğundan onda zaten kavram bilgisi bulunmaz. Dolayısıyla aklın anlamlan kavram ve önerme formunda biriktirdiği böyle bir deposu yoktur. Akıl yalnızca bilme özelliğine sahiptir; gelen feyzi alır ve onunla birlikte dönüşür. Bu tıpkı bir çağlanın olgun bir meyveye dönüşmesi gibidir. Bir sonraki aşama bir öncekini içerir ama bu, parça olarak içermek şeklinde değildir. Anlamın anlamla buluşması, anlamın anlamdan çıkması; maddi şeylerden kökten bir şekilde farklılaşacak tarzda parçalanma ve bölünmeye kapalıdır. Şu anda ben size bir şey söyleyince dil yoluyla size bir mana ulaşmaktadır.

Bu durumda benim zihnimdeki eksilmez, hareket etmez ve bölünmez. Dikkat ederseniz mana manadan çıkmaktadır ama kesinlikle eksilme, bölünme vb. bir durum söz konusu değildir.
Bu teorinin realist bir teori olduğunun altını çizelim. Bu F teoriye göre hayalde yaptığımız parçalama ve bölme işlemle- riyle ilgili süreci değirmen örneğine benzetebiliriz. Tarlaya ekilen tohum olgunlaştıktan sonra biçerdöver tarafından biçilir. F Biçerdöver önce buğdayın tanesini başağından ayrıştırır. Bu iş- lemi bölme ve parçalama yoluyla yapar. Böylece buğdayın sapını yere bırakır, tanesini depolar. Buğdayı değirmene götürüp de öğütme makinesine attığınızda makine aynı şekilde bölme  parçalama yoluyla önce buğdayın kabuğunu soyar ve kepeğini ayırır. Buğdayın içerisinde bir sürü katman vardır. Kepeğin ayrılması hayale benzer. Buğdayı biraz daha ayrıntılı tahlil  ettiğinde içte bir katman çıkar, karaya çalan bir una dönüşür. Bunun altında bir katman daha vardır. O ikinci katman diğerine göre biraz beyazdır. Bu katmanı da ayırdığında buğdayın  merkezinde bulunan bir katmana ulaşır. Bu katmandan eldeedilen un, en beyaz ve en berrak olan undur. Suretin duyulardan gelerek hiss-i müşterekten geçip hayalde ve vehimde parçalanması, nihayet hafızada depolanması tıpkı bunun gibidir. Zira teori dışarıda nesneyi görebileceğimizi, dokunabileceğimizi, tadabileceğimizi, nesnenin bir nesne olarak varlığının bizden bağımsız olduğunu, bizim onu algıladığımızı, sonra o nesnede içeriden katmanların bizim tarafımızdan tefrik edildiğini iddia eder.

11.İnsani Nefs ve Psikolojik Sorunlar

Soyutlama sürecinden bir örnekle bu konuyu ele alalım. Bir insan ferdini gördüm diyelim. İsmi Ahmet olsun. Ahmet’i algıladım ve duyumlarımı hiss-i müştereğe getirdim. Hiss-i müşterek Ahmet’te ilgili özellikleri hayale aktardı. Sonra hayal Ahmet’in birtakım özelliklerini atarak soyutlamanın birinci aşamasını başlatır, tıpkı bir meyvenin kabuğunu soymak gibi Ahmet’in kişisel özelliklerini soymaya başlar. Hayal, “gözü şöyle” ve “kaşı böyle” gibi sıralanabilecek özelliklerini ayrıştırır. Bu işlem aslında o özelliklerin hangi ana özellikten kaynaklandığını
bulma işlemidir. Ayrıştırma, hangi özelliğin hangi ana özellikten türediğini ortaya çıkarma işlemidir ve aslında geriye doğru giden bir süreçtir. Sonra hayalde oluşan suretler vehim tarafından algılanır ve vehim, ayrıştırma ve birleştirme işlemlerini iyice ayrıntılandırır. Vehme gelen şey, artık Ahmet değildir; duyularla algılanan pek çok insan ferdine nispet edilebilir bir insan anlamıdır. Zira vehim Ahmet’te somutlaşan durumları geriye doğru götürerek “canlı” ve “düşünen” kavramlarına ulaşır. İnsandaki bütün özellikler ya düşünenden ya da canlıdan gelir. Bu sebeple vehim sayesinde geriye doğru giderek “düşünen” ve “canlı” kavramlarına ulaşmış olurum. Sonra “düşünen canlı” anlamını hafızamda depolarım. Bütün bunları yapan “ben” diye işaret ettiğim nefsim olduğunda, vehimde “düşünen canlı” belirginleştiğinde nefsim yani aklım, düşünen canlıyı  artık bütün cismani tahakkuklarından bağımsızlaştırarak kavramaya hazırlanır. İşte bu hazırlıkla bana Faal Akıl adını verdiğimiz metafizik ilkeden bir varlık feyzi gelir. Ben, bu varlık feyzini düşünen canlı olarak özelleştiririm ve artık olmuş, olan ve E olabilecek bütün insan fertlerine nispet edebildiğim bir insanlık kavrayışına ulaşırım. Buna imkân veren şey, nefsin veya aklın kendisinin cisim olmamasıdır. Fakat akıl, bu düşünen canlı anlamını ancak ve ancak hafızada bulunan düşünen canlı anlamım temaşa ettiği zaman bir kavram olarak kavrar ve onun hakkında tasdikler oluşturur. Bu nedenle insan, hafızasını kaybettiği zaman benliği hakikatte kaybolmasa da kayboluyor gibi görünür, insanın hayaline zarar verdiğiniz zaman, benliğine zarar vermiş görünürsünüz. Çünkü nefsin bedenle ilişkisine zarar verdiğinizden bilgilerini kavram ve önerme formunda temaşa etmesini engellersiniz. Fakat kesinlikle nefse zarar veremezsiniz. İnsanın vehminde bir arıza olursa vehim yargı veren güç olduğu için kendisine pek çok kimlik nispet edebilir. Zira kendisini belirli bir birey olarak kavramasını mümkün kılan araçtan tahrip etmişsinizdir.

Vehim gücünün bir özelliği vardır: Vehim akla perde olup aklın önüne geçebilir. Bu görüşü savunan filozoflara göre, mesela insanın var olan her şeyin cisim olduğunu düşünmesi vehmin bir yargısıdır. Vehmin bu yargısı aklı veya nefsi de etkiler. Akıl da var olan şeylerin cisim olduğunu düşünmeye başlar. İnsana kimliğini kazandıran, ona “ben” diye işaret etmesini sağlayan şey gerçekte nefstir. Fakat nefs bedene ilişkin verileri vehim, hayal ve hafızadan aldığı için bunların durumu, nefsin bedenle ilişkisini etkiler. Vehmin yanıltıcı etkilerinden dolayı insanda kimlik bölünmesi ortaya çıkabilir. Yahut insana bir ilaç verirsiniz ve bu ilaç vücuttaki sıvı dengesini bozar. Böylece karışımlardan birini çok arttırmış olursunuz ve insan halüsinas- yon görmeye, kendini başka bilileri olarak zannetmeye başlar ve böylece bir nevi kimlik bölünmesi yaşar. Bu durumların tamamı, klasik nefs teorisine göre vehmin ve hayalin bozulmasından kaynaklanır. Nefsin kendisinde herhangi bir bozulma imkânsızdır. Nefs bunları, sağlam olduğu takdirde kullanabilir. Bunlar sağlam değillerse, nefs tamamen bilgisiz görünür. Mesela hafızayı sildiğinizde nefs hiçbir şey hatırlamayabilir. Hâlbuki nefs bir çağlanın olgun meyve olması gibi dönüşmüş değil miydi? Dönüşmüştü fakat nefs akliler âlemindendir ve dolayısıyla bu dünyadan değildir. Bu bakımdan bu dünyada nefsin akliler âleminde sahip olduğu içeriği temsil eden veya onunla irtibat kuran bir anlam veya suret olmadığı sürece nefs bunları bilemez.

Ed:Taha Burak Toprak -İslam Düşüncesinde Psikoloji ve Psikoterapi,syf:67-89

Muhammed Ali

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir