Dünyayı, insanı ağaçla ilişkilendiren kadim kültür, insanın içinde de bir ağaç olduğunu hayal etmiş. İçimizde bir gönül ağacı var diyor Mevlânâ. Dünyada esen yel gibi içimizde de yel eser. O yel, gönül ağacının dallarına dokundukça dostlarımızı hatırlarız.
Ah mine’l-aşk…
Eski evleri ve kahveleri süsleyen “ah mine’l-aşk” levhaları, İbnü’l Arabi tarafından kalbe düşen aşk ateşiyle ilgili olarak anlatılanların halk muhayyilesinde kazandığı biçimi göstermesi bakımından son derece ilgi çekicidir. “Ah mine’l-aşk” sözü, Şeyh Galip’in de bir terci-i bendinde vasıta beyti olarak kullandığı Arapça bir beytin ilk mısraından alınmıştır:
Ah mine’l-aşkı ve hâlâtihi ahraka kalbi bi harârâtihi, Sözünü ettiğim levhalarda, bu beyitteki ah nidası celi sülüsle yazılır; aşk derdine düşenleri temsil eden he’nin “iki gözü iki çeşme”dir. Seller gibi akan gözyaşı Nuh tufanı gibi dağlara doğru yükselir. Bazı levhalarda kalbe soldan sağa doğru bir ok saplanmıştır; ortasındaki hançere benzeyen cisimden ise koyu dumanlar yükselir. Ah edince ağzından ateş ve duman çıkan âşıkların tasvir edildiği “ah mine’l-aşk” levhaları da vardır. Kerem ile Aslı hikâyesinde, Kerem, Aslı’nın gömleğinin düğmelerini büyü yüzünden bir türlü çözemeyince öyle bir ah çeker ki ağzından çıkan aşk ateşi ikisini de yakıp kül eder. (Kuğunun Son Şarkısı, Beşir Ayvazoğlu) s.18
Kuşların akşamı… Gün batmaya, ufuklar kızarmaya, gökyüzü kararmaya başlayınca “eyvah” dermiş kuşlar, “dünya son buluyor.” Gün batarken gökyüzündeki toplu uçuşları, çıkardıkları sesler, bir tür veda imiş. Sabah olup da güneşin tekrar doğacağını anladıkları zamanki sevinçlerini görmek lazım kuşların. Her akşam aynı veda, her sabah aynı bayram sevinci… s.21
Akşam, geceyi de içine alır. Karanlıkla beraber keder çöker üstümüze; yalnızlığımızı, garipliğimizi hatırlarız.
Sen böyle kederden taştığın akşam,
Derim: dudağında şarkı ben olsam;
Gözlerinde damla ve içinde gam,
Eriyen renk olsam yanaklarında!
(Şiirler, “Bahar Şarkısı”, Ahmet Muhip Dıranas)
s.23
Bir gün anlaşılmak umuduyla kalbin kapıları ardında bekleyen kırgın duygular, derin anlamlar vardır.
“Bir gün gözlerimin ta içine bak / Anlarsın ölüler niçin yaşarmış,” diyor Sezai Karakoç (Monna Rosa).
Şair o gün geldiğinde kendi gözlerinin de bir gözün derinliklerinde kaybolabileceğini hesap etmiş midir? s.26
Ana yüreği; dua çeşmemiz, gecemizi aydınlatan ışığımız, sığınağımız… Türk’ün anası köşesinde, sanki hayal gibi, gölge gibi sessiz ve güçsüz oturursa da, gönlünden, evlatlarının üstüne akan bir hayır dua çeşmesi gece gündüz çağlar durur. (Ne İdik Ne Olduk, Sâmiha Ayverdi)
Bir anne ve bir büyük kitap, dünyanın en muhteşem okurluna dönüşebilir. Andrey Tarkovski, Mühürlenmiş Zaman’da anlatıyor: Tolstoy’un Savaş ve Barış adlı romanını bana ilk kez annem okumam için vermişti. Tolstoy’un anlatımındaki belli bazı inceliklere ve ayrıntılara dikkatimi çekmek için de uzun yıllar bana bu kitaptan pasajlar okudu. Sonuçta Savaş ve Barış benim gözünde bir tür sanat okulu, estetik beğeninin ve sanatsal derinliğin bir ölçütü oldu. O gün bugündür hiçbir saçmalığı iğsenmeden okuyamam. (Mühürlenmiş Zaman, Andrey Tarkovski) s.28
Anne olmayınca ev de olmaz. Pencereler mahzunlaşır, gölgeler koyulaşır, boynu bükük kalır karanfiller, küpe çiçekleri, sardunyalar… Anne gitti ve evler döndü yazlık otellere Anne gitti ve sular buruştu testilerde Artık çamaşırlar yıkansa da hep kirlidir Herkes salonda toplansa da kimse evde değildir (Taha’nın Kitabı, “Evin Ölümü”, Sezai Karakoç) s.31
“İnsan, aradığıdır,” diyor Mevlânâ. Ne arıyoruz, neyin peşindeyiz? İnternet arama motorları aradığımız kelimeleri topluyor. O kelimelere bakıp kim olduğumuza karar veriyorlar. İnsan için bulmak değil aramak esastır; bulmak için yola çıkan kaybolur, aramak için yola çıkan bulmaz, bulunur. Dostluk bile böyledir; çünkü denir ki, yürürken yolun sonuna odaklananla dostluk etme; çünkü kestirmeyi bulduğunda seni yüzüstü bırakır; zira dostluk, sona değil yola nispetledir. (Soruların Peşinde, İhsan Fazlıoğlu) s.33
Endişelerle kuşatılmış bir çağda yaşayan bireyler olarak tek kazancımız var; o da yaşamın bizi kendimizi daha fazla tanımaya itiyor olması. Standartların ve değer yargılarının altüst olduğu bir dönemdeyiz ve toplumumuz Matthew Arnold’un deyimiyle “kim olduğumuz ve ne olmamız gerektiği” konusunda bize yol gösteremeyince geriye kendimizi aramak kalıyor. Dört yanımızı çeviren belirsizlik çemberiyle karşı karşıya kalmak “Acaba iç dünyamda sırtımı yaslayabileceğim bir dayanak var mı?” sorusunu sormak için yeterli bir mazeret. (Kendini Arayan İnsan, Rollo May) “Kalbinde Rabbinin izlerini aramak” manevi keramettir diyor Muhyiddin İbnü’-Arabi. s.34
Huzursuzluğun Kitabı’nda, “Aşk değil önemli olan, aşkın civarındakiler…” diyor Fernando Pessoa. Bu ifadeyi çok seviyorum, önemli olan onun etrafında olup bitenler. Fark ettiğimiz, etmediğimiz ayrıntılar; aşkı da hayatı da güzelleştiren, bu ufak hayat parçacıklari…Onlar kalıyor geriye. s.40
“Aşk çeşmesinden abdest alır almaz, her ne varsa, bütün varlığa dört tekbir getiriverdim!” demiş Hafız-ı Şirâzi (Hafız Divanı). Aşık olmuş ve bütün varlığın cenaze namazını kılmış, cenaze namazı dört tekbirle kılınır. Aşk ile dirilen için diğer her şey ölüdür. s.42
Eski dönem ressamları ayna gerçekliğinde resimler yapmak istemiş, Vermeer gibi ressamlar en etkileyici resimlerini aynalarla kurdukları bir düzenek sayesinde yapabilmiş. Ayna ve mercek ressamların yanı sıra bilim insanlarına ilham vermiş; teleskop, mikroskop, fotoğraf makinesi ve bugün kullandığımız pek çok alet bu sayede bulunabilmiş. s.47
“İhtişam baktığın şeyde değil, bakışında olmalıdır.” de, miş Andre Gide. Bakış sahibi olmak, güzel bakabilmek en değerli haslet olsa gerek. Baktığı, dokunduğu, ilgi duyduğu her Şeye değer katan insanları arıyoruz yana yakıla. “Yüzünde göz izi var / Sana kim baktı yârim,” diyor manide. Göz, iz bırakır mı? Kıskançlığın zirvesi bu mani sanırım. s.60
Eğitim dediğimiz şey, insanı bir “bakış sahibi” kılmaktan başka nedir ki? Bunun illa okulda olması gerekmiyor. Şanslıysanız, hayatta karşınıza çıkıyor size bakmayı öğreten biri. Sana incir yaprağına bakmasını öğreteceğim. Kendi avucunun içinde seyahati Ve gökyüzünün her yerde mavi olduğunu öğreteceğim. (Yaradana Mektuplar, Bedri Rahmi Eyuboğlu)
Beklemeyi bilmek, öğrenmek ayrı; ne beklediğini bilmek, öğrenebilmek apayrı. Beklenen gelmeyebilir, beklenen yanlış yerde/zamanda beklenmiş, yeterince beklen(e)memiş olabilir. Geldiği, çıkageldiği, beklenmedik anda/yerde(n)/biçimde sökün ettiği olur. Şiirde de öyle değil mi, Necatigil’in dediği gibi: “Bazı şiirler bazı yaşları bekler.” (Acı Bilgi Fugue Sanatı Üzerine Bir Roman Denemesi, Enis Batur) s.64
Hiçkimse ne zaman öleceğini bilmek istemez sanırım. Ne zaman öleceğimizi önceden bilmiş olsaydık hayatın tadı kalır mıydı? Peki, talihimizi, hayatımızın hiç değişmeyecek oldugunu, aynı sıradan hayatı ömür boyu sürdüreceğimizi bilmek? Yarının ne getireceğini bilemeyiz, bu “yarın beklentisi”ne “umut” diyoruz. Umudunu kaybeden insan için “yarın” yoktur. Aynı günün tekrarı vardır. Tanpınar’ın yarım kalan romanı Aydaki Kadın’da altını çizdiğim bir cümle var: “Bilir misiniz dünyada en korkunç şey nedir? Talihini bilmek.. Onu anlamak yok mu? O mutlak çaresizlik fikri bir kere sizi sarmasın…” diyor romanın kahramanı. Doğan her güne umutla bakabilmek, yarın güzel şeyler olabileceğine inanmak ruh sağlığı için önemlidir, aksi mutsuz eder. s.70
Plinius’un dediği gibi, herkes kendisi için bir derstir; elverir ki insan kendini yakından görmesini bilsin. Benim yaptığım, bildiklerimi söylemek değil, kendimi öğrenmektir; başkasına değil kendime ders veriyorum. Ama bunları başkalarına da anlatmakla kötü bir iş yapmıyorum: Bana yararı olan bu işin belki başkasına da yararı olabilir. Zaten benim bir şeye dokunduğum yok. Yalnız kendimle uğraşıyorum; delilik ediyorsam, bundan zarar görecek başkası değil, benim; çünkü bu öyle bir delilik ki bende başlayıp bende bitiyor. (Denemeler, Montaigne) s.71
Sağanak musıkiyi bıraktığı yerden tamamlamağa çalışıyordu. Onun öyle ağır viyolonselleri, kemanları, büyük davullar, yoktu. Bununla beraber hiddetini bir yığın yırtılışla beslemesini biliyordu. Evvela yemyeşil bir ışıkta gök bir taraftan çöktü, sonra bir bulutun armadası etrafı kapladı. Yıldırım, Ortaköy üstlerinde durmadan bir şeyler aradı. Siyah bulut ne varsa silip süpüren bir hortum olmuş, yetişemediklerini önünde kovalayarak Boğaz’ın üstünde yürüyordu. Birkaç martı, kirli ve biçare yumaklar hâlinde rıhtımın biraz ötesine düştüler. Fırtına kendi çıkarttığı yükseklikte onları boğmuştu. Yağmur artık büyük su yığınları hâlinde etrafa çarpıyordu. (Yaz Yağmuru, Ahmet Hamdi Tanpınar) s.78
Bulutları sevmek, yalnız bulutları… – Ey gizemli kişi, kimi daha çok seversin, söyle: Babanı mı, anneni mi, kız kardeşini mi, yoksa erkek kardeşini mi? – Benim ne annem, ne babam, ne kız, ne de erkek kardeşim var. – Dostlarını? – Bu sözcüğün ne anlama geldiğini hiç bilememişimdir. – Vatanını? – Hangi enginlerde olduğunu bilmiyorum onun. – Güzelliği? – İlahi ve ölümsüz güzelliği sevebilirdim. – Peki, sevdiğin bir şey var mı senin, ey tuhaf yabancı? – Bulutları severim ben… Gökte yüzen bulutları… Yücelerde…O harika bulutları! (Sanat Nedir? Lev Nikolayeviç Tolstoy) s.79
Şiir çetin iştir, çileyle olgunlaşır. Çile, şairin kalbini ve kelimelerini mayalar. Bir toplumun öz şiirine varabilmek çetin iştir. Önce de o toplumla ve o toplumun medeniyeti ile pişmek, hâlli hamur olmak ister… Kendini o toplum ve o medeniyete adamak ister… Hele hele, efendilik ister, çile ister. Ün yapmak için takla atanların, davul zurna çalanların, şarlatanların işi değildir o. Ün için, itibar için ödünç kalem alanların, politika konsomatrislerinin hiç değil. (Düşman Kazanmak Sanatı, Tarık Buğra) s.82
Sevgiliyi dinlemek… Onun sesine, kelimelerine kulak kesilmek. Onun ağzından çıkan kelimeleri havada yakalamak hayaliyle kalbin kanatlanması… “Bütün saadetler mümkündür.” diyen Ziya Osman Saba, bu saadeti de mümkünler arasına kaydetmiş midir? Sesin işler gibi bir şûh kanat gamlarıma, Seni dinlerken olur kalbim uçan kuşlara eş; Gün batarken sanırım gölgeni bir başka güneş, Sarışınlık getirir gözlerin akşamlarıma. (Bütün Şiirleri, “Senin İçin”, Cenap Şahabettin ) s.101
Kör et gözlerimi; yine de görürürüm seni, kapat kulaklarımı; duyabilirim seni, ayaklarım olmadan da gelebilirim sana, çağırabilirim seni ağzım olmadan da. Koparsan da kollarımı, tutarım seni, yüreğimle, ellerimle olduğu gibi, kapatsan da yüreğimi, beynim çarpacak ve beynime salsan da alevler, kanımın her damlasında taşırım seni. (Dua Saatleri Kitabi, Rainer Maria Rılke) s.107
Gece eşyanın ve hayatın silinip yalnızlığın derinleştiği ve koyulaştığı zamandır. Dünyevi resimler ve ilgiler azaldıkça gönle dolan endişe ve emeller de azalır, ruh ötelere doğru bir yolculuğa çıkmaya hazır hâle gelir. Gece insan tek başınadır, uzakta çok uzakta parıldayan yıldızlar ile dostluk kurar, bu dostluk ruhun latif bir âleme doğru yapacağı yolculuğun ilk aşamasıdır. İnsanoğlu için sonsuzluk kavramının dünya şartları ile idraki ve tasavvuru yıldızların temaşası ve tefekkürü ile başlar. Bütün derinliğine rağmen laciverd gökyüzünün bir sonu, orada asılı gibi duran yıldızların sonlu uzaklıkları vardır. İnsan bu derinliği ve mesafeleri arz üzerindeki günlük derinlik ve mesafe algıları ile karşılaştırarak namütenahi olarak yorumlar, buradan bu namütenahi gibi görülen ama gerçekte bir tenahisi olan sema âleminin bu muhteşem evrenin asıl sahibine her cihetten asıl sonsuz olana geçebilir.
Artık göz fiziksel gerçeklikten kurtul maya başlamıştır ve bundan sonra da o göze fazla ihtiyaç olmeyacaktır, çünkü gönül gözü görmekte, hakiki aşkın ilk esintileri varlığın derinliklerinde hissedilmektedir. Böyle bir gece, bu hâleti yaşayan gönül ve bu güzellikle hafifleyen bir ruh için artık sadece Dünya’nın kendi etrafında dönmesiyle meydana gelen astronomik bir doğa olayı değildir. Gönlü aşk ile tanıştıran ve ruhu kesafetten azade kılan bu zaman dilimi beşeri olmaktan ziyade ilahidir ve lâhütidir. Yıldızlar yine oradadır, lakin gönlün onlara atfettiği mânâ artık çok başkadır, onlar şimdi O’nun kudret ve azametinin güzelliğine baha biçilemeyen birer nişanesidir ve bu kudret ve azamet karşısında kalb ancak tehlil ve teşbih deryasına iltica ederek huzur ve sükünet bulur. (Yahya Kemal’in Rüzgârıyla Düşünceler ve Duyuşlar, Sadettin Ökten) s.124
Gökyüzünü serkeş bir tay hâline getirir de yeni ayı ona nal yapar, o nalı ateşe kor, kızdırır. Kışın gümüşler saçar, güzün dallardan altınlar döker. Dağ, onun takdiriyle ağır bir hâle gelmiş, oturmuş. Deniz, ondan utanıp erimiş, su kesilmiş. (Mantık al-Tayr, Ferideddin-i Attar) Gökyüzünü asi bir taya benzetmiş. Ay, dağ, deniz adeta mitolojik kahramanlar gibi anlatılmış. Muhteşem sözler etmiş Attar. s.128
Göz gördü gönül sevdi seni ey yüzü mâhım Kurbânın olam var mi benim bunda günâhım (Tenha Şiirler, “Gazel”, Nahifi, Haz: Ahmet Güner Elgin) Ây yüzlü sevgiliyi göz görür, gönül sever. Bunda âşığın ne günah var, değil mi? Tecahülüarif böyle bir şey. Ben yapmadım, onlar yaptı. Ne hoş bir incelik. s.133
Taberi Tarihinde geçen bir efsaneye göre, Âdem ile Havva’nın üzerlerindeki cennet yaprakları kurur ve yere dökulur. İşte gül, bu kuruyup yere düşen yaprakların tekrar topraktan çıkmasıyla oluşmuş çiçeklerden biridir. Tasavvuf edebiyatında “gonca” “tevhid”in; “gül” ise “vahdet”in sembolüdür. Aynı zamanda “gonca”nın yapraklarının açılmamış olması; dile gelmeyen, yürekte bir sır gibi saklanan İlâhi aşk olarak, “gül” ise yapraklarının açılmış olması dolayısıyla, aşkın dışa vurumu olarak değerlendirilmektedir. Divan Edebiyatı şairleri içinde “gül”ü kullanmayan bir şair neredeyse yok gibidir. Klâsik Edebiyatta “gül”, yer yer Tasavvuf Edebiyatından gelen mistik söylemle yer yer de beşeri ya da plâtonik bir aşkın konu olduğu dünyevi sevgili ile birlikte anılır. Bu kadar ulvi bir estetiğe sâhip olan “gül”ün uğruna canını veren müştâkı “bülbül”dür. Edebiyatımızda “bülbül”ün “gül” ile birlikte anılışı “bülbül”ün “gül” ile olan tarifsiz aşk imtihânıdır. (Cumhuriyet Dönemi Türk Şiirinde Gül İmgesi, Melek Çetin) s.139
Hüzün bize hayatın kırılganlığını, dünyanın faniliğini, şeylerin gelip geçiciliğini öğreten görkemli bir misafirdir. O misafirle biz kendi acziyetimizi, dünya içinde bir nokta olmaklığımızı, kibir ve büyüklenmenin beyhudeliğini fark ederiz. Ölüm yönelimli bir varlık olarak insan, hüzünle kendi iç potansiyellerini fark eder, içe bakar, içe derinleşir. O hâlde bize dünyada bir gurbet hissi yaşatan hüznümüzü sevelim, onu hastalık olarak gören ve gösterenlere karşı duralım. Hüzün Hastalığı, Kemal Sayar) s.165
Dünyada iki tür insan vardır: Yaşayanlar ve yaşayanları seyredip eleştirenler. Seyretmek ölümü, katılmak ise yaşamı simgeleri Yaşamak, kendisi olabilmeyi ve yaşama etkin bir biçimde katılabilmeyi tanımlar. Bu, insanın kendi sorumluluğunu, bir başka deyişle, yaşamına anlam katma sorumluluğunu içerir. Sorumluluğunu üstlenen kişi özgürdür.Özgür insan daha az korkar, onun için sevebilir! (İnsan Olmak, Engin Geçtan) .. Dokunma; bir insana en kısa yoldan, sen benim için önemlisin seni yalnız bırakmayacağım, mesajını verir. Hiçbir söz, bu mesajı, dokunma kadar etkili olarak ifade edemez. Bir babanın çocuğunun başını şefkatle okşaması, kızgın birkaç sözden sonra sevgilinin sarılması, saatlerce açıklama ve anlatımlardan daha etkilidir. (Yeniden İnsan İnsana, Doğan Cüceloğlu) s.173
Çalımından geçilmeyen biz Fransızlar 18. yüzyıldaki değeri Aydınlanma Çağı’nın düşünce tarihinde bir eşi benzeri olmadığını zannederiz. Oysa Araplar tarafından 750 ile 1200 yılları arasında yazılan birkaç eserin başlığına bakmak bile bizlerin burnunu kırmaya yeter. (Kâğıt Yolunda, Erik Orsenna) s.182
Karanfil için en güzel şiiri Ahmet Haşim yazmıştır. Yârin dudağından getirilmiş bir katre alevdir karanfil. Yârin dudağı bir volkan olmalı yahut bir tür cehennem. Prometheus’un Olimpos Dağı’ndan çalarak insanlara getirdiği ateş belki de karanfile dönüşmüştür. Yârin dudağından getirilmiş Bir katre alevdir bu karanfil, Ruhum acısından bunu bildi! Düştükçe vurulmuş gibi, yer yer, kızgın kokusundan kelebekler, Gönlüm ona pervane kesildi. (Piyale,”Karanfil”, Ahmet Haşim) s.193
Şu var ki, kelimeleri tanımak, sevmek, okşamasını bilmek lazım. Hangi kelime hangi kelime ile yan yana geldiğinde nasıl bir ışık peyda olur? Bunu bilmek lazım. Mallerme’nin “Şiir, kelimeler dinidir.” demesi bundandır. Şiir, bu suretle hüner ve marifet işi oluyor. Öyledir de. Ata binmek, kundura yapmak, hatta kundura boyamak ne ise şiir de odur, yani ustalık ve ihtiras işi. (Yazılar -Makaleler, Konuşmalar, Yanıtlar-, Cahit Sıtkı Tarancı) s.198
Kelimeler var. Kalbe dokunduğunda kimi şifa, kimi atlıyı atından indirir bir kılıç darbesi. Kimi ölüyü diriltir kimi diriyi öldürür. Eyüp Kitabı’na bakılırsa, ruhu hayattan tiksinince artık şikâyetlerini tutmayıp buruk bir kalple konuşmaya başla yanlar var. Diyor ya Mevlânâ, sözü, hâli olunca pervaz vurup kanatlananlar var. Kelimenin hacmi, cismi, ağırlığı, şekli şemaili var. Her biri aynı değil, söz var, öz var. (Mimoza Sürgünü, Nazan Bekiroğlu) s.199
Evet önümüz bahardır biliyorum leylâklar açacak biliyorum kiraz da çıkacak yakında iyi şeyler söylemek de gerek biliyorum sevgilim güzelim bir tanem biliyorum da başka bir şey düşünemiyorum şimdilik bağışla. Büyük Saat, ‘Baharda’, Turgut Uyar s.229
Masal çocuğun kulağına hayatın hikmetini fısıldar. Bunun bilimsel bilgi ile uzaktan yakından ilgisi yoktur. Bu bülbül sesi, su şırıltısı, bulut gülümsemesi, kuzu melemesi gibi bir şeydir. Uğur böceğinin parmak uçlarında gezinip gezinip aniden uçmasıdır. Hayat dediğimiz şey ise zaten kuzukulağı, patlangaç mısır ve reçel kavanozundan oluşmuştur; tadılır, anlaşılır. Masal hayatı uykuya taşır. Çocukların gözleri pembebeyaz anne yüzlerine baka baka kapanır. Hayatın uykudaki boyutunda rüyalar başlar. Uykudan önce, uykudan sonra diye birşey kalmaz. Zaman yekpare bir çayırlık gibi uzanıp gider. Çayırda genç taylar, tazılar, ceylanlar, ibibikler, derecikler ve çocuklar bi koşu tutturur. Masallara boşverdiğimiz günden bu yana rüya göremez olduk. İp koptu, zaman uçtu, hayat köşe-bucak bir yerlere saklandı. Uykularımız kâbuslarla donatıldı. Aydınlık bir yüz gördüğümüzde ilk aklımıza gelen cümle ‘Sırıtma lan’ oluyor.” Hüzün ve Tesadüf, Mustafa Kutlu s.231
Mutluluğa engel olan şey, “mutluluk arayışı”nın kendisidir. Duygular, “aşırı (hiper) niyetten” kaçar. Bu en belirgin haliyle mutluluk konusunda ortaya çıkar: mutluluk aranamaz, kendiliğinden gelmesi gerekir. Mutluluğun kendiliğinden olması gerekir, kendiliğinden olmasına izin vermemiz gerekir. Tersine, mutluluğu ne kadar çok amaçlarsak, o kadar çok kaçırırız. (Duyulmayan Anlam Çığlığı, Viktor E. Frankl) s.242
Günümüzde giderek yayılan hayal kırıklığını daha iyi anlayabilmek için, bu büyük vaadin genişliğine ve endüstri çağında maddesel ve ruhsal alanlarda ulaşılan muhteşem gelişmelere bir göz atmak yetecek. Artık birçok insan, endüstri çağının verdiği sözleri ve büyük vaatleri yerine getiremeyeceğini anlamış durumda. Çünkü biliyorlar ki, mutluluk ve en büyük hazzı tatmak, tüm arzuların yerine getirilmesinin bir toplamından ibaret değildir. Yaşamımızın efendisi olmak düşleri, hepimizin bürokrasi makinasının birer çarkı olmamız karşısında, suya düşmüştür. Duygu, düşünce ve tutkularımız, kitle iletişim araçlarına egemen olan endüstri ve devlet güçleri tarafından yönlendirilmektedir. Ekonomik gelişmenin artarak büyümesi, yalnız zengin ulusların bir imtiyazı olarak kalmış, onlarla fakir uluslararasındaki fark giderek dev boyutlara ulaşmıştır. Ayrıca teknik gelişmeler, bir yandan çevre ve doğa kirlenmesi konu sunu gündeme getirirken, öte yandan da, tüm insanlığın sonu olabilecek atom savaşı tehlikesinin doğmasına yol açmışlardır.
Albert Schweitzer 1952’de Nobel Barış Ödülü’nü almak üzere Oslo’ya geldiğinde, bütün dünyaya şöyle seslenmişti: “Olayları oldukları gibi görmeye cesaret edelim. İnsan, insan üstüne yükselmiştir… Ama insanüstü güce erişmenin gerektirdiği, insanüstü akılcılığı gösterememektedir. Artık şu gerçeği itiraf etmenin Zamanı gelmiştir sanırım: Üstün insan, gücünün artmasıyla birlikte, gerçekte zavallı ve acınacak insan hâline gelmiştir… Uzun süredir anlamamız gereken bu gerçeği, şimdi lütfen kabul edelim. Üstün insan olmakla, gerçekte, insan dışı bir varlık olduk biz.” (Sahip Olmak ya da Olmak, Erich Fromm) s.242
Unutma, dedi, ne zaman ki sıkıntıdasın, bu hapları yutacağın yerde, derin bir nefes al, içinden tut nefesini, yüreğinden bir kere, ama yüreğinden, sözüme dikkat et, yüreğinden, yüreğinden anladın mu, yüreğinden bir kere “Allah’ım” deyiver, sonra nefesini birden koyuver.
(Matmazel Noraliya’nın Koltuğu, Peyami Safa) s.249
İnsanın kendisine sınır koymayı beceremediği bir kültürde büyümek mümkün değildir. Sorumluluk almadan, başkalarının yükünü sırtlanmadan büyümek mümkün değildir. Arzularımızın hemen tatmin bulduğu, sabır ve kanaatin unutulduğu bir iklimde büyüyemeyiz. Ruhsal olgunluk için bir tutam acı, emek ve gözyaşı gerekir. Nefsinden feragat etmeyi bilmeyen kişi, kemalat dairesinden içeri adım atamaz. Olmak, sabır ister. (Olmak Cesareti, Kemal Sayar) s.260
Fahim Beyin yakınında bulunanların bu rüyaya böyle bir ehemmiyet vermemelerine imkân yoktu. Biliriz ki, insanların çoğu hâlâ karanlıktan gelecek haberleri dinler ve ömürlerini kurtaracak mucizeyi beklerler. Düşünsek, beşeriyetin tarihi malum olduğundan, şimdiye kadar böyle kaç rüya, tarihin de seyrini değiştirmiş, nice milyonlarca insanın ömürleri, hatta kendilerinin bile değil de başkalarının gördükleri bir rüya yüzünden ve onun tabiriyle kurtulmuş, düzelmiş yahut bozulmuş ve mahvolmuştur! Esasen nice insanın ömürleri güya ezelde gördükleri bir rüyanın tesiri altında kalarak, o rüyayı yerine getirmek için gibi geçer ve zaten belki yeryüzünde her tahakkuk eden şey de ancak evvelce görmüş olduğumuz yahut başkalarının görmüş oldukları rüyaların gerçekleşmesinden ibarettir. (Fahim Bey ve Biz, Abdülhak Şinasi Hisar) s.261
Renkler çığlık atar mı?
Renklerin çığlık attığını söylüyor Ahmet Muhip Dıranas. Akşam üstü günbatımında renkler cenk eder, renklerin çığlığıyla “Lavanta çiçeği kokan kederleri”miz uyanır.
Hoyrattır bu akşamüstüler daima.
Gün saltanatıyla gitti mi bir defa
Yalnızlığımızla doldurup her yeri
Bir renk çığlığı içinde bahçemizden,
Bir el çıkarmaya başlar bohçamızdan
Lavanta çiçeği kokan kederleri;
Hoyrattır bu akşamüstüler daima.
(Şiirler, “Olvido”, Ahmet Muhip Dıranas) s.268
Renklerin sinemada anlatım öğesi olarak ifadeleri
Beyaz: Kar, soğuk, barış, temizlik, incelik, kibarlık, saflık, zarafet, kırılganlık, zayıflık, matem, bekâret, teslimiyet, sadakat, güven, iyilik gibi anlamları ifade eder.
Siyah: Ölüm, karanlık, yas, korku, kötülük, suç, canilik, kir, endişe, ciddiyet, kuvvet, zindelik, enerji gibi anlamları ifade eder.
Kırmızı: Sıcaklık, tehlike, kızgınlık, durmak, heyecan, aşk, tutku, ihanet, güç, dayanıklılık gibi anlamları ifade eder.
Sarı: Güneş ışığı, eğlence, sıcak, kuru, çöl, varlık, hastalık, güç, doğu, hainlik, ihanet, parlaklık, göz alıcılık, mükemmellik gibi anlamları ifade eder.
Yeşil: Bahar, tazelik, umut, gençlik, ölümsüzlük, hastalık, çürüme, gizem, gıpta, kıskançlık gibi anlamları ifade eder.
Mor: Melankoli, ciddiyet, gün doğuşu, gün batımı, gerilim, zarafet, saltanat, drama gibi anlamları ifade eder.
Turuncu: Güneş, gençlik, sıcak, dayanıklılık, neşe gibi anlamları ifade eder.
Mavi: Serinlik, sonsuzluk, gerçeklik, özgürlük, doğruluk, gece, derin duygular, açık hava, haysiyet, cennet, içtenlik, göksellik, önem gibi anlamları ifade eder.
(Sinemada Renk Olgusu Bağlamında Mavi Renk Metaforunun Kullanımı, Şerafettin Eray Koca) s.269
Uyku ve rüya Yahya Kemal şiirlerinde çok sık geçer. Rüyalar onun için vuslat anıdır; rüya içinde rüyadır sevgiliyle kavuşma anı.
Gözlerden uzaklaşınca dünyâ
Bin bir geceden birinde güyâ
Başlar rü’yâ içinde rü’yâ.”
(Kendi Gök Kubbemiz, “Akşam Musikisi”, Yahya Kemal Beyatlı)
Yahya Kemal’in “Başlar rü’yâ içinde rü’yâ” dizesi, “rüya içinde rüya” fikrini işleyen Inception filmini düşündürdü bana. Rüyalara girip insanların bilinçaltlarında sakladıkları sırları çalmaya çalışan bir grup rüya hırsızını anlatıyordu film. Kendi metinlerimize alıcı gözle bakmayı denesek mi diyorum.
(Inception, 2010, Yönetmeni: Christopher Nolan) s.272
Rüzgârın, çiçeklerin, kuşların dilini bilseydik belki biz de seher yeliyle dertleşebilirdik. Seher yeli, nazlı yâre bizden haber götürürdü.
Seher yeli bizim ele gidersen
Nazlı yâre küstüğümü söyleme
Ne güzel türkü sözlerimiz var. Nazlı yâre küsmüş. Seher yeliyle paylaşıyor üzüntüsünü. Küstüğümü söyleme, diye de tembihliyor. Seher yeli sır tutar mı hiç? s.277
sessizlik nedir, nedir ey biricik sevgili? sessizlik, söylenmemiş sözlerden başka nedir?
(Yeryüzü Âyetleri,”İnanalım Soğuk Mevsimin Başlangıcına”, Furuğ) s.285
Sevmek kimi zaman rezilce korkuludur
İnsan bir akşamüstü ansızın yorulur
Tutsak ustura ağzında yaşamaktan
Kimi zaman ellerini kırar tutkusu (Ben Sana Mecburum, Attilâ İlhan)
#
Belki de sevmekle kurtulacak dünyamız. Kıyamet senaryoları üreten insanlar, gün gelecek “sevgi enerjisi”ni keşfedecekler. Sevginin de bir enerji kaynağı olabileceğini düşünüyorum.
Interstellar filminde “Sevgi bizim icat ettiğimiz bir şey değil. Sevgi, uzay ve zaman boyutlarını aşan tek şey.” diyordu Doktor Brand.
(Interstellar, 2014, Yönetmeni: Christopher Nolan)
s.292
“Sonbahar İstanbul’un asıl mevsimidir.” der Ahmet Hamdi Tanpınar ve İstanbul’un sonbaharını yahut sonbaharın Istanbul’unu şöyle anlatır:
Hemen her şeyde suya uzatılmış bir asma dalının tazeliği vardır. Gök bazı anlar büyük bir gül tüveycinin arasından görünüyormuş zannını verir, ve eşya, sanki hakikatte mevcut değillermiş de biz onları hatıralarımızdan yaratmışız, ister istemez içimizde canlanmışlar gibi, daima bir duyguya bürünerek bizimle konuşurlar. Bu, küçük serlerde, vitrinlerde yığılmış çiçeklere, uzak ve şahsi hatıralar gibi baktığımız, bahçelerde kasımpatlarını her gördüğümüz zaman, içimizde gizli bir kemandan taşan uzun ve beyaz süküt nağmelerini dinlediğimiz mevsimdir. Kadınların bakışlarındaki mananın değiştiği, suların sesine, kendisini bir uzlette bulma hissinin acılığı karıştığı, ağır hastaların her an, beklenen bir saat sesinin vehmiyle ürperdiği mevsimdir.
(Mücevherlerin Sırrı, Ahmet Hamdi Tanpınar) s.293
Dost arayan gönüller onu bir insan varlığında bulmasalar bile tabiatta bulurlar. Bir dere kenarındaki su sohbeti, yüzlerce insana çevrilen hasbihâlden çok zengin ve çok daha değerlidir. Çünkü onda bir kalple konuşulur ve o kalbe derinlerdeki bütün sırlar açılır, acılar anlatılır. Hem de ondan şifa umulur; onunla yaralar tedavi edilir. Suyun çiçeklerde koku, gökyüzünde renk, tende hayat olmadan önce varlığının en büyük hikmeti yaraları tedavi etmesidir. Ruhtaki derin yaralar Kur’an’da sesle tedavi edildiği gibi, tabiatta su ile tedavi edilirler. (Hareket Dergisi, Şubat 1972, Sayı: 78, “Kendini Bulmak”, Nurettin Topçu) “s.297
Aliya İzzetbegoviç, şairin hakikatiyle bilim insanının hakikatini karşılaştırmış. Hangisini kendinize yakın buluyorsanız hakikatiniz odur, diyor. İki hakikat, biri şairin diğeri bilim adamının hakikati. Şaire göre yıldızlar ya göz kırparlar ve üzgündürler veya göklerden bize bakıp ebediyetten bahsederler; ay, semanın ışığı, âşıkların arkadaşıdır; dere mırıldanır ve bir hikâye anlatır; yaşlı meşe ağacı sırlar saklar, gökler gülümser ya da öfkeyle gürler; dağ zirveleri büyük mavi gökte düşünür ve tabiatın ezeliliğinden ve tüm beşeri şeylerin geçiciliğinden bahseder, vs. bilim ise varlıkları hayli farklı görür. Bilim için tabiat ayrılmış, tecrit edilmiş bir hâldedir, oradadır; âlem boştur; her şey kendinde, kör ve gayrişahsi kuvvetlerin bir oyunundan ibarettir. Ay, bilinen veya anlaşılabilen herhangi bir gaye olmaksızın uzayın karanlığında milyonlarca yıldır hareket edip duran düz ve soğuk bir gezegendir. Eğer şairin yalanının mı yoksa bilim adamının doğrusunun mu bize daha yakın olduğunu ve daha fazla hakikat sunduğunu kesin olarak söyleyebilseydik kendimiz hakkında çok daha fazla şey öğrenebilirdik. Belki de mahiyetimiz ve kökenimizle ilgili cevap, bizim kim olduğumuz ve nereden geldiğimizle ilgili soruların cevabı burada yatmaktadır. (Özgürlüğe Kaçışım, Aliya İzzetbegoviç) s.303
Abdülhak Şinasi Hisar’ın Fahim Bey ve Biz romanında şöyle güzel bir cümle vardır: “Hayatın başlangıcı gibi sonu da bir ninni, masal ve uyku ihtiyacını duyuyor.” İnsan çocuklukta neye ihtiyaç duyuyorsa yaşlılıkta da ona ihtiyaç duyuyor. Bir çocuk ninniyle, uykuyla, masalla büyür. Ninni, uykunun girizgâhı; masal, çocuk için bir tür rüya hâli. s.324
Melekler bir demir parçasının üzerine oturmuşlar
Her biri bir damla atıyor aşağıya
İşte yağmur bunun için yağıyor
Ben bunun için yağmuru seviyorum
(Şahdamar, “Ötesini Söyleceğim”, Sezai Karakoç) s.336
Dünyayı bir zeytin ağacına, insanları ise onun yağına benzetir Mevlânâ: Ağacın kökü topraktır, şu gökse dalıdır, budağıdır, yaprağıdır. Dünya zeytin ağacıdır, biz de sanki yağıyız onun. (Divân-ı Kebir, 1. Cilt, 51. Gazel, Mevlânâ)
0 Yorumlar