Bir dizi… Bir diyalog…
– İnsanın kökünde karanlık var diye bakmak… İnsan kötü doğar. Bugün psikolojinin baktığı nokta burası değil mi?
– Evet insan iyiyi yaşayarak öğrenir diye genel bir kanı var, doğru.
– Psikiyatrinin Hristiyanlığın yaygın olduğu yerlerde gelişmesinden dolayı…
– Nasıl?
– Çünkü onlar kökene günahı yerleştiriyor. Tüm insanlar günahkardır ve Hz. İsa onlar için bir bedel ödemiştir.
– Etkili olmuştur bu inanç, evet.
– Eğer insanlar köken olarak bu kadar karanlık ise down sendromlu insanlar neden bu kadar iyiler, sevgi dolular? Ben de size bir meslek sırrı vereyim o zaman: Dini olan asla geçmişle ilgilenmez. Alman yaralarla, yaşanan travmalarla… Kuranı okuduğunuzda da sünnete baktığınızda da görürsünüz bunu. İnsanı iyi sayar. Onu iyiliğe yönlendirir.
– Evet, iyilik ve kötülük… Orası büyük bir bataklık… Kime göre neye göre… Yani asıl mesele de bu. İnsanlar arızalanın tedavi etmiyorlar. Geçmişte yaptıkları hataları sürekli tekrarlıyorlar.
– Anzalarına takıldıkları için… Ayrıca arıza hiç bitmez ki.. • insanı biricik yapan travmalarıdır bir görüşe göre…
– Doğru, travmaları kabul ediyoruz. Ama taravmalarla yüzleşmek, barışmak, o tavmalara başka açılardan bakmak… Mesela Hz. Musa’nm Firavunun sarayında yetişmiş olması veya Hz. Yusuf’un ahileri tarafindan kuyuya atılmış olması, onların karakter gelişiminde bir etken olmamış mıdır?
– Etkilemişse bile din bununla ilgilenmez. Aynen Hz. Musa veya Hz. Yusuf’un ilgilenmediği gibi. Onlar bu travmalardan sıyrılmanın yolunu Allah’ta buldukları için peygamber olabildiler. Övülen budur, aksiyorun, hareket…
– Nasıl?
– Aşağıdaki uyuşturucu bağımlısı çocuğu da diğerlerini de iyileştirememenizin tek sebebi bu. Geçmişe takılıp kalmanız. Geçmişte bakılacak bir şey yok.
– Öyle mi? Ama tevbe de geçmişe dair bir eylem değil midir?
– Tevbe tam tersine geçmişi geride bırakmaya yönelik bir eylemdir. İslam, bu şekilde günahla hesaplaşmayı bile yadsır. Günah işlenmiştir, olan olmuş, biten bitmiştir. Bundan sonra ne yapacağın önemlidir der Allah.
Böyle devam eder gider.
İnsanın bir doğası var mıdır; eğer varsa bu doğa nedir? Felsefe tarihinin en eski tartışmalarından birisi olan “insan doğası” problemi, bugün bile ilgi çekicidir. Öncelikle “insan doğası” ifadesi, insanın doğuştan getirdiği kimi özellikler varsaymaktadır. Bu düşünce metafizik temele dayanan, genellikle dinî argümanlar için temel oluşturan bir anlayıştan ileri gelir. İnsan, eğer bir Tanrı tarafından tasarlanmış ve yaratılmış ise, Tanrı’nın bu tasarımına; her örneği için (yani her bir insan teki için) eklemiş olduğu temel niteliklerden bahsedebilir duruma geliriz. İlk çerçevede bu görüşü kabul edecek olursak, önümüze başka bir soru çıkmaktadır: Temel nitelikleri varsayılan “insan doğası”nda, bahsi geçen temel nitelik ya da nitelikler nelerdir? Felsefe tarihi içerisinde bu soruya verilmiş oldukça fazla cevap vardır: “İnsan, doğası gereği iyidir,” “İnsan, doğası gereği kötüdür,” “İnsan, doğası gereği bencildir” ya da “İnsan, doğası gereği ahlaklıdır,” bahsi geçen cevapların bazılarıdır. Fakat bu cevapların arasında Thomas Hobbes (1588-1679)’un ve Jean-Jacques Rousseau (1712-1778)’nun özel bir yeri vardır. “Doğa durumu” üzerine en incelikli ve en detaylı araştırmalar bu iki filozof tarafından yapılmış görünür.
İlk olarak Hobbes’a bakacak olursak; insan doğası, üç temel kavga-çekişme üzerinde şekillenmiştir ve bunlar “rekabet, güvensizlik ve şan, şeref kazanma isteğidir” (Hobbes, Leviathan, ss.94). İnsan doğasında var olan bu itkiler insanın varlığını idamesi olarak görülür ve sürekli bir çekişmeye iter. Bu düşünce Hobbes’u ünlü “Homo Homini Lupus” (İnsan İnsanın Kurdudur) deyişine götürecektir. Hobbes felsefesinde insan doğuştan kötücül tasarlanmıştır. Ona göre insanlar, sürekli olarak birbiriyle çekişen, birbirini kemiren, birbirini yeyip bitiren varlıklardır. Hobbes için insan doğuşta neyse, şimdi de odur. Fakat Rousseau’nun bu noktada Hobbes’a itirazı vardır: Rousseau’ya göre insanın ilkel durumu ve şimdiki durumu arasında fark belirmiştir. İlkel durumda, insan iyi ve eşitken, daha sonra kötücülleşmiş ve eşitlik bozulmuştur. Rousseau’ya göre ilkel durumda insan doğasının iki temel niteliği, “varlığını korumak” ve “başkasıyla duygudaşlık kurmak, ona acımak”tır. Fakat zamanla bu iki doğal ilke “bozulma”ya maruz kalarak doğal olmayan bir duruma evrilmiştir.
Hobbes ve Rousseau dışında da birçok filozof (örneğin Platon, John Locke ya da Immanuel Kant gibi) “insan doğasının temel niteliklerine ilişkin” söylemler geliştirmiştir. Fakat “insan doğasının temel nitelikleri” sorunu, başta da belirtildiği gibi ilk varsayımdan (yani insanın doğuştan getirdiği nitelikler olduğu varsayımından” hareketle oluşmuştur. Özellikle on dokuzuncu yüzyıl sonrası felsefede, varoluşçuluk ve benzeri akımlarda, “insan doğası” tümüyle reddedilir. Çünkü varoluşçu temel ilkeye göre, varoluş özü öncelemektedir. Bunun anlamı ise kabaca şudur: İnsan öncelikle varolur, varolan bu insanın önceden belirlenmiş, tasarlanmış bir doğası yoktur, insan varolduktan sonra özünü ya da doğasını kendisi belirler. Jean-Paul Sartre’ın deyişiyle “insan ilk önce varolur, ortaya çıkar, sahnede görünür ve ancak ondan sonra kendisini tanımlar” (Kolektif, Felsefe Kitabı, ss. 270) ve de “insan, kendisini oluşturduğundan başka bir şey değildir” (Sartre, Varoluşçuluk Bir İnsancıllıktır, 1946 tarihli konferans metninden). Sartre gibi birçok varoluşçu filozofa göre (örneğin Martin Heidegger ya da Albert Camus’ye göre) insan, “dünyaya fırlatılmış” bir varlıktır. Bu ifade, insanın doğalda çırılçıplak (bütün niteliklerden uzak) olduğuna gönderme yapar. İnsanın belirlenmiş bir doğası ve doğası gereği varoluşunda barındırdığı temel nitelikler yoktur. Kendisinde şu an bulundurduğu tüm nitelikler “kazanılmış”, sonradan edilmiş, insanın kendisini oluşturma sürecinde kendisine eklediği niteliklerdir. Bu kazanılmış nitelikler de doğuştan olmamakla beraber, insanın şu anki doğasını oluşturur.(https://dusunbil.com/*nsan-dogasi-uzerine-insan-dogustan-i- yi-ya-da-kotu-olabilir-mi/&ved=)
Görüldüğü gibi insan doğası üzerine belirli birkaç görüş ortaya çıkmıştır. Buna göre insan doğası kötüdür diyenler olduğu gibi iyidir diyenler de vardır. Bu iki görüş insan doğası diye bir şeyin olduğunu kabul ediyor. Yani insan boş bir levha değil, onun belirli bir doğası vardır. Bir görüş de sonraki dönemde ortaya çıkmıştır. Buna göre insan doğası diye bir şey yoktur. İnsan kendini oluşturur, kendine doğa edinir.
Peki İslam’a göre durum nedir? İnsanın bir doğası var mıdır? Varsa o doğarım nitelikleri nelerdir? Bu konuyu bazı ayet ve hadisler eşliğinde anlamaya çalışalım:
1.“Biz emaneti göklere, yere ve dağlara arz ettik. Hepsi de onu yüklenmekten kaçındılar ve ondan korktular. İnsan ise onu yüklendi. Gerçekten insan çok zalim, çok cahildir.” (Ahzâb, 72)
Bu ayette bizi ilgilendiren yön şurasıdır: İnsan emaneti yüklenmiştir. Emanetin ne olduğu ayrı bir konudur, ancak burada onun akıl, irade, insanı hayvandan ayıran ahlakî vasıflar olduğunu söylemekle yetinelim. Emanet insan tabiatının olumlu tarafıdır. Diğer taraftan aynı insan çok zalim ve çok cahildir. Yani insanın emanete hakkıyla sahip çıkamaması söz konusudur. Bu da insanın tabiatının olumsuz tarafıdır.
2.“Ona kötülüğü ve iyiliği ilham etti ki, nefsini arındıran elbette kurtuluşa ermiştir. Onu kötülüklere boğan da ziyan etmiştir.”
Bu ayetteki “fücur” her türlü kötülüğü, günah ve sapmayı; âyette fücûrun karşıtı olarak kullanılan “takvâ” ise burada doğruluk, iyilik ve hak yolda kararlılığı ifade eder. Aynı âyetteki el- heme fiilinin masdarı olan ilham, bu bağlamda fücûr ve takvâ kelimeleriyle birlikte değerlendirildiğinde, “Allah Teâlâ’nın insanın fıtratına doğru ve yanlışı, iyilik ve kötülüğü, günah ve sevabı bilme, tanıma, ayırt etme, birini veya diğerini seçip yapma gücü ve özgürlüğü yerleştirmesi”; dolayısıyla “insanın her türlü deney ve öğrenimden önce, apriorik olarak bu yeteneklerle donanmış bulunması” şeklinde açıklanabilir. Böylece Kur’ariın insan anlayışının bir özeti sayılabilecek olan 7-8. âyetler, insanın ahlâkî bakımdan çift kutuplu bir varlık olduğunu, iyilik veya kötülük yollarından dilediğini seçebilecek bir tabiatta yaratıldığını ve onun kurtuluş veya mahvoluşunun bu seçime bağlı bulunduğunu göstermektedir. (Kur’an Yolu Tefsiri, V, 629-630)
3.“Hani Rabbin meleklere, ‘Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım’ demişti. Onlar, ‘Biz seni övgü ile teşbih ederken ve senin kutsallığını dile getirip dururken orada fesat çıkaracak ve kan dökecek birini mi yaratacaksın?’ dediler. Allah ‘Şüphe yok ki, ben sizin bilmediklerinizi bilirim’ buyurdu.” (Bakara, 30)
insandan önce kan dökenlerin kim olduğu burada detay bir konudur, üzerinde durmuyoruz. Bu ayette bizi ilgilendiren taraf şurasıdır: İnsanın kan dökmeye meyilli bir tabiatı vardır. Bu insanın olumsuz yanıdır. Ancak meleklerin bilmeyip Allah’ın bildiği bir başka tabiatı daha vardır: O da iyiliğe meyilli olan tabiatıdır. Bu onun olumlu yanıdır.
4.“Her doğan fıtrat üzere doğar. Sonra anne-babası onu Yahudi, Hıristiyan veya Mecusi yapar.” (Buharî, Tefsir, (Rüm) 2; Müslim, Kader, 22; Ebu Davud, Sünnet, 4246)
Bu hadis konumuz açısından oldukça önemlidir. Burada görüldüğü gibi insan fıtratına vurgu vardır. İnsan belirli bir fıtrat üzere yaratılmıştır. Bu fıtrat iyidir. Bu fıtratı sonradan ancak çevresi bozabilir. İlk haliyle fıtratın kötülüğe meyletmesi düşünülemez. Bu hadiste insanın yaratılış itibarıyla Allah’ı tanımaya meyilli, dosdoğru din olan İslâm’ı kabul etmeye aşina bir hâlde yaratıldığına işaret etmektedir. Evet, bir çocuğun fitratı dışarıdan müdahalelerle veya suiistimallerle bozulmadığı sürece, o kişi Allah’ı bulmaya, O’na ibadet etmeye meyilli yaratıldığı için hak din olan İslâm’ı kabullenecektir.
İnsanın yaratılışında iman etme kabiliyeti vardır. Zira insan basit bir masanm bile kendi kendine yapılıp çatılamayacağını bilecek güçtedir. Putperestler bile kendilerini birinin yarattığını bilmişler, ama onu doğru tanıyamamışlar ve tabiatlarındaki ibadet etme ihtiyaçlarını yanlış olarak cansız cisimlerle tatmin etmeye çalışmışlardır.
Hiçbir insanın gıybet edilmekten hoşlanmaması, insan yaratıtışının gıybeti reddetmesi demektir.
Yalan söylemenin zorluğu, doğru söylemenin , ise rahatlığı, yalanın yasak, doğrunun sevap olduğuna fıtratın şehadetidir.
Kıskanma duygusunun insanın yaratılışına konulması da namus mefhumunun fıtrî olduğunu ders verir bize.
Borç para istediğimiz bir dostumuzun, alacağım fazlasıyla geri istemesinden rahatsız olmamız, faizin haram oluşuna fıtratın şehadetidir.
“Zorbalık, sertlik, kabalık ve tahakküm”, fıtratın reddettiği, nefsin ise en çok hoşlandığı zararlı hallerdir. Bunlarla birisini korkutabilir ve emrimizde çalıştırabilir; ama kalbini asla kazanamaz, muhabbet ve hürmetini asla celp edemeyiz.
Nefsin en sevdiği, kalbin ise en çok nefret ettiği bir kötü huy var: Kibir. İnsan fıtratı, kibirli olanlardan hoşlanmaz, mü- tevazi olanlara ise hürmet ve muhabbet besler.
Bir anket düzenleyelim ve binlerce soru soralım- Cevap- ları sadece “Evet” veya “Hayır” şeklinde olsun. Meselâ, “Yalan iyi midir. Doğruluk iyi midir? Gıybet iyi midir? İftira iyi midir? Kibir iyi midir? Tevazu iyi midir? Hırsızlık iyi midir?” gibi.
Salim düşünme yeteneğini, sefahatle, içkiyle, uyuşturucuyla kaybetmeyen, yahut menfî bir ideoloji namına beyinleri yıkanmayan bütün insanların, bu sorulara vereceği cevaplar, İslam’ın emir ve yasaklarıyla yüzde yüz uygunluk gösterir. Demek ki, İslâm dini insan fıtratına uygundur. Zira bu din bizi yaratanın bizim için seçtiği dindir.
Görüldüğü gibi fıtrat iyidir. Peki bu hadisle “insana iyilik ve kötülüğün ilham edildiğini ve yüklendiğini beyan eden ayet arasında bir çelişki var mıdır? Hadis fıtrat tertemiz, iyidir derken; ayet fıtratta iyilik ve kötülüğün beraber bulunduğunu ifade etmektedir. Hadis ve ayet arasında çelişki yoktur. Zira hadis fıtratın, sonradan müdahaleler olmadığı müddetçe hep iyi kalacağını söyler. Bu durum, bu şekliyle hep iyi kalacak olan fıtratta kötülüğün yüklü olmadığını göstermez. Kötülüğe kabiliyet vardır, ama kötülüğe meyli gerektirecek dış etkenler yoktur. Dış etkenler olmadığında kötülük tabir-i caizse pasif haldedir. Ama fıtrattaki iyilik bu çevresel etkiler olmadığı müddetçe aktif haldedir ve fıtrat hep iyiliğe meyyaldir, işte ayet pasif kötülüğün ve aktif iyiliğin birlikte insana kodlandığını haber vermektedir. Bu, yanardağın içindeki alevler gibidir. Alevler henüz ortaya çıkmamışdır. İnsandaki bu yazılım, iyiliğe de kötülüğü de meyyaldir. İnsan bunları iradesiyle tercih yapmak suretiyle aktif hale getirecektir. Ayet bunu anlatır. Hadisin anllattığı şey İse çevresel faktörler olmadığı müddetçe insanın hep iyiliği arzu edeceği ve iyiye yöneleceğidir. Ayetin ifade ettiği durum, fıtratta iyilik ve kötülüğün bir yetenek olarak, bir tabiat olarak bulunduğudur. Hadisin ifade ettiği durum ise çevresel şartların etkilememesi halinde insanda iyiliğin baskın geleceği ve insanın onu ortaya çıkaracağıdır.
Sonuç olarak şunları söyleyebiliriz:
- İnsan doğası vardır.
- İnsan doğasında iyilik ve kötülük yapma yeteneği birlikte bulunmaktadır. Bir şeye kabiliyetli olmak ile o şeyi yapmak aynı değildir.
- İyilik ve kötülüğü ortaya çıkaracak şey akim gelişmesi sonucu iradenin devreye girmesidir. İradenin devreye girmesiyle ahlakî bir varlık ortaya çıkar.
- İnsan doğası, çevresel şartların etkilemesi olmadığı müddetçe hep iyiliği arzular, iyiliğe meyleder.
- Çevresel şartların etkilemesi ile İnsan kötülüğe yatkın hale gelebilir. Bu ise öğrenme ve şartlanma ile ilgili bir durumdur.
- Başta şeytan olmak üzere çevresel etkilerin varlığı bir imtihandır. Allah’ın muradıdır. İyiliğin ortaya çıkması, bunların varlığına bağlı kılınmıştır.
İnsan doğası ayrı bir şey, insan ahlakı ayrı bir şeydir. Adı üstünde doğanın ahlakla bir açıdan ilişkisi var; bir açıdan yoktur. Doğada huylar nötr haldedir. Tabii huylar insan hayatını etkilemektedir. Huylar insanın karakterini oluşturmaktadır, Akil-ba- liğ olan insan, tercihiyle onları ahlaka dönüştürebılmektedir. Ahlak bu doğa üzerinde inşa edilmektedir. Örneğin insanda verme huyu vardır. Ama akıl-baliğ olmadan bu huy amaçsızdır. Akıl-baliğ olunca bir amaca yönelik olmak durumundadır. İnsanda hiçbir huy olmazsa ahlak da ortaya çıkmaz. Doğanın ahlakla ilişkili olmayan yanı ise doğanın zorunlu, ahlakın tercih işi olması, bir amaca yönelik yapılmasıdır. Bu amacın en büyüğü ise Allah’tır, Onun rızasıdır. Diğer amaçlar buna mani değildir. Bir insan hem Hakka kulluk hem de halka hizmet amaç ve niyetiyle bir takım işler yapabilir. Bunlar birbirini dışlamaz. Sadece halka hizmet olursa bu da ahlak olur ama nihayetinde kusurlu özellikler taşır.
Yavuz Köktaş – Akademik Sohbetler 3, syf:140-147
0 Yorumlar