Ümmetin En Büyüğü Dört Kiramdır
Şübhesiz ashab radıyallâhu anhum, ümmetin en büyükleridir. Onların da tertib üzere en büyüğü Hazreti Ebû Bekr Sıddîk radıyallâhu anhudur. Sonra Ömer-ul-Fâruk radıyallâhu anh; sonra Hazreti Osman radıyallâhu anh; sonra Hazreti Ali radıyallâhu anh’tır.
Ve efdal evliyâ Sıddîk-ı Ekber ba’dehu Fâruk
Ve Zinnûreyn’den sonra Alî’dir ol Velîyullah
Ve evliyânın en üstünü, Sıddîk-i Ekber Hazreti Ebû Bekr’dir. Sonra
Hazreti Ömer-ul-Fâruk’tur.
Sonra iki nur sahibi Hazreti Osman’dır. Sonra Allah’ın dostu Hazret}
Ali’dir.
Ehli Sünnet vel Cemaatin ittifakıyla, ümmetin en büyüğü Sıddîk-ı Ekber; sonra Hazreti Ömer, sonra Hazreti Osman, sonra Hazreti Ali radıyallâhu anhum’durlar. Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’den kalan hilâfet de bu tertib üzere devam etmiştir.
Müslim ve Buhârî’nin ittifakla tahric ettikleri Ebî Saîd-il-Hudrî ve Abdullah bin Mes’ûd’dan gelen bir rivayette Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
“Eğer Ben bir kimseyi (en üstün olarak) dost alsaydım, şübhesiz Ebâ Bekr’i kendime dost ederdim. Lâkin o hakîkaten kardeşim ve arkadaşımdır. Gerçekte Allah Teâlâ arkadaşınızı (kendisini kasdederek) gerçek dost olarak kabul etmiştir.”
Bu hadîs-i şerîf Hazreti Ebû Bekr Sıddîk’ın sadakatini, bağlılığını, yüce makamını ve hilâfetini beyan etmiştir. “Hullet”; bütün sevgileri kendine hududlandıran ve rızaya layık olan bir makamdır. Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem, Allah Teâlâ’dan başkasını kendisine maksad ve vesile etmediği için,” “Eğer Ben bir kimseyi (en üstün olarak) dost alsaydım, şübhesiz Ebâ Bekr’i kendime dost ederdim.” buyurmuştur. Tabiî ki bu, bütün sevgileri Ebû Bekr Sıddîk’a yöneltmesi risâlet makamına uygun olmadığı içindir.
Fakat bundan aşağı olan sohbet ve kardeşlik makamında, kemâl-i şefkatle en üstün derecede Ebû Bekr Sıddîk’ı kabul etmesi, Ebû Bekr Sıddîk’ın kendisine en yakın olduğunu göstermiştir. Ebû Bekr Sıddîk radıyallâhu anh’ın üstünlüğünü ve faziletini beyan eden birçok hadisler vardır. Ondan sonra Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem en üstün derecede Hazreti Ömer radıyailâhu anhu’yu kabul etmiştir. Hazreti Ömer radıyailâhu anh, Fâruk’tur, yani hak ile bâtıl arasına sed çekendir.
Nitekim İmam Ahmed, Tirmizî, İbnu Habbân, İbnu Adî’nin tahric ettikleri İbni Ömer radıyailâhu anh’tan gelen bir rivayette, Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Gerçekte Allah Teâlâ, gerçek ve doğruyu Ömer’in dili ve kalbi(nin muvafakati) üzere tayin etmiştir.”
Sadakatin en üstünü, dil ve kalbin birleşmesidir. İşte bu hadîs-i şerifte Ömer radıyailâhu anh’ın dilinin ve kalbinin sıddîklık makamında; ve kalbine gelenin vahye mutabık ilham; dilinden çıkanın sünnete mutabık söz olduğu beyan edilmiştir. Artık bu iki büyük halîfenin sıddîklık makamına, bu hadisler şahid olarak kâfidir.
Yine Müslim ve Buhârî’nin de ittifakla tahric ettikleri bir hadiste Sa’d bin Ebî Vakkas’ın babası şöyle anlatmıştır:
Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’in yanına girmek için Ömer izin istedi. Onun yanında Kureyş’ ten birtakım kadınlar vardı. Kendisiyle yüksek sesle konuşuyor ve ondan çok şeyler istiyorlardı. Ömer izin isteyince kadınlar kalkarak perdeye koştular. Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem de ona izin verdi. Hazreti Omer radıyallâhu anh içeri girince Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’in güldüğünü müşahade etti; şive âdeti üzere: “Allah ömrünü güldürsün ya Rasûlallah.” dedi.
Bunun üzerine Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem: “Şu Benim yanımda olanlara şaştım. Senin sesini işitince perdeye koştular.” buyurdu. Bunun üzerine Ömer radıyallâhu anh: “Ya Rasûlallah onların çekilmesine Sen daha layıksın.” dedikten sonra kadınlara dönerek: “Ey nefslerinin düşmanları, Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’den çekinmiyorsunuz da, benden mi çekiniyorsunuz.” dedi. Perde arkasında olan kadınlar: “Evet, sen Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’den daha sertsin.” dediler. Bunun üzerine Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Nefsim kudretiyle yaşayan Allah’a andolsun, hiçbir zaman sülük edeceğin bir yolda şeytan sana rastlamaz ki, yol edinmiş olduğun caddeden başkasını yol edinmemiş olsun.”
Bu hadîs-i şerîf, Hazreti Ömer’i mübalağa olarak övmüştür. Bir caddede dahi rastlarsa şeytanın mutlaka yolunu değiştireceğini ve ondan kaçacağını ifade etmiştir. Bu hadîsin delâletiyle rahatlıkla diyebiliriz ki, şeytan huylulardan başkası Hazreti Ömer’in hakkında şübhe etmez. Hazreti Ömer de, Ebû Bekr Sıddîk radıyallâhu anh’ı daima takdim ederdi.
Müslim ve Buhârî’nin tahric ettikleri bir hadîs-i şerîfte, Abdullah bin Abbas radıyallâhu anh şöyle anlatmıştır:
Hazreti Ömer’i teneşir üzerine koyduklarında ashab ağlaşıp dua ediyorlardı. Arkamda birisinin iki ellerini omzuma koyarak şöyle dediğini işittim: “Hakîkaten ben Allah Teâlâ’ nın seni arkadaşlarınla beraber kılacağını umarım. Çünkü çoğu zaman Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’in: “Ben idim. Ebû Bekr ve Ömer…” “Ben işledim. Ebû Bekr ve Ömer…” “Ben yürüdüm. Ebû Bekr ve Ömer…” “Ben girdim. Ebû Bekr ve Ömer…” “Ben çıktım. Ebû Bekr ve Ömer…” diyerek her sözünde, Ebû Bekr’den sonra seni andığını işittim.” Arkama baktım, ne bakayım ki Ali bin Ebî Tâlib radıyallâhu Teâlâ anh’tır.
Bu hadîs-i şerîf gösteriyor ki Hazreti Ali radıyallâhu anh, bu iki büyük zevatı herkesten takdim etmiştir. Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’in sözlerindeki takdimini de delil göstermiştir ve onları takdir etmiştir.
Şübhesiz bu ikiden sonra en üstün sahabî ve halîfe, Hazreti Osman radıyallâhu Teâlâ anh’tır.
Müslim ve Buhârî’nin de tahric ettiği bir hadîs-i şerîfte Ebû Mûsâ el-Eş’arî radıyallâhu anh şöyle anlatmıştır:
”Ben Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem’i evinde ziyaret etmek istedim, bulamadım.Bana şu tarafa doğru gitti dediler. Ben de Onu soruşturarak izinden yola çıktım.Nihayet Eriz kuyusuna girdi. Ben de kapıda oturdum. Onun kapısı hurma dalından idi. Rasulullah sallallâhu aleyhi ve sellem hacetini görüp abdesti alınca kalkarak yanına vardım. Bir de baktım, Eriz kuyusunun kenarına oturmuş, kuyunun kenarını, ortalamış, baldırlarını açmış ve onları kuyunun içine sarkıtmış. Ona selam verdim. Sonra giderek kapının yanına oturdum. (Kendi kendime) Bugün mutlaka Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in kapıcısı olacağım dedim. Az sonra Ebû Bekr geldi ve kapıyı çaldı.
-Kim O? dedim.
-Ebû Bekr.. dedi.
-Ağır ol., dedim. Sonra giderek:
-Yâ Rasûlallah, bu Ebû Bekr’dir; izin istiyor., dedim.
“Ona izin ver; ve kendisini cennetle müjdele.” buyurdu. Ben dönüp geldim ve Ebû Bekr’e:
-Gir. Hem Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem seni cennetle müjdeliyor.. dedim. Ebû Bekr girdi. Ve Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’in sağ tarafına onunla birlikte kuyunun kenarına oturdu. Ayaklarını da Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem’in yaptığı gibi kuyuya sarkıttı. Ve baldırlarını açtı. Sonra ben (kapı yanına) döndüm ve oturdum. Kardeşimi abdest alırken bırakmıştım. Bana yetişecekti. (İçimden kardeşimi kasdederek) Eğer Allah filana hayr murad ettiyse, onu (buraya) getirir dedim. Bir de baktım; bir insan kapıyı kıpırdatıyor:
-Kim o? dedim.
-Ömer bin Hattâb’ım.. dedi.
-Ağır ol., dedim. Sonra Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’e gelerek selam verdim ve:
-Bu Ömer’dir; izin istiyor., dedim.
“Ona izin ver; ve kendisini cennetle müjdele.” buyurdular. Hemen Ömer’e gelerek:
-İzin verdi. Hem Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem seni cennetle müjdeliyor., dedim. O da girdi. Ve Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’le birlikte onun sol tarafına kuyu kenarına oturdu. Ayaklarını da kuyuya sarkıttı. Sonra (ben kapı yanına) dönerek oturdum. Ve (kardeşimi kasdederek) Allah filana hayr murad ettiyse onu (buraya) getirir, dedim. Derken az sonra bir insan gelerek kapıyı salladı.
-Kim o? dedim.
-Osman bin Affan’ım.. dedi.
-Ağır ol;, dedim ve Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem’e gelerek kendisine haber verdim:
“Ona izin ver; ve başına gelecek bir bela ile birlikte kendisini cennetle müjdele.” buyurdu. Hemen geldim ve:
-Gir Hem Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem başına gelecek bir bela ile birlikte seni cennetle müjdeliyor., dedim. O da girdi. Fakat kuyu kenarını dolmuş buldu. Ve öbür taraftan onların karşılarına oturdu.”
Bu hâdisede, üç halîfenin tertib üzere hilâfetlerine; ve vefatlarından sonra Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem’le Ebû Bekr ve Ömer radıyallâhu anhumâ’nın bir arada olmasına işaretler vardır. Olay da öyle vuku bulmuştur.. Ayrıca Hazreti Osman radıyallâhu anh’ın fazileti hakkında birçok hadisler vardır. Allâme Teftezânî diyor ki: «Hazreti Ali radı-yallâhu Teâlâ anh dahi, üçüne de bîat etmiştir. Eğer hilâfet bunlardan önce kendisinin hakkı olsaydı, hakkını taleb ederdi.
Nitekim Hazreti Muaviye’den hakkını taleb etmiştir Hazreti Ömer radıyallâhu Teâlâ anh, vefatında, hilâfeti şûrâya bıraktı. Ashâb-ı şûrâ, Osman, Ali, Abdur- rahman bin Avf, Talhâ, Zübeyr ve Sa’d bin Ebî Vakkas radıyallâhu an- hum idiler. Bunlardan beşi, halîfeyi tayin etmek işini Abdurrahman bin Avf radıyallâhu anh’a havale ettiler ve hükmüne razı oldular. Abdurrahman bin Avf da Hazreti Osman’a bîat etti, seçti. Ashâb-ı kiram da ona ittifak ettiler, emr ve yasaklarına boyun eğdiler. Arkasında cum’â ve bayram namazını kıldılar. Hâsılı Hazreti Osman, ashâb-ı kirâmın icmâıyla halîfe olmuştur.
Sonra Hazreti Osman radıyallâhu anh şehid olunca haliyle işi mühmel bıraktı, yani vakit bulamadı. Muhacir ve ensar Ali radıyallâhu anh’a bîat ederek, hilâfetin kabûlünü istirham ettiler. Çünkü bu üçten sonra hilâfete kendisinden daha layık ve daha üstün, daha müstehak yoktu. Hazreti Ali radıyallâhu Teâlâ anh, dördüncü halîfe olarak tayin edilmiştir. Ehli Sünnet velCemaat bunda ittifak ettiler. »
Müslim ve Buhârî’nin tahric ettikleri bir hadiste, Amr bin As şöyle anlatıyor:
Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem bir müfreze başında beni Selâsil adlı yere göndermişti.. Ona döndüm:
-Ey Allah’ın Rasûlü, en çok kimi seversin?
-Ayşe.
-Erkeklerden?
-Babası.
-Sonra kimi seversin?
“Ömer.” buyurdu; ve akabinde birkaç adamın ismini saydı. Beni en sonraya bırakacağından korktum, sükut ettim.
Yine Buhârî’nin de tahric ettiği bir hadiste, Hazreti Ali’nin oğlu Mu- hammed bin Halîfe şöyle anlatmıştır: Babamdan sordum:
-Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem’den sonra hangi insan daha hayrlıdır?
-Ebûbekr.
-Sonra kim?
-Ömer., dedi. Sonra Osman diyeceğinden endişe ettim: “Sonra babam.” dedim.
“Hayır hayır, ben müslümanlardan bir adamım.” dedi.
Yine Buhârî’nin tahric ettiği bir hadiste, Enes radıyallâhu anh şöyle demiştir:
Peygamber sallallâhu aleyhi ve seliem, Ebû Bekr, Ömer ve Osman’la birlikte Uhud dağının tepesinde oturmuşlardı. Dağ sallandı.
Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem, ayağını yere vurarak:
“Sebat et (ey) Uhud! Ancak senin üzerinde bir Nebî, bir sıddîk ve iki şehid vardır.” buyurdu.
Hazreti Ali radıyallâhu anh’ın, fazileti ve üstünlüğü yücedir. Nitekim Müslim ve Buhârî’nin de tahric ettikleri Sa’d bin Ebî Vakkas’tan gelen bir rivayette Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem Hazreti Ali’ye hitâben:
“Sen Bana yakınlıkta Musa’ya nazaran Hârûn’un yerindesin. Şu kadar ki, Benden sonra nebî yoktur.”
Kâdı Îyaz diyor ki: «Râfızîler, Şia’nın şâir fırkaları, bu hadîs-i şerîfi delil göstererek, Peygamber’den sonra hilâfetin Hazreti Ali’nin hakkı olduğunu; sahabenin, onu takdim etmedikleri için -summe kellâ ve hâşâ- kafir olduklarını iddia ettiler. Bunların küfründe şübhe yoktur. Birtakımları da: “Hazreti Ali de ashabdan hakkını taleb etmediği için kafir oldu.” dediler. Bunların delillerini zikretmek, fitne ve fesaddan başkası değildir. Bu iki taife de saadette yaşayan sahabeyi tekfir ettikleri için, küfürlerinde şübhe yoktur. İslam şeriati bunların aleyhindedir. Bu hadîs-i şerîfte onlara hiçbir delil yoktur.
Bilakis bu hadîs-i şerîfte Hazreti Ali’nin fazileti hususunda beyan vardır. Hazreti Ali’nin önceki üç halîfeden daha faziletli olmasına da delâlet etmez. Hazreti Ali’nin Peygamber’den sonra halîfe olacağına dair de bu hadisle istidlal edilemez. Ancak Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem Hazreti Ali’yi Tebük gazvesinde Medine’ye yerine bırakmıştı. Kaldı ki, Hârûn aleyhisselam Mûsâ aleyhisselam’dan sonra halîfe olmamıştır. Çünkü Hârûn aleyhisselam Mûsâ aleyhisselam’dan takriben kırk sene evvel vefat etmiştir. Mûsâ aleyhisselam münâcâta gittiği zaman, onu İsrail oğullarına yerine bırakmıştı.»
Tîbî de aynı manayı ifade ederek ilmi bir sûrette aynısını söylemiştir.
Her nasıl olursa olsun bu hadîs-i şerif, Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem’den sonra Hazreti Ali’nin halîfe olacağına delil değildir. Şübhesiz Hazreti Ali radıyallâhu anh, Hazreti Osman’dan sonra şâir ashabdan üstündür. Hazreti Ali’den buğzeden yahud da Hazreti Ali için diğer sahabeden buğzeden, dalâlettedir. Binaenaleyh Şia ve Hâricîlerin sözlerine asla itibar ve itimad yoktur. Medâr-ı teessüf şudur ki, bir kısım basireti kör insanlar, Hazreti Osman’a, kimisi Hazreti Ali’ye dil uzatmakta cür’et ederler. Bunu küstahlıktan başka hiçbir şeyle ifade edemem. Ehli Sünnet vel Cemaatin ittifakıyla, hilâfet dördünün tertibi üzere tesbit edilmiştir. Ve Hazreti Osman hâdisesinde Hazreti Ali hakkından vazgeçmiş değil; bilakis Hazreti Osman’a biat ederek hakkını vermiştir.
Ebû Bekr Sıddîk ve Hazreti Ömer, Rasûlullâh’ın kayınpederleridirler. Hazreti Osman ve Hazreti Ali ise, damatlarıdırlar. Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem vefatına kadar bunlardan razıdır. Bunların hepsini severiz. Nitekim İmam Ahmed ve Beğavî’nin tahric ettikleri, Abdurrahman bin Avf’tan gelen bir rivayette Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Ebû Bekr cennettedir; Ömer cennettedir; Osman cennettedir; Ali cennettedir; Talha cennettedir; Zübeyr cennettedir; Abdurrahman bin Avf cennettedir; Sa’d bin Ebî Vakkas cennettedir;Sad bin Zeyd cennettedir; Ebû Ubeydete-bn-il-Cerrah cennettedir.”
İşte İbrahim Hakkı Hazretler! bunu dile getirerek şöyle dedi:
(81)
Bu dördü hem hilâfetde bu tertib üzre kâimdir
Bu çâr-ı yârdan sonra hem efdal Evliyâullah
(82)
Kalan ashabdır ki cümlesinin zikri hayrolsun
Cemîî âl u ashâb-ı kirâmı sevmişem Billah
Dördünün hilâfeti de bu tertib üzeredir. Bu çâr yâr-ı güzin’den sonra, evliyaullah’ın üstünleri, kalan ashâb-ı kiramdır. Hepsinin zikri hayr olsun. Hâsılı, bütün ashâb-ı kirâmı Allah için severim.
Aşere-i mübeşşere ve Fâtıma Hasen Hüseyn
Bu ümmetden bulara cennetile neşhedu Billah
Bu ümmetten cennetle müjdelenen ashabdan on nefer ve Fâtıma, Hasan, Hüseyn Hazerâtına cennet müjdesi verilmiştir. Biz dahi Allah için bunların cennetlik olduklarına şahadet ederiz.
Ashab ve Ehli Beyti Sevmek İmanın Alâmetidir
Buhârî’nin tahric ettiği bir hadiste, Ömer radıyallâhu anh şöyle buyurmuştur:
“Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem onlardan razı olduğu halde şu işe şu neferlerden başkası layık değildir: Ali, Osman, Zübeyr, Talha ve Abdurrahman bin Avf.”
Bu hadîs-i şerifte Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’in vefatına kadar kendilerinden razı olduğu aşere-i mübeşşereden beş zevatın ismi verilmiştir; Hazreti Osman ve Hazreti Ali de bunlardandır.
Müslim ve Buhârinin tahric ettikleri Ebî Saîd-il-Hudriden gelen bir rivayette Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
“Ashabıma sövmeyin. Şayet sizden biriniz Uhud kadar altın dağıtsa dahi, onların (Allah yolunda dağıtmış oldukları) bir avuçlarına, hatta yarım avuçlarına ulaşamaz.”
“Ashabıma sövmeyin.” cümlesinden hiçbir ferdi müstesna değildir. Onların ihlas ve niyetleri, dîne hizmetleri çok üstün olduğundan şahsiyetlerine layık olmayan herhangi bir söz söylemek, sövmek sayılır.
‘Hatta imam Ahmed bin Hanbel radıyallâhu anhu’ya bir adam gelerek sormuş:
-Hazreti Muaviye mi haklı, Hazreti Ali mi haklı? (imam:)
-Sen ensar mısın?
-Hayır.
-Muhacir misin?
-Hayır. (Bunun üzerine İmam buyurmuştur ki:)
-Meclisimden kalk defol. Demek sende hayr da yoktur.’
Müslim’in de tahric ettiği, Ebî Hureyre ve Ebî Mûsa-el-Eş’arî’den gelen bir rivayette Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
“Yıldızlar semânın güvenidir. Yıldızlar gittiği zaman semâya va’dolunan şey (dağılmak, pamuk haline gelmek ve kıyamet) gelir. Ben de ashabımın güveniyim. Ben de gittiğim zaman ashabıma va’dolunan (ihtilaf gibi mukadder olan) şeyler gelecektir. Ashabım da ümmetim için güvendir. Ashabım gittiği zaman ümmetimin başına va’dolunan şeyler (bid’atler, haddi aşmak, hıyanet gibi) gelecektir.”
‘amenetun’ kelimesi, güven vermek yani mal, can ve şerefin korunmasına sebeb manasındadır. Şübhesiz ashâb-ı kiramda bu hususların hepsi toplanmıştır. Bu en güzel ifadeyle “Ashabım da ümmetim için güvendir. Ashabım gittiği zaman ümmetimin başına va’dolunan şeyler gelecektir.” cümlesiyle beyan olunmuştur. Ashabın gitmesinden sonra bid’atler zahir olmuştur; hevâ ve hevesler hâkim olmuştur; haramlar ve şerler zahir olmuştur; kalblerde nurlar azalmıştır; zulüm ve zulmetler çoğalmıştır. Tâbiîn, tebei tâbiîn devresinde yığmak fitneler, hayatlarından sonra zaman geçtikçe yayılmıştır. Bunun için tebei tâbiîn devresinden sonra gelen müslümanlardan biri, Uhud kadar Allah yolunda malını in- fak etse dahi, onların Allah yolunda dağıtmış oldukları yarım avuçlarına ulaşamaz.
Âmirî diyor ki: «Bu hadîs-i şerifteki ashab kelimesinden murad, Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem’in sohbetinden ayrılmayan, hazar ve seferde helal ve haram ilmini öğrenen, dinde fakih olan, Kur’an ilimlerini zabteden, açıkta ve gizlide Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem’e ittibâ’ eden zevattır. Ashab toplumuna nazaran bunlar azdır.Cehalet,zulmet ve fitnelere giren kimseler, ancak bunlara tâbi olmakla kurtulur.’
Hakîm-i Tirmizî buna ilaveten: «iman ve eminlik, onlara ittiba etmekte hududlandırılmıştır.» demiştir.
Bu eminlik, ashabın büyüklerinden, tâbiînîn büyüklerine geçmiştir Her bir insan, iman ve ihlası nisbetinde onlardan faydalanmıştır Aklını onların görüşlerine uyduran, dîninde güven altına girmiştir. Onların sözlerini, ictihad ve görüşlerini, kendi fikir ve görüşlerine uyduranlar da, doğruluktan sapmışlardır. Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem başka bir hadiste bu hayr-ı kemâlâtı beyan etmiştir.
Nitekim Müslim ve Buhârî’nin de tahric ettikleri Ebî Hureyre ve imran bin Husayrıdan gelen rivayette, Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
“Ümmetimin en hayırlıları Benim asrım (da olanlar)dır. Sonra peşinde gelenler; sonra peşinde gelenlerdir. Sonra şûbhesiz bir kavim gelir; şahidliğe taleb edilmedikleri halde şahidlik yaparlar; hıyanet ederler; eminlikte sebat etmezler; adak yaparlar, yerine getirmezler; onlar da şişmanlık zuhur eder.”
Tabârânî’nin tahric ettiği Ca’de bin Hubeyre’den gelen rivayetle “sonra peşinde gelenler” kelimeleri üç kere tekrarlanmıştır.
Bu hadis-i şerîfte de anlaşıldığı üzere, ashaba, tâbiîne ve tebe-i tabiine uyanlardan başkası, bid’at ve dalâletten kendini kurtaramaz.
“Sonra şûbhesiz bir kavim gelir; şahidliğe taleb edilmedikleri halde şahidlik yaparlar;” cümlesine, sadece davalardaki şahidlik değil, bilgisiz fetva vermek, zan ve tahmine mebnî yorum yapmak, ayet ve hadisleri örf ve âdetlere uydurmak, bâtılın propagandasını yapmak, fâsıkları övmek, takvâ sahihlerinin haklarına riayet etmemek gibi hususlar da dahildir. Gerek bunlar itikadi olsun ve gerek fiilî ve ahlâkî olsun; ashab, tâblîn ve tebei tâblînîn ardınca gitmeyenler, zemmedilmiştir; gidenler de övülmüştür.
Nitekim İmam Ahmed, Tirmizî, Neseî ve Hâkimin de tahric ettikleri, Hazreti Ömer radıyallâhu anh’tan gelen bir rivayette Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
“Ashabıma (hayatlarında ve vefatlarından sonra dahi) ikram edin, çünkü muhakkak onlar sizin en hayrlılarınızdır. Sonra onların peşinde gelenlere; sonra onların peşinde gelenlere de (ikram edin,sevin). Sonra yalanlar belirir. Hatta şübhesiz kendisinden yemin istenilmediği halde bir adam yemin eder; şahidlik ondan istenilmediği halde şahadet eder. Dikkat!.. Kime cennetin ortası sevdirilmiş ise, cemaatten ayrılmasın, Çünkü muhakkak şeytan; tek kalanla beraberdir. O iki kişiden daha uzaktır. Asla bir adam,bir kadınla tenhalaşmasın. Çünkü muhakkak şeytan, üçüncüleridir.Kimin iyilikleri ona sevdirilmiş ise, kötülükleri kendisine üzüntü verirse, işte o hakîkî mü’mindir.”
Hâkim bu hadîsin sahih olduğunu söylerken Hafız Zehebi de takrir etmiştir.
Ashaba ikram; onları hayrla yadetmek, hatalarından göz kaybetmek sözleriyle amel etmek, isimleri söylendiğinde radıyallahu anh demek ayıb ve kusurları araştırmamak, onları başkalarıyla mukayese etmemek olmak üzere altı haslettir. “Çünkü muhakkak onlar sizin en hayırlılarınızdır.” buyrulmuştur. Kendilerinden sonra, en hayırlı değildir; nasil olurda mukayese olunabilir?.. Tabiî ki onların ardınca giden tabiin,tebe-i tâbiînden daha hayrlıdır. Artık üçüncü asırdan itibaren kıyamete kadar hayırlı olabilirler amma en hayrlı olamazlar. Ashaba gerekli olan hürmet ve ikram, tâbiîn ve tebei tâbiîne de gerekir.Bu nafileye ‘cemaat’ denilir. Hadîs-i şerîfte, bu cemaati sevmek ve ona ikram etmenin gerekli olduğu: “Dikkat!. Kime cennetin ortası sevdirilmiş ise, cemaatten ayrılmasın.” cümlesiyle emredilmiştir.
Binaenaleyh imkan olduğu müddetçe itikad, amel ve ahlakta cumhurun, yani bu cemaati teşkil eden imamların, buna imkan olmadıysa bu cemaate dahil olanlardan birinin ardınca gitmek vacib olmuştur. İşte bu itikaddan ayrılan kimse mezhebsizdir.
Ehli Beyt bu cemaate dahil oldukları müddetçe, onlara ikram da farz olur. Hazreti Ali, Hazreti Fâtıma, Hazreti Hasan ve Hazreti Hüseyn Ehli Beyttir. Aşere-i mübeşşereye cennet müjdesi verildiği gibi, bunlara da cennet müjdesi verilmiştir. Allah Teâlâ Zülcelal Hazretleri bunlara sevgi beslemeyi, ikramı emretmiştir. Ve onları temiz olarak yaratmış olduğunu beyan etmiştir. Bu hem ayetle, hem de hadisle sabittir
Nitekim Müslimin de tahric etmiş olduğu bir hadiste, Ayşe radıyallâhu anhâ şöyle demiştir:
Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem, üzerinde siyah yönden mamul, nakışlı bir örtü olduğu halde sabahleyin (evden) çıktı, Derken Hasan bin Ali geldi. Onu örtünün içine aldı. Sonra Hüseyn geldi, o da beraberinde girdi. Sonra Fâtıma geldi, onu da içeri aldı. Sonra Ali geldi, onu da içeri aldı. Sonra:
“…Ey Ehli Beyt, Allah ancak ve ancak sîzden ricsi (azaba vesile olabilcek her şeyi) gidermek ve tizi tertemiz paklamak İstiyor.’* (melinde ki -Ahzab 33’üncü ayeti) okudu.
İşte ayet-i kerîme, Ehli Beyti bu sürette beyan etmiştir Bundan dolayı ulemâi Ehli Sünnet, Ehli Beyte İkramın ümmet üzerine bir gerek: vecibe olduğunda İttifak ettiler. Ehli Beyt hususunda iki taife, ifrat ve tefrîte saparak yanlış itikada girmişlerdir: Râfizi ve Havârici…
a]Râfizîler, Ehli Beytin sevgisini izhar ederek, onları en büyük tehlikelere sokmuşlar; ve onlara karşı gelenleri de tekfir etmişlerdir.
b]Havâricîler ise, bunlara karşı çıkarak bu sefer Ehli Beyte noksanlığı isnad etmişler; ve hatta bir kısmını tekfir etmişlerdir.
Ehli Sünnet vel Cemaat ise, ifrat ve tefritten sakınmışlar.. Demişlerdir ki: Ehli Beyti candan severiz, onlara ikram ederiz. Şübhesiz Ehli Beyt masum değildir. Günah işledikleri takdirde Allah Teâlâ’nın kitabında beyan etmiş olduğu yahud O’nun Rasûlü’nün sünnetinde beyan etmiş olduğu cezayı haklarında icra ederiz.
Ashâb-ı kirâmın şerefimle oynayan, ya Havâricîdir ya Râfizîdir.. Hele hele Ebû Bekr Sıddîk radıyallâhu anh’a, Hazreti Ömer radıyallâhu anh’a, Hazreti Osman radıyallâhu anh’a ve Hazreti Ayşe radıyallâhu anhâ’ya dil uzatanın yeri yoktur. Böylece Ehli Beytin hürmetinde kusur edende de hayr yoktur.
Ehli Beytin içinde en büyükleri, Âl-i Aba’dır. Yani Fâtıma, Hazreti Haşan, Hazreti Hüseyn ve Hazreti Ali’dir. Ehli Beyt içerisinde, fâsık ve âsi olabilir. Olduğu takdirde, şeriatin onlara verdiği ceza tatbik edilir. Amma şereflerine asla tecavüz edilmez. Son zamanda, yine Kur’an ve Ehli Beyte sarılan kurtulur.
Nitekim bu da Müslim ve daha başkalarının da tahric ettikleri Zeyd bin Erkam’ın hadîsinde beyan edilmiştir. Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Bundan sonra; dikkat edin, ey, insanlar! Ben ancak bir beşerim. Rabb’imin elçisi gelip de, ona icabet etmem yakındır. Ben size iki ağır yük (emanet) bırakıyorum: Bunların birisi, içinde doğru yol, nur bulunan Allah’ın kitabıdır. Binaenaleyh Kitâbullâh’ı alın ve ona sarılın’. Bir de ehli beytimi (size emanet ediyorum). Ehli beytim hakkında size Allah’ı hatırlatırım. Ehli beytim hakkında size Allah’ı hatırlatırım. Ehli beytim hakkında size Allah’ı hatırlatırım.”
Ehli Beyt; Ali oğulları, Akil oğulları, Ca’fer oğulları ve Abbas radıyallâhu anhum’un oğullarıdır. Bunlar Kitâbullâh’a sarıldıkları vakitte, ümmet üzerinde iki hakları olur: Birincisi ilim ve takvâları; İkincisi Ehli Beyt olmaları.. Yollarını şaşırdıkları takdirde dahi, bir hakları var; o da Ehli Beyt olmalarıdır. Hadîs-i şerifte bu gayet açıktır, izaha lüzum yoktur. Mademki Allah Teâlâ Ehli Beyti sevmeyi bize teklif etmiş, Rasûlullah da tavsiye etmiş; ifrat ve tefritten azade olmak şartıyla, ashab gibi Ehli Beyti sevmek, itikadında bulunmak gerekir.
Ashab veya Ehli Beytin hürmetinde kusur eden; veyahud kalbinde sevgileri bulunmayan kimse, yüzde seksen nifaktadır. Onun için Ehli Sünnet vel-Cemaat bu İtikada son derece ihtimam göstermişlerdir.
Her ne kadar takvâ sahibi de Ehli Beytten sayılırsa da, Ehli Beyt meşâbesinde değillerdir. Sonra, Ehli Beytten fâsık olanlara, nesebleri için hürmetleri gösterilse dahi, onların hatalarından göz kapatılmaz. Yani fâsıklarının fışkı tenkid edilir. Şîanın dedikleri gibi Ehli Beyt masum değildir. Hatta Ehli Beytten olmayan bir âlim, Ehli Beytten olan bir cahile takdim edilir.
Allah’ın kitabına hürmet göstermek ve bu kitabla amel eden ulemâya hürmet, önde gelir. Eğer Ehli Beyt, hem âlim ve hem takvâ olursa, takdiminde şübhe yoktur. [211]
Ashâb-ı Kiramın Bütün Tabakalarını Sevmek Gerekir
Peygamber sallallâhu Teâlâ aleyhi ve sellem’in, risâlet davasını bildirişinden vefatına kadar davetine icabet ederek az çok sohbetiyle şereflenen ashab, bazılarına göre yüzyirmidörtbin, bazılarına göre bundan daha fazladır. İmam Şâfiî radıyallâhu anh’ın, ashabın adedini altmışbin olarak bildirmesi, sadece Medine ve havalisinde ikamet edenlere mahsustur.
Zira imam Ahmed bin Hanbel radıyallâhu anh: “Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem vefat edeceği sıralarda, otuzbin erkek arkasında namaz kılarlardı.” demiştir.
Ebû Züriâ er-Râzî diyor ki: “Yüzon- dörtbin sahabe, Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’den hadis nakletmişlerdir.” Bunların en büyükleri, aşare-i mübeşşere yani cennet müjdesini alan on zevat, Hazreti Ali, Fâtıma, Hasan ve Hüseyn radıyallâhu anhum’dur. İşte İbrahim Hakkı bunu dile getirerek şöyle dedi:
‘Aşere-i mübeşşere ve Fâtıma Hasan Hüseyn
Bu ümmetden bulâra cennetile neşhedu Billah’
Bu ümmetten cennetle müjdelenen ashabdan on nefer ve Fâtıma,Hasan, Hüseyn Hazerâtına cennet müjdesi verilmiştir. Biz dahi Allah için bunların cennetlik olduklarına şahadet ederiz.
Bunlarla beraber, Hâris bin Zeyd ve ilk kez Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem’e biat edenler, birinci tabakayı teşkil etmektedir. Aynı zamanda Hazreti Hadice radıyallâhu Teâlâ anhâ ve davete ilk icabet edenler de bunlara dahildir.
İkinci tabaka, Dâr-un-Nedve’de Hazreti Ömer radıyallâhu anh’la birlikte biat edenlerdir.
Üçüncü tabaka, dinlerinden dolayı müşriklerin eza cefa ve işkencelerine tahammül göstermeyerek Habeş’e hicret edenlerdir. Nitekim bu hususta Münâvî Feyz-ul-Kadîr adlı eserinde 9312’nci hadîsin şerhinde güzel izahatta bulunmuştur. Ca’fer bin Ebî Tâlib radıyallâhu anh da bunlardandır.
Dördüncü tabaka, birinci, ikinci ve üçüncü Akabe biatinde bulunanlardır.
Beşinci tabaka, hicretten sonra Küba mescidinin inşâsından önce Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’e bîat edenlerdir.
Altıncı tabaka, büyük Bedir’de hazır olanlardır. Sahih hadislerde bunların da hepsinin cennetlik oldukları bildirilmiştir.
Yedinci tabaka, ikinci Bedirle Hudeybiye’de bulunan ehli bîat-ir -rıdvandır. Bunların cennetlik olmasına, ayette de işaret vardır.
Sekizinci tabaka, Hudeybiye’den sonra ve Mekke’nin fethinden önce müslüman olanlardır. Amr bin As, Hâlid bin Velîd bu tabakadandırlar.
Dokuzuncu tabaka, Mekke fetholunduğu günde müslüman olanlardır.
Onuncu tabaka, fetih ve Haccet-ul-Vedâ’dan sonra müslüman olan ashâb-ı kiramdır.
Demek, ashâb-ı kiramın bazıları diğer bazılarından daha üstündür. Ashabdan sonrakiler, onların hiçbirinin mertebelerine ulaşamazlar. Nitekim
“...Şayet sizden biriniz Uhud kadar altın dağıtsa dahi, onların (Allah yolunda dağıtmış oldukları) bir avuçlarına, hatta yarım avuçlarına ulaşamaz.” mealindeki hadîs-i şerîfte bu beyan edilmiştir. Binaenaleyh “Bedr’in aslanları ancak bu kadar şanlı idi” gibi sözler yersizdir.
Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem’in azadlısı Sevban’a, Peygamberin sevgisi galebe çalmıştı. Onu görmediği zaman zayıflar, benzi sararır, tahammülsüz hale düşerdi. Halini Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’e arzederek: “Ey Allâh’ın Rasûlü, şübhesiz ölümümü ve ölümünü düşündüğüm zaman böyle oluyorum. Vefatından sonra, cennetin en âlî derecesinde olacağına inanıyorum. Olsa olsa cennete girerim; Seni göremem. Orada benim halim ne olacak?..”.. Başka bir sahabî: “Ey Allah’ın Rasûlü, hakîkaten ben, anamdan babamdan ve hatta kendi ruhumdan daha fazla Seni severim. Ölümümü ve ölümünü düşündüğüm zaman… Sen Peygamberlerle beraber en âlî derecelere yükseleceksin; orada ben Seni görmezsem ne yapacağım?. Dayanamayacağımı düşünüyorum..” diyorlardı. Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem buniara cevab vermedi. Bu şikayetler üzerine
“Kim Allah’a ve O’nun Rasûlü’ne (sevgi ve hükümlerine teslimle) itaat ederse, işte onlar Allah’ın kendilerine nimetlerini lütuf buyurduğu peygamberler, sıddîklar, şehidler ve salih kimselerle beraberdir. Bunlar ne güzel arkadaşlıktır. Bu Allah’ın fazl u keremidir. Bilici olarak da Allah yeter.” mealindeki En-Nisâ’ sûresinin 69-70’inci ayetten nâzil oldu.
İnsanın Allah Teâlâ’nın nezdinde alacağı mertebeler dörttür:
1 –En kudsî, en yücesi peygamberlerin mertebeleridir. Allah Teâlâ bunların ruhlarını en âlî olarak yarattığı gibi, onlara en âlâ mertebeleri verir. Bunlar bir işi kendi gözleriyle görmüş, olayla yaşamış gibilerdir; ki Peygamberimiz’in hakkında “Sîzler Onun gördüğü şeyler üzerinde halen daha mücadele mi ediyorsunuz?” mealindeki En-Necm sûresinin 12’nci ayetiyle buna işaret edilmiştir.
Sıddîkların makamıdır. Bunlar ma’rifette nebilerden sonra gelirler. Nebîlerin en yakında gördüklerini, bunlar en uzakta görürler. Bu itibarla Hazreti Ali kerremallâhu vecheh, “Sen Rabb’ini gördün mü?” diye sorana: “Görmediğim bir Rabb’e tapmam. Ancak gözler onu göremez; -imanın hakîkatiyle kalbler onu görür.” buyurmuştur.
Şehidlerin mertebeleridir. Bunlar imanın hakikatlerini kalb gözüyle değil aklî delillerle, işi yakın bir yerde aynanın içinde gören kimseler gibi görürler. Ashâb-ı kiramdan bazılarının ifade ettiği: “Sanki ben Rabb’imin arşına açıkta bakıyorum.” gibidir ki, “Rabb’ini görür’gibi O’na ibadet et.” mealindeki Cibril hadîsinde beyan buyrulmuştur.
Salihlerin makamıdır. Bunlar, çok uzaktan gördükleri ayna içinde iman hakikatlerini müşahade eden zevattır. Yani kesin bilgi üzere taklid edenlerdir. Tâbiîriin kısm-i a’zamîsi ve ashabın asgarî kısmı, bu makamda idiler. Bu da yine Cibril’in hadîsinde “Şayet ki sen O’nu görmezsen, şübhesiz O seni görür.” cümlesiyle beyan edilmiştir.
Nitekim Âlûsî, Mevlânâ Hâlid Zülcenâheyn’den naklen diyor ki: «İnsanın kemâliyet mertebeleri beş kısımdır: Birincisi, nübüvvet ve kutbiye- tin birleşmesidir. Bu ancak vahyin mazharmda bulunur. Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’in vefatıyla bu makamın kapısı kapanmıştır. İkincisi, sıddîklık ve kutubluğun birleştiği mertebedir. Bunda imam, Ebû Bekr Sıddîktır ki, kendisinde sıddîklık, imâmet, hilâfet, emirlik birleşmiştir. Üçüncüsü, şahadet ve kutubluk mertebesinin birleşmesidir. Nitekim Ömer-ul-Fâruk radıyallâhu anh’ta, hilâfet, kutbiyet, hak ve bâtılı birbirinden tefrik etmek birleşmiştir. Dördüncüsü, şahadet, velâyet, hilâfet mertebesinin kutublukla birleşmesidir. Nitekim bu da Hazreti Osman radıyallâhu anh’ta birleşmiştir.
Zira Zinnûreyn’in iki manası vardır: Birincisi, Hazreti Osman’ın iki sefer Peygamber’e damat olmasıdır. İkincisi, hilâfetiyle kutbiyet, yani velâyet ve şahadetin birleşmesidir. Beşincisi, şahadet ve velâyet-i kübrâdîr. Bu da Hazreti Ali radıyallâhu anh’ta toplanmıştır.»
Evet ashâb-ı kiramda, radıyallâhu anhum, kimisinde şahadet ve velayet; kimisinde sıddîkıyet ve kutbiyet; kimisinde nübüvvetten başka tüm mertebeler bulunmuştur. Bu itibarla onları hayrla yad etmek, sevmek ve her birini kendi mertebesinde bilmek, tanımak imanın icabıdır.
Onun için“Ümmetimin en hayrlıları Benim asrım (da olanlar)dır. Sonra peşinde gelenler; sonra peşinde gelenlerdir.” buyrulmuştur.
Şeyh Yûsuf Nebehânî, Şevâhid-ul-Hak ve Huccetullâhi ale-l-Âlemîn fî Mu’cizâti Şehîd-ul-Murselîn adlı eserlerinde bu hususta güzel izahatları yazarak Vahabıleri alt üst etmiştir. Netice-i meram Allah Teâlâ Et-Tevbe sûresinin 100’üncü ayetinde“(Islamda) Birinci dereceyi kazanan muhacirler ve ensar ile onlara güzellikle tâbi’ olanlar (yok mu); Allah onlardan razı olmuştur, onlar da Allah’tan razı olmuşlardır. (Allah) Bunlar için -kendileri içinde ebedî kalıcı olmak üzere- altlarından ırmaklar akar cennetler hazırladı. İşte bu en büyük bahtiyarlıktır.” buyurmuştur.
Bu ayete karşı,müfessir geçinenlerin bazı ashab hakkında “şu boşananlar” demeye cür’et etmeleri büyük bir cesarettir. “Boşanan sahabe” diye adlandırdıkları zevatı, hangi naklî bir delille bu ayet-i kerîmeden istisna edebilirler. Karga misali gibi, İslam üzere yas tutmak yerine, itikadlarını düzeltseler daha İyi olurdu.
Ehli Sünnetin ittifakıyla ashabın tazimi gerekir. Evet Allâme Teftezânî’nin de naklettiği gibi,Hazret Ali’yle Hazreti Osman radıyallâhu anhumâ’nın faziletleri hakkında, yani hangisinin daha üstün olduğunda ihtilaf edilmişse de, bunda tevakkuf daha güzeldir. Amma onlardan birine dil uzatmak, kesinlikle ya Râfizîlik ya da Hâricîliktir.
Yine Allâme Teftezânî Şerh-ul-Akâid’de diyor ki: “Ashabın aralarında vuku bulan harbler ve nizâların yeri vardır; ve tevil edilir.” Onun bu sözü delilsiz değildir. Hazreti Ali radıyallâhu anh ile Hazreti Muaviye’nin arasında vuku bulan çatışma, Garb mütefekkirlerinin ve onlara taklid eden tarihçilerin mütâlaa ettikleri gibi değildir; yorumları yanlıştır.
Nitekim Müslim ve Buhârî’nin tahric ettikleri Ebî Hureyre radıyallâhu anh’tan gelen bir rivayette Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’in buyurmuş olduğu;
“Ümmetimden, davaları bir olduğu halde iki büyük cemaat, aralarında büyük bir savaşla vuruşmadıkça kıyamet kopmaz.’‘ mealindeki hadîsin şerhinde şârihler; davaları yani dinleri bir olduğu halde savaşan iki cemaat, Hazreti Ali ve Hazreti Muaviye’nin cemaatleridir dediler.
Hafız Ibnu Hacer diyor ki: «Bu İki taife, Hazreti Ali ve Hazreti Muaviye’nin cemaatleridir. “Müslümanlardan İki büyük taife savaşıncaya…. Davalar birdir ‘ cümlelerinden anlaşılıyor ki, her iki taife de müslümandır. Bununla Havâricîler reddedilmiştir, “Ammârî buğat olan fitne tarafından öldürülecektir’’ mealindeki hadis de, Hazreti Ali’nin içtihadının isabetli ve Hazreti Muaviye’nin ise içtihadının hatalı olduğuna delidir,»
Bunların savaşmaları, hilâfet ve post kavgası için değildir. Dava, şehid edilen Hazreti Osman radıyallâhu anh’ın kısas meselesiydi.
Nitekim İmam Buhârî’nin şeyhlerinden Yahyâ bin Süleyman el-Cûfî, Kitâb-u Sıffîn adlı eserinde diyor ki: «Ebû Müslim el-Havlânî diyor ki:
Ben Muaviyeye: “Sen misin; Hazreti Ali’yle hilâfet hususunda münakaşa ediyorsun? Yoksa sen onun gibi misin?” dedim. Bana şu cevabı verdi: “Hayır Vallâhı, ben onun kendimden daha üstün ve daha bilgin; hilâfete müstehak; işe ehil olduğuna kesinlikle kanaat etmişim. Bilmiyor musunuz ki, Hazreti Osman zulmen öldürülmüştür. Ben de onun amcası oğluyum; onun velîsiyim. Ben kanının heder olmamasını istiyorum. Bu benim hakkımdır. Ali radıyallâhu anh’a gidin, ona deyin, Hazreti Osman’ın katillerini bize versin.” Bunun üzerine biz gittik, Hazreti Ali’yle bu hususta konuştuk, Hazreti Ali bize: “Biate dahil olsunlar ve hükmü bana bıraksınlar.” dedi. Döndük, Muaviye radıyallâhu anh’a söyledik. O bundan imtina etti ve dolayısıyla Ali radıyallâhu anh’a karşı geldi.» Meseleyi bundan başkasına yorumlayanların İslamla alakaları yoktur.
Nitekim İmam Aynî Umdesi’nde diyor ki: «İki büyük taife’den murad, Kermânî’nin dediği gibi, Muaviye ve Ali radıyallâhu anhumâ’nın cemaatleridir. İbnu Asâkir, Muaviye’nın tercümesinde, Ebu-I-Kâsım bin Ahî Ebî Zür’â er-Râzî’nin şöyle naklettiğini kaydediyor: Amcam Ebû Zür’â’ya bir adam geldi; dedi ki:
Ben Muaviye’den buğzediyorum. (Amcam:)
-Neden?
-Haksız olarak Ali’yle savaştığı için.. (Bunun üzerine amcam Ebû Zür’â şöyle dedi:)
-Muaviye’nin Rabb’i rahimdir. Davacısı kerîm ve çok şereflidir. Senin bunların arasına girmeye ne hakkın var?.»
Ehli Sünnet vel Cemaatin ulemâsının ittifakıyla, ikisinin savaşmaları hilâfet yüzünden değildir.
Siyer ve tarihle iştigal eden Ehli Sünnet vel Cemaat ulemâsının dedikleri ve Hayâlî’nin de Şerh-ul-Akâid’in hâşiyesinde tasrih ettiği üzere,
Hazreti Ali radıyallâhu anh’a bir adam sordu:
-Muaviye’yi lanetliyelim mi?
-Hayır.
-Onlar münafık değiller mi?
-Hayır. (Adam kızdı:)
-Peki bunlar neymiş be? (Bunun üzerine Hazreti Ali radıyallâhu anh buyurdu ki;)
-Bunlar kardeşlerimizdir. Îctihad ettiler, bize karşı geldiler. Allah Teâlâ ise, içtihadında hata edeni afuv etmiştir.
Bundan anlaşıldı ki, bunların nizâı hilâfette değildir. Muaviye’ye taraflar olanlar, Hazreti Osman’ı şehid edenleri istediler; ve bu hususta ictihad ettiler; ictihadlarında hata ettiler. Müctehid hatasından dolayı tadili veya tefsîk edilemez.
Allâme Teftezânî Şerh-ul-Makâsıd’da, Şerh-ul-Akâîd’de böyle takrir ettiği gibi, muhaşşîleri de onun bu takrirlerini kabul etmişlerdir.
Allâme Zebîdî diyor ki: İmam Gazâlinin de tasrih ettiği üzere Hazreti Muaviye asla hilâfete talib olmamıştır. Bundan dolayı ona “buğattır” denilemez. Çünkü Hazreti Muaviye, Hazreti Ali radıyallâhu anh’ın hilâfetin» asla inkar etmemiş; bilakis itiraf etmiştir. Hazreti Osman’ı şehid edenlerin katledilmelerini Hazreti Ali’den istemiştir. Bu hususta ictihad etti; içtihadında isabet etmemiştir. İsabetsiz ictihad, müctehid hakkında günah değildir. Eğer Hazreti Ali radıyallâhu anh, hükmü yani kısâsiyet hükmünü tehir etmemiş olsaydı, daha büyük fitne olurdu. Bu itibarla Hazreti Ali’nin içtihadı daha isabetlidir.
İsmail Çetin – Ehli Sünnetin Nazarı İtikadın Ölçüsüdür