İmam Mâverdî’nin buyurduğu gibi her faziletin bir esası var, her edebin bir menbaı var, her güzelliğin bir kaynağı vardır. Öyle ise faziletin de esası ve edebin temeli de akıldır. Allah Teâlâ din ve dünya işlerinde aklı insana bahşetmiş, ona tahsis etmiş ve onu esas olarak tayin etmiştir. Tekliflerin yönelmesine sebeb de akıldır. Öyleyse Allah’ın bildirmiş olduğu vazifeleri akıl idrak eder. Vazifeleri tatbik etmekte tedbirci yine akıldır. Mesela mahlukun niyet, maksad ve zamanlan muhtelif olmalarına rağmen onların bağdaşmalarına, buluşma ve görüşmelerine Allah Teâlâ aklı bir bağ yapmıştır.
İbadet, ahlak ve muamelelerde güzellikleri, faziletleri bildiren şeriat, teyid eden akıldır. Demek aklın uygun gördüğü ve vicdanın güzel bulduğu vazifeyi de İslam hukuku tesbit eder, akıl onu tatbik eder. Şeriati de anlamak için akıl miyardır. Hülâsa akıl bütün ilimlere menşe’dir. Şeriatin bütün teklifleri akla yönelir. Şu kadar ki, aklın elini tutacak İlâhî vahiydir. O müstesna akıl her şeyin başıdır. Demek, aslî akıl, İslam hukukundan aydınlanmış ve Peygamber’e uymuş akıldır. Hâdis-i şerîfte, İslam dininden kazanılmış akla şöylece işaret olunmuştur:
“Hiçbir kimse sahibini hidayet yoluna iletecek, fenalıklardan alıkoyacak aklın benzeri bir şeyi kazanmamıştır. Elbet kişinin aklı dosdoğru olunca, dînlsahlakı da dosdoğru olur/’ buyrulmuştur. Her bir şeyin dayanağı veya yardımcısı vardır. Kişinin amelinin dayanağı ve sığınağı da onun aklıdır. Herkesin ibadeti aklının mikdarıncadır. Demek in-sanın en büyük dostu akıldır. Bu hikmete binaendir ki Hazreti Ömer radı- yallahu anh: “Kişinin aslı aklı, nesebi dîni, şeref ve haysiyeti de onun ahlakıdır.” buyurmuştur. Şeyh Haşan Basrî de: “Allah Teâlâ kime akıl nimetini bağışlamış ise şübhesiz bir gün onu aklıyla kurtaracaktır.” buyurmuş.
İnsanda akıl ve irade olduğu için her azimli niyet, hareket ve amelinden sorumludur. Bu sorumluluğu yine akıl şer-i şerîften ilham alarak tayin ve tesbit eder. Demek insanın sorumluluğuna yegâne sebeb akıl ve cüz’î iradedir. Mesela bir doktor ameliyat esnasında -kasdı hatta fiili hayatı kurtarmak olduğundan- hataen hastayı öldürürse mesul değildir. Doktor olmayan bir kimse, -kasdı hayatı kurtarmak olsa bile- bir adamı öldürürse kâtil ve mesuldür; hata ettim diyemez, çünkü aklı ve iradesi vardır. Doktor ikinci birisini öldürürse kâtildir, yine cani değildir, çünkü aklı ve iradesi vardır. Amma doktordan başkası kâtil ve canidir.
Vicdanı da meydana getiren akıldır. Zira vicdan, imanlı bir aklın özünün muhakemesinden sonraki ortaya koyduğu hükmüdür. Şu halde aklın hissî ve dahilî hükmü vicdan, haricî ve müsbet hükmü de şuurdur. Kâmil aklın hükmü vicdan, şuurun temelidir. Zira gerçek şuur, kalbe hak ilhamın gelişinden sonraki sezgi ve o sezginin de tayin ettiği hüküm ve vicdandır. Demek vicdan kâmil bir aklın buluşu ve hükmüdür. Ancak ve ancak tastam kâmil imana sahib zevatta bu buluş bulunur. Nitekim cehennemlilerin ruhları ateşle azabdan sonra saflaşırken ahirette şöyle diyeceklerdir:*“Eğer bizler Allah’ın hükmünü kabulle Işitseydik ve aklımızı kullansaydık cehennem yâranlarından olmazdık, diyeceklerdir.” [El-Mülk 10] diye ayet-i kerîmeyle ifade edilmektedir.
Demek hakîkî akıl, ahiret gününe inanıp Allah Teâlâ’nın emrlerini kabul kasdıyla dinleyendir; buna şuur da denilir. Bu itibarla ahiret âleminin idrakinden aciz kimseleri hukemâ, dirilerin içinde dolaşan ölü diye ifade ederler. Nitekim birçok müfessirlerde,* “Tâ ki diri olan kimselere haber versin…” [Yâsîn 70] mealindeki ayet-i kerîmenin ‘hayyen’ kelimesini -kafir kelimesine tekâbül ettiği için- akıl ve şuurlu olarak tefsir ettiler. Demek basîret sezgisinden aciz bir akıl, suda hareketli görülen tahta parçası gibi kupkuru bir heykelden ibarettir. Ne fayda ki hareketlidir.
Aklın birçok tarifleri vardır. Artık aklı da tarif etmek için bir akıl gerek. En uygun tarifleri şöyledir:
1 –Akıl, sezgi veyahud zâhirî duygularla nefs-i nâtıkada resimlenen malumatı bilmektir diye imam Mâverdî tarif ettiyse de İmam Râğıb şöyle der:
2-Akıl, herhangi bir bilgiyi kabullenmeye istidadlı kuvvettir. Aynı kuvvetle insanın istifade edebileceği ilimdir. Birinci tarif şu hadîs-i şerîfe uygundur:* “Allah, Nezdi’nde akıldan daha şerefli bir mahluk yaratmamıştır.”
İkinci tarif ise evvelden nakletmiş olduğumuz “Hiçbir kimse sahibini hidayet yoluna iletecek, fenalıklardan alıkoyacak aklın benzeri gibi bir şeyi kazanmamıştır.” mealindeki hadîs-i şerîfe uygundur. Demek aslî akıl odur ki, sahibini Allah’ın yasaklarından uzaklaştırır. Bu hikmete binaendir ki, sahibini küfür ve isyandan menetmeyen kafirlerin aklı birçok ayetlerde tenkid edilmiştir. Binaenaleyh akılsızlıklarını bildiren ayet ve hadisler bu manaya hamlolunur.
3-Seyyid Şerîf de Târifâtı’nda şöyle der: “Akıl, onunla eşya bilinen melekedir.” Bundan başka da birçok tarifler vardır.
Aklın mahalli dimağ mı, kalb mi diye ihtilaf ettiler. En doğrusu, hisle bilinen sezgi ve idrake göre aklın mahalli dimağdır; firâset, keşif, gerçek ilhamla bilinen melekeye nazaran aklın mahalli kalbdir denilmektedir.
Fıtrî ve iktisâbî meleke, akl-ı bilfiil ve akl-ı müstefad olmak üzere dört kısım akıl vardır. Tariflerin değişikliği bu taksimden olsa gerektir.
4- Akıl, sûretlerden hâlî melekedir. Eski felsefecilerce bu tarif meşhurdur. Bu akla, akl-ı heyûlânî dediler.
5- Melekî ve iktisâbî vasıtasıyla ve hisle ilmi kesbetmeye istidadlı kuvvet, akıldır. Doğrusu, bilgisini tatbik etmeye kabiliyetli, akıllıdır.
6– Bilfiil müşahede olunmayıp mücerred düşünceyle yahud tekrar tekrar kazançla -mesela tecrübeyle- meydana gelen bilmek melekesidir.
7- Akl-ı müstefad, nazarî ve amelî meseleleri -müdrike kuvvetinden kaybolmaksızın- tatbikte müşahede olunan akl-ı melekedir.
İmam Mâverdî de: “Fıtraten insanda bir akıl mevcuddur.” der. Hadîs-i şerîfte de: “Akıl kalbde bir nurdur; hak ve bâtılı birbirinden ayırır.” buyrulmuştur. Bu takdirde akıl kalbde bir İlâhî nurdur. Bu kalbdeki nûrânî akıl şu ayet-i kerîmede tasrih olunmuştur:*“Yerde yürümediler mi? Tâ ki onlarda düşünüp bilir bir kalb olsaydı…” [El-Hacc 46] Demek hakîkî aklın mahalli kalbdir. Aslında fıtrî akıldan murad, hem mücerred bilmek, hem de bildiklerinden ibret almaktır. Nitekim Kibrit-i Ahmer’de Şeyh-ul-Ekber de şöyle demiştir: Akılla bilinen malumat iki kısımdır:
a-Zâtı idrakle eşyayı bilmesidir. Göz, kulak, kendi zatlarıyla eşyayı hissettiği gibi, akıl da bizzat kendisine mahsus kuvvetle müdriktir. Bu akıl yanılmaz bir akıldır; hatadan ârîdir.
b-His, mefkeret, hayal, mutasarrıfa ve sair aletlerle eşyayı sezen akıldır. Bu akıl hayalden üstündür; düşünülebilen meseleyi sûretlendirir, lâkin bir kısmını unutur. Burada akıl, müdrike ve hâfize aletleri gibi vasıtalarla hayalin unuttuğunu da hatırlar. Bundan dolayı ehli hakîkat bu akla önem vermediler. Ancak ehli hakîkat, firâset duygusundan doğan akla önem verdiler.
AKLIN DEVRELERİ VE TEKLİFLER
Akla göre sezilmesi mümkün olan nefsin iki kuvveti vardır: Birincisi, zâtında kâmil, eşyayı bizzat veyahud bilvasıta içinde sûretlendirdiği ve idrak edebilme gücüne sahib nazarî akıldır. Bu akıl her ne kadar zâtında güçlü ise de, kendisinden daha üstün akla muhtaç ve hayalî kuvvetle de müteessir olduğu için mahal-i teklif olmamıştır. Her doğan insanın yedi yaşından on dört yaşına kadar olan devrinin aklıdır. Bu devrin idraki hayalîdir. İllet ile ma’lûlde delil araştırmaktan acizdir akıl. Zira mütehayyile kuvveti bu devrede çok faaldir. Hâfize kuvveti ise henüz daha yeni yeni canlanmaya başlıyor. Zira mefkeret kuvvetinin çalışması on dört yaşından itibarendir.
Binaenaleyh bu akıl, mahal-i teklif olamamıştır. İkinci akıl, amelî ve mahal-i teklif olan akıldır. On dört – on beş yaştan itibaren eşyanın özelliklerini sezen, hayalin tesirinden kurtulan, illet ve ma’lûlde güçlü olan akıldır. Zira on dört – on beş yaşından itibaren hâfize, zâkire, mefkeret kuvvetleri kemiyetleşirler. Artık bu devrede akıl ufak tefek işlerde heyecanlanmaz. Takrîben bu idrak yirmi bir yaşta tekâmül eder. Bu devrede akıl, yapabilmek kuvvetinden geçer, bizzat ve billfiil yapma gücüne sahib olur. Doğrusu fıtrî akılla insanın hürriyeti olmadığı için mükellef değildir. Çünkü bir yaştan on dört yaşına kadarki devrede dimağ tıpkı bir ayna gibidir; taklidden başka çaresi yoktur. Dimağın karşısına ne gelirse o müessir olur. Bu akıl bu devrede karşısına gelen her sûreti hıfzeder.
On dört yaştan sonra ancak resimlenen sûretleri akıl kabul veya reddettiği gibi, fikir, düşünce, delil aramak, kâr ve zararı nazar-ı itibara almakta güç kazanır ki buna irade denilir. Akıl iradeli olduğu için mükellef oluyor. Buna akl-ı bilmeleke denildi. Demek hürriyet ve sorumluluk bu devreden itibaren başlar. Bu devrede bir çocuk tek başına namaz kılar, tek başına çirkinliği terk eder, yazar, mükafat alır, cezayı hak eder. Terbiye vasıtasıyla dördüncü devre başlıyor ki, bu devredeki akla akl-ı müstefad denilir. Doğrusu, akl-ı bilfiil, akl-ı müstefada dönüşür, işte terbiye yedi yaşta başlar, on dört yaşında biter. Burada iki devre var; her iki itibarla ana baba mükelleftir. Ancak on dört yaş veya on beş yaştan itibaren, şahsî iradeyle, indî aklıyla insan hareket eder. Eğer ana baba kusur etmişse bile on dört yaştan sonra her zat kendisinden sorumlu olur.
Üçüncü yani on dört yaş, dördüncü yirmi birden sonraki yaş devirlerinden itibaren bir insan ne mikdar küfür, nifak, fısk ve isyanı terk ederse, o nisbette kalbdeki âkile kuvvet güç alır, çoğalır. Buna akl-ı iktisâbî denilmiştir. Eğer iktisâbî bilgilerde akıl, şehvet ve münkeret tarafına kayarsa, nefs galebe çalar hayvanlaşır. Aksi takdirde, şehvet ve gazab kuvvetleri akta itaatkâr olursa, gittikçe vücud dinçleşir, dimağ gençleşir, şehvet de irâdî olduğundan ihtiyarlık geç başlar. Denilebilir ki isyan olmazsa, cinsî arzularda on sekiz yaşla seksen yaş arasında fark görülmez. Tuhaf ve utanç olmasaydı bunu iyice açıklardım. Lâkin şu ayet-i kerîmeden ilham alınsın.*“Ölü (cahil) iken kendisini Biz dirilttiğimiz, ona insanların arasında yürüyeceği bir nur verdiğimiz kimse, içinden çıkamadığı halde karanlıklarda kalan kişi gibi olur mu hiç? Kafirlerin yapmakta olduğu şeyler, kendilerine öylece süslü göründü.” [El-En’âm 122] buyrulmuştur.
Bu ayet-i kerîmedeki “ölü” kelimesi cehil, “diri” kelimesi ise iman ve ilimle tefsir olunmuştur. Nitekim Ibnu Abbas da böylece mana etmiştir. Kurtubî Tefsîri’nde birçok vecihler varsa da Kibrît-i Ahmer ve Fütûhat’ta Şeyh-ul-Ekber İbnu Abbas’ın sözlerini tercih ederek şöyle demektedir: İlim nuruyla şereflenen bir mü’min, dimağ ve akla sahibdir, diridir. Böyle bir zat cahile benzer mi? Elbette benzemez; akıl ve nurundan mahrum, tıpkı hareketli bir ölü gibidir. Binaenaleyh nurdan maksad ilim ile iman ve o imandan sonra da hikmettir. Şehvet ve gazab gibi hikmeti öldüren hiçbir zehir yoktur.
Dikkat ettiniz mi; biz müslümanlar küffârın icadlarına hayran oluyoruz, halbuki ayeti kerîmede bunca fen ve sanat gibi “Kafirlerin yapmakta olduğu şeyler, kendilerine öylece süslü göründü.” buyrulmaktadır.
Hikmetle dolu bir iktisâbî akıl ve hürriyetten dolayı akıllıların sorumluluğunu şu hadîs-i şerîflerden anlamak mümkündür. Yani fıtrî akıl sarsılmadan kazanılan iktisâbî ve amelî aklı kasdediyorum.*“Ey Uveymir, aklını çoğalt ki Rabb’ine yakınlığın ziyadelerisin.” Uveymir’in: “Anam babam Sana feda olsun; aklımı nasıl çoğaltabilirim?” demesi üzerine Rasûl-u Muhterem şöyle buyurdu: *“Allah Teâlâ’nın yasaklarından sakın, farzları öde, akıllı olursun. Sonra nafile olarak salih amel İşle, dünya aklını çoğaltırsın, hem de Rabb’ine yakın olursun. Ve azizlik bununladır.”
Akl-ı bilfiil derecesindeki idrak, herhangi bir semâvî afatla mutazarrır olmadığı müddetçe teklif ve sorumluluğu kalkmaz. Asıl olarak da dört nimetten sorulur ki şu hadîs-i şerîfte beyan olunmaktadır: “Âdem oğulları beş şeyden sorulmadıkça Rabb’lerinin huzurundan bir adım atamazlar: Ömrünü ne ile yok ettiğinden; gençliğini ne ile çürüttüğünden; malını nereden KAZANIP ne gibi yerlerde HARCADIĞINDAN, bildiğiyle ne amel ettiğinden.’buy- rulmuştur. Her ferd bundan sorulur. Artık aklı buna göre kullanmalıyız. Mal hususunda iki soru sorulacağına ikkat ettiniz mi?
NEFSÎ ARZULAR AKLI AZALTIR
Allah Teâlâ her şeyi zıddıyla beraber yarattığı gibi aklın da zıddı olarak hevâ-i nefsi yaratmıştır. Her zaman tekrarladığımız nefs-i nâtıkanın hevâsı: lezzet, sevgi ve meyli itibarıyla şehvettir; itelemek cihetiyle de gazabdır ki hayvânî kuvvetle tarif edilir. Hayvânî kuvvet akla galebe çaldı mı, insanı hayvandan daha beter mertebeye düşürür. Bu hikmete binaendir ki hadîs-i şerîfte:*“Şehvete itaat illet, İsyanı da Hacdır.” buyrulmuştur. Artık nefs-i nâtıkanın mertebesi süflî olduğundan aklı hayvânî arzularına celbeder. Akıl aslında hürriyeti, kainat ve ağyârın hepsinden alâkayı kesmek ister. Avâma göre bu aklın mertebesi, şehvetten alâkayı kesmektir. Yani a’zamî tedbir almakla Allah’a tevekkül etmek makamında akl-ı müdebbire itaat etmek, nefsî arzularından arınmak demektir. Eğer akıl, ağyardan, yani Allah’tan uzaklaştırıcı her şeyden alâkayı kesmezse nefsin hevâstna mağlub olur ve tedbirden aciz kalır. Birçok avâmın aklının mertebesi budur. Havâsa göre ise kendi cüz’î iradesini Cenâb-ı Hakk’ın küllî iradesinde ifnâ etmektir.
Burada aklın mertebesi teslimdir. Eğer akıl dînin emrlerine teslim olduktan sonra nefsin hevâsına itaat ederse, sükûnetten ayrıldığı için İşine riya ve hile karışır. Binaenaleyh orta akıl odur ki Allah’ın emrlerini nefsin arzularından daha fazla tercih eder. Eğer akıl burada da muvaffak olursa, hâs-ul-havâsın mertebesine yükselir. Burada akıl hürriyetine kavuşur. Zâtî tecellîleri müşahede etmekten dolayı umum resim ve eserlerden yüz çevirir. Bu makama tefvîz makamı denilir. Kul ikinci mertebeye ulaşmadığı müddetçe buradaki hürriyetten mahrumdur. Demek aslî hürriyet, gaflete sebeb olabilecek her şeyden kurtulmaktır. Binaenaleyh hürriyet için akıl ve cüz’î iradenin tastam selametli olması şarttır. Eğer tasavvuf kelimesini burada tahlil edersek şöyle deriz:”*te,sad,vav,fe”kelimesinin
*T harfi teslim, takva, tevekkülden ibarettir.
*S harfi sabır, sıdk ve sefâdan ibarettir.
*V harfi vird, vüdd (Allah’ı sevmek ve Allah için kulunu sevmek), vefadan ibarettir.
*F harfi ferd (yani Allah’tan uzaklaştırıcı her şeyden yüz çevirmek), fakr ve fenâdan ibarettir. Şu kadar ki fakr demek, fakirliği kabul etmek demek değil; fakr’dan murad: kalbi zikirle doldururken cebi de helal kazançla doldurmaktır. Bu on iki haslet bilfiil insanda bulunursa kendisi hürdür. İki tane eksik olursa, o nisbette esir ve akılsızdır. Binaenaleyh nefsin hevâsına esir olabilir demektir.
Akl-ı selîm Tevhid ister. Çünkü Tevhid asildir. İnsan yaratıldığı gün Tevhid de tebliğ edilmiştir. Hevâ-i nefs ise şirk ister. Aklın dengesini bozan da şirktir. İbnu Abbas tefsirinde: “Hevâ-i nefsten daha ziyade bâtıl bir ma’bûd yaratılmamıştır.” demektedir. Şu ayet-i kerîmede dikkatle düşünülsün:*“(Habîbim) Hevâ ve hevesini tapınak tutanı görüp bildin mi?..” [El-Câsiye 23] buyrulmuştur. İşte bu ayet-i kerîme hevâ-i nefsin akla ne kadar zararlı olduğunu göstermektedir. Hatta hukemâ da: “Hevâ-i nefsine itaat eden, aklının dizginini düşmanının eline vermiştir. Aslında akıl sultandır, hevâ-i nefs bir neferdir; şehvet ve gazab aklı esir ederler. Sultanı bir gedâya esir etmek revâ mıdır?” demektedirler.
Bazı haberlerde de şu vârid olunmuştur: Melekler mücer- red akıldan şehvetsiz olarak yaratılmışlardır. Hayvanlar akılsız mücerred şehvetten tertiblenmişlerdir. İnsan da hem akıl hem de şehvetten tertiblenmiştir. Aklı şehvetine galebe çalan, melekten üstün; şehveti aklına galebe çalan da hayvandan aşağıdır. Hevâ-i nefs, Hakk’ın emrine muhalif her şeydir; ondan sakınmayan sağlam kalmaz.
Akıl edeb ister, ihlas ister, takva ile çoğalır. Çoğaldıkça Hâlık’ın varlığını idrak eder. İnsan bir an aklına arkadaş olursa, nefsin hevâsından uzaklaşırsa şu sorular derhal aklına gelir:
Ne için yaratıldım? Yaratılışımda gaye nedir?
Umum felsefecileri tefekküre sevk eden bu sorulardır. Fakat onların hevâ-i nefsleri fikirlerini bir ittifak haline getirmemiştir. Hatta meşhur Alman feylesofu Kant “inkâd-u Akl-il-Mahz” adlı eserinde durmadan şu soruları soruyor:
Gücümle ne yapabiliyorum?
Ne gibi amel işlerim?
Ümid ederek emelimi nereye bağlarım?
Durmadan kendi kendinden sorar. Fakat maalesef o da kesin bir kanaate varamamıştır. İslam hukemâsı ise*“Ben ancak insan ve cinleri Ben’i tanıyıp Ban’a ibadet etsinler diye yarattım.” [Ez-Zâriyât56]; *“İnsana çalıştığından başkası yoktur.” [En-Necm 39] mealindeki ayet-i kerîmelerden ilham aldılar. O halde ben Rabb’ime iman eder ve O’na ibadet ederim. Bütün emel ve maksadlarımı O’nun Peygamberi’nin sözlerine bağlarım. Ölümden endişe etmeksizin imanın gerektirdiği nefsânî temâyülâtımı O’nun emriyle tahrik ederim. Doğrusu, O’nun için kendimi terk ederim. İşte akıl bu akıldır. Özellikle şu hadisle amel ederim, ümid bağlarım:
*“Siz kendiniz Bana attı şey tekeffül edin,Ben de size cennete girmenize tekeffül edeyim: Konuştuğunuz zaman doğru söyleyin. Söz verdiğiniz zamanlarda da yerine getirin. Size bir emanet teslim olundu mu (hıyanetsiz olarak onu) ödeyin. (Mutlak sûrette) Irz ve namus mahallini koruyun. Harama bakmaktan gözlerinizi kapatın. (Zulüm yapmlak ve haram işlemekten) Elinizi de menedin.” Diğer rivayette: “Mirasınız taksim olunduğu zaman birbirinize zulmetmeyin, başkalarının size yapmasını sevdiğiniz bir şeyin aynısını siz yapın (insaf edin). Düşmanlarınızla kital anında korkmayın. Ganimet aldığınızda hıyanet etmeyin. Zalimlerinizi mazlumlarınızdan vazgeçirin.’* buyrulmuştur. Gücümüzle bunları yaparız. Allah’ın afuvuna amelimizi bağlar, rahmetini umar ve Rasûlullah’ın buyurmuş olduğu ameli işleriz. Bunu idrak etmeyen akıl, sahibinin kelepçesidir.
İsmail Çetin – Mufassal Medeni Ahlak,dilara yay.,syf.106-113
0 Yorumlar