Önkabuller: Ehl-i sünnet, mutezile, şia, modernizm

ehlisunnet-mezhepleri Önkabuller: Ehl-i sünnet, mutezile, şia, modernizm

Hemen hatırlatmam gerekir: Önkabuller derken kastımız ehl-i sünnet, mutezile veya şianın kendisi değildir. Bunlar tüzel kişilik veya devlet gibidir. Devlet soyut bir kavramdır. Ancak devleti temsil edenlerin görüşleri vardır. Devleti tem­sil edenlerin yaklaşım ve bakışları devleti yönlendirir. Yer yer yeni konseptler de ortaya çıkabilir. Ama devletin en temel bakış açısı bellidir. O devleti devlet yapan da o milleti millet ya­pan da o en temel değerlerdir. İşte mezhepler de böyle bir şey­dir. Ehl-i sünnet bu manada devlet gibidir. Ehl-i sünnet, ona mensup olan alimlerin yaklaşımıyla temsil edilir. Bu alimler zaman zaman veya dönem dönem kendi rengini ehl-i sünnete verebilir veya ehl-i sünneti yönlendirebilir. Ama ehl-i sünneti ehl-i sünnet yapan ana bakışaçısı/paradigma değişmez.

De­mek ki, kısaca mümessil alimlerin ortak bakış ve yaklaşımına ehl-i sünnet veya şia diyoruz. O zaman önkabul bu alimlerin metne/olguya yaklaşırken esas aldığı metod, ilke ve kaideler­dir. Bunların temel olanları da fiıru kabilinden olanları da söz konusudur. Diğer bir ifadeyle külli kaideler de cüz’î kaideler de önkabulleri oluşturabilir. Bu durumda bir kişi “kendisinin ehl-i sünnet veya şiaya göre metne yaklaştığını” söylese bun­dan “ehl-i sünnetin veya şianın önkabullerine, ilke ve kaidele­rine göre metne yaklaştığını kastettiği anlaşılmalıdır. Bu önka­bul, ilke ve kaidelerin toplamına “usul” demek de mümkündür.

Bu akaid alanında olunca “usulu’d-din”; fıkıh alanında olunca “usulu’l fıkh” adını alır.

Burada bir başka hususa daha dikkat çekmem gerekir: Ehl-i sünnet veya şianın önkabullerinden bahsetmek bunların yek­nesak olduğu anlamına gelmez. Kendi içlerinde farklı önkabul ve ilkelerin olması, tabiri caizse alt başlık olarak başka önkabullerin benimsenmesi mümkündür. Yani üst ve alt önkabuller vardır. Hatta şöyle de diyebiliriz: Bir hristiyan veya ateiste karşı müslümanın önkabulleri vardır, olmalıdır. Bu, en üst te­mel önkabulleri oluşturur. Ehl-i sünnet ve diğer fırkalar ara­sında ayrışma olduğu bir gerçektir. Müslüman burada İslam’ı en iyi temsil ettiğine inandığı önkabulleri benimser ve haya­tını ona göre şekillendirir. Burada mesela ehl-i sünnet üst ön- kabuldur. Her fırkanın kendi içinde farklı bakışaçıları olabi­lir. Ve bu bakış, farklı ekolleri kendi içinden doğurur. Ehl-i sünnet içinde Hanefîlik veya Şafiilik bu tür bir ekolleşmedir. Her ekolun içinde o ekole zenginlik katan veya açılım sağla­yan alimler de olabilir. Hanefilikte Ebu Yusuf ve Muhammed böyledir. Eşarilikte Bakıllanî, Gazzalî, Razî de böyledir. Gö­rüldüğü gibi Hanefilerin ve Şafiilerin farklı önkabulleri ola­bilir.

Dahası Hanefiler veya Şafiiler içinde nüans farkı dahi olsa yine farklı bir takım önkabullerin olması mümkündür. Ancak bu önkabullerin varlığı onları Hanefî ve Şafii olmak­tan çıkarmamaktadır. Aynı şekilde Hanefî veya Şafii’nin alt başlık anlamında farklı önkabulleri olması onları ehl-i sün­net olmaktan da çıkarmamaktadır. Demek ki, ehl-i sünnet olmanın vazgeçilmez önkabulleri vardır. Nasıl ki, müslüman olmanın vazgeçilmez önkabulleri vardır; şia, rafızî, mutezile, hariciler, mürcie, ismailî, kadiyanî vs. söz konusu olduğunda bunlara karşı ehl-i sünnetin de vazgeçilmez önkabulleri var­dır. Tabii diğerlerinin de kendilerine mahsus önkabulleri bu­lunmaktadır. Zaten bütün mesele de budur. Biz onların ön- kabullerinin meşruiyetini sorguluyoruz. Varsın onlar da bizi sorgulasın! Biz onlara bidat diyoruz. Varsın onlar da bizim düşüncemize bid’at desin! Ki, denilebilmelidir. Maşerî vicdan kimin bid’at olduğuna karar verecektir. İşte ehl-i sünnetin te­mel önkabullerine bağlı olduktan sonra zannî konularda farklı önkabul, ilke ve kaideleri benimsemek mümkündür. Maturidî ve Eş’ari yi; onlara bağlı olan alimleri de böyle düşünmek mümkündür. Bu alimler yer yer ihtilaf etmiştir, hatta kendi imamlarından bazı konularda farklı düşünmüşlerdir. Ama bu farklılık zaten ihtilafın carî olduğu konularda söz konusudur.

Bununla beraber önkabulleri değiştirmek mümkün değil midir? Elbette mümkündür. Bunlar sonuçta vahyin kendisi de­ğildir. Nitekim tarihte bir vakıadır ki, alimlerden Hanefî iken Şafii; Şafii iken Hanefiliğe dönenler vardır. Bunlar metni an­larken ortak kabullere sahiptir. Onları ehl-i sünnet yapan da bu ortak bakıştır. Şunu ifade edelim ki, bu tür önkabul değiş­tirmeleri sık rastlanan bir olay değildir. Hele üst önkabullerin değiştirilmesi, yani ehl-i sünnetin şia, şianın ehl-i sünnet olması nerdeyse görülmeyen bir hadisedir. Zira bunun değiş­mesi hem itikadî hem de sosyolojik açıdan oldukça zordur. Bu dediklerimiz her türlü önkabulun meşru olduğu anlamına gel­mez, aşağıda buna temas edeceğiz. Demek ki, önkabullerin değiştirilmesi mümkündür. Artık alim önceki önkabulunu de­ğiştirmiş, yeni bir önkabul benimsemiştir. Hatta şunu da diye­biliriz: Üst akımları zikretmeksizin her bir alimin tek başına kendi önkabul, ilke ve kaidelerini benimsemesi de mümkün­dür, Önemli olan metne yaklaşırken bunları belirleyebilmek ve ona göre düşünebilmektir.

Evet, bu dediğimiz teorik ola­rak mümkündür. Ama vakıaya bakıldığında alim sayısınca ön- kabullerin olmadığı görülür, önkabuller beş on taneyi hadi yirmi taneyi geçmez. Alimler ise bu önkabuller etrafında kü­meleşir ve metne öyle bakarlar. Fizik bilimlerinde de böyledir. işte Newton veya Eınştain’ı vs. düşünelim. Bunların kuramları çerçevesinde oluşan önkabuller vardır. Fizik alimleri sayısınca önkabuller (paradigma) olmaz. Burada önkabuller daha azdır muhtemelen. Belki üç veya beş tane önkabul etrafında bilim adamları kümeleşir ve faaliyette bulunur.

Bu meselenin biraz daha üzerinde durmamız gerekir: Biz Kur’an’ı anlamaya çalışırken ona yalın bir şekilde yaklaşabili­yor muyuz? Yani “Allah şöyle buyurdu” dediğimiz zaman biz gerçekten Allah’ın muradını mı tespit etmiş oluyoruz yoksa bizim o buyruktan anladığımızı mı belirtmiş oluyoruz? Tüm dış ve iç şartlardan soyutlanmış olarak Kur’an’ı anlamak müm­kün müdür? Mesela zihnimizde herhangi bir önkabul olmadan Kur’an’ı anlamak mümkün müdür? Önkabulun bir metod, bir sistem, bir kaideler bütünü olduğunu yukarıda ifade etmiştik. Bir metod ve sistem olmaksızın Kur ’an’ı anlarım diyebilir mi­yiz? “Kur’an apaçıktır” mealindeki ayetler hiçbir metod ve tef­sire ihtiyaç bırakmaksızın Kur’an’ın anlaşılabileceğini gösterir mi?

Hemen bu noktada üç hususa dikkat çekmek istiyorum:

1.“Kur’an apaçıktır, herkes onu anlar” söylemi ucuz bir söylemdir. Bir kere Kur’an’ın apaçıklığına dair ayetlerin hepsi Arap diline vurgu bağlamında gelmektedir. Demek ki, Arapça bilmeden Kur’an’ı anlamak mümkün değildir. Arap diline vur­gunun sebebi, ilk muhatapların “bu Kur’an’ı anlamıyoruz şek­lindeki bahanelerinin önüne geçmektir. Bu anlamda Kur’anın apaçıklığı ilk muhataplarla ilgilidir. Kafır-müslüman ilk muha­tapların Kur’an’ı anlamaması diye bir şey düşünülemez. Hepsi Allah’ın ne dedediğini, ne demek istediğini pekala anlıyorlardı. İman eden neye iman ettiğini, inkar eden neyi inkar ettiğini gayet iyi biliyordu. İlk muhataplar hem Araptı hem de nuzule şahit oluyorlardı. Yani ayetlerin nazil olduğu bağlamın bizzat içindeydiler.

Bu durumda onlar için ayetler apaçıktır ve onla­rın Kur’an’ı anlayamaması diye bir durum söz konusu değildir. Ama zamanla vahyin nuzul dönemi ile sonraki nesiller arasındaki makas veya mesafe giderek açılmıştır. Arap dilinden ve vahyin nazil olduğu bağlamdan uzaklaşmıştır. Bu arada müslümanlar yeni kültürlerle tanışmış, siyasî tartışmalar ya­şanmıştır. Yeni ihtiyaçlar ortaya çıkmış, bu çerçevede fıkhî ve kelamı tartışmalar zuhur etmiştir. Bunları dikkate alan alim­ler garibu’l-Kur’an’lar, müşkilu’l Kur’anlar ve tefsirler yazmaya başlamıştır, İlk muhataplar için garibu’l-Kur’an veya tefsirlere ihtiyaç yoktu, ama dolaylı muhataplar İçin bu ihtiyaç zorunlu olarak ortaya çıkmıştır. Bu ortaya çıkan literatüre bakmadan Kur’an’ı anlamak zor hale gelmiştir.

2.Önkabul ile önyargıyı ayırtetmek gerekir. Dinî veya her­hangi bir metni anlamak için önkabuller gereklidir. Her bir mesele ele alınırken fakih, filozof, kelamcı veya bilim adamı­nın muhakkak önkabulleri vardır ve olmalıdır. Önkabul, ya­dsınacak bir şey değildir, olması gerekendir. Zira insan ön­kabuller olmadan anlama faaliyetinde bulunamaz. Onun için Kur’an’ı anlamak bir tefsir, yani yorum işidir. Tefsir olmadan Kur’an hakkında konuşamayız. Önkabuller olmadan da tef­sir yapamayız. Mesela en basit ifadesiyle rivayet yoluyla veya dirayet yoluyla tefsir etmek birer önkabuldur. Bu bilim ala­nında da böyledir. Bilim adamları bir önkabulle faaliyetlerini yaparlar. Burada önkabul yerine “paradigma” kavramını kul­lanmak da mümkündür. Bir bilim topluluğunun olaylara ba­kışında muhakkak bir paradigması vardır. Bilim adamları bu paradigmalar etrafında kümelenir ve o paradigmayla mesele­lere bakar. Bu paradigmalar bilim adamı sayısınca olmaz. Bir dönemde en fazla üç beş paradigma olur ve düşüncelerini o paradigma çerçevesinde ortaya koyarlar. Yeni bilimsel keşifler sonucu paradigma değişebilir ya da çökebilir, artık yeni para­digmalar eşliğinde bilimsel faaliyetler yapılır.

Yukarıda ifade ettiğimiz gibi önkabul metoddur, sistemdir. Bu anlamıyla önkabulsuz bir metni yorumlama mümkün değil­dir. Anlaşılmak istenen metinle aynı çağda yaşamıyorsak önka­bulsuz bir metni anlamaya çalışmak beyhudedir. Zira herkesin bir önkabulu olmak zorundan Hiçbir şeye ihtiyaç duymayan ve ayetlerin apaçık olduğuna dayanan Kur’ancının bile bir ön- kabulu vardır. Ancak bu önkabulun akıldan ve Kur’an’ın zahi­rini almaktan başka dayanağı yoktur. Bir anlamda Kur’ancılar zahircidir. Ibn Hazm, onların yanında pir u paktır. Öyleyse gerçekte Kur’ancının önkabulle hareket ettiğini söylemek ne­redeyse imkansızdır. Zira onun bilimsel hiçbir temeli yoktur. Bilimsel hiçbir temeli olmayan düşünce önkabulle değil, ön­yargı (ideoloji) ile hareket ediyordur. O halde önkabulsuz ol­maz. Onkabullerin dahi hesabının verilmesi gerekir. Hesabı verilemeyen önkabul de olmaz. Önkabul, önyargı değildir.

Ön­yargı gerçek ortada olduğu halde onu tersyüz etmek veya çar­pıtmaktır. Bir anlamda delil varken gereğini yapmayıp başka yollara sapmaktır. Tabii şunu ifade edelim ki, önkabul ile ön­yargıyı ayırtetmek bazen zordur. Bunu ayırtetmenin en güzel yolu, onkabullerin sistemli ve tutarlı bir metoda dayanması gerektiği, önyargıların ise bunu gerekli görmemesidir. Delil karşısında hele bu delil kat’î olduğunda ısrarla inat etmek ön­yargılı olunduğunun önemli bir göstergesidir. Bu durum ki­şilerin ya duygularının ya da yaşadığı kültürel dünyanın et­kisi altında olduğu izlenimini uyandırır.

İnceleyin:  İslamoğlu ve Tarihselcilik

Burada en önemli soru şudur: İnsanlar önyargılı olduğu­nun farkında olmayıp önkabule göre hareket ettiklerini söy­lerlerse ne olacaktır? Zira hiçkimse “ben önyargılı biriyim” demez. Bir önkabule, yani bir metoda göre hareket ettiğini söyler. Ya da şöyle diyelim: Benim önkabulle, başkasının ön­yargıyla hareket ettiğinin ölçüsü nedir? Benim bakışımın ön­kabule dayanıp isabetli olduğunu, başkasının bakışının önka­bule dayanmayıp isabetsiz olduğunu söyleyebilmenin garantisi nedir? Benim önkabulumun doğru olduğunun göstergesi ne­dir? Benimki kadar başkasının önkabulleri de doğru olamaz mı? Şunu da sorabiliriz: Bilim adamları topluluğunun para­digmaları var dedik. Bir paradigmanın doğru diğerinin yanlış olduğunun göstergesi nedir? Buna aşağıda değineceğiz.

3.Kur’an’ı anlamada dolaylı muhataplar ortaya çıkınca çe­şitli görüşler de zuhur etmiştir. Hem fıkhı hem de kelamı sa­hada farklı düşünenler ortaya çıkmıştır. Bunların hepsinin Kur’an’a bir bakışı vardır. Mesela hariciler, mutezile, şia vs. böyledir. Ehl-i sünnet de aynen bunlar gibi sonradan ortaya çıktı denemez. Tarih olarak sistemleşmesi sonra olsa bile ehl-i sünnet Hz. Peygamber ile başlayan, sahabe ile aktarılan, ta- biun ile sürdürülen bir ana akımı, ana gövdeyi temsil etmek­tedir. Diğer fırkalar bu ana gövdeden ayrılmış, kopup başka yollara sapmıştır. Mesela müslümanlar arasında yaşanan savaş­larda kan dökülmüş, bu da büyük günah meselesini gündeme getirmiştir. İlk defa hariciler büyük günah işleyenin kafir ol­duğunu söyleyerek hatta bununla kalmayıp Hz. Ali gibi birini tekfir ederek, İslam toplumunda büyük tartışmalara sebep ol­muştur.

Bunların zıddına mürcie gibi başka görüşler ve böyle olan ne kafir ne de mü’mindir diyen mutezile baş göstermiş­tir. Bunlar karşısında ehl-i sünnet eli kolu bağlı durmamış, konuşmak, meseleyi halletmek istemiştir. Ehl-i sünnete göre sahabeden devralınan anlayışta günah işleyen kişilere müslüman muamelesi yapıldığı gözlemlenmiştir. Toplumda hakim olan düşünce bu idi, ama ne zaman ki, hariciler ortalığı ka­rıştırdı, ehl-i sünnet, toplumda hakim olan düşünceyi delil- lendirmek istemiş ve ayet ve hadislere müracaat etmiştir. Bu­nun bir örneği de kader meselesidir. Emeviler dönemine kadar kader müslümanlar tarafından kabul ediliyordu. Kısmen tar­tışmalar olsa bile kader hakkında fazla konuşulması istenmi­yordu. Allah ve resulunun kaderle ilgili açıklamaları yeterli görülüyordu. Ne zaman ki, emeviler yaptıkları zulümleri meşrulaştımak için kadere sığındılar, işte o zaman tartışmalar da başlamış oldu. Mutezile emevilere karşı İsyanı meşrulaştır­mak için kaderin insanın kendi elinde olduğunu, yani kulun fiillerini kendisinin yarattığını ileri sürdü. Öbür tarafta ceb­riye (emevı zulmune karşı çıksa bile) insanın rüzgarın önünde yaprak gibi olduğunu iddia etti.

Bu düşünceler sonradan ortaya çıktı. Bu zamanlara kadar toplum kadere inanıyor, fakat ka­deri fazla tartışmak istemiyordu. Bu tabloyu gören ehl-i sün­net alimleri hem emevi zulmunu eleştirebilmek hem de ka­der inancını koruyabilmek için tedbirler almaya başlamıştır. Onun için de şu formülü geliştirmiştir: İnsan niyet ve irade­siyle fiili tercih eder, bu açıdan fiilinden sorumludur, ama fi­ili kendisi yaratamaz, çünkü herşeyi yaratan Allah’tır. Tabii bu çerçevede ayet ve hadislere yönelmiş, onları mezkur anla­yış çerçevesinde yorumlamışlardır.

Bu noktada asıl sorumuza dönelim, ama iki soru sorarak:

1.O ki, önkabul veya paradigma gereklidir, bu durumda her bilim topluluğu önkabul veya paradigmaya sahip olduğunu iddia ederse birinin isabetli, diğerinin isabetsiz olduğunu neye göre söyleyeceğiz? En yalın anlatımıyla ehl-i sünnetin isabetli; mutezile veya şianın isabetsiz önkabul veya paradigmaya sa­hip olduğunu nerden bileceğiz?

Bu sorunun cevabı hesabı verilebilir önkabullere sahip ol­maya ve bir de Kur’an-Peygamber-sahabe arasında kurduğu­muz ilişkiye bağlıdır. Din bir aktarım işidir. Tebliğ bunu ifade etmektedir. Önce peygamber dini öğrenmiş, sahabeye aktar­mış, sonra sahabe peygamberden öğrendiği dini müteakip ku­şaklara nakletmiştir. Bu üç unsurun dindeki yerini Kur’an ta­yin etmiştir. Sahabenin dahi dindeki yeri önemlidir. “Sahabe kişilerden oluşuyor, bunlar melek değil, dinle ne ilgileri var!” denemez. İşte zaten bu da önkabullere dayanır. Sahabeyi Allah Övmüştür. Burada üzerinde duramayacağımız kadar çok ayet ve hadis vardır.

Sahabenin dinî hassasiyeti de tarihsel bir va­kıa olarak bilinmektedir. Allah onları en hayırlı ümmet olarak tavsif etmiş, onlardan razı olduğunu beyan etmiştir. Sahabe bize dini öğreten, nakleden ilk nesildir. Onu dinden çekip al- dığınızda ortada din diye bir şey kalmaz. Bu, bir önkabuldur. Bu önkabulun doğruluğu neye dayanmaktadır? Delile. Ondan da önemlisi, kat’î delile, icmaya, tevatüre. Yoksa zannî delile dayalı önkabullerin ömrü çok fazla değildir. Eğer onlar biraz ömürlü oluyorlarsa sebebi ilıuî delil değil, sosyolojik ve psiko­lojik, tarihsel bir takım sebeplerdir. İşte bunlar da bize önka­bullerin aslında önyargılara dönüşebileceğinin kanıtıdır. O za­man demek ki, bu üç unsur arasında kurulacak sağlıklı ilişki, kabul edilecek önkabullerin de isabetli olup olmadığını gös­terecektir. Bu ilişki hem nakle dayanmak hem de aklen inşa edilmek zorundadır. Şimdi örnekler üzerinden meseleyi gö­relim. Mesela şu önkabuller;

Kur’an eksiktir.

Kur’an evrensel değildir.

Peygamber vahyi mefhum olarak almış, tarihsel duruma kendi formüle ederek uygulamıştır.

Yeniden dirilip azap görmek yoktur.

Peygamber sadece Kur’an’ı tebliğ etmekle yükümlüdür, başka bir görevi yoktur.

Dinî metinleri anlamada mutlak doğrudan bahsedilemez. Hakikat izafidir.

Sahabe Kur’an’ı anlamamıştır.

Sahabe, yalancı sahtekâr olup adil değildir.

Ümmet, yanlış üzerinde birleşebilir.

Büyük günah işleyen ebedî cehennemde kalacaktır. Cennet ve cehennem ebedî değildir.

Deliller Kur’an ve akıldır.

Kur’an’ı anlamada zannî de olsa akıl esastır.

Mütevatir hadis yoktur, olsa bile delil değildir. Haber-i vahid ile hiçbir şekilde amel edilemez.

Şimdi bu önkabulleri uzun uzadıya anlatacak değiliz. Bu önkabulleri isabetli kabul edebilir miyiz? Ya da diğer önka­buller gibi bunları da nötr sayabilir miyiz? Hem isabetli hem de nötr sayamayız. Neden? Çünkü bunların kabul edilmesi halinde din, din olmaktan çıkar. Bunu niçin söylüyoruz? Bütün bunların hepsi naklen aktarılarak ve aklen tartışılarak ke­sinlikleri ortaya konulmuştur. Dikkat edilirse sayılanların hepsi kat’î bilgiyle alakalıdır. Yani önkabullerimiz kat’î bilgiye kar­şıt olarak benimsenmiştir. Şayet yukarıda sayılan önkabuller zannî bilgi üzerinden inşa edilseydi, kabul edilmeleri müm­kün olurdu. Ama ne var ki, hepsi kat’î bilgi hasıl etmektedir. O halde önkabullerimiz ile kat’î bilginin çatışması halinde ön- kabullerin çökmesi veya değiştirilmesi gerekmektedir. Burada en fazla şu söylenebilir: “Ben bunların kat’î bilgi hasıl ettiğini sanmıyorum!” Bunu nerden çıkarıyorsunuz? Oysa bunlar nak­lin gereği kat’î bilgidirler. Akıl bazı bilgileri mümkün göre­bilir. Ama nakil ona sağlam veriyi verdikten sonra onun da nakle tabi olması gerekmektedir.

Bu bilgiler hem tevatürdür hem de haklarında icma vardır. Şimdi Kur’an’ın eksik olduğu iddiası vardır. Tevatür ve icma karşısında bu bilginin ne de­ğeri olabilir? Kur’an’ın evrensel olmadığını söylemek, naslara aykırı olduğu gibi Kur’an’ın son kitap oluşuyla da bağdaşma­maktadır. Yeniden dirilmeyi inkar etmek kat’î naslara aykırı­dır. Peygamberi sadece Kur’an’ı tebliğ etmekle görevli kılmak ümmetin icmaına aykırıdır. Dinî metinleri anlamada mutlak doğrunun olmadığı iddiasının sağlam temelleri yoktur. Ne­den? Eğer bu önerme, nutlak olarak söylenirse kendisiyle çe­lişir. Yok, eğer zannî olarak söylenirse zaten bir değeri yok de­mektir. Yani söyleyeni bağlar, İlim olmak bakımından değeri yoktur. Sahabenin Kur’an’ı anlamadığını söylemek kendi var­lığını, bir müslüman olarak varlığını inkar veya ayağına kur­şun sıkmak anlamına gelir.

Sahabenin yalancı olduğunu söy­lemek, Kur’an’a halel getirir ki, böyle bir şey olamaz. Ve liste böyle sürüp gider. Şimdi soralım: Bu önkabullerle bunların karşısında olan önkabuller bir tutulabilir mi? Bu önkabuller de diğerleri kadar isabetlidir denilebilir mi? Önkabul önkabuldür, bunun isabetlisi isabetsizi olmaz, hepsi birdir diye iddiada bulunulabilir mi? Elbette bulunulamaz. Böyle bir şeyi kabul etmek, kat’î bilgi karşısında zannî bilgiye de imkan tanımak­tır. Bu ise mümkün değildir. Güneşin doğudan doğmasına karşın, muhtemel batıdan da doğabilir denilebilir mi? Bütün parçasından büyük iken arada sırada parçanın bütünden bü­yük olabileceği söylenebilir mi? Yaratıcının tek olması karşı­sında, kainatı idare etmek kolay değil, bir kaç ilah da olabilir, denilebilir mi? Elbette denilemez. Zira kat’î bilgi karşısında zannî bilginin değeri yoktur. Mesele sırf önkabul belirlemek değil, bunu tutarlı ve sistemli hale getirmektir. Bu da sırf akılla değil ancak delillere itibar etmekle olur.

Delili dikkate alma­yan, yanlışta ısrar eden önkabuller önyargıya dönüşür. Delilsiz önkabuller, hele kat’îyyat karşısında zanna dayanan önkabul­ler çökmeye mahkumdur. Önkabuller de değişebilir, çökebi­lir. Paradigmalar da iflas edebilir, zamanları biter, yenileriyle yer değiştirir. Bunun nedeni nedir? Çünkü eski önkabul veya paradigmalar yeni kat’î bilgi karşısında zannî bilgi konumuna düşerler. Yani bir zamanlar onlar da kat’îydi veya öyle sanılı­yordu. Ama yeni gelişmeler onları değişime zorladı ve eskisi İflas etti. Kısaca kat’î delil karşısında zannî bilgi tutunamadı.

Şimdi bu son noktayı da ilgilendiren bir soru soralım:

2.Önkabuller değiştirilebilir mi? Eski bir önkabulu bı­rakıp yeni şartlara uygun yeni önkabuller geliştirilebilir mi? Fakihin veya kelamcının önkabullerle hareket ettiğine yaptı­ğımız bu vurgu esasen hermenötik teoriyle ilgilidir. Bazılan buna dayanarak şöyle bir çıkarımda bulunabilir: “Fakih bir önkabule göre hareket ediyorsa şüphesiz bu önkabul beşerî ve zihnîdir. O halde günümüzün fakihleri de şartları dikkate alarak yeni önkabuller geliştirmek durumundadır.” Böyle bir zorunluluk var mıdır?

Hermenötik teoriler dikkate alınırsa veya paradigmatik dü­şüncenin doğasına bakılırsa sanki önkabullerin zamanla değiş­tirilmesi gerektiği gibi bir sonuç ortaya çıkmaktadır. Çünkü hem fizik alanda hem de sosyal alanda yeni gelişmeler olmakta, bu da paradigmayı değişime zorlamaktadır. Peki dinî alan söz konusu olduğunda değişim zorunlu mudur? Burada  zorunluluktan değil, imkandan bahsetmek gerekir, imkanı be-lirleyen de ihtiyaçlardır. Mümkün diyoruz, ancak dinî metin­ler söz konusu olduğunda bunların doğasına uygun olarak önkabulleri değerlendirmeliyiz. Mesela burada iki alan ayırımı yapabiliriz. Naslarda doğrudan veya dolaylı vaki olan mese­leler var; bir de yeni meseleler vardır. Bizim bunlara dair be­lirlenmiş önkabullerimiz vardır. Bu önkabullere uygun olarak eski veya yeni meselelerimizi anlıyoruz, çözüyoruz. Meseleleri­mizi çözemediğimiz zaman ne yaparız? Gerçekten yeni ortaya çıkmış bir mesele söz konusu olduğunda eski önkabullerimiz bunu çözmeye yeterli değilse yeni önkabuller belirleyebiliriz. Yeni önkabuller yeni bakış açıları demektir. Bu da mümkün­dür. Örnek vermek gerekirse;

İnceleyin:  Dini Goldziher'den öğrenmek

Dinde anayasa hazırlamak, kanun çıkarmak mümkündür. Bunlarla devleti yönetmek caizdir veya değildir.

Dinde ulus devlet mümkündür veya değildir. İslam Devleti söylemi dinen doğrudur veya değildir. Organ nakli caizdir veya değildir. Kağıt para, faiz-enflasyon, borsa…

Kasgo caizdir veya değildir.

İnternetle ilgili sorunlar…

Genetik bilimindeki gelişmelerin ahlakla ilişkisi, yapay zeka ve diğerleri…

Bunlara dikkatle bakıldığında yeni meseleler olduğu görülür. Bu konular tartışmaya açıktır, Hemen baştan bunlara “olmaz, caiz değil” demek mümkün değildir. Bunlar “Allahın alemi yoktan yaratması veya “namaz kılmanın farz olması” gibi me­seleler değildir. Yeni meselelerin çözümünde klasik önkabuller yeterliyse sorun yoktur. Ama yeterli değilse yeni önkabuller belirlemek mümkündür. Bu yeni önkabuller sorunların doğası gereği sosyoloji, psikoloji, siyaset ve tıp biliminden yardım almayı gerektirebilir. Bu durumdu her ilim adamı kabul ettiği önkabuller çerçevesinden “evet veya hayır” deme hakkına sahiptir. Zaten bu tür konularda önkabuller üç veya dördü geçmez. Alim sayısınca önkabul olmaz. Bu önkabuller çerçeve­sinde mesele tartışılır ve belli bir olgunluğa ulaştıktan sonra uygulamaya geçilir. Uygulama söz konusu olduğunda çoğun­luğun görüşü dikkate alınır. Bu da aslında bir önkabuldur, Ama istikrarı bozmamak için böyle yapılır. Tabii çoğunluğun oyuna sunulacak konular zannî konulardır. Dinin içtihada ce­vaz verdiği alanlarla ilgilidir. Böyle meselelerde üç dört görüş ortaya çıktığında hangisinin uygulanacağına çoğunluk, yani meclisler karar verebilir.

Görüldüğü gibi konunun doğasına göre yeni önkabuller belirleyebiliyoruz. Ancak bu yeni önkabuller eski önkabul- lerin hepsini silip süpürecek konumda olmamalıdır. Neden? Çünkü biz dinî alanda konuşuyoruz ve bu alanda kat’î delil ve hükümlerimiz vardır. Yeni önkabuller kat’î hükümlerin teme­lini sarsıyorsa elbette onların meşruiyeti sorgulanacaktır. Onun için kat’î-zannî ayrımı burada da karşımıza çıkmaktadır ve ol­dukça önemlidir. Kat’î hükümler söz konusu olduğunda eski önkabullerimize göre hareket etmek; zannî hükümler söz ko­nusu olduğunda -gerekiyorsa- yeni önkabuller belirlemek zo­runludur. Zannî hükümler alanı esnektir. Fakat bu alan dahi şerbetçe hükümlerin değiştirileceği bir alan değildir. Bütün bunlar dinî hayatın istikrarı için elzemdir. Aksi takdirde yo­rum anarşisi ortaya çıkar. Burada şunu hatırlatmalıyım ki, yeni önkabuller belirleyen bazı müslümanlar eski önkabullerin ye­terli olmadığını ikna edici bir şekilde ortaya koyamamışlar­dır, Bu durumda klasik önkabullerimizin işlevselliği devam ediyor demektir. Yine örnekler verelim. Mesela şu önkabuller;

Laiklik gereklidir. Din, devlet işlerini belirleyici olmamalıdır.

Tarihselci yaklaşım İslam’ın sürdürülebilir oluşunun en sağlam metodudur.

Yeni meseleleri değerlendirmede insan hakları kuramı esas olmalıdır.

Metinleri anlamada özne özerk olmalıdır.

Düşüncenin önünü açmak için küfür, bidat ve dalalet gibi nitelemeler kullanılmamalıdır.

Dikkat edilirse bu önkabuller konuşulmaya başlanırsa bir çok tartışma kendiliğinden ortaya çıkacaktır. Neden? Çünkü bunların hepsinin zannî hatta vehmî konulardan olması muh­temeldir. Evet, bunlar bir vakıa olarak toplumsal sorunlardır. Ama bunların çözümü ne kadar kendimiz kalacağız, ne ka­dar başka bir şeye dönüşeceğimiz ile ilgilidir. Bunların kabul edilmesi halinde kat’î ilkelerimizin ne kadar muhafaza edile­bileceği kaygısı ortaya çıkmaktadır. Onun için çok çeşitli açı­lardan bunlar tartışma konusu olabilmektedir. Bu da bu ön- kabulleri tartışılır hale getirmektedir. Örneğin insan hakları söylemini ele aldığımızda şunu demek mümkündür: Batı, bu söylemi kendi içinde tutarlı hale getirmiş ve tartışmıştır. Aynı şeyi biz yapabilecek miyiz? Eşcinselliğe özgürlük tanıyabilecek miyiz? Kürtaja her şartta evet diyebilecek miyiz? Batı, bunlara zamanında hayır demiştir, ancak kendi söylemleriyle baskı al­tına alınınca tutarlı olmak adına bunlara ruhsat vermiştir. Bir İslam toplumunda biz insan hakları diyerek bunu yapabilecek miyiz?

Demokrasiyi düşünelim. Babadan oğula şeklinde de­ğil de seçimle devlet başkanı seçmek klasik önkabullerimizle çatışmaz. Zira bu maslahata, reye dayalı zannî bir konudur. Ama bir İslam toplumunda pornografiye cevaz vermek, bir ateistin dinsizliği propaganda yapması için dernek kurmasına ruhsat vermek, ya da eşcinsellerin haklarını arama adına pro­paganda yapmasına özgürlük istemek, aynı şekilde içki sat­mak için ruhsat vermek, kamu alanında cinselliğin teşhirine izin vermek, Allah’a ve peygamberine karikatür veya fikir adı altında hakaret etmeye cevaz vermek düşünebilecek bir şey mi­dir? Ya da şöyle diyelim: Elbette düşünülebilir de uygulanma­sına izin verilebilecek midir? Elbette birileri bunu demokrasi adına kabul edebilecektir. Zira demokrasiyi önkabulu haline getirmiştir. Ancak bir çok açıdan bunların meşruiyetinin sor­gulanması onları tartışılır hale getirmektedir. Tartışılır olan şeyler zannî konulardır. Zannî olan konular ise topluma mal edilemez. Kişinin kendisinde bir düşünce olarak kalır.

Konuyu biraz uzattığımın farkındayım. Burada bir üst ön- kabuller manzumesi olarak ehl-i sünnetin yaklaşımını örnek olsun diye takdim etmek istiyorum. Ehl-i Sünnet’i diğer fır­kalardan ayıran temel unsurlar nedir, diye sorulduğunda şu cevabı vermek mümkündür:

a.Meseleleri Kur’an, sünnet, icma ve kıyas delilleri çerçe­vesinde çözümlemeleri. Kıyasın çözemediği sorunları istihsan, maslahat, örf gibi tali delillerle halletmeleri. Tabii bu konu­larda, özellikle detaylarda bazen ihtilafın olması kaçınılmazdır.

b.Kur’an’ı anlamada sünnete başvurmaları. Haber-i vahidleri kabul etmeleri. Tabii neyin sünnet olacağı konusunda haber-i vahidden kaynaklanan ihtilafların da olduğu belir tümelidir. Ancak bu durum büyütülecek ve sistemi etkileye­cek cinsten değildir. Dikkat edilirse temel noktalarda birleşilmekte, ayrıntıya inildikçe ihtialaflar başgöstermek, önkabuller çeşitlenmektedir. Bu da doğaldır, zira ortada zannî durumlar var demektir.

c.Kur’an ve sünneti anlamada sahabeye başvurmaları. Biri ötekinden daha fazla başvursa bile sahabenin dini anlama ve aktarmadaki rolü tartışmasızdır. Burada en önemli husus sa­habenin icmaldir. Burada tartışma yoktur. Ama sahabenin ih­tilafında veya bir kaç sahabinin merfu bir hadise aykırı dav­ranışlarında nasıl bir yol izleneceği İhtilaflıdır.

d.Sahabenin adaletinin kabulü. Bu çerçevede sahabeye hürmet etmek ve onları yalancılık veya sahtekarlıla itham etmemek. Bu temel bir önkabuldur. Sahabenin hata yapabile­ceğini kabul ile sahabenin adaleti farklı konulardır.

e.Nakil-akıl meselesinde dengeli yaklaşım. Nakil lehine aklı; akıl lehine nakli cerhetmemek. Her ikisine hakkını ver­mek. Burada günümüzdeki yanıltıcı bir söyleme dikkat çek­mek isterim. Buna göre denilir ki, kelamcılarımız akıl-makil çeliştiğinde aldı takdim ediyorlar. O halde biz de olgu ile va­hiy çeliştiğinde olguyu esas almalıyız. Bu eksik bir anlatım­dır, ama sonuçları vahim olabilmektedir. Oysa maksat kat’î aklî delil ile zannî naklî delil çeliştiğinde kat’î aklî delili tak­dim etmektir.

f. Kader meselesinde orta yol. Kul, kasib; Allah haliktır. Türkçe ifade edersek kul yapan; Allah yaratandır.

g.Allah her şeyi yoktan yaratandır. Ezelî ve ebedî olan Al­lah’tır. Allah’ın dışında herşey hadistir. Allah ile birlikte olan bir alemden/alemin kıdeminden bahsedemeyiz.

h.Hadis-re’y meselesinde dengeli yaklaşım. Bazen birbirini anlayamamaktan kaynaklanan sert tartışmalar yaşanmış olsa da süreç içerisinde orta yol bulunmuştur. Hadissiz re’y, re’ysiz hadis istikamet bulamaz, anlayışı hakim olmuştur.

i.Zorunlu olmadıkça te’vile gitmemek. Lafzın zahirini terketmeyi gerektirecek bir karineyi gözetmek. Tabii bu ko­nularda ihtilaf kaçınılmazdır. Zira nasların delaleti zannî ise içtihad söz konusu olacaktır.

k.İtikadî meselelerde Kur’an’ın zahirini fazla zorlamamak. Allah’ın dediğiyle yetinmek. Aklı aşan, gaybî konularda fazla yorum yapmamak. Halef kelamcıları Allah’ın sıfatları konu­sunda tevil yapmak durumunda kalmışlardır. Kendi önkabulleri açısından bu ayetlerin delaletini zannî kabul etmişlerdir. Gaybî meselelerde ise tevilden olabildiğince kaçınmışlardır.

l.İtikadî meselelerde Kur’an ile sünneti birlikte göz önünde bulundurmak. İtikadî meselelerin zan üzere bina edilemeyeceği konusunda bid’at fırkalarla ittifak sağlanmış olsa da inancın tali meselelerinde hadislerden yararlanılmıştır, özellikle Kur’an’ın zahiriyle hadisler arasında uyum olduğunda hadisleri kabul et­miş, gereksiz yere Kur’an’ı tevil yoluna gitmemişlerdir.

m.Tekfiri bir silah olarak kullanmamak. Bir insan kıble ehli ise onu tekfirden uzak durmak. Bu, Ehl-i Sünnet’in kuşa- tıcılığının da bir gereğidir. Tabii taassuptan kaynaklanan bazı ithamların varlığı beşerî zaaflarımızın bir sonucu olsa gerektir.

n.Yanılmaz alim, şeyh, masum imam anlayışını reddet­mek. Allah ve peygamber dışında tartışılmaz hiçbir otorite ka­bul etmemek. Buna sahabe de dahildir. Ancak sahabenin icmaı farklıdır. Sahabenin icmaını dahi ikiye ayırmak gerekir: Da­yanağı nas ve dayanağı maslahat olan icma. Tartışılmaz olan dayanağı nas olan icmadır. Hal böyle olunca bu ilke, herşeyin İlmî ölçüler içerisinde tartışılmasını gerekli kılmaktadır. Tabii pratikte halk arasında yanlış telakkilerin ortaya çıkması Ehl-i Sünnet’in suçu değildir.

o.Bilgi kaynaklarını sağlıklı ve dengeli olarak belirlemek. Bunlar, akıl, duyu ve haberdir. Hiçbiri diğeri lehine terkedi- lemez. Ancak aralarındaki ilişki de İlmî ölçüler içerisinde ku­rulmalıdır. İlham konusu bazen tartışma konusu olduysa da objektif bilgi kaynağı olmadığı konusunda ittifak sağlanmış­tır. Bu, bir açıdan tamamen reddedenler ile bilgi kaynağı ka­bul edenler arasında bir orta yoldur.

p.Dinî meseleleri çözmenin yöntemi içtihaddır. İçtihad kapısı her zaman açıktır. Kapandığına dair söylemler sosyo­lojik gerekçelidir. îçtihad zannî delillerle ilgilidir. Nassa da­yalı kat’ı deliller ve hükümler içtihadın konusu olmaz. Muhte­melen içtihadın bu yapsısından dolayı, bugün içtihadın çağdaş meseleleri çözmede yeterli olmadığını dillendirenler olmuştur. Zira içtihada dayanıyorsak çağdaş herşeyi meşru hale getire­miyoruz! içtihad ehil alimlerin işidir. îçtihad, Önemlidir, fa­kat içtihad yabancı kültürleri meşrulaştırma aracı olarak da kullanılamaz.

Yavuz Köktaş – Akıl ve Nakil,syf:210-227

Muhammed Ali

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir