Aile:Modern Çağın Son Kalesi

aile Aile:Modern Çağın Son Kalesi

Bugün aileyi konuşuyoruz. Konuşmamız da lazım. Batının herşeyi bizi etkilediği gibi aile anlayışı da daha doğrusu ailesizlik anlayışı da bizi etkiliyor. Batıda aile çökmüştür. Aile yüksek ahlakî değerlerin üretildiği, yaşandığı ve aktarıldığı yerdir. Batıda ailenin anlamı dönüşmüştür. Aile kapitalizme payanda olacak şekilde dizayn edilmektedir. Belki de kapitalizmin önünde en büyük engel geleneksel aile yapılanmasıdır. Batının aileyi yıkan temel yaklaşımlarından biri ailede “kari-koca” kavramını terkedip yerine “eşler” kavramını koymasıdır. Bunun iki sonucu olmuştur: Ailede herkes eşittir. Ailenin reisi yoktur. Oysa başkansız hiçbir topluluk düşünülemez. İkincisi ve daha önemlisi evlilik için cinsiyetleri belirli kız ve erkeklerin bir araya gelmesi şart değildir. Aynı cins insanların da rıza ile bir araya gelmeleriyle de aile oluşturulabilir.

Türkiye’de muhafazakâr kadını anlatan bir makalede annelik için “kendini kurban eden kadın” ifadesi kullanılıyor. Annelik, bu bilinçte artık bir kurbanlık haline geliyor. Nedir bu bilinç? Batı’dan gelen feminist bilinç. Bu bilinçte kadın toplumsal geleneklerden yalıtılmış, özgür, bireysel, “istediğine karar veren” bir varlık. Elbette bütün bu özellikler İslam kültürünün varlığına karşı ileri sürülür. Çünkü hiçbir zaman kadın; işe karşı, kapitalist kültüre karşı ve modernitenin değerlerine karşı bireysel ve özgür olmaya çağrılmaz. Tam tersine İslam kültürünün annelik, hatunluk, ablalık gibi aile bağlamı reddedilir. Bunlardan çıkış bir kurtuluş ve özgürlük olarak pazarlanır. Bu görüşe göre anne olmak kendini kurban etmektir. Bu feminist bilinçte anne bir düşüştür.

Günahkarlık halidir, kölelik durumudur, evde mahkum olmaktır. Bu nedenle kimse anne olmak istemez. Evlilik anne olmak için değildir artık. Evlilik, belli törenleri yaşamak içindir. Romantik aşk, dügün ve balayı ritüellerinden geçmek tutkusudur. Ya da iki kişilik bir şirkete atılan ilk adımdır. Evlilik, şirkete atılan ilk adım, aile de şirket. Annelik ve babalık gözden düşmüş geçmiş zaman menkıbeleri. Mutluluk, orada aranmaz. Çünkü mutluluk paradır. Tatil parası, lüks evde oturma parası, lüks araba alma parası. .. Mutluluk, kapitalizmin herkesi kendisine köpek yaptığı maddedir.

Para ile satın alınacak mutluluğa kavuşmak için anne bir engeldir. Çünkü kariyere, tam gün çalışmaya ve kazandığım da tek başına alış veriş merkezlerinde harcamaya engeldir. Kadının istediği gibi tüketmesini engellemekte. Tüketici kadına karşıdır. İki kişiye kesilmiş bir dünya mutluluk biletine denk düşmemektedir. (Ergun Yıldırım)

Modern zihniyet dini olduğu kadar aileyi de dar bir alana sıkıştırmıştır. Bu zihniyet dini, kamudan, sokaktan, okuldan kovmuştur. Dini vicdanlara hapsetmiştir. Dini camilere sıkıştırmıştır. Bu sıkışmışlık içinde dinimizi özgürce yaşayabileceğimiz en güvenilir bir Sığınağın aile olduğu söylenebilir. Ama gerçekte böyle midir? Ailede özgür müyüz? Ailede kendi irademize dayalı kararlar alabiliyor muyuz? Yoksa irademizi etkileyen, hatta felçe uğratan bir mekanizma mı vardır? Bunu bir yana koyup şu soruya cevap arayalım:

Aile nedir? ‘

1) Aile fıtrat eğitiminin yapıldığı bir mekandır. “İnsan fıtrat üzere doğar. Anne babası onu yahudi, hristiyan veya mecusi yapar.” Bugün için söylersek laik liberal modernist ateist deist materyalist yapar.

2) Aile, kültürün, ahlakın, terbiyenin kısaca değerlerin gelecek kuşaklara aktarıldığı mekandır.

Aile, anne-baba ve çocuklardan oluşuyor. Belki buna çekirdek aile demek lazım. Büyüklerin de içine dahil olduğu geleneksel geniş aile yapısı da var. Bu yönüyle aileye toplumun en küçük birimi diyoruz. Ama toplumu ayakta tutan en küçük birim. . . Böyle bir birimin toplumu ayakta tutabilmesi için kendinin ayakta kalması lazım. O zaman şunu sorabiliriz: Toplumu koruyacak olan aile kendini koruyabiljyor mu? Toplumu ayakta tutacak aile kendisi sağlam bir şekilde ayakta mı? İktidarların aile hakkında aldıkları kararlar aileyi güçlendiriyor mu yoksa çözüp dağıtıyor mu?

Aile sorunları çok köklüdür. Modernizm, şehirleşme, sanayileşme, teknoloji, bireyselleşme, eşitlik, feminist hareketler, Avrupanın baskısı Vb. hususlar aile yapısını derinden etkileyen unsurlardan birkaçıdır.

Aile, geleneksel bir kurumdur. Geleneksel değerlerin muhafaza edildiği son sığınaktır. Modernizmin ve en temel unsuru olan bireyselliğin en karşıt olduğu şey işbu geleneksel durumdur. Geleneksel ailede hiyerarşi vardır, ahlak, edep vardır, değer ve ahlak vardır, büyük vardır, küçük vardır. Ama bugün bunların hepsi tepetaklak olmuştur. Modern paradigmanın temel düşüncesi “ilerleme”dir, hem de “teknik ilerleme”. . . Teknik ilerlemenin devasa yükselişi ahlakî, politik, sosyal ve ekonomik durumları etkilemiştir. Her proroblem teknik ilerleme ile çözülecektir. Geleneksel, dinin hakim olduğu çağlarda merkezî alanı ahlakî teribiye ve eğitim oluşturuyordu. Yeni çağda merkezî alan eokonomik ve teknik ilerleme oldu. Evrensel medeniyetin temeli olarak öngörülen rasyonel ahlak ilkelerini içeren bu paradigma yerel, alışılmış veya geleneksel ahlak ilke ve yaşayışını sarsmış ve yerinden etmiştir. Aile de bu sarsılan ve yerinden edilen geleneksel kurumlardan sadece ama oldukça önemlilerinden biridir.

Peki bugün aile ne durumdadır? Ailenin son durumu nasıldır?

1) Bir kere ve başta ifade edelim ki, özellikle modern dünyada aile çözülüyor. Modern dünyada resmî evlilikler düşme eğilimine girdiği gibi, mevcut aileler de boşanmalar yoluyla hızlı bir şekilde çözülmektedirler. Şüphesiz bu durumu, modern hayat tarzının bir neticesi olarak değerlendirmek mecburiyetindeyiz. Modern dünyada temel düşünce, “bu yaşantı tarzımızdan taviz vermeyelim, ama evlilikler de devam etsin, âileler çözülmesin” şeklindedir. Esasen bu düşünce, kendi içinde bazı çelişkilileri ihtiva etmektedir. Eğer modern hayat tarzı, âilenin çözülmesi neticesini doğuruyorsa, bu hayat tarzım benimseyerek âileyi devam ettirmek nasıl mümkün olacaktır?

Esasen modern dünyanın önünde iki şeyden birini seçme zorunluluğu vardır: Ya modern hayat tarzı yaşatılmaya devam edilecek, -tabii ki bunun neticesinde âilesiz bir yaşam tarzına doğru gidilecek-; ya da âileyi korumak için modern hayat tarzında bu yönde bazı değişiklikler yapılacaktır.

Modern hayat tarzının âileyi yavaş yavaş bitirdiği, sosyal bir olgudur. Öncelikle burada yapılması gereken şey, âjlenin bitiş sebeplerini araştırmak olmalıdır. Verilecek karar hangi yönde olursa olsun, her iki durumda da bu sebeplerin tespiti bir zorunluluktur. Ortaya çıkacak olan sonuç az veya çok modern hayat tarzımızda bazı değişiklikler yapılmasını gerektirecektir. Modern dünya ya bu değişiklikleri yapar ve âileleri korur; ya da bu hayat tarzım devam ettirme hususunda kararlı olur, ama âileden büyük ölçüde taviz verir. Bu bir tercih meselesidir.

Fakir ve az gelişmiş ülkelerde ekonomik krizler olduğu zaman, bu durum aynı ölçüde sosyal krize dönüşmez. Ekonomik krizler çoğu kez âileler tarafından göğüslenir. Gelişmiş ülkeler henüz devletlerinin üstesinden gelemeyeceği büyüklükte bir ekonomik krizle karşılaşmamışlardır. Bu ülkelerinde devlet gelirlerinin yüksek oluşu sosyal patlamaların ortaya çıkmasını engellemektedir. 2) Günümüzde ailenin içi boşaltılmıştır. Yuva dediğimiz yapı neredeyse 0 sıcaklığını kaybetmiştir. Aile, sanki bir şirkete dönüşmüştür. Nasıl ki, şirketin kâr diye bir amacı vardır, ailenin de ona benzer bir amacı vardır. Ailenin meyvesi çocuklardır. Ve çocuklar sadece iyi bir meslek sahibi olmak ve para kazanmak için eğitilirler. Hatta denilebilir ki, şirketler aileden bir nokta daha ileridedir. Her şirketin bir başkanı vardır. Ailenin ise hukuksal olarak başkanı bile yoktur.

Günümüzde aile dağılmakta ve çözülmektedir. Neden? Bunun elbette pek çok sebebi vardır. Bu sebepler de bugün ortaya çıkmış değildir. Katlana katılana bugüne gelinmiştir. Bu sebeplerin sonucu yukarıda ifade edildiği gibi evliliklerin azalması ve boşanmaların çoğalmasıdır. Aşağıda bazı istatistiklere değineceğiz. Önce gerçekte ailenin ne olduğunu vurgulamak gerekir.

Aile aslında bir okuldur. Sadece çoğalmak için bir araya gelinen yer değildir. Onu hayvanlar da yapıyor. Aile yüksek ahlakî değerlerin bir arada yaşandığı ve gelecek kuşaklara aktarıldığı en temel eğitim yuvasıdır. Bu yuvada müslümanlar İslam inancıni öğrenir, İslam ahlakını yaşarlar. Rabbimiz buyurmuyor mu?

“ “Evlerinizde okunan Allah’ın ayetlerini ve hikmeti hatırlayin.”(Ahzab, 34) Müslümanlar, evlerini bir Kur’an mektebine çevirirler:

“Müsâ’ya ve kardeşine, ‘Kavminiz için Mısır’da (sığınak olarak) evler hazırlayın ve evlerinizi namaz kılınacak yerler yapın. Namazı dosdoğru kılın. Mü’minleri müjdele’ diye vahyettik.” (Yunus, 87)

Evlerimiz böyle midir?

2) Dediğimiz gibi ailede boşanmalar artmaktadır.Boşanmalar arttığı gibi evlilikler de azalıyor.IMG_20200403_001808-300x225 Aile:Modern Çağın Son Kalesi

Şu istatistiklere bakmak yeterlidir:

Boşanmaların artması, sonuçları itibariyle oldukça önemlidir. Çünkü ailenin çözülmesiyle, suç oranlarının artması ara… sında yakın bir ilişki vardır. Elbette suçların artışı sadece ailenin çöüzülüşüne bağlanamaz, ama ailenin çözülüşü bunda belki de en önemli etkendir.

YILI EVLENME BOŞANMA
2002 510,155 95,323
2003 565,468 92,637
2004 615,357 91,022
2005 641,241 95,895
2006 636,121 93,489
2007 6383H 94,219
2008 641,973 99,663
2009 591,742 114,162
2010 582,715 118,568
2011 592,775 120,117
2012 603,751 123,325
TOP. 6,619,609 1,138,420

 

Şu istatistiklere bakalım:

2008-2012 Çocuk Suçluluğundaki Artış

YILI 2008 2009 2010 2011 2012
Yaralama 19,726 25,182 30,180 32,331 %63^
Hırsızlık 17,884 17,869 21,857 24,604 %37 ‘
Uyuşturucu 1,829 2,959 5,552 4,388 %139~~
Mala Zarar 2,572 2,805 2,916 3,463 %34 ‘
Tehdit 1,853 2,111 2,763 2,910 %57
Cinsel Suçlar 1,848 2,121 2,723 2,243 %21
Öldürmeler 317 481 404 390 %23
Tüm Suçlar 62,430 68,344 83,393 84,916 %36

Kaynak: Türkiye istatistik Kurumu (TUIK) www.tuikgov.tr

 

Biz anneliği basitleştirdik. Anne Arapça “ümm” keli­mesinden gelir. Ümm, temel demek, bir şeyin merkezi demek. “Ümmu 1-karye” denilir,“şehirlerin anası”.. .Bizde de aynısı var. Anacadde deriz. Anayasa deriz. Ana bu kadar merkezî bir ko­numdayken, bugün evlerimiz söz konusu olduğunda “ana” aynı çağrışımı yapıyor mu? Anaokulu diyoruz, ortada ana yok. Şu tuhaflığa bakar mısınız? Anneler, evde yemek yapar, ütü yapar, çamaşır yıkar, çocuk bakar, ama iş yapmıyor öyle mi? Dünya­nın en zor işini yapıyor anneler. Annelik yapıyor, bundan daha zor ve bundan daha şerefli bir iş olabilir mi?

Kadın annelik vasfinı kaybetmek üzeredir. Kadın çalışıyorsa değerlidir. Annelik, çocuk bakımı değersizleşmektedir. Çalış­maya azami teşvik vardır.

Diyanet işleri Başkam Prof. Dr. Ali Erbaşın bir tiweit’i şöyle: “Anne olmayı devreden çıkaran bir kadın ve baba olmayı devreden çıkaran bir erkek tasavvuru fıtrata, yaratılışa aykırı bir sapkınlıktır.” Bunu daha yüksek ve etkili bir sesle dile ge- tirnıek gerekiyor.

İnceleyin:  Amentüyü Yeniden Okumak

Şimdi bu sözleri şu sözlerle karşılaştırın:

T.B.M.M. kadın erkek firsat eşitliği komisyonu yayınları no: 12:

“Kadın istihdamının, bir ülkenin gelişmişlik düzeyinde ya­dsınamaz bir önemi olduğu bilinen bir gerçektir. Kadının, ça­lışma hayatına etkin ve insan onuruna yakışır bir şekilde katı­lımının yalnızca bireysel bir kazanım olmakla kalmayıp ailevi ve sosyal dönüşümü de sağlayan temel değer olduğu gerçeğin­den hareketle kadın istihdamı konusu ülkenin topyekûn kal­kınması sürecinde de dikkate alınması gereken bir konudur. Çalışma hayatında ve karar alma mekanizmalarında etkin şe­kilde yer alan kadının toplumsal politikaların belirlenmesi sü­recinde cinsiyet eşitlikçi bir perspektifin yerleştirilmesi ve sos­yal bir dönüşümün sağlanması açısından da hayati önemi haiz olduğunu belirtmek gerekmektedir

Kadınların ekonomik ve sosyal yaşama etkin bireyler olarak katıldığı ülkelerin tümü, refah seviyesinin, eğitim düzeyinin ve kişi başına gelirin yüksek olduğu ülkelerdir. Bu durumun bir tesadüf olmadığı, aksine ülkelerin uzun yıllar bu yönde poli­tikalar geliştirdikleri ve bu politikaları yaşama geçirdikleri gö­rülmektedir. Kadınların ekonomik ve sosyal yaşama katılımları konusundaki en önemli gösterge ise kadınların ne oranda is­tihdama katıldığıdır. İstihdama katılım, bir kadın için para ka­zanmanın çok ötesinde bir anlama sahiptir. İstihdam katılım, kadının kendi ayakları üstünde durmasının ve kendisine güven duymasının da önemli önkoşullarından biridir.”

Ekonomi konusunda kadın istihdamını arttırmaya yöne­lik tam 11 strateji belirlenmiştir. Bu yönüyle, en çok uygulama stratejisinin belirlendiği konu kadının iş yaşamına katılması ko­nusudur. Kadın istihdamının yüzde 42 olması hedeflenmekte­dir. Yeni bir pilot proje uygulaması olarak Avrupa birliği des­teğiyle Ankara, İstanbul ve İzmir’de 3700 kadına 32 aya kadar ayda 1300 TL çocuk bakım desteği verilecek.Bakanlığın bu konuya ayrı bir önem vermesi anlaşılabilir bir şeydir. Çünkü Lizbon Stratejisi gibi uluslararası belgeler kadınların iş yaşa­mına katıldığına dair istatistikler istemekte ve Avrupa Birliği müktesabatında ise kadının istihdamını makro göstergeler ara­sında yer almaktadır.

Ailenin mevcut durumunu ele alırken İstanbul Sözleş­mesi ve Toplumsal Cinsiyet Eştiliği meselesine değinmemek olmaz. AB’ye uyum adına toplumsal cinsiyet eşitliği adında bir projeyi uygulamaya koyduk. Bu projenin dayanağı ise İstanbul Sözleşmesidir. Bu sözleşme ve proje ile ne oldu?

Önce toplumsal cinsiyet eşitliğinin ne olduğunu tanımla­yıp sonra birkaç madde zikredelim:

Toplumsal Cinsiyet Ne Anlama Geliyor?

Mevcut literatür cinsiyet ve toplumsal cinsiyet arasında bir ayrım yapmaktadır. Buna göre cinsiyet (sex), kadın ve erkek arasındaki doğuştan getirilen biyolojik farklılığı ifade ederken, toplumsal cinsiyet (gender) kadın ve erkeğe toplumun yükle­diği anlamı; beklentileri rol ve görev tanımlarını içermektedir.

Toplumsal cinsiyet teorisyenleri ve aktivistlerine göre bazı kültürler kadının ve erkeğin sosyal rollerini tanımlarken ka­dına haksızlık yapmaktadırlar. Çünkü iktidar araçları erkeklerin elindedir ve kadın, erkek egemen tarih içinde hep ikinci sınıf bir insan olarak konumlandırılmıştır. Kadını ezmenin ve onu aşağı bir sınıf olarak konumlandırmanın pek çok yolu vardır. Bunların başında ise kadının tarih boyunca sadece bir “anne” ve “ev hanımı” olarak görülmesi gelmektedir.

Toplumsal cinsiyet teorisyenleri, sosyal yaşamda insanın cin­siyet kimliğine dayalı belirlemeler yapmanın cinsiyet ayrımcı­lığı olduğunu belirtmektedirler. Bu ise bir insan hakları soru­nudur. Dolayısıyla bütün devletler/politika yapıcılar ev içi ve ev dışı yaşamda cinsiyetler arası eşitliği sağmakla yükümlüdürler. Bunu engelleyecek algılamalar, gelenekler, örfi ve dinsel anlayış ve uygulamalar ya kaldırılmalı ya da değiştirilmelidir.

a) Sözleşmenin 4. Maddesinin 3. Fıkrası şu şekildedir:

“Taraf Devletler bu Sözleşme’nin hükümlerinin, özellikle de mağdurun haklarını korumaya yönelik tedbirlerin cinsiyet, top­lumsal cinsiyet, ırk, renk, dil, din, siyasi veya siyasi olmayan gö­rüş, ulusal veya sosyal köken, ulusal azınlık ile ilişkilenme, mül­kiyet, soy, cinsel yönelim, toplumsal cinsiyet kimliği, yaş, sağlık durumu, sakatlık, medeni hal, göçmen veya mülteci olma durumu ya da benzeri herhangi bir temelde ayrım gözetmeksizin uygu­lanmasını güvence altına alır.”

Bu madde sözleşmenin tartışmaya en açık maddesidir. Bu maddeyle Türkiye Cumhuriyeti eşcinsel haklarım korumaya yö­nelik tedbirler alma yükümlüğünü üstlenmektedir. Maddede ge­çen “cinsel yönelim” ifadesi, lezbiyen, gay ve biseksüelleri içer­mektedir. Ancak, “Kadına ve Aile İçi Şiddet”e yönelik önlemlerin ele alındığı bir sözleşmede “cinsel yönelim” ibaresinin yer al­ması kabul edilebilecek bir durum değildir.

6.Madde, “Toplumsal Cinsiyete Duyarlı Politikalar” başlı­ğını taşımaktadır ve maddede şu ifadeler yer almaktadır:

“Taraf Devletler bu Sözleşmeden kaynaklanan yükümlülük­lerinin uygulamasına ve Sözleşme hükümlerinin etkisinin değer­lendirilmesine toplumsal cinsiyet perspektifini dâhil edeceğini ve kadın erkek eşitliği ve kadınları güçlendiren politikalarını teşvik edeceğini ve etkili bir şekilde uygulayacağını taahhüt eder.

12.Maddenin 1. Fıkrası: “ Taraf Devletler, kadınların aşağı bir cins olduğu veya erkekler ile kadınlar için alışılagelmiş rolle­rin bulunduğu düşüncesine dayanan önyargıları, örf ve adetleri, gelenekleri ve her türlü farklı uygulamaları ortadan kaldırmak amacıyla kadınların ve erkeklerin sosyal ve kültürel davranış kalıplarının değiştirilmesi için gerekli tedbirleri alır. ”

6.madde ve 12. maddenin birinci fıkrası bu sözleşmenin pek çok maddesinde ifade edilen “toplumsal cinsiyet eşitliği” politikasına işaret etmektedir. Ancak bu maddede yer alan ifa­deler Türkiye halkının gerek geleneklerinden, gerek tarihinden ve gerekse de dini yapısından kaynaklanan ailevi değerlerini açıkça tehdit etmektedir. Bu maddeyle, “Erkekler ile kadınla­rın alışılagelmiş rollerinin bulunduğu düşüncesine dayanan…” yerleşik kadın ve erkek rollerinin tamamen “ortadan kaldırıl­ması” ve “değiştirilmesi” amaçlanmaktadır.

c) Sözleşmenin 12. Maddesinin 5. Fıkrası sözleşmede yer alan önemli maddelerden biridir. Önce maddeyi aynen aktaralım:

“Taraf Devletler, kültür, örf ve adet, din, gelenek veya sözde ”namus”un işbu Sözleşme kapsamındaki herhangi bir şiddet eylemi için bir mazeret oluşturmamasını sağlar. 

Maddenin analizine geçmeden önce, sözleşmenin adında da yer alan “şiddet” kelimesinin Sözleşmenin 3. Maddesinin a bendinde nasıl tanımlandığına bakalım:

“İster kamusal ister özel alanda meydana gelsin, kadınlara fiziksel, cinsel, psikolojik ve ekonomik acı veya ıstırap veren veya verebilecek olan toplumsal cinsiyete dayalı her türlü eylem veya bu tür eylemlerle tehdit etme, zorlama veya keyfi olarak öz­gürlükten yoksun bırakma anlamına gelir ve bir insan haklan ihlali ve kadınlara yönelik ayrımcılığın bir biçimi olarak anla­şılmaktadır.”

Görüleceği üzere, sözleşmede şiddet sadece “fiziksel şid­det” olarak tanımlanmıyor. Ekonomik, cinsel ve psikolojik şid­deti de kapsayan geniş bir anlam çerçevesi içinde kullanılıyor. Özellikle “psikolojik şiddet” tanım yelpazesi oldukça geniş bir kavramdır. Örneğin darılma ve surat asma da psikolojik şiddet içinde gösterilmektedir. Şiddetin tanımında ayrıca “verebilecek olan” ifadesine ayrıca dikkat çekmek gerekiyor. “Şiddetin olma ihtimali” de şiddet kapsamında değerlendirilmiştir.

12.maddenin 5. fıkrasına dönecek olursak, bu maddeye göre gerek namus ve gerekse din gerekçesiyle bir erkeğin kız kar­deşine ya da eşine ya da bir babanın kızına (sözleşmede, kadın kavramının 18 yaş altı kız çocuklarını da kapsadığını hatırla­talım) işlemiş olduğu edep dışı bir davranıştan dolayı fiziksel şiddetin dışında gösterebileceği pek çok tepki şekli de “şiddet” kapsamında değerlendirilebilecektir. Örneğin bir erkeğin kız kardeşini bir başka erkekle uygunsuz bir şekilde görmesine bi­naen “seni bir daha bu kişiyle görürsem babama söylerim” de­mesi tehdit ve zorlama içerdiği için “psikolojik şiddet” kapsa­mında değerlendirilebilecektir.

Bu maddede özellikle din, (din kavramının bizim ülkemiz için kahir ekseriyetle İslam anlamına geldiğini hatırlatalım) ve namus kavramlarının şiddete bir gerekçe oluşturamayacağı özel­likle vurgulanıyor. Bu sözleşmede ve başka uluslararası belge­lerde namus kavramının hep “sözde” kelimesiyle ve tırnak işa­reti içinde anılıyor olmasının hukuki bir metinde yer almasını bir yana bırakırsak, bu betimlemenin “namus duyarlılığını” da tahfif ettiğini vurgulamakla yetinelim.

Detay ve kaynaklar için bkz.Dr. Mücahit Gültekin,Aile Niçin Dağılıyor: Aile Politikaları ve İstanbul Sözleşmesi: Ka­vafsan Şahine Aile Politikalarının Kısa Bir Analizi

Uzm. Psk. Meryem Şahin; Dr. Mücahit Gültekin, Top­lumsal Cinsiyet Eşitliğine Dayalı Politika Uygulayan Ülke­lerde Kadın ve Aile (İzlanda, Ninlandiya, Norveç, İsveç, Tür­kiye), SEKAM Yayınları: 8

Aile sekülerleşmektedir. Hızlı bir bakışla söyleyelim: Se- külerleşme “dinî düşünce, pratik ve kuramların önemini kay­betmesi süreci” olarak tanımlanır. Bunu tespit etmenin yolu da geçmiş ile şimdiyi kıyas etmektir.

Bugün “gizli sekülerleşme” gerçeğiyle yüz yüz yüzeyiz. Gizli sekülerleşme, dindar kişilerin farkında olmadan hatta seküle- rizme karşı çıka çıka sekülerleşmesini ifade ediyor. Kişi, şuurlu bir Müslümandır, İslâmî bir hayat yaşamayı kendisi için amaç edinmiş ama pratiği seküler birinin pratiğine doğra yol alıyor. Gizli sekülerleşmenin belki en çok fark edildiği alan ailedir. Az sonra bu alana örnekler vereceğiz.

Sadece aile olarak değil, genel olarak baktığımızda da şu soruyu sormak kaçınılmazdır: Türkiye sekülerleşiyor mu? Bu soruya ilk bakışta “hayır” cevabı verilebilir. Zira hem inanç hem de ibadet açısından Türkiye, diğer Batılı ülkelere göre daha canlı bir dinî hayata sahiptir. Hatta şu da söylenebilir: Diyanet İş­leri personel sayısı artıyor. Imam-Hatip okulları; ilahiyat sayı­ları artıyor. Bir proje olarak değerler eğitimi yaygınlık kazanı­yor. ilköğretimde din merkezli seçmeli dersler artıyor. Kuran merkezli vakıf ve dernekler artıyor. Kadınlar kamuda başörtülü çalışabiliyor. İslâmî finans güçleniyor, İçki reklamları yasaklanı­yor vs. Fakat buraya “ancak” diyerek bir kayıt düşmek gerekir. Türkiye’yi diğer Batılı ülkelerle değil, kendi ile mukayese yap­mak gerekir. Acaba “kutsala dönüş mü yoksa kutsalın sönüşü mü” yaşanmaktadır? Veriler, kentleşme, eğitim ve gelir düzeyi­nin artışı gibi modernleşmenin somut göstergeleri sayılan di­namikler ekseninde incelendiğinde sekülerleşme yönünde bir gidiş hemen fark edilmektedir.

Yukarıdaki veriler iktidar sahiplerinin İslâmî hassasiyete sa­hip olduğunu ortaya koyabilir, ama bütün bunlar toplumda İs­lâmî hassasiyetlerin arttığını gösterir mi? Göstermez yönünde eğilimler kuvvetli, içkinin yasaklanması toplumun içki içme­diğini göstermez. Din içerikli derslerin artması öğrencilerin bu derslere ilgi gösterdiği anlamına gelmez. Imam-Hatip ve ilahi­yatların sayısı da arttı, ancak önmeli olan şu soruların cevabıdır: Buralarda daha mı az flört edilmektedir?

İnceleyin:  Ahirette Allah'ın Görülecek Olması,Kuran'a Aykırı mı ?

Daha mı çok namazlarına dikkat etmektedirler?

Daha mı çok oruç tutmaktadırlar?

Eşcinsellik ve nikahsız birliktelik gibi farklı yaşam tarzla­rına daha mı az saygılı ve hoşgörülüler?

Bekarete daha mı çok önem veriyorlar?

Boşanmaya daha mı mesafeliler?

Daha mı çok annelik yerine kariyer peşinde koşuyorlar?

Daha mı çok çocuk yapmayı arzuluyorlar? (Bk. Volkan Er- tit, Sekülerleşme Teorisi)

Birkaç veri sunmakta fayda var:

Okur-yazarlık oranı ciddi bir şekilde arttı: 1980’de kadın­lar yüzde 55 iken 2018’de yüzde 95 oldu.

Kadın başına çocuk sayısı 1960’da yüzde 6 iken, bu rakam tüm teşviklere rağmen 2016’da yüzde 2.1 l’e geriledi.

Gebeliği önleyici tedbirler 1963’de yüzde 22 iken, 2013’de yüzde 93 e yükseldi.

Ramazanda oruç tutanların oranları 2006’da yüzde 60 iken, 2012’de yüzde 53; hiç oruç tutmayanlar ise yüzde 6.4’den yüzde 12.3 e yükseldi.

Beş vakit namaz kılanlar 2006’da yüzde 36 iken, 2012’de yüzde 28’e düştü.

Öldükten sonra dirileceklerine inananlar 2015’de yüzde 81 iken, 2017’de yüzde 73’e düştü.

Nikahsız birlikteliklerin sayısı gün geçtikçe artıyor. Aynı şe­kilde nikahsız birlikteliklerden rahatsız olanların sayısı da aza­lıyor. Yine flört yapanların sayısı da flört yapan gençlerden ra­hatsızlık duymayanların sayısı da gün geçtikçe artıyor.

Sekülerleşmenin genel örneklerine bakacak olursak Kuranın Anlamıyla Buluşmak Platformunun (KAP) Türkiye’deki Müs­lümanların dindarlık ve Kuranı Kerim okuma anlayışıyla ilgili ANAR’a yaptırdığı, 12 ilde, 2224 kişiyle yüz yüze görüşmeyle gerçekleştirilen kapsamlı araştırmada dindarlık eğiliminin, eği­tim seviyesinin yükselmesine bağlı olarak azaldığı belirlenmiş­tir. “Dinin hayatınızdaki önemi nedir?” sorusuna, “okuryazar ol­mayanlar” % 64, “lise mezunu” olanlar % 41, lisansüstü eğitim almış olanlar ise % 23 oranında “çok önemli” cevabını vermiş­lerdir. Okuryazar olmayanlarda % 82,5 olan “düzenli olarak beş vakit namaz kılma” oranı eğitim düzeyine paralel olarak bariz bir düşüş ile üniversite mezunlarında % 23’e, lisansüstü eğitim almış olanlarda % 15’e gerilemektedir.

MAK araştırma kuruluşunun 2017 Haziran ayında yapmış olduğu bir araştırmaya göre Türkiye’de bireylerin dini hangi kaynaklardan, nasıl öğrendikleri konusunda sorular sorulmuş. İslam’ın temel kaynağı olan Kur’an-ı Kerim’i hiç okuyup oku­madıkları sorusuna ankete katılanların yüzde 6O’ı okumadıkları yanıtını vermiş. Sadece yüzde 17’si Kur’an mealini okudukla­rını belirtmiş. Yüzde 23 ise görüş belirtmemiş. “Peygamberi- miz’in hayatını okudunuz mu?” sorusuna ise yüzde 23 Evet derken yüzde 65 Hayır yanıtını vermiş. Yine ankete katılanla- nn sadece yüzde 13’ü düzenli olarak namaz kıldığını belirtmiş.

Kendi gözlemlerimizle dahi sekülerleşmenin boyutlarını gö­rebiliriz. Dün faize hiç bulaşmayanlar bugün işini de, ihtiya­cını da faizli kredisiz yapmamaktadır.

Birileri bütün bu verilere sevinecektir. Demek ki, Türkiye İranlaşmıyor, Malezyalaşmıyor diye belki içten içe bu verileri onaylayacaktır. Ancak bu veriler İslâmî hassasiyetlerin azalması ve sekülerleşmenin artması adına düşündürücü ve üzücüdür.

Sekülerleşmenin aileye dair örneklerine gelince şunlar söy­lenebilir:

1.Flört (Evlilik Öncesi Yakınlaşma)

Günümüzde artık daha çok ailede kazanılarak içselleşti­rilen dinî değerler dışında evlilik dışı yakınlaşmaları sınırlan­dırıcı bir gücün kalmadığı rahatlıkla söylenebilir. Karşı cinsle evlilik öncesi/dışı farklı düzeylerdeki cinsel yakınlaşmalarının tümünü ifade eden geniş muhtevalı bir kavram olan flört adeta kanıksanmış; değerler ve tutumlar flörtün normal karşılanması yönünde değişmeye başlamış, kısıtlayıcı normlar büyük ölçüde aşınmıştır.

2.Eş seçimi

Eş seçiminde dindarlığa önem verip vermemek ailenin se- külerleşmesiyle doğrudan ilişkili göstergelerden birisidir. Bazı araştırmalarda üniversite öğrencilerinde evlenilecek kişide din­darlığa çok önem vermeme eğilimi belirlenmiş, başka araştırma- ların sonuçlarının da biri hariç bu yönde olduğu ifade edilmiş- tir.Bu durum “sekülerleşme eğiliminin her geçen gün artması” olarak değerlendirilmiştir. Daha da çarpıcı olanı İlahiyat Fa­kültesi öğrencilerinde de aynı eğilimin görülmesidir.

c.Resmî nikah yaptırıp dinî nikah yapmayı önemsememek. Daha önce dinî nikahı önemseyenlerin şimdi onu önemseme­mesi sekülerleşmenin bir alametidir. Resmî nikahın zorunlu yapılmasını talep etmek başka bir şeydir. Bu, kadım mağduri­yetten korumak içindir. Gerçi resmî nikahın yeterli olduğu ko­nusunda verilen fetvaların da dinî nikah kıymama noktasında etkili olduğunu söylemek de mümkündür.

d.Düğün salonlarında mahremiyetin kaybolması.

e.Haram işlenen düğünlere katılmamayı önemsememe

f.Çocuk adları

Aile söz konusu olduğunda çocuklara verilen isimlerdeki değişim özellikle anlamlıdır. Çocuklara verilen isimler kültü­rün sürekliliğini ve geleneğin gücünü yansıtır.

g.Çocuk doğurmayı yük görmek/kariyere engel görmek

h.Tesettürde gevşeklik/modayı/markayı takip etmek.

i.Haremlik-selamlık uygulamasında rahatlık. Önceleri bunu kabul eden bazı muhafazakarlar şimdi bu uygulamayı dinî gör­memeye meyilli olmuşlardır. Haremlik-selamlık uygulmasının dindeki yeri, bunda katılık gösterildiği ayrı bir konudur. Bu­rada vurgulanan nokta bu konuda artık çok rahat davranıldığı, kadın-erkek ilişkilerinde mesafenin kapatıldığıdır.

Bütün bunların, yani sekülerleşmenin ilacı elbette dindir, dini yaşamadır. Sekülerleşme dini hayatın zayıflaması ise, dini hayatın dipdiri olması da sekülerleşmenin zayıflaması anla­mına gelecektir. Çok şey söylenebilir elbette, ama çare şu ayet olabilir mi?

Ey iman edenler! Kendinizi ve ailenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun.” (Tahrim, 6) Olur kanaatindeyim, ancak bunu yaşamak lazım.

6) Zihniyet değişikliği. Zihniyet değişikliğini “külliyen ve kısmen” diye ikiye ayırmak lazım. Külliyen zihniyet değişikliği laik ve liberal çevrelerde gerçekleşmektedir. Muhafazakâr çevre­lerde ise kısmen bu yaşanmakta, sonuçta bu da sekülarizme yol açmaktadır. Kadının ev ile ilişkisi pamuk ipliğine bağlı olmuş­tur. Kadın annelik vasfinı yitirmiştir. Kariyer peşindedir. Evlen­miyor bile. Evlenseler çocuğuyla ilgilenmiyor. Öyle olmayanları elbette tenzih ederim. Ve müslüman hassasiyeti olan kadınlar bu gibi şeylerden pek rahatsız değildir. Hatta bunu onayla­makta, buna hakkı olarak bakmaktadır. Ancak Müslüman ka­dının bundan etkilenmediğini söylemek çok zor! Hemen şunu ifade etmeliyim ki, kadının çalışması problem değildir. Çalı­şan kadın sayısının bilinçli olarak arttırılmasıdır, problem olan.

Müslümanlık hassasiyeti taşımayan kadınların hali ise fe­caattir. Onların tek derdi, özgürlüktür. Bana kimse karışmasındır. Bir örnek verelim: Diyanet İşleri Başkanı açıkladı: “Kadın bizlere emanettir” diye. Toplumun laik kesimi ne tepki verdi? Önce Erbaş’m tweit’i:

”Herkes bilmelidir ki, her ne sebeple olursa olsun bir ka­dının şiddete maruz bırakılması ve canına kıyılması, en büyük zulümdür. İslam’la ve insanlıkla asla bağdaşmayan büyük bir günahtır. Dinimizde kadının canı, onuru ve hakları dokunul­mazdır ve emanettir.”

İlerici Kadınlar Derneği’nin verdiği cevap şöyle:

”Kadınlar hiç kimsenin emaneti değildir. Kadınları namus, emanet olarak gören zihniyetiniz bugün #EmineBulut’un ya­şam hakkını elinden aldı. Kadınlar olarak hayatın her alanında eşit ve özgür olana dek mücadelemizi sürdüreceğiz.”

Peki aile politikası olarak Diyanet işleri Başkanının mı de­dikleri oluyor yoksa İlerici Kadınlar Derneğinin dedikleri mi?

İkinci örnek: Diyanetin hazırladığı bir video var. Kadın kocasına çay pasta getiriyor. Koca eşiyle ilgilenmiyor. Kadın, ardından kocasının telefonuna “Biraz da eşinle ilgilensen” me­sajı atıyor. Bu güzel mesaj bakınız nasıl yorumlanıyor: “Kadın evde hizmetçi olarak gösterilmiş” Bu, farklı bir dünyadan olay­lara bakmaktır.

Son günlerde deizm tartışmaları oluyor ya! Aslında dindar kesim arasında deizmden ziyade sekülarizm gelişmektedir, in­san yaşamının bir bütün olduğu unutulmamalıdır. Bugün sa­dece ülkemiz değil bütün dünyada gençler Batı uygarlığının kültürel baskısı altındadır. Bu baskıdan sıyrılabilmek için kendi medeniyet eksenimizden yola çıkarak kendi müziğimizi, kendi edebiyatımızı, sanat ve mimarimizi, kendi bilim ve terbiye me­totlarını geliştirmemiz gerekir. Dışarıda insana haz veren ve insan nefsini okşayan bir dünya vardır. İman ve inanç ağır bir sorumluluktur. Eğer biz bunu yenebilmek için gençlerimize bilinç, erdem, sorumluluk, adalet gibi değerleri yükleyemezsek çok uzun olmayan yıllar sonra kendimize ait birçok şeyi kay­betmiş bir Türk toplumu ile karşı karşıya kalırız.

Sadece iki örnek vererek Hz. Peygamberin ailede çocuk eğitimiyle ilgili neyin üzerinde duruyor, onu görelim:

Birincisi haram eğitimidir. Ebu Hureyre anlatıyor: Hz. Ali’nin oğlu Haşan (r.a.), sadaka edilen hurmalardan birini alıp ağzına atmıştı. Bunu gören Resûlullah (a.s.): “Hi, hi! At onu! Bizim sadaka edilen şeyleri yemediğimizi bilmiyor musun?” buyurdu. Bir rivayete göre şöyle buyurdu: “Bize sadaka helâl değildir, bilmiyor musun?”

Bu hadis bize çocuklara haram ve helali küçükken öğret­memiz gerektiğini ifade ediyor. Ayrıca bunu öğretirken gerek­çelerini de söylememiz gerektiğini ima ediyor.

İkincisi mahremiyet eğitimi ile ilgilidir. Hz. Peygamber şöyle buyuruyor:

Yedi yaşına geldiklerinde çocuklarınıza namazı emrediniz/ namaza alıştırınız. On yaşına geldiklerinde yine kılmazlarsa onları namaza zorlayın ve yataklarını ayırınız!” (Ebu Dâvûd, Salât, 25) Hadisin ilk ifadesi dinimizin en önemli ibadetini hatırlatmakla birlikte son ifadesi mahremiyet eğitimine vurgu yapmaktadır. Buna göre şunları yapmak mümkündür:

Kız ve erkek kardeşlerin ilkokul dönemiyle birlikte odaları ayrılmalıdır. Çünkü beraber bulundukları odada, giyinip soyu­nurken, yatarken, temizlenirken birbirlerinin özel alanını ihlal edebilirler. Hadisteki «yatakları ayırma» emri «en geç on yaşında ayırın» şeklinde anlaşılmalıdır. Ergenlik döneminde ise imkân­lar dâhilinde kız ve erkek çocuklarımızın odaları ayrılmalıdır.

Çocukla birlikte dışarıda gezerken veya televizyon izlerken aniden karşımıza mahremiyet ihlali içeren sahneler ve durum­lar çıkabilir. Bu gibi durumlarda çocuğa bir şey demeden onun duyacağı şekilde mahremiyet ihlali yapan kişiye tepki belli edi­lebilir. Örneğin bir televizyon sahnesinde arkadaşlarının mah­rem alanına şaka amaçlı dokunan kişiye seslice kızılabilir. “İn­sanların özel yerlerine dokunulmaz” gibi cümlelerle tepki belli edilebilir. Böylece çocuk anne-babanın tepkilerini modelleye- rek mahremiyet ihlallerine karşı duyarlı hale gelir. Çünkü ço­cuklar anne-babaların kendilerine değil de başkalarına verdik­leri tepkiler yoluyla daha kolay öğrenmektedirler.

Çocuklara başkalarının odalarına girerken izin almaları ge­rektiği öğretilmelidir. Çocukların odaları gibi kişisel alanlarına girerken haber verilerek rızaları gözetilmelidir.

Çocuklara yabancı kimselerle tenha yerlerde tek başlarına kalmaması da öğretilmelidir.

Çocukların giyimine de dikkat edilmelidir. Kız çocukları özellikle pantolon giymeye alıştırılmaktadır.

 

Yavuz Koktaş – Yolda Olabilmek Yolda Kalmak,syf.182,200

 

Muhammed Ali

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir