Annemarie Schimmel – İki Renkli Sırma Adlı Kitabından Alıntılar
Bir anlığına bir el dolunayı digeri de hilali kavrar..
Ne yapabilirim? Öğretmenim bana başka bir harf öğretmedi,”
Şair ya sadece arkadaşının güzel vücudunu düşünür ya da ilahi birlikten başka bir şey hatırlamaz: Elif her ikisini de kapsar. Zihinsel açıdan elif’e konsantre olan şair her yerde, yağan yagmurlarda, kuşların uçuşunda ya da gölette yüzen ördeklerin oluşturduğu siluetlerde bu harfi görür. Türkiye’de Elif kızlara da verilen bir ad olduğundan Allah’ı mı yoksa Elif adındaki kadım mı düşündüğünü
merak ederiz.”
Diğer harfler arasında cim harfi çoğu kez zülüfleri veya muhtemelen Hüsrev’in belirttiği gibi kulağı simgeler:
Benim nazarımda ruhumun (cân) ilk harfi Cim’in ufak halkasını andıran zülfün ucudur.3
Rûdekî bu kıyaslamayı yapan İranlı ilk şair gibi gözükür ve onun nazarında harfin kıvrımındaki nokta güzellik benini, sevgilinin yüzündeki siyah beni simgeler. Hüsrev’in cân’la (ruh) yaptığı kelime oyununda cim, kıvrımlı Zülüflerin güzelleştirdiği cemalle de (yüz güzelliğiyle) ilişkilendirilebilirdi.
Sevgililer seçkisinden seni seçtiğinde, İlahi Kudret’in kalemi göğsüme seni çizdi.’
Sanki sevimli yaratıkların resim ve betimlemelerinin oldugu bir ezeli kitap varmış da Kalem de bu yaratıkların en başlarını şair içm seçip kopyalıyormuş gibi böyle söyler Fuzülî. Ayrıca Fuzülî ‘ezelin yazarlarınjn âşıkların kaderini siyah bir renkle” yazdığı kanısındaydi.“ Bir başka deyişle “kara talih” kötü şans ve mutsuzluk anlamına geldiğinden âşıklar mutsuz olmaya mahkümdur. Bu bağlamda Farsçı olmasa da en çok ele alınan dizelerden biri üslubuyla nesillerdir tercümanları şaşırtan Galib’in Dîvân’ının ilk dizesidir. Bu Urduca şiirler seçkisine alışılageldiği üzere Allah’ı methetmek ya da Yandan’ın engin irfanına hayranlığını dile getirdiği dizelerle başlamak yerine şöyle der:
Nakş faryddî hey kiskî şühî-i tahrir ka?
Kagidi hey pîrehen her süret-i tasvir ka?
Tasarım hangi yazarın saygısızlığından şikâyet eder? Tasarımdaki her biçim kâğıttan bir gömlek giyer!“
Harflerin ilmekleri kitabın güzelliğine dalıp gidenler için tuzaktir.
Sadakatsizliğini taşiyamadığından bir kefen oluverdi.
Helak (fenâ) avlusunda senin için hiç durmadan kalıcılığın (bekâ) kabâ’sını örer.“
Benliğin Allah içinde çözülmesi (Almanca Entwerden kelimesi “imha’dan daha iyi bir tabir) bizi ebedi sürekliliğe götürür; sufilerin de iyi bildiği üzere fenâ bekâya götürür. Fenâ ve kabâ sözcükleri Arapça yazıda birbirlerinden sadece noktalarının sayısı ve konumuyla ayrılır.
Câmi hayatın elbisesini çok daha kapsamlı bir imgeyle betimler:
Cennet kimse için asla kalıcılığın (bekâ) bir kabâ’sını dikmedi:
Hayat çok kıymetli bir onur giysisidir; kusuru ise çok kısa olmasıdır’!“
Ama böylesine kıyafetler Allah’ın kendisi tarafından örülür: Büyük dokumacıdır ve günler ile gecelerin iki renkli ipliğinden Yaratılış için bir pelerin örer. Goethe, William Blake ve Mevlânâ’nın de aralarında bulunduğu şairler hayatın değişen yönlerini çoğu kez Allah’ın kendi elleriyle ördüğü bir kumaş olarak görmüştür. Dolayısıyla Mevlânâ şöyle sorar:
Keder ve sevinç elbisesini kimin diktiğini biliyor musun? Elbise kendisini dikenden bağımsız düşünebilir mi?2
İranlı bir şairin iddia edebilecegi gibi o tarihten sonra tekstil dünyasından alınan mecazlar yaygınlaştı ve Müslüman şair ile yazarlar, ister Hazreti Yusuf’un yırtık gömleği isterse Bakara suresinin 13. ayetindeki insanlara verilen nasihat “Onlar sizin için birer elbise, siz de onlar için birer elbisesiniz” olsun, Kur’ân-ı Kerîm’de elbiselere yapılan çeşitli göndermeleri bile bulabilirdi. Zira bir elbise bir kişinin ikinci egosu olarak görülebilir: Giyen kişinin niteliklerini kazanır ve gerçek insanın yerine geçer.1
Birinin giydiği bir kıyafeti başkasına vermek, deyim yerindeyse, bereketinin bir kısmını alıcıya vermektir. Bu fikir bir kişiyi hükümdarın verdiği bir kıyafetle onurlandırma geleneğinin temelini oluşturur. Kıyafeti alan kişi bu yolla giysinin eski sahibinin gücünü de paylaşmış olur. (Hint-Pakistan coğrafyasında bir evliyanın türbesinde onun lütfunun bir bölümünü içeren mezar kapağının bir parçasını onur konuğuna verme geleneğine dair de bilgi verir.) Yeni bir elbise giymek birinin kişiliğini değiştirmesiyle eşdeğerdir: İncil’de emredildiği üzere “Eski Adem’i çıkar.” Yeni kıyafetten ötürü yaşanan bu dönüşüm, resmi kıyafet ve üniformaların yanı sıra akademik cübbelerin giyilmesinin de nedenidir. Bütün dini gelenekler den mistikler onlara insan suretinde gibi görünen bir şeyi meselâ “Allâh’ın elbisesi” ya da lütfunu deneyimler.
Dönen felek hep böyle kalmaz.
Yıldız aynı şekilde dönmez.
Bak sana yakında neler eder.
Gam selinin degirmeni olursun.“
Görünüşe göre her şeyi kıyasıya ezen değirmen taşıyla dönen gökyüzünün birleşimi, şiir sanatında özellikle de klasik sonrası dönemde çok sık boy gösterir.“
Bîdil’in yeni, sıradışı ama etkileyici bir iç çekişiyle de doruğa ulaşır:
Bîdil, bu alanda sonunda neyi görür? Umut tahıl, sıkılı eller de değirmen taşı!85
Enverî Samanyolu’nu bir menekşe yığının üstüne konmuş bir dizi yasemin olarak görür.30 Fakat hiç durmadan dönen gökyüzü güvenilmezliğinden ötürü daima azarlanır. Kâfir, imansız ve zalimdir. Koyu mavi genelde ikiyüzlülük, düzmece dindarlık ve matemle ilişkilendirilen bir renk olduğundan bunu cübbesinin renginden bile anlayabiliriz.81 Dönen çark kaç kişiyi mahvetti! Siyah ile beyaz ve gece ile gündüz arasındaki ebedi değişim insanları ne sıklıkla hayal kırıklığına uğrattı; ama sürekli takas edilen bu siyah ve beyaz atlara kim güvenebilirdi ki?’“ İki renkli zaman ipliğinin arkasında yatan birliği kim görebilirdi?
Gül kederli! İç çekmelerime kulak asmaz Yuvamı yerle bir edecek yıldırım nerede?53
Kelim bu dizeleriyle Hint-Müslüman şiir sanatında önümüzdeki iki yüzyıl boyunca yankılanacak bir etki bıraktı.“ Ama yıldırım “birinin hayatında biriktirdiklerini silip süpürdüğü” gibi bir ekin sapı ya da başka bir yama maddede saklı ateş elementini de açığa çıkardığından harici örtüyü ortadan kaldınp özünü açığa çıkararak bir nevi kurtarıcı işlevi de görür.55
Dünyayı sıcaklık ve ışıkla dolduran güneş Yakınlaşırsa bütün dünyayı yakacaktır!40
Mevlânâ’nın gazelleri ve Mesnevisi iki ilahi niteligi, güzellik ve haşmeti, bünyesinde barındıran, başarısıyla övünen güneşe yapılan atıflarla doludur. Bu güneş koç burcuna girdiginde buz hali erir ve dünya yeşil bir cennet halini alır.”1
Mevlânâ, toz parçacıklarinin güneş etrafında dans etmesine sıklıkla atıf yaparak güneşe yönelik sevgisini ifade eder. Bunu yapan tek şair olmasa da en etkili bir şekilde yazıya döken olduğu aşikârdır. Toz zerreleri veya modern tabirle aktarmak gerekirse atomlari, güneşin manyetik gücüyle ebedi bir semaya doğru çekilir gibidir ve ancak tamamen bağlı oldukları güneş sayesinde hayatta kalır. Tıpkı âşığın sevdiğinin güneşi andıran yüzünün etrafından kesintisiz dans etmesi gibi. Mevlânâ ve Mevlevi tarikatına mensup sonraki şairler bu imgeleme başvurur ve insanın aklına hemen her yeri saran kozmik dansın bu gizeminin yansıtıldığı Mevlevilerin seması gelir.42
Sabahleyin daha da büyük bir haşmetle yeniden doğmak için batsa da güneş daima oradadır. Gözlerini eliyle kapatsa, gözlerini kapatsa veya hatta açıkça var olduğunu inkâr etse de yok olmayacaktır. Dolayısıyla bir haminin düşmanları gücünün güneşinden kaçan yarasalarla kıyaslanabilir.
Muhtemelen bu konuyu ilk kez işleyen Maktül’ün yarasaların kertenkeleyi güneş ışığına maruz bırakarak cezalandırmaya nasıl karar verdiğine değinen nefis bir hikâye anlattığı mistik edebiyatta aynı motif birçok defa boy gösterir -tutsakları ise yarasaların ölüm fermanı sandığı cezadan mutlu bir şekilde kurtuldu!“ Hazreti Muhammed’e mal edilen ‘yarasaların nefreti parlak güneş olduğunun bir kanıtıdır” vecizesi doğru değil midir?
Ey Güzellik okyanusunun incisi, kederinden
Yüzümden Muzaffer Şah’ın eli büyüklüğünde birçok inci dökülüyor!“
Bir başka deyişle, nasıl aşkından ötürü kendisi gözyaşını andıran mücevherler döküyorsa hükümdarın da muazzam eliyle kendisini bir inci yağmuruna tutacağını umuyordu. Bu tarz methiyelerde çokça kullanılan, hem “denizköpüğü” hem de “avuç içi” anlamına gelen kef’le yapılan kelime oyunu burada ima edildi.
Allah’ın yağmur damlaları,
Mütevazı bir istiridyede olgunlaştı.
Goethe’nin Doğu-Batı Divanı’nda bu dizelerle iddia ettiği gibi.11 Genel kanıya göre özellikle nisanda düşen yağmur taneleri bu şekilde
bir dönüşüm geçime eğilimindedir. Nisan yağmurlarının özel bir gücü ve kutsallığı olduğu düşünülürdü; eski zamanlarda özel taslarla çoğu kez de muhteşem bir ustalıkla toplanırdı ve bugün bile Anadolu’daki köylüler hayır duası ve şifa için nisan yağmurunun birazını muhafaza edebilir.
Sufilere göre yağmur damlasının bir inci halini alması mistik yolun güzel bir tasviridir: İnci içinde bulunduğu okyanusta bir su kabarcığından ibaret olduğundan ilkin evden ayrılmalıdır. Ayrılıkta olgunlaştıktan sonra aydınlanmanın incisi veya sessiz kalmasından ve harici etkilere maruz kalmamasından ötürü arayanın sonunda istiridye gibi kalbini bulduğu irfan incisini bulacak ya da onun kendisi olacaktır.
Yagmur yağıyor, ben ve arkadaşını vedalaşmak için ayaktayız:
Yalnız başıma aglıyorum, arkadaşım tek başına ve bulut da kendi başına aglıyor…’
Bahçeleri bereketlendirebilen ve hoş kokularla sarabilen yağmurun bir diğer sonucu kavruk toprağa birden nüfuz edip yolunun üstündeki her şeyi alıp götüren tehlikeli su baskını, sel, olabilir. Şairler maddi dünyaya bağlı benliğin tamamen kökünü kazıyıp sevinçle bekledikleri (ya da onların öyle iddia ettiği) kapılarını ve duvarlarını kırıp onları deliliğin çölüne doğru sürecek dans eden sel için bunun güzel bir mecaz olduğunu düşündü.8
Sel sonrasında yaşanan zevk anında insanların nasıl duyularından yoksun kaldıklarını sorma
Kapı ve duvarlar tepeden tırnağa dans ediyor!9
İmgenin böylesine bir kullanımı Hint-Farsça ve Urduca şiirlere özgü gibidir. Diğer taraftan Anadolu’daki halk şairleri kendilerini durmadan huzursuzca akan selle ya da sıcak yaz günlerinde bir o yana bir bu yana giden toz toprakla defalarca kıyasladı: Aşkın onlara yaptıgı işte buydu.ıo
Kelebek ince dalına konmak için can attı!
Das Hündlein, das den Siebenschlaf so treulich mitgeschlafen …”
“Yedi Uyuyanlar’ın uykusu sırasında sadakatle onlarla birlikte uyuyan küçük köpek” dizesi Goethe’nin divanındandır ve bu küçük köpek Yemen asıllı sahabe Ebu Hureyre’nin kedisi gibi cennete kabul edilen birkaç hayvan arasındadır. (Laf arasında onun da adı Kıtmîr’dir.) Hadiste de zaten şöyle geçmez mi “Bir mümin bir diğerini severse onun köpeğini bile sever”?
Şairler vefanın eşiğinde köpeklerle birlikte oturmayı hayal ettiğinden Mevlânâ’nın25 de aralarında bulunduğu şairler kendilerini sevdiklerinin uğrunda en değersiz köpek olarak tasvir etmeyi severdi. Ve bir de hiç durmadan Leyla’sını arayan Mecnun’un hikâyesi var. Mecnun sanki aşağıdaki dizeleri söylüyormuşçasına sefîl sokak köpeğinin patisini öptü.
Diğer ruh kuşları da benzer deneyimlere maruz kalır. Doğan ya da şahin, bâz, bâz âyed’e (sahibine) geri döndüğünden çağrılır;19 şahinle avlanmanın geçmişte ve bugün de bir ölçüde en sevilen hobilerden biri olduğu bir medeniyette çok doğal bir imge. İranlı filozof Şihabuddîn Sühreverdî Maktül’ün de nefis bir efsanevi hikâyede anlattığı üzere şahin kafasına bir kukuleta takan ve nerede olduğunu görmesin diye gözkapaklarını dikerek kapatan cadaloz Bayan Dünya’nın -Ortaçağdaki Alman yazarlarin korkunç Frau Welt’in (Bayan Dı“ınya)-20 eline düştü. Ama bir gün kukuleta çıkarıldığinda uzaktan şahincinin davulunun sesini duyup onu eğiten prense geri dönebilir. Prensin elinde zor bir eğitimden geçmiş olsa da bu eğitim, başıboş dolaştığı günlerden önce büyüdüğü ele şimdi güle oynaya dönecek bu değersiz ve eğitimsiz kuşun başına gelebilecek en iyi şeydi. Dolayısıyla ruh ilahi çağrı İrciî’yi, “Ey insan, hoşnut olarak Rabbine dön!” (Fecr: 27), duyup güle oynaya bu ıstıraplı dünyevi ortamı terk eder.21
Güzün bahçede yaraladığı bir bülbül yakındı ve
Şimdi uyanıp kendi durumunu anladı:
“Gülün eteğini hediye eden bir bülbül dışında
İçinde bulunduğum zor durumu bilen çıkmadı!” der.12
İmgelerin tuhaf birleşimlerinden birinde gül goncası kuşun kan dolu kalbidir:
Ey gonca, ağlayan bülbülün kalbi misin?13
(Daha önce gördüğümüz üzere çiy, kuşun hasretten döktüğü gözyaşlarıdır.)
Belki de aşağıda dile getirileni ilk Hâfız ileri sürdü:
Gülün yanağının ateşi bülbülün ekinini yaktığından [yani hayatından aldıklarının tümü];
Mumun gülen yüzü pervane için bir yıkım oldu.14 “Gül bahçesinin ateşinden,” gülşen, Doğuya özgü hamamlarda sıcak banyonun altındaki külhandan (ve bir tecnîs-i nâkıs’tan) sadece bir adım uzaktı. Yapraklar kurutulur, çürütülür ve yakılırdı:
Gördüğün ateş ve küller gülün yapraklarıdır,
Bir gören göz için gül bahçesi ve külhan arasında bir fark yoktur.!
Talih nedir bilir misin? Arkadaşın hayalini görmektir.
Hemen sabah meltemi gibi gülle gizlice konuşmak.
Hemen sevmenin sırrıni bülbülden duymak…”
Bazı nadir durumlarda bülbül gülün ihaneti karşısında bir anlığına ah çekebildiğinden aşklarına hiç karşılık alamayacakları bir sevdada kendilerini tükettikleri halde mutluluğu, mutluluk durumlarını güzel ve yürek parçalayan şarkılarda betimleyerek arayan bütün bu şairlerin sadık sözcüsü haline gelir. Adının gülle kafiye oluşturup ayrılmaz birlikteliğini göstermesi bülbül için yeterli bir mutluluk değil midir? Dolayısıyla Hâfız9 şöyle sorar ve Mevlânâ da dürüstçe söyler:
Allah aşkına gülden bahsetme!
Gülünden ayrılan bülbülden söz et!10
Zira gülün güzelliği asla tam anlamıyla kelimelere dökülemese de (İkbal’in vurguladığı bir düşünce olan) ayrılık acısının etkili ve güzel sözler söylettiği bülbül, ifade edilemeyen bir şeyi ikide bir betimlemeye cüret eden şairleri andırır. Hatta Mevlânâ karşılıksız aşk veya ulaşılamaz birinin aşkıyla kalbinin bin parçaya bölüneceği kanaatindedir: .
bu her bir parçadan bir bülbül yapılabilir…
Tıpkı çöl gecesinde yuvasını düşünürken Kanatlarını açan bir kuş gibi.2
Müslüman âleminde bu sembolizme başvuran en ünlü eser, başlığıyla Neml suresinin 16. ayetine atıfta bulunan Attâr’m Mantıku’t-Tayr’dır. İbn Sînâ’nın “Kuşlar” isimli değerlendirme yazısına ve İslam âlimi ve filozof Gazzâlî’nin aynı adı taşıyan kitabı Risâletüt-tayr’ı temel alsa da hikâyenin sonunu Farsça çok ustaca bir kelime oyunuyla uyduran Attâr’dır.
Itırını dış dünyaya yayan her gül; Bütünün gizeminden söz eder.94
Bir başka deyişle gül bütün, küll, evrenin gizemine dikkat çeker. 1677 yılında vefat eden Alman mistik şair Angelus Silesius de benzer bir önem atfederek şöyle sorar: Gözümüzle gördüğümüz gül Allah’ın huzurunda sürekli çiçek açmaz mı?95 Dolayısıyla gül şairlerin sevdiği her şeyin bir simgesi de olabilirdi; bu şairler çok günah işlendiğinde azalıp tamamen yok olan “imanın gülü”nden, “umudun gülü”nden96 ve Hazreti İbrahim gibi gerçek bir mümin gül alevleri arasında mutlu olacağından “kederin gül bahçesi”nden bahsederler.97
Büyük tasavvuru sırasında İranlı meşhur şair Rüzbihân-ı Baklî’ye ilahi görkemi gösteren gül bulutları şairlerin bilinçaltında hâlâ yaşıyor gözüktüğünden gül ile bülbül arasındaki aşktan bahseden en bayağı şiir bile şairin kendisi bunun farkında olmasa dahi, ruh ile Allah arasındaki sonsuz aşk hikâyesinin bir alegorisinden ibarettir. 1810 yılında vefat eden seçkin Urdu Divan şairi Mîr Takî Mîr okurlarına şu dersi verir:93
Aklın gözünü güle ve bülbüle aç ki
Boşuna bu gül bahçesinde yürümüş olma! Ey bilgisiz kişi, gül güzellerin hafızasıdır, Bahçedeki kuş dilsizlerin bir simgesidir.99
Aniden bir gül gibi açtık ve öldük.”
Tomurcuklarının gülümsemesinden tamamen açtığı andaki kahkahasına kadar geçen sürede yapraklarını kısa bir sürede dökeceğini herkes bilir. Oysaki tomurcuk kapalı dudaklarıyla gülümserken gül bütün bedeniyle kahkaha atar.63 Çoğu şair âşığın bu dünyadaki hırslarını betimleyen Hâfız’la muhtemelen mutabık kalacaktır:
Gönül, bahçe dünyasına bakarken neyi amaçlar?
Gözbebeğinin elleriyle yanağındaki gülleri koparmak!69
Aşığın sevdiğinin gülü andıran yüzüne bakmak dışında bir niyeti yoktur. Nasıl laleler aşkın ateşini anlatıyorsa sevdiğinin yüzü hiç
aklından çıkmayanların mezarında da güller büyür.
Türkçede şairler “gül” ve “gülmek” kelimeleriyle sözcük oyunları yapabilirdi. Ama böyle dizeler özgün dillerinde nefis bir etki bıraksa da tercümede bütün çekiciliklerini yitirirler:
Sen gülersin gül gibi, ben bülbül-i nalanım
Başka bir imgede, Allah’ın gönüllerdeki mevcudiyeti, narin bir çiçek ilahi adları sürekli tekrarlayarak ya da durmadan kelime-i şehâdet getirerek yani zikir yaparak sulanmalıdır. Ancak o zaman güzel ve hoş kokusuyla bütün bedeni ve ruhu kaplayan kuvvetli bir yasemin çalısı haline gelebilir.5
Bahçe semavi mekânın bir taklidi veya zayıf bir yansıması olduğundan ziyaretçiye ebedi neşeleri hatırlatır ve bu bahçedeki her bir çiçek ve bitkinin şairane kâinatta ayrı bir anların vardır.6 Bazen parlak dişlerle, bazen karanlık bir gökyüzünde titrek titrek parıldayan yıldızlarla (özellikle de Arap şiir sanatında) ve bazen de bir eğlenceye giderken süslenmek için takılan inci bir kolyeyle kıyaslanan yasemin gibi bazı çiçekler şiir sanatında yalnızca nadiren boy gösterir.
“Şarabi yakutun beni perişan etti!” dedim Gülmeye başlayıp şöyle dedi; “Ama Hümâyun! Dudak ve taş ne alaka?””
Bir başka deyişle, yumuşak bir dudaktan sert bir kıymetli taş gibi söz ederek çok saçma bir şey söyledin!
Geleneksel tıpta melankolik mizaçlı kimseleri neşelendirmek için bir ilaç ya da hatta bir tür sakinleştirici olarak kullanılan müferrihin yapımında küçük miktarlarda kullanılıyordu. Arkadaşının “yakut”unu kederli kalplerini neşelendirecek tek şey olarak zikretmeleri için şairlere geçerli bir neden sunuyordu.18
Zümrüt görmüş yılanın gözündeki ışık gibi”
Bir başka deyişle kör kaldı.8 Bu imge haminin düşmanına karşı gücünün zümrüdün yılan üzerindeki etkisine benzetildiği methiyelerde de kullanılabilinir.9 Mistik gelenekte manevi rehberlik yapan Pir ya da şeyh her manevi düşmanı kör etse de gerçek arayıcının gözlerini iyileştiren ve canlandıran bu mucizevi taşla kıyaslanabilir.10 Aşk insanların gözlerini sevdiği hariç herkesten ayırsa da parlak yeşil taş gibi o da onu iyileştirir ve canlandırır.
Bahçe, özellikle de klasik dönem şiir sanatında, zümrütlerle doldurulmuş gibi gözükür ve Hâfız’ın aşağıdaki dizelerinde olduğu üzere çiçekler çoğu defa değerli taşlardan meydana gelir:
Gül bahçeye zümrütten bir taht kurdu; Şimdi kıpkırmızı bir yakutu andıran bir şarap bul!11
Bunlar konudan bihaber her okurunun zevk alabileceği tamamen normal kombinasyonlar. Ama sonraki şairler, özellikle de “Hint tarzını” benimseyenler, Zümrüdü sevgilinin üst dudağındaki “yeşil” yeni çıkmış tüylerle kıyaslar. Zümrüde dudak anlamına gelen yakut eşleşmesi onu teknik açıdan kusursuz kılsa da çağdaş bir eleştirmen bu imgeyi çok garipseyebilir. Anlamı da aşikârdır: Yeşil “zümrüt” yani ayva tüyü yakutu yani dudağı düşmanlara karşı korur veya Galib’in düşündüğü gibi yüzün gül bahçesine izinsiz girmesin diye kör edilmesi gereken yılanlar olan zülüflerle belirgin bir ilişkisi vardır.12
Leyla’nın güzelliğini görebilmeniz için ona Mecnun’un gözleriyle bakmanız gerekir;11
Zira sadece aşkin gözleri gerçeği güzelliğe dönüştürür.
Sonunda, Mecnun Leyla’yı kendi kalbinde buldu ve en azından tasavvuf şairlerine göre “Leyla’nın canını acıtacağından” Mecnun kendisinin bir yerinin kanamasına bile izin vermeyecek bir şekilde onunla tamamen birleşti. Leyla’nın kendisi için hasret çekmeyi de bıraktı ve tercihen ondan uzak durdu; çünkü aşkını kendi içinde bulan biri herhangi bir harici varlık istemez.12
.Ama Leyla’ya nasıl ulaşacaktır? Hâfız cevabı verir:
Bir kimseyi Leyla’ya giden yolda çok sayıda tehlike bekler; İlkin Mecnun olmak [ya da kendinden geçmek] gerek.”
Çünkü çöle giden yolda aklın bir faydası olmaz. Ve her deli gibi Mecnun da zincire vurulmuştu; fakat Hüsrev’in de şaşkınlıkla sorduğu üzere Leyla’nın zülüfleriyle zincirlenmek ona yetmemiş miydi?14 Ama zincirler gerçek olduğunda şairler sesin Mecnun’un feryatlanmrının bir yankısından ibaret olduğunu bilir.15
Çölde döktüğü gözyaşları Leyla’nın çadırının bulunduğu kutsal yerdeki çayırların büyümesini sağlar ve ölümünden sonra mezarından çıkan her çiçek Leyla gibi kokar.16 Bu tarz imgeler Nizâmî’ye öykünen ve kendisi de şansız âşıklar hakkında mesnevi yazan El-Cami tarafından sıklıkla kullanılır. Ama görünüşte bitmez tükenmez görünen imgeler birikimine hayranlık duysak da Mecnun’un aşkının ateşini meydana çıkarmak için göğsünden çıkan kıvılcımlar “bozkırdaki tüm ceylanları rostoya çevirdi” dediğinde beğeni sınırlarını aşar.17
Bir gün oynarken beni öldürdüğünde kanun Önünde masum olacak.50
Bu dizede hem “tanık” hem de insani güzellik vasıtasıyla zuhur eden sonsuz ilahi güzelliğe şahitlik eden ideal sevgili anlamlarına gelen şahid kelimesi büyük bir rol oynar. Şair ideal yaşı 14 olan bu şahidin aşkından sonunda ölecektir ama çocuk reşit olmadığından yaptığından sorumlu tutulamaz. Şahid teriminin birden fazla anlama gelmesi dizeye gerçek bir çekicilik katar ve cümle yapısı Hâfız’ın bir kez daha bir şair olarak büyüklüğünü ortaya koyar.
Yüzüne bakmak Nevruz’un şafağını görmek gibi,
Senden ayrı kaldığını her gece de bir Şeb-i Yeldâ…46
Karıncanın derdini Süleyman’a kim aktaracak?
Hindistan’da yaşamış şair Emîr Hasan Siczî Dihlevî, diğer birçoğu gibi, dolayısıyla bu soruyu yöneltir.114 Aşk şiirlerinde bu motif yeni bir biçim kazanır:
Karıncaya benzeyen güzel benini gören bir daha Hz. Süleyman’ın tahtını istemez!115
Bu sözlerle Türk şair Fuzülî sevgilinin yanağındaki karıncaya benzer küçük güzel lekeye ya da bene bakmanın sevgiliyi Süleyman’ın tahtında oturmaktan çok daha mutlu edeceğini iddia eder. Benin karıncayla aynı kefeye konduğu denklik eserlerde sıklıkla boy gösterir; hatta Mîr Derd siyahımsı tüyü “Süleyman’ın tahtına varan karıncalar’ı andıran sevgilinin ağzı gibi görür.ns
Ama şairler bu bağlamda Yusuf’un diğer gömleğinden nadiren söz eder: Erkek kardeşlerinin Yusuf’u kuyuya attıktan sonra Ya’kub’a gösterdikleri kana bulanmış gömlek. Erken dönem şiir sanatında bir lale şaire bu gömleği hatırlatabilse de66 güzel bir gülü Hazreti Yusuf’la kıyaslamak daha yaygındır. Gül güzel kokular yayar ve nasıl ki Yusuf Züheyla tarafından hırpalanmışsa onun yüzeyi de pürüzlüdür (çiçek tomurcuklandığında taçyapraklarının aldığı şekil):
Yusuf “Gül” geldi ve elbisesinin kokusu sayesinde nergis ışıldadı.“
Hüsrev’in kaleme aldığı bu dizenin keyfine varabilmek için nergisin eski zamanlardan beri gözün yerine kullanılabilecek en uygun kelime olduğunun da bilinmesi gerek (bkz. 12. Bölüm). Beyaz olduğundan çoğu kez kör olduğu düşünülür. “Gözlerin ışısın ya da parlasın” deyimi birini kutlarken kullanılır. Dolayısıyla şair gül geldiğinden nergisin kutlanması gerektiğini belirtir ve artık görebilen gözünü de Yusuf gibi güzel sevgilisinin gülü andıran yanaklarini görebileceği için tebrik eder.
Güzelliğin olduğu her yerde ona -yani Yusuf’un hikâyesinin özüne- hayran olacak bir sevgili de vardır. Şairlerin en sevdiği hikâyelerden biri, Kur’ân-ı Kerîm’de bahsedilen Züleyhâ’nın bir ziyafete davet ettiği Mısırlı kadınların Yusuf’un güzelliğine dalıp gittiklerinden ellerindeki meyveler yerine ellerini kesmesi olayıdır (Yusuf: 30-31). Sevdiğinin yanında olmanın verdiği zevkle âşık hiç acı hisseder mi? Sevdiğinin mevcudiyeti ona her şeyi unutturacaktır.
Bu hikâyede güzel bir insana delicesine âşık olma, kalbin ilahi aşkın tasavvuruyla tamamen boyun eğmesiyle çok benzer bir durum arz edebilir. Câmî’nin Yusuf ile Züleyhâ adlı mesnevisi, hasret çeken kadının
inşa ettiği ve sevdiğini baştan çıkarmak umuduyla şehvetli resim lerle süslediği renkli sarayı tasvir eder. Bu büyüleyici ortamlar, bu harika şiiri resimlerle süsleyen minyatür ressamları için güzel bir konu teşkil ediyordu.60
Fakat Yusuf böylesine mükemmellikten uzak resimlere bakmaya nasıl kandırıldı? Güzelliğin simgesi Yusuf’un tek bir şeye ihtiyacı var: Kusursuz bir ayna. Mevlânâ’nın de defalarca söylediği üzere birinin ona sunabileceği tek hediye aynı sevgilinin saf kalp gibi sevilenin güzelliğini yansıtan bir aynadadır”1
Kederli gecelerin hepsi neşeli bir güne gebe;
Kışın en uzun gecesinin kuyusundan Yusuf “Günü”nü görürler.52
Dolayısıyla Hâkânî ilk yarım mısrasında iyi bilinen “Geceler gebedir” atasözünü ustaca takdim eder. Diğer taraftan Hüsrev, “gönlünü kaptırmayı” kuyuya düşmek olarak tasvir eder:
Yüzünü görür görmez kalbim kuyuya düştü Yusuf suresi iyiye işaretti!53
Sevgilinin güzel yüzü ve “en güzel hikâye” burada birbirinin yerine kullanılır gibidir ve baştan sona Yusuf ’un hikâyesinin -ayrılık, çilekeş aşk, Mısır’da yeniden tutuklanması ve nihai kavuşma- Kur’ân-ı Kerîm’de bir alamet arayan herkes için iyi bir işaret olduğu aşikârdır.
Abraham, den Herrn der Steme hater sich zum Herrn erlesen …”
Göklerin efendisini Allah’ı olarak seçti…, Çünkü güneşe, aya ve yıldızlara baktıktan sonra sonunda onların yaratıcısına döndü zira “batanlari sevmedi” (el âfîlîne).
İbrahim’in putları kırmada oynadığı rol Sa’dî-i Şîrâzî’yi arkadaşı Halil’e şu sözlerle hitap etmeye yöneltti:
Gözlerim kimseye güvenemez, Arkadaşım Halil, Azer’in bütün putlarını kırdı.”
Bir başka deyişle şairin ibadet ettiği tek şey, bu ister dünyevi sevgilisi isterse de Sonsuz Sevgili olsun, net olarak belirtilmemiştir. Bu tarz kelime oyunlarını anlamak için büt (put) veya daha az sıklıkla şanam (put) kelimelerinin genelde sevgili için kullanıldığını hatırlamakta fayda var: “Allah’a karşı saygısızlık” içeren çogu ifadeyi açıklayan, büt ve mâşukun (mâşuk, erkek sevgili) birbirinin yerine kullanılabilmesiydi. İlerleyen dönemlerde şairler bazen “put”ları olumlu bir nesne olarak değerlendirdi, sonuçta Allah sürekli yeni ‘putlar” yaratmakla meşgul değil miydi?
Sâkî olarak adlandırılamasa da Allah sürekli şarap vermiyor muydu?
Her daim putlara keskiyle şekil verse de kendisine Azer denemiyordu!“o
Dolayısıyla Galib, gerçek sanatçının en güzel tanımlarından birini ‘daha taşken yapılmamış putları dans halinde gören”41 Azer’in nezdinde yapar. Kuralcı ve yaratıcılıktan uzak dinsel yaklaşımlarla yaratıcı sanat eserleri arasındaki içkin mücadeleye yapılan gönderme görmek isteyene burada kendini belli eder. Dolayısıyla butân-i azari İran şiir tarihinin tümü boyunca çok neşeli bir hayatın kapılarını açar.
Elbette, böylesine göndermeleri şiirlere serpiştirmek hem okur ve dinleyidlerin hem de şairlerin Kur’ân-ı Kerim’i iyi bildikleri varsayımına dayanırdı. Ortaçağ İslam dünyası için bu kanıksanmış bir durumdu.
Kur’ân-ı Kerîm’deki tek bir kelime veya hatta ayetlerin kendisine referanslarda bulunmak çok normalse kutsal kitapta yer alan kişi ya da belirli olaylara göndermelerde bulunmak daha da çok karşılaşılan bir şeydir. Kur’ân-ı Kerîm’in herhangi bir yerinde bir şairane bağlamda ya diğerinde boy göstermeyen peygamber yok gibidir.”
Çocukların okulda ezberden kalem ve yazdıkların demesi gibi!
Eskiden kaş ve kirpiklerinden çok bahsederdim.18
Yukarıda, çocuklar nun harfini (nun) ve harfi harfine kaleme atıfta bulunan Kalem suresinin giriş kısmını ezberden okur. Bu yuvarlak harf genelde sevgilinin kaşlarıyla kıyaslanırdı ve uzun koyu kirpikleri de benzer bir şekilde uzun ince kamış kalemleri andınrdı. Dolayısıyla nasıl ki okul çağındaki çocuklar bu sureyi ezberleyene kadar defalarca söylüyordu şair de durmadan sevgilisinin kaş ve kirpiklerinden bahsediyordu. Zikredilmesi gereken bir başka nokta bu surenin son üç ayetinin, Ve in yakâdu… (Onlar neredeyse…), Hazreti Muhammed’e kem gözlerle bakanlara karşı okunduğudur. Dolayısıyla Kur’ân-ı Kerîm’deki bu belirli bölüme göndermede bulunarak şair rakibinin sevgilisinin güzelliğine kem gözle bakmasını da engeller.19
Düşümde meleklerin meyhanenin kapısını çaldığını gördüm,
Hazreti Adem’e topraktan şekil verip kadehe döktüler,”
Şairane bir önsezi veya rüyayı tasvir etmektense sözleşme onuruna verilen ziyafeti ve aşkın şarabıyla ıslatılan Hazreti Adem’in toprağının yeni oluşturulduğu (hadise göre Allah onu 40 gün yoğurmuştur) günü düşünür. Mevlânâ, hiçlik halindeki ruhları fazlasıyla mest edip dans ederek varoluşa doğru koşuşturan ilahi elest kelimesini cennetten çıkma bir müzik olarak gördü.“
Şairler güvene dayalı olarak verilen şey veya görev anlamına gelen emanetten (Ahzab: 72) alıntılar yapmaktan da hoşlanır. Hâfız ve onun geleneğini devam ettirenler için bu, göğün ve yerin taşımayı reddettiği ama “cahil ve zalim” insanın ne yapacağını bilmeden kabul ettiği aşkın külfetidir.15 Diğer taraftan İkbal için emanet bireysellik ve insan kişiliğinin bir belirtisidir.
Şairler hayattaki her duruma uyarlanabilen Allah’ın En Güzel 99 Adı’yla kelime oyunları yapmaktan hoşlanırdı. Dolayısıyla sarabin verdiği yasak hazdan keyif alsalar da Allah’ın el-ğafur (her şeyi affeden)16 olmasında teselli buldular ve muganni (şarkıcı) gkn.) köküyle yaptığı güzel kelime oyunlarıyla “hiçbir zaman hiçbir şeye ihtiyacı olmayan”ı övmek dışında bir şey yapmadı.”
Yüzünü gören Kur’ân-ı Kerîm’in bir kopyasıyla karşılaştırdı,
Ve bunu duyan herkes “Ona ne şüphe!” dedi5
Bu cevap kaynağını Bakara suresinin başlangıcından aldığından bu dizeyi çok zarif kılar. Buna karşın Hâfız, bu şeyler Kâşif ya da Keşif gibi tefsirlerde bulunanlardan daha net açıklamalar sunduğundan, bir ayeti* -Kur’ân-ı Kerîm’de geçen bir mucize, işaret ya da dizeyi- sevgilisinin yüzüne bakarak anlamak istedi.7 Bunun arkasında yatan fikir, sevgilinin yüzünün göz alıcı güzelliğinin tek bir emaresinin, tıpkı Kur’ân-ı Kerîm’in tek bir dizesi gibi, tefsircilerin bütün irfanını gölgede bırakmasıdır.
Mükemmel bir şekilde kopyalanmış Kur’ân-ı Kerîm’in, mushafın, insan yüzüyle kıyaslanması şiir sanatında erken dönemlerde ortaya çıkmış olsa da çok daha yaygınlaşması, Şii ve özellikle de Hurufi eğilimlerin güçlendiği, ilerleyen dönemlere aittir
Yanaklarına ve nazlı gözlerine hasret gül ve nergis
Nemli gözlerle üzerindeki örtüyü yırttı.
“Saklama ve gözler önüne serme” anlamına gelen leff ü neşr (sıralı açıklama) biçimini de içeren bu dize, sevgilinin yanaklarıyla daima bağlantılı gülün örtüsünü yırttığını yani arkadaşının gül renkli güzel yüzüne hasretinden yapraklarını açıp çiçeklendiğini anlatır; bu sırada her daim gözle bağlantılı nergisler çiyle kaplıdır böylece sevgilinin yarı açık Süzgün gözleri için yanıp tutuştuğundan gözlerinde yaş varmış gibi gözükür. Güllerin açtığına ve nergislerin sabah çiyiyle kaplandığına dair çok yalın anlatım, sevgiliyi görmek uğruna, bahçedeki her şeye yönelik özlemi ifade etmek için kullanıldı. Bu şekilde İranlı şairler, arkasında yatan bazı hayali nedenleri kavrayarak tamamen normal olayları açıklayacaktır ve bu şiir sanatından ancak bu anlatıma itinayla ve sevgiyle vâkıf olduğunuzda zevk alabilirsiniz.
0 kadar çok ağladım ki neredeyse Nuh’un Gemisi batıyordu
O kadar derin bir iç çektim ki az kalsın çadırlar alev alıyordu.”
16. yüzyıl şairlerinden Kumlu Aşki dolayısıyla perişan durumundan şu sözlerle şikâyet etti:
Yokluğunun üzüntüsünden neredeyse eriyip kayboldum
Boynuma bir zincir vurursan ayaklarımdan kayıp düşer!12
Abartıda bir sınır yoktur:
Bu engin ovada atların toynaklarının çıkardığı toz toprakla
Altı dünya yedi gök halini aldı, 13
Bir başka deyişle, süvariler o kadar çok toz toprak kaldırdı ki yedi dünya/katman toz toprak içinde yok olup gökte sekizinci cennet olarak yeniden çıktı.
Ayım dün şehri terk etti,
Ve bu bana bir yıl gibi geldi.7
“Yıl” ve “gün” de zikredildiğinden “ay” kelimesi muhtemelen ilkin “ay’a (İngilizcesi month)” özgü bir şey olarak algılanacaktır. Ama aslında bahsedilen aya benzeyen sevgilidir. Ayrıca bir kelime oyunu daha yapılmıştır: şehr (şehir) kelimesi Arapçada “ay” anlamını da gelir. Başka bir yaratıcı örneği de Hâfız’ın çağdaşı ve rakibi Imâd-i Fıkîh’in kaleme aldığı şu dizelerdir:
Kalbim akan suda güzel yanağının yansımasını görünce,
Sersemleyip ‘Mâhî’ diye bağırdı!3
Mâhi, ‘balık’ veya “Aysın’ anlamlarına gelebilir ya da Arapçada “Şu nedir?!” demek olabilir. Muharebeyle gök gürültülü fırtınanın dört yönünü birleştirdiği Enverî’nin kasidelerinden birindeki muharebe tasviri farklı bir boyutta ama benzer açlardan hayranlık uyandırıcıdır:
Davul gök gürültüsü gibi, kılıçlar şimşek gibi,
Oklar yağmur gibi ve toz bir bulut gibi!9