Soner Duman – Usul Yazıları ”Alıntılar”

maxresdefault-300x169 Soner Duman - Usul Yazıları ''Alıntılar''

Kimileri dinin kesin hükümleriyle sabit alanlarında “bana göre” diye başlayan cümleler kurarak kendi düşüncelerini dinin önüne geçirirken, kimileri de tamamen kendi yorumlarını, beğeni ve tercihlerini kendilerine ait bir yorum olduğunu“bana göre” diye belirtmeksizin sanki dinin emriymiş gibi takdim etmektedirler. Her ikisi de sonuçta dindekini bertaraf etme, kendi görüşünü din yerine ikame etme sonucuna yol açabilecek tehlikeli davranışlardır.

Gördünüz mü? Günlük hayatta en sık kullandığımız bir ifade bile aslında netameli / tehlikeli sonuçlara yol açabilecek bir ifadeymiş. Öyle ise Allah Resûlü’nün “Allah’a ve âhiret gününe inanan bir kimse ya hayır konuşsun ya da sussun”buyruğunu göz önünde bulundurmalı, konuştuklarımıza her daim dikkat etmeliyiz.


Beden-ruh izdivacından meydana gelen insanoğlunun ruh dünyasının iki merkezi vardır:

Akıl ve kalp.

Akıl, düşüncenin merkezidir. Öğrenir, sorgular, itiraz eder, araştırır, muhâkeme eder, mukâyese eder. Tefekkür, tezekkür ve tedebbür eder. Kur’an yüzlerce ayette aklı kullanmaya teşvik eder, aklını kullanmayanları eleştirir.

Kalp ise duygularımızın merkezidir. Sevinç ve hüzün,sevgi ve nefret, rıza ve öfke, sabır ve sabırsızlık, dostluk ve düşmanlık gibi duygularımızın ana kumanda merkezi kalptir.
Kur’an’da kalbe ilişkin yüzlerce âyet vardır. Ve kalbe ilişkin çok farklı tanımlamalar vardır: Kalbin mühürlenmesi, kalbin katılaşması, kalbin mutmain olması vs…

İslam’ın istediği müslüman modeli akıl ve kalbi arasında denge kurabilen bir insan modelidir.

Günümüzde en büyük eksikliklerden birisi bu dengenin yitirilmesidir.


İmam Gazalî’nin İslâmî İlimlerdeki
Etkisinin Sebepleri

Bir insanın kalıcı eser verebilmesi için dört şeyin tam olması gerekiyor: Sağlam bir mantık, iyi bir eğitim, güzel bir dil, duyarlı bir kalp.

Bunun tarihte pek çok örneği var ama ben size hemen hiç kimsenin itiraz etmeyeceği bir örnek üzerinden konuşayım: İmam Gazali…

İmam Gazalî’nin yapıp ettiklerine, yazdığı eserlere bakınca İslamî ilimlerin bir çoğunda onun ve eserlerinin birer dönüm noktası olduğu görülür. Gazalî’yi uzunca ele alacak değilim. Ama sadece el-Mustasfa adlı usul eserine bakalım. Mantığı usule dahil etmesi, usulü ele alış tarzı, ortaya koyduğu argümantasyon kendisinden sonrakileri öyle etkilemiş ki Malikî mezhebine mensup İbn Rüşd onun eserini ed-Darurî fî usuli’l-fıkh adıyla özetlemiş, Hanbelî mezhebine mensup İbn Kudâme de Ravdatü’n-nâdır adıyla özetlemiş ve katkılarda bulunmuş.

Gazalî’nin ele aldığı her konuda ihtimal tüketme [sebr ve taksim] metodunu uygulaması, mükemmel tasnif ve taksimleri, açıklayıcı benzetmeleri, içe işleyen örnekleri onu ölümsüz kılmış.

Ben, tasavvufa dair bir şey okuyacağımda Gazalî’den daha güzel meseleyi vuzuha kavuşturanı görmedim. Kelamda öyle, tasavvufta, usulde öyle… Hatta Şâfiî furu fıkhında bile.

Evet… Olacaksa insan Gazalî gibi olmayı hedeflemeli.

Allah İmam Gazalî’den razı olsun.


Yanlış Sandığımız Doğrular

Son zamanların moda tabirlerinden biri de “doğru bil-diğimiz yanlışlar”… Birileri ümmetin ezberini bozmak için elinden geleni ardına koymuyor. “Muhalefet et ki tanınasın!” ilkesi çok revaçta. Neymiş efendim, şimdiye kadar dinî ilim-lere ilişkin bize doğru diye öğretilen şeylerin birçoğu aslında yanlışmış… Şimdiye kadar kimse dini doğru anlamamış-mış… Aslında dinin tek kaynağı varmışmış… Sünnet, ikinci kaynak değilmişmiş… Ben de bir “yanlış sandığınız doğrular” listesi oluşturdum…

Kur’an ilk kaynaktır, tek kaynak değildir.

Kur’an, her okuyanın rahatlıkla anlayabileceği bir ki-tap değildir. Kur’an’ın akademik anlamda anlaşılması başta dil ve tarih olmak üzere pek çok yan bilgiyi ge-rektirmektedir.

Kur’an “kendi kendini açıklayan” bir kitap değildir. Öyle olsaydı tarih boyunca binlerce tefsir yazılmaz, Kur’an’ın apaçık olduğunu iddia edenler bu apaçıklı-ğı ispat için cilt cilt kitaplar yazmazlardı.

Kur’an’da dinin küllî ilkelerinin tümü vardır ama dine ilişkin her cüz’î konu yoktur.

Resûlullah (s.a.v.)’ın tek görevi tebliğ değil aynı za- manda talim ve tezkiyedir. Allah Resûlünü dini anla- mada saf dışı eden her hangi bir anlama çabası bey-hude bir çabadır.

Sünnet, Kur’an’ın alternatifi olmadığı gibi Kur’an içinde eritilebilecek, yok edilebilecek bir delil değildir.

İcma ümmetin sigortasıdır. İcma, dejenerasyonun önleyicisidir.

Geleneğimiz bir “yanlışlar yumağı”, “hatalar zinciri”, “şer odağı” değil hakikatin taşıyıcısıdır. Gelenek sün- netin, sünnet de Kur’an’ın muhafızıdır.

Bu listeyi uzatmak mümkün ama bu kadarla iktifâ edelim.


Suyûtî şöyle diyor:

Bil ki; bu dinde mezhepler arası ihtilafın olması büyük bir nimet ve fazilettir. Bunun ince bir sırrı vardır ki bunu yalnızca âlimler idrak eder, câhiller ise bunu göremez. Öyle ki bazı câhillerin şöyle dediğini bile şu kulaklarım işitti:

“Peygamberimiz (s.a.v.) bize tek bir şeriat getirdi. Öyleyse bu dört mezhep de nereden çıktı?”

Bir başka şaşılacak durum da mezheplerden bir kısmını üstün tutup diğerlerinin kadr-u kıymetini eksilten, tamamen gözden düşüren kimselerin yaptıklarıdır. Öyle ki bu durum akılsız kimseler arasında düşmanlığa dönüşmüş bu sebeple câhiliyye taassubuna benzer bir taassup meydana gelmiştir.

Alimler bütün bunlardan münezzehtir. Sahabe arasında furû konularda ihtilaf meydana gelmiştir. Onlar ki en hayırlı nesildir, onlardan hiçbiri bu sebeple diğerine düşmanlık etmemiş,
birbirlerini hata ve kusura nispet etmemiştir.


İltizam: Lafzın, ne birebir ne de içerme yoluyla olmaksızın bir manayı gerektirmesidir. Mesela “tavan” denildiğinde bu söz-cük zihnimizde “duvar” anlamını da çağrıştırır; çünkü tavan dediğimiz şey duvar olmaksızın mevcut olamaz.

“Baba” de-diğimiz zaman bu sözcük iltizam yoluyla o babanın bir çocu-ğunun doğmuş olduğuna da delalet eder. İmam Gazalî, aklî tartışmalarda iltizam yoluyla delaletin kullanılmasının doğru olmadığını belirtir. Çünkü bunun bir sınırı bulunmamaktadır. Nitekim tavan sözcüğü iltizam yo-luyla duvarı, o da iltizam yoluyla evin temelini, evin temeli araziyi, arazi yer küreyi gerektirir ve bu durum böylece de-vam eder. Bir kimsenin “ben tavan dediğimde yeryüzünü de kastettim” demesi doğru olmaz. Aklî tartışmalarda kullandı-ğımız kelimelerin ancak mutabakat ve tazammun yoluyla de-laletleri ne ise onlar üzerinden tartışabiliriz.184

Günümüzde gerek günlük hayata dair gerekse İlmî konu-larda yapılan tartışmalarda tam da İmam Gazalî’nin sözünü ettiği türden yanlışları yapıyoruz. Bir kimse bir söz söyledi-ğinde “sen, bu sözünle şunu da kastetmiş oldun. Senin sö- zün bu anlamı da içinde barındırıyor” vb. ifadelerle insanlara hiç söylemedikleri, kastetmedikleri, akıllarından geçirmedik-leri şeyler nispet edilerek yargıda bulunulmaktadır. Dahası işin boyutu tekfir / tefsik / tadlile kadar ulaşabilmektedir. Aynı şey, yazılarımız için de söz konusudur.


İnsanoğlunu, içinde bulunduğu şartlardan bağımsız dü-şünmek doğru değildir. Biz de bu zamanda yaşadığımıza ve bu şartlarla muhatap olduğumuza göre içinde bulunduğu- muz şartların düşünme ve davranış biçimimizi şekillendirmesi bir dereceye kadar gayet normal. Ancak anormal olan şu: Bizler, içinde bulunduğumuz şartları değiştiremediğimiz- de acaba bu şartların baskısı altında İslam’ın bünyesinde / İslam’ı algılayış biçimimizde bir değişime gidiyor muyuz? Tabi ki Allah’ın dini her türlü bozulma ve tahrife karşı korun-muştur. Ama İslam’ın bizdeki iz düşümünü acaba zedeleyip tahrip ediyor muyuz?

Mesela “zaruret” durumunda olmayan şeyleri “zaruret” gibi görmeye başlayıp nassları zorluyor muyuz?

İster bireysel ister toplumsal bir takım gelip-geçici /günü birlik çıkarlarımızı, “maslahat” olarak görmeye başlayıp buna dayanarak hüküm veriyor muyuz?

Yeterli inceleme ve araştırma zahmetine katlanmayıp yahut da çıkacak sonucun çıkarlarımızla uyuşmayacağını düşü-nüp bir çırpıda “eşyada aslolan mübahlıktır” ilkesinin kuca-ğına sığınıyor muyuz?

Bütün bu konularda bir zihinsel işgale, bir bilinçaltı târumarına karşı bizi koruyacak yegâne güvenli liman, usul geleneğimizdir diye düşünüyorum. O geleneği incelemek, onun furuya yansımaları üzerinde düşünmek, yukarıdaki sorunlar konusunda teslimiyetçi bir tavır sergilememize en-gel olacaktır. Belki gelen dalgalar gemimizi sarsacak, sallayacak ama gemimizin sığınacağı bir limanımız olduğu sürece başımız dik, gönlümüz ferah olacak.


Günümüzde rivayet malzemesinin “Kur’an”, “akıl” ve “bilim” ışığında süzgeçten geçirilmesini, elenmesini salık verenlerin düşünceleri hadd-i zâtında eleştirilebilecek bir görüş değildir. Çünkü ister raviyi ister merviyi merkeze almış olsun tarihin hiçbir döneminde hiçbir ekol veya âlim, rivayet malzemesinin bütününü sorgusuz sualsiz kabul etmemiş, kendince bir takım sıhhat testlerine tabi tutmuşlardır.

O halde günümüzde bunu yapmayı isteyenlere niçin karşı çıkılmaktadır?

Bu karşı çıkmayı haklı kılan yeterli derecede sebepler söz konusudur. Bunlar arasında şunları zikretmek mümkündür:

1. Eleştirilerin tek tek rivayet malzemesinden yola çıkarak sünnetin bütününe ve geleneğe yönelmesi:

Geçmişteki eleştiriler tek tek rivayetler ve raviler bazında söz konusu olduğu halde günümüzde, kendilerince eleştiriye açık gördükleri rivayetler üzerinden tümevarım yoluyla bütün bir sünnet ve geleneğin yıpratılmaya çalışıldığı görülmektedir.

2. Uygunluk ve aykırılığın ölçülerinin net olarak ortaya konulmaması.

Klasik fıkıh usulü kitaplarının teâruz ve tercih bölümleri, iki şer’î delil arasında hangi durumlarda tearuzun meydana gelmiş sayılacağı, teâruzun nasıl giderilebileceği, teâruzu gidermenin mümkün olmadığı durumlarda tercihin nasıl yapılacağının en ince ayrıntısı ve örnekleriyle anlatıldığı bölümlerdir. Klasik dönem ulemâ, bu bölümlerde “neyi niçin aldıklarını ve almadıklarını” ölçüleriyle ve örnekleriyle birlikte net olarak ortaya koymuşlardır. Oysa günümüzde hadislerin “akla”, “Kur’an’a” ve “bilime” aykırı gördüklerini ileri sürenler bu aykırılığın kriterlerine ilişkin hiçbir ölçü zikretmemekte yahut da zikrettikleri ölçülerin bir kısmı Kur’an’a da uygulanabilecek hususlar zikretmektedirler.

3. Akıl ile neyin kastedildiğinin netleştirilmemesi.

Klasik fıkıh usulü kitaplarında “aklın gerekleriyle çatışan hadisin esas alınmayacağı” ilkesi yer almakla birlikte burada aklın ilkeleri ile “mantığın üç ilkesi” ve bir de “bir şey aynı anda hem var hem de yok olamaz”, “bir şeyin bütünü, yarısından daha büyüktür” şeklinde bedîhiyyattan olan önermeler kastedilmiştir. Bunlar üzerinde bütün akıl sahipleri ittifak etmişlerdir. Buna karşılık günümüzde “akıl” derken “mantığın ilkeleri” veya “bedihiyyattan olan önermeler” değil, Batı modernizminden etkilenen “rasyonel / pozitivist akıl” kastedilmektedir. Bu ise, kıblesini batıya dönmüş olan, o nereye giderse ardından hareket eden bir akıl olduğundan sabitesi bulunmayan bir akıldır.

İnceleyin:  (Beyanın) Hükümlerin Açıklanma Biçimleri

4. Bilim gibi sürekli kendini yalanlayarak / yenileyerek gelişen ve değişen bir şeyin “kesin doğru” olarak kabul edilmesi.

Bilimde “kesin bilgi” ve “teori” birbirinden farklı düşünülür. Teoriler, kesin, genel-geçer bir biçimde ispatlanmadıkça salt aklî ve muhtemel bir önerme olarak kalmaya mahkûmdur. Bu teorileri esas alarak Kur’an’daki herhangi bir âyeti tevil etmek yahut bir hadisi reddetmek kabul edilemez. Zira teorinin her an yenilenmesi, yanlışlanması mümkündür. Mesela “big bang teorisi”, “evrim teorisi” gibi teoriler böyledir. Hal böyle iken, bunları “hakikati müsellem birer önerme” gibi kabul ederek bunlara aykırı görülen rivayetlerin reddedilmesi kabul edilemez.

Sözü tekrar başa bağlayalım… Rivayet malzemesi “Kur’an gibi” eleştirilemez değildir, hiçbir zaman da olmamıştır. Dün eleştirildiği gibi bugün de eleştirilebilir. Ancak bunun usul ve yordamı, İslam ümmetinin geliştirdiği fıkıh usulü ilminde ayrıntılı bir şekilde ele alınmıştır. Bu usul ve yordamı bir kenara atarak subjektif yargılarla yapılacak her eleştiri, aynı şekilde bir tepkiyi de kaçınılmaz olarak beraberinde getirecektir. Sorun usulsüzlüktür, çözüm usuldedir. Vallahu a’lem.


Kur’an’da zemmedilen zan ve ihtilaf, hakkında kesin delil bulunan (sübut ve delaleti kat’î olan) konulardaki zan ve ihtilaflardır. Müşrikler, hakkında kesin delil bulunan itikadî konularda bu kesinliği bırakıp kendi zanlarına tabi oluyordu. Ehl-i kitap da kendilerine apaçık hükümler / deliller geldikten sonra ihtilafa düşmüşlerdi. Fıkhî meseleler konusundaki ihtilaflar ise Kur’an’ın kınayıp yasakladığı ihtilaflar kapsamında değildir. Zira sahabe-i kiram ve ilk nesiller fıkhî konularda ihtilaf
ettikleri halde birbirlerini kötülememişlerdir. Bu durum, fıkhî konularda ihtilafın kötülenmemiş olduğunu göstermektedir.109

Aynı şeyi zan hakkında söylemek de mümkündür. Dinde yasaklanmış olan zan, hakkında kesin delil bulunan inanca ilişkin konulardaki zandır. Nitekim müşrikler, sırf zanna tabi olarak Allah’a ortaklar koşuyor, kendi kafalarından hükümler koyuyorlardı. Oysa hakkında kesin delil bulunmayan, içtihada açık olan konularda zanna tabi olmak dinde yasaklanmış değildir. Dahası bu emredilmiştir. Nitekim kıbleden uzakta bulunan bir kimsenin, bir takım alametler üzerinde araştırma yaparak kıble yönünü tayin etmeye çalışması aslında zanna dayalı bir ictihaddır ve bizzat âyetlerce emredilmiştir.


Bazıları şöyle bir yaklaşım ortaya koyuyor:

“İslam ümmeti Kur’an’ın manasına hiç önem vermiyor. Habire lafzını düzgün okumaya önem veriyor. Hatimler indiriyor, mukabeleler okuyor ama anlamı hep / daima ihmal ediyor.”

Elhak bu sözde haklılık payı var. Zira bu algıyı haklı çıkartacak görüntüler / davranışlar mebzul miktarda…

Ama insanların Kur’an’ın anlamını ihmal ettiğini, bu konuda inceleme-araştırma içine girmediğini, okumadığını söyleyenlerin gerçekten Kur’an’ın anlaşılmasına mı yoksa Kur’an’ın kendi yorumladıkları gibi anlaşılmasına mı vurgu yaptıkları, şu üç soruya verecekleri cevaba bağlı:

1. Bizim Kur’an’ı anlamak için sizin yorumlarınızı, meallerinizi, tefsirlerinizi değil de klasik dönemdeki bir âlimin yazdığı tefsiri okumamıza razı mısınız?

2. Klasik tefsirlerin üzerinde ittifak ettiği ortak anlamı aşmadan korumak gerekir mi? Yoksa Kur’an, her dileyenin at oynatabileceği bir çiftlik midir?

3. Sizin Kur’an’ı anladığınızın, bir başkasının anlamadığının ölçüsü / kriteri nedir?

Bu üç konuda aydınlatılabilirsek Kur’an’ı anlamak yolunda bir adım atabiliriz. Bakalım dert üzüm yemek mi yoksa bağcıyı dövmek mi? (Vallahu a’lem)


Günümüzde özellikle kimi çevrelerce “Kur’an’ın mübîn/ apaçık bir kitap olduğu” dolayısıyla okuma-yazma bilen ve aklı çalışan herkesin Kur’an’ı (mealinden de olsa) okuyarak rahatça anlayabileceğini ifade eden bir takım söylemler sıklıkla dile getirilmektedir. Öyle ya madem ki Kur’an mübîndir, öyleyse herkes (mealden de olsa) okuyunca anlamalıdır! Oysa hakikat hiç de öyle değildir. Kur’an’ın“mübîn olması” ancak Kur’an’ın bağlamını bilen için mümkündür. Bir başka deyişle Kur’an, bağlamı bilen için mübîndir. Kur’an’ın bağlamından habersiz olan için Kur’an,anlaşılmak için gayret ve emek sarfedilmesi gereken bir kitaptır. Zaten böyle olmasaydı tarih boyunca binlerce tefsirin
yazılmasını nasıl izah edebiliriz ki?


Modern zamanların en problemli yaklaşımlarından birisi de “Kur’an’ı anlama” eyleminin “meal okuma”ya eşitlenmesidir. Oysa meal, her şeyden önce bir beşerin, Kur’an’a ilişkin kendi anladığı manayı kendi diline “kendi yorumuyla” aktarmasından ibarettir. Pek çok âyetin mealleri arasında görülen farklılık, meal yazarlarının anlama – yorumlama farklılığından başka bir şey değildir.

Alimlerimizin Kur’an’ı anlama yolunda ortaya koyduğu mesâinin yalnızca bir bölümünü teşkil eden “ulumu’l-Kur’an”tarzı eserler, Kur’an’ı anlamada bu geleneğe başvurmanın
kaçınılmazlığını bâriz bir biçimde ortaya koyar.


İmam Şâfiî’ye göre dine ilişkin bütün bilgiler Kur’an’da kimi zaman “nass” [açık seçik] kimi zaman da “delalet” [üstü kapalı] olarak bulunmaktadır. Kur’an’ın açılımı [beyanı] Şâfiî’ye göre beş basamaklıdır:

1. Kur’an’da açık [nass] olarak belirtilen ve ek açıklamaya gerek olmayan hususlar.

Mesela Kur’an, temettü haccı yapan kimsenin kurban kesme imkânı yoksa yedisi hacda, üçü de hacdan dönünce olmak üzere toplam on gün oruç tutulmasını emreder. Yedi ve üçü zikrettikten sonra “işte bu, tam olarak on yapar” ifadesi, “acaba bu sayılarla başka bir şey kastedilmiş olabilir mi?” şeklindeki şüpheyi bertaraf etmiş, başka bir açıklamaya ihtiyaç bırakmamıştır.

2. Kur’an’da açık olarak belirtilmiş olmakla birlikte Resûlullah (s.a.v.)’ın ek açıklamalar yaptığı hususlar.

Mesela Kur’an’da abdest konusundaki âyet aslında açık olmakla birlikte Peygamberimiz abdeste başlamadan önce besmele çekmek, azaları üçer kere yıkamak, dirsekler ve topukları yıkamaya dahil etmek gibi hususlarda Kur’an’a ek açıklamalar yapmıştır. Yine miras ile ilgili âyet son derece ayrıntılı olmakla birlikte o âyette “vasiyet” meselesinin ayrıntısına girilmemiş, peygamberimiz bu konuda ek açıklamalar yapmıştır.

3. Kur’an’da kapalı [mücmel] olarak zikredilen ve Hz. Peygamber’in ayrıntılı açıklama yaptığı hususlar.

Mesela Allah namazı, orucu, zekâtı, haccı emretmiş, ancak bunların ayrıntılarını açıklamayı peygamberimize bırakmıştır.

4. Allah’ın kitabında hiç temas etmediği, Hz. Peygamber’in müstakil olarak hüküm koyduğu konular.

5. Allah’ın kitabında temas etmeyip kullarına içtihadı farz kıldığı konular.

Dikkat edilirse İmam Şâfiî’ye göre din tamamıyla Kur’an’ın açılımından ibaret olmakla birlikte Kur’an’ın açılımı yalnızca Kur’an’la değil “sünnet” ve “ictihad” ile olmaktadır. Bir başka deyişle Kur’an’ın kendi kendini açıklaması yalnızca beyanın ilk türüne karşılık gelir ve bu son derece azınlıktadır. Kur’an’ın açıklanması konusunda asıl rol sünnete ait olup sünnetin üç fonksiyonu bulunmaktadır: a) Nassa ek yapmak, b) mücmeli beyan etmek, c) müstakil hüküm koymak. Kitap ve Sünnet’te hiç temas edilmeyen konularda ise müctehidlerin ictihadları devreye girer.


Günümüzde kitlelerin İslam’ın esasına ilişkin algısı noktasında pek çok problem söz konusudur. Bunu bir kenara bırakıp meseleye İslam adına yazan, çizen,konuşanların usul ve üslupları açısından baktığımızda insanların dört gruba ayrıldığını görüyoruz:

a) Usul de üslup da bilmeyenler. Bunlar dinî konularda bir usule dayanmaksızın konuşurlar. Eskilerin “bilmeyenama bilmediğinin de farkında olmayanlar” için kullandıkları
cehl-i mürekkeb tabiri tam bunlara uymaktadır. Cehaletlerine muvazi üslupları da son derece kırıcı ve serttir. Bunlara laf anlatmak, yola getirmek zordur.

b) Usul bilip üslup bilmeyenler: Bunlar usul bilgisine sahip olmakla birlikte kibirlerine yenik düşüp, ellerindeki usulü silah gibi kullanarak insanları katı kalp, abus çehre, kötü dille dinden uzaklaştırırlar.İtici, ötekileştirici, reaksiyoner bir dil kullandıklarından, dünyayı kendi etraflarında dönüyor zannederler. Kaş yapayım derken göz çıkarmayı marifet sayarlar.Allah’ın Firavun’a karşı takınılmasını istediği yumuşak tavrı,mümin kardeşlerinden esirgerler.

c) Usul bilmediği halde üslup / yordam bilenler: Bunlar usul bilmeyen ve fakat bilmediğinin farkında olan, üslup olarak da usul bilenlere saygısını koruyan, öğrenmeye meyyal kimselerdir. Bunlara usulün önemini anlatmak mümkündür.

d) Usul ve üslup bilenler: Bunlar usulü ve üslubu bilir. İnsanları ötekileştirmez. Dine sahip çıkar ama dinin sahibi gibi davranmaz. Hz. Peygamber’in,mescid-i nebeviye bevleden
bedeviye gösterdiği tavrı, ümmetin bedevisi mesabesinde olan cahillere gösterirler. Bu gibiler bildiklerini öğretmekten,üsluplarıyla insanlara örnek olmaktan sorumludur.

Rabbim, usul ve üslup bilenlerden ve gereğince amel edenlerden eylesin.


Klasik dönem İslâmî ilimlere dair yazılan eserlerde tartışılan konular, tartışmalarda tarafların ileri sürdüğü deliller,kullanılan dil ve üslup, ulaşılan seviye ile günümüzde İslâmî konulara dair yapılan tartışmalara baktığımızda klasik dönemin fersah fersah gerisinde olduğumuz görülmektedir.

İlim dediğimiz şey yanlışlarını tespit edip doğrultarak, eksiklerini tamamlayarak, doğrularını tahkim ve teyid ederek gelişir. Bugün geldiğimiz noktada klasik seviyenin üzerine çıkılmasını, taş üstüne taş konulmasını bırakın klasik seviyenin yakalanması, hatta daha da ötede anlaşılması gibi ciddî bir problemle karşı karşıya olduğumuz görülmektedir.


USUL NEYE BENZER?

İslam Allah’a giden bir yol. Müslümanlar ise bu yolun yolcusu. Yolun sonu selamete çıkıyor. Yolda ilerleyebilmek için tabelaların ne anlama geldiğini, yolun şartlarını, yoldaki diğer araçların durumlarını çok iyi bilmek, ona göre hareket etmek gerekiyor.

Yolda gitmek için iki seçenek var: Ya iyi bir şoför olacaksınız, ya da iyi firmanın otobüsünden bilet alacaksınız, usta bir şoförün kullandığı bir araba bulacaksınız. İyi şoförler müctehid âlimler. Onların kullandıkları toplu taşıma araçlarının bağlı bulunduğu firmalar mezhepler. Bu mezheplerin hepsinin hedefi aynı, hepsi yolcularını aynı yere götürmeye çalışıyor. Bunların yolcuları ise o mezhepleri taklid eden kimseler. Usul, usta şoförlerin ehliyeti. O ehliyetle yolda gidiyorlar.
Kimileri de var kendileri iyi bir şoför olmadığı halde iyi şoförlerin kullandığı arabaya binmeyi de kabul etmiyorlar.

İnceleyin:  Bütün nefsler ölümü tadacaktır

Bunlar ya ehliyetsiz araba kullanıyor ya da yaya olarak gidiyorlar. Yaya gitmeleri halinde canlarını, ehliyetsiz araç kullandıklarında ise hem kendi canlarını hem başkasının canlarını tehlikeye atıyorlar.

Trafik bilgisi olmadan yoldaki tabelaları kendi kafasına göre yorumlayan, aracı gelişi güzel kullananların bir gün bir yere toslamaları kaçınılmazdır. Aynı şekilde din üzerinde gelişigüzel fikir beyan eden, bir usule dayanmayanların da sapması ve saptırması kaçınılmazdır.

Varsayalım ki ehliyetsiz araç kullanarak kaza yapmadınız, peki sizi yakalayan polise ne diyeceksiniz? Varsayalım ki usul bilginiz olmadan bir amel yaptınız ve isabet ettiniz. Bir delile dayanmaksızın bu isabetinizin sizi vebalden kurtaracağını mı düşünüyorsunuz?

Malumdur ki ehliyeti olan herkes araba kullanmaz / kullanamaz. Ama arabayı doğru düzgün kullananlar ehliyeti olanlardır. Usul bilgisi olan herkes müctehid olamaz. Ama müctehidler, usul bilgisine sahip olanlardır.


Şimdi Hz. Ali (r.a.)’nin öyle bir sözü var ki aslında bu söz, bir kütüphane dolusu kitap okuyarak elde edemeyeceğiniz bir tercübeyi hazır olarak ortaya koyuyor. Fakihin kim olduğuna net bir cevap verdiği gibi dinin temel kavramlarınıda yerli yerine oturtuyor. O şöyle diyor:

Size hakkıyla fakih olanın kim olduğunu söyleyeyim mi?

1) Allah’ın rahmetinden ümit kestirmeyen,

2) Allah’a isyan şeklindeki fiillere ruhsat (cevaz) vermeyen,

3) Allah’ın azabından emin olma garantisi vermeyen,

4) Kur’an’ı başkasına terk etmeyendir.

İçinde tefakkuh (derin anlayış) olmayan ibadette hayır yoktur.

İçinde tefehhüm (anlama çabası) olmayan fıkıhta hayır yoktur.

İçinde tedebbür (düşünüp taşınma) olmayan kıraatte hayır yoktur.37

Evet, işte fıkıh tam olarak budur! Hz. Ali (r.a.) fıkhı tarif ederken bile nasıl bir fakih olduğunu ortaya koymuştur.
Allah bizlere böyle fakih olmayı nasip eylesin.


Modern zamanların bize en büyük kazığı, bizzat bilmenin kendisini amaç haline getiren bir bakış açısını empoze etmesidir. Öyle olunca insanlar araştırmayı, kitabı, makaleyi vb. yücelttiği oranda uygulamayı, pratiği ve ameli dikkate almadılar. Böyle olunca hikmeti yitirdik. Hani âyet kime hikmet verilirse ona büyük bir hayır verilmiş olur diyor ya! Ben de buradan ilhamla diyorum ki “kim hikmetten mahrum kalırsa büyük bir hayırdan mahrum kalır”.


Kınnevcî şöyle diyor:

Telif [eser yazmak] yedi kısımdır. Aklı başında bir âlim ancak bu kısımlara ilişkin yazı yazar.

1. Daha önce hakkında hiç yazılmamış bir konuda eser yazmak.

2. Daha önce eksik yazılmış bir şeyi tamamlamak.

3. Kapalı olan bir şeyi açıklamak.

4. Uzun olan bir şeyi, manalarında bir karışıklığa yol açmayacak şekilde özetlemek.

5. Dağınık halde bulunan şeyleri bir araya getirmek.

6. Karışık olan bir şeyi tertipli / düzenli / sistematik hale getirmek.

7. Daha önceki bir yazarın yanlış yaptığı bir meseleyi düzeltmek.

Buna göre, kendisinden önce binlerinin eser verdiği herhangi bir ilim dalında kitap yazacak olan kimsenin, eserini şu beş şeyden herhangi birini içermeksizin telif etmemesi gerekir:

1. Daha önce karışık olan bir şeyi istinbat etmek,

2. Dağınık halde bulunan şeyleri bir araya getirmek,

3. Kapalı olan şeyleri açıklayıp şerh etmek,

4. Var olanı güzel bir tertiple sistematik hale getirmek,

5. Gereksiz yere uzatılmış şeylerdeki fazlalık kısımları atmak.2


Belki de fıkıh tarihinin en çetrefil, problem sorusu İmamAzam Ebu Hanife’ye sorulan şu sorudur:

Bir adam var şöyle diyor:

“1. Ben cenneti ümit etmiyorum, ateşten korkmuyorum.
2. Allah’tan da korkmuyorum.
3. Ölmüş hayvan yerim.
4. Kur’an okumadan, rükû ve secde etmeden namaz kılarım.
5. Gözümle görmediğim konuda şahitlik yaparım.
6. Hakka buğzederim
7. Fitneyi severim.”

Bu adam hakkında hüküm nedir?

Soruyu problemli bulan imamın öğrencileri soruyu hocalarına sorduklarında o şöyle cevap vermiştir:

1. Bu adam cenneti değil Allah’ı[n rahmetini] ümit etmektedir, cehennemden değil Allah’[ın azabın]dan korkmaktadır.

2. Allah’ın kendisine haksızlık yapmak suretiyle azap etmeyeceğini bildiğinden bu konuda Allah’tan korkmamaktadır.

3. Ölmüş olan balık ve çekirgeyi yemektedir.

4. [Kıraat, rükû ve secde olmayan] cenaze namazı kılmaktadır.

5. [Allah’ı gözüyle görmediği halde] O’nun birliğine şahitlik etmektedir.

6. Ölüm hak olduğu halde ona buğzetmektedir.

7. Birer fitne oldukları halde mal ve çocuğu sevmektedir.25

Evet, işte imamın zekâsı… Bu, sadece zekâyı göstermiyor, aynı zamanda müslümanın işini olabildiğince hayra yorma, ona hüsnü zan gösterme, tefkirden, tefsikten olabildiğince uzak durmayı da gösteriyor.

Günümüzde müslümanların birbirini “kaşının altında gözün var” diyerek tekfir ettiği, ötekileştirdiği bir ortamda imamın zekâsına da hüsnü zannına da ne kadar muhtacız.


İlimde iki şey kötüdür:

a)Kişinin, bir delile dayanmaksızın sırf muhalefet etmek için karşı tarafa itirazlar yöneltmesi, münazara adabına riayet etmemesi.

b) Münazara yapılmaksızın bir takım bilgilerin aktarımıyla yetinilmesi


“Hoca”yı bir aşçıya, “kitabı” da yemeğe benzetebiliriz. Sağlıksız ortamlarda, merdiven altında üretim yapan, ehliyetsiz bir aşçının yaptığı yemekler bırakın sizi beslemeyi sizi hayatınızdan edebilir. İşte doğru bilgi sahibi olmayan veya aktarmayan hoca ve kitaptan edindiğiniz dinî bilgi de bırakın sizi Allah’a yaklaştırmayı, dinden bile edebilir.

İşte İmam Mâlik, ilimde sadece güvenin yeterli olmayacağını, ehliyetin de önemli olduğunu belirtmek, buna riayet edilmeksizin ilim elde etmeye çalışmanın risk ve tehlikesine dikkat çekmek üzere şu ölümsüz sözleri söylüyor:

“Bu ilim dindir. Sizler dininizi kimden aldığınıza dikkat ediniz. (Mescid-i Nebevî’ye işaret ederek) Şu mescidin sütunları altında hadis anlatan yetmiş kişiye yetiştim. Onların tümü “Allah Resûlü şöyle dedi, Allah Resûlü böyle dedi” şeklinde rivayetlerde bulunuyorlardı. Ben onlardan hiçbir şey almadım. Oysa onlardan birine devlet hazinesi emanet edilse bu konuda kendilerine güvenilirdi. Ben, onlar bu işin ehli olmadığı için kendilerinden ilim almadım. Bizlere Zührî ilim anlatmak için geldiğinde o daha genç yaşta olmasına rağmen kapısına yığılırdık.”

(el-Kifâye fî ilmi’r-rivâye, s. 159)


Âlim, kafasını kitaplara gömen, bilgi toplayan, malumatfüruş bir kimse değlidir. Âlim toplumunun içinde olan, onların her yapıp ettiğini dikkatle takip eden, onlar yanlış yaptığında buna engel olmaya çalışan kişidir.


Şimdi İslam ümmeti olarak bize Rabbânî (kendini Rabbine adamış, dünyevi çıkar gözetmeyen) âlim lazım, rablik taslayan değil! Bize Nebî’nin misyonunu üstlenen âlim lazım, nebîlik taslayan değil!

Rabbanî âlimi reddetmek peygamberi reddetmeye götürür.Rablik taslayan kimseyi âlim kabul etmek ise şirke götürür.

Ümmetimiz sapla samanı, pirinçle taşı ayırmadıkça bugünkü sıkıntılarını atlatamayacak.

Bu ise “âlim” ile “âlim geçinen” arasındaki farkı fart etmekle olacak.

Nedir fark?

Âlim “bir ben biliyorum” iddiasında olmaz, âlim geçinen“benden başka bilen mi var” edasındadır.

Âlim dinini, ümmetini sahiplenir. Âlim geçinen kendini dinin sahibi gibi görür.

Âlim geçmişinden güç alır, âlim geçinen geçmişinden öç alır.

Âlim dini ihyâ eder, âlim geçinen imhâ eder.

Âlim kimseyi dışlamaz, herkesin kurtulmasını temenni eder.

Âlim geçinen, çelme takacak, kendisine çatacak, ötekileştirecek adam arar.

Âlim müslümanların itikadını ve amelini ıslah eder, âlim geçinen ifsad eder.

Âlim tevazu sahibidir, âlim geçinen kibrin zirvesindedir.

Âlim sünnete ittiba eder, âlim geçinen ibtida’ [bid’at] eder


İslâmî ilimlerin tümü için iki ayaktan söz edebiliriz: “O ilmin tarihi”, “o ilmin meleke haline getirilip pratikte uygulanması”

Birincisi ezbere dayalıdır, öyle olmak zorundadır. İkincisi ise tüm bu ezber ve tecrübe üzerine dayalı olarak bilfiil uygulama ve melekeye dayalıdır.

Birincisi hâfızaya,

İkincisi muhakemeye dayalıdır.

Mesela kelamda, tarih içinde ortaya çıkan kelam mezheplerinin temel kabulleri, görüşleri, karşı ekollerle mücadeleleri ele alınarak bırakılırsa “kelam tarihi” okunmuş olur. Oysa “mütekellim” olmak başkadır.

Felsefede, tarih içinde ortaya çıkan filozoflar, felsefi sistemler okunup öğrenilmekle yetinilirse “felsefe tarihi” okunmuş olur. Ama “filozof” olmak başkadır.

Tefsirde, tarihteki tefsircilerin görüşleri, farklı tefsir kitapları, ulumu’l-Kur’an eserleri okunduğunda “tefsir tarihi”okunmuş olur. Ama “müfessir” olmak başkadır.

Fıkıhta da tarih boyunca ortaya çıkan fıkıh mezheplerini, bu mezheplerdeki meşhur ulemayı, bunların kitaplarını,görüşlerini öğrenmek “fıkıh tarihi” okumaktır. Ama “fakih”
olmak başkadır.

Tarih boyunca usulde tartışılan hususlarda kimin ne dediğini öğrenmek “usul tarihi” okumaktır. Ama “usulcü” olmak başkadır.


İmam Şâfiî’ye nispet edilen hikmetli bir söz var: “İlim, ezberlenen şey değil, kişiye yarar sağlayan şeydir.”

Ben bu sözden kendi anladığımı ifade edeyim:

Siz, istediğiniz kadar bilgiyi hafızanızda depolayın, eğer bu bilgi sizde inanç, ahlak ve amel olarak bir değişim, dönüşüm, gelişim meydana getirmiyorsa hafızanızdaki bu bilgiye “ilim” denilmez.

Şimdi önünüzde bir mum yanıyor. Mumun alevine parmağınızı temas ettirdiğinizde parmağınızın yanacağını biliyorsunuz. Buna rağmen tuttunuz parmağınızı aleve doğru uzattınız. Bilginizin size bir yararı oldu mu? Bu bilginiz, başınıza bir kötülüğün gelmesini önledi mi? Alevin elini yakacağını bilmeyen bir kimseden farkınız var mı?

Gıybetin haram olduğunu, gıybet yapanın ölü kardeşinin etini yemiş gibi olacağını biliyorsunuz ama gıybet yapıyorsunuz. Bu bilginiz size bir yarar sağladı mı?

Bu listeyi uzatabilirsiniz.

Sözü fazla uzatmadan hep söylediğim bir sözle bitireyim: “Amel ettiğin kadar âlim, infak ettiğin kadar zenginsin!”

Muhammed Ali

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir