Oryantalizm, Oryantal nesnenin oluşturulmasında sıklıkla genelleştirme ve karşılaştırma yöntemini kullanır. Said’in belirttiği gibi Oryantalizmin özelliği “her gözlemlenebilir ayrıntıdan bir genelleme, her genellemeden de Şark doğasına, mizacına, zihniyetine, töresine ya da tipine ilişkin değişmez bir yasa” 41türetmektir. Bir özne olarak Oryantalistin, kendi Batılı kimliğini ve bütünlüğünü kurması, bir nesne olarak Doğu üzerinde gerçekleştirdiği bu tür fantezilerle mümkün olur.
Yukarıda nesneleştirmenin “nesne” üzerinde her türlü tasarrufu kolaylaştırdığını belirtmiştik. Bir şeyin nesne içeriği arttıkça bu kolaylık daha da artar, Ayşe ya da Zeynep’in nesne içeriği azdır. Bunları “kadın” kategorisinde topladığımızda, yani kişisel özelliklerinden soyutladığımızda nesne içeriğini artırmış, daha belirsiz hale getirmiş oluruz. İleriye giderek “Türk kadını” dersek, bu içeriği daha da genişletmiş, genelleştirmiş ve “özne’likten uzaklaştırmış, nesnelik özelliğini de o oranda büyütmüş oluruz. Dolayısıyla örneğimizi Türk, Mısırlı, İranlı gibi sınırlamaların dışına taşıyarak “Doğu kadını” haline getirdiğimizde, çok daha geniş bir nesneleştirme işlemi içine girmiş oluruz.
Nesneleştirme içeriği arttıkça, o nesne hakkında hükümlerimizin sınırları da genişler. Böylece onunla istediğimiz şekilde oynayabilir, onu istediğimiz kalıba sokabiliriz. Çünkü genel bir alanda, hiç kimsenin sorgulama imkânı olmayan bir alanda söz söylüyor ve yargılara varıyoruz. Oryantalizmin sürekli olarak genellemeler yapması, çoğunlukla yer ve zaman belirtmeksizin kalıplaşmış toptancı görüşler ileri sürmesi bundandır. Batılı için Doğu, bir bütün olarak “nesne”, eşdeğer bir adlandırmayla “öteki” dir. Batı olarak kendisini özne, Doğu’yu da nesne olarak belirledikten sonra, artık Doğululardan ancak bir Batılı söz edebilir. Bir nesne olduğu için Doğu’nun, kendinden söz etme hakkı da yoktur, kendini belirleme hakkı da. O, bundan böyle kendisini nesne olarak belirleyen,öznenin malı olmuştur.
Genelleştirmeyi aynı zamanda mantıksal bir çerçevede de değerlendirebiliriz. Genel bir şey söylendiğinde, yani öncül genel olarak konulduğunda, varılan yargı, genelin kapsadığı tek tek bütün varlıklar için zorunlu hale gelir. Oryantalizmin kullandığı genelleştirilmiş kavramlar olarak Doğu’nun despotluğu, tembelliği veya şehvet düşkünlüğü, tek tek bütün Doğuluları içine alan bir yargı olduğu gibi, aynı zamanda Batılıları bu yargının dışında tutma gücünü de kendinde taşır. Çünkü bir meslek olarak Oryantalizm, eşitsizliğe dayalı bu tür karşıtlıklardan doğmuştur. Doğuyla ilgili bir yargı ortaya konulduğunda, Batı için bunun karşıtını anlamak gerekir. Genelleştirmenin bir başka amacı da, ele alman toplulukların birey olmaktan uzak isimsiz kitleler haline getirilmesi, zamandan ve mekândan soyutlanmasıdır.
Bu özelliğiyle Doğu’ya ilişkin yargılar, tarihin belirli bir döneminde ve coğrafyanın belirli bir bölgesinde yaşamış gruplar için değil, bütün zamanlarda ve bütün Doğu coğrafyasına ait yargılar haline gelir. Onlar bir kez ve Batı ‘nın belirlediği şekilde oluşmuş, sonsuza kadar da öyle devam edecekmiş gibi bir izlenim yaratılır. Bu yüzden de, örneği Hegel’in savunduğu gibi Doğu, her ne kadar bir tarih içinde görünse bile aslında tarihten yoksun olarak düşünülür.
Kendini özne olarak kuran Batı’nın, Doğu’yla ilgili yargılarının temelindeki “karşılaştırma” da, ya modern Bata toplumuyla Ortaçağ Doğu toplumu, ya da eski Doğu sistemleriyle bugünkü Bata sistemleri arasında, yani tamamen adaletsiz, eşitsiz -ve üstelik çeşitli baskı ve şartlandırmalarla zihinlerin bulandırıldığı- bir zeminde yapılır. Üstelik bu kadar bariz olan bu sübjektif zemine bilimsel bir hava verilir. Said, popüler önyargılarla hareket eden Renan ve Sacy’yi okuduğumuzda, kültürel genelleştirmelerin ve karşılaştırmaların nasıl bilimsel önerme zırhına ve düzeltici araştırma havasına bürünmeye başladığını gözleyebileceğimizi göstermiştir. Daha önce, Oryantalizmin kurucu otoritelerinin kendilerinden sonra gelen araştırmacılar üzerinde oluşturdukları baskı üzerinde durmuştuk.
Said, birçok akademik ihtisas dalının başlangıç döneminde olduğu gibi, modern Şarkiyatçılığın da başlangıçta tanımladığı konusunu, bu alanın kalıcılığını sağlamak için elinden geleni yapmak üzere, mengenesine kıstırarak koruduğunu belirtir: “Böylelikle bu alana özgü bir sözcük dağarcığı gelişti; bunun biçemi kadar işlevleri de, Renan’ın kullandığı, ustaca yönlendirdiği türden karşılaştırmalı bir çerçeveye yerleştirdi Şark’ı. Böyle bir karşılaştarmacılığın betimleyici olduğu pek enderdir; çoğu zaman hem değerlendirmeye hem yorumlamaya yöneliktir.” Said, buna örnek olarak tipik bir Renan karşılaştırması verir:
Sami ırkının basitliğinden ötürü bize kusurlu bir ırk gibi geldiği görülür hep. Benzetme yerindeyse, resim için karakalem taslak neyse, Hint-Avrupa ailesi için de Sami ırkı odur; bu ırk, yetkinliğin koşulu olan o çeşitlilikten, o bolluktan, o yaşam bereketinden mahrumdur. Hoş bir çocukluğun ardından ancak vasat bir erkekliğe ulaşabilen, pek kısıtlı bir verimliliğe sahip kişiler gibi Sami halklar da, en gelişkin hallerini bu dönemlerinde yaşamış, gerçek olgunluğa ise asla ulaşamamışlardır.[42
Hint-Avrupa ırkının ölçü olarak kullanıldığı bu karşılaştırma tutumu, etnikmerkezci bir ırksal önyargıya dayanıyor. Burada bütünüyle yoruma dayalı, Doğu’yu İnsanî boyutsuzluğa indirgeyen bir öznellik egemendir. Renanla birlikte artık filologlar dilsel kökenleri, temellerindeki ırk, zihin, karakter ve yaratılışa bağlamayı imkân dâhilinde göreceklerdi. Böylece Doğu ve Doğulularla ilgili incelemelerdeki karşılaştırmacılık, Batı’yla Doğu arasındaki varlıksal (ontolojik) eşitsizliği belirginleştiren bir yöntem haline gelmiştir. Bu nedenle Doğu, çoğunlukla karşılaştırmalı bir kapsam içinde ele alınır. Onun hakkında zaman zaman takdire dayalı yargılar verildiğinde ise, hemen ardından mutlaka günümüz Batı’sıyla yapılan bir karşılaştırma gelerek bugün için herhangi bir değer ifade etmediği imasıyla değersizleştirilir ve zaman olarak hep geriye doğru sıkıştırılır.
“Örneğin Schelling Şark’ın çoktanrıcılığında Yahudi-Hıristiyan tektanrıcılığının hazırlıklarını görüyordu: Brahma Hz. İbrahim’in ön tasviriydi. Ne ki, böylesi abartılı takdirlerin ardından, neredeyse her defasında, karşı tepkiler geliyordu: Şark birdenbire, acınacak kadar insanlıktan uzak, antidemokratik, geri, barbar vb. olup çıkıyordu. Sarkacın bir yöne salınımı, bu salınıma denk güçte bir karşıt salınıma yol açıyordu: Değeri düşüyordu Şark’ın. Bir meslek olarak Şarkiyatçılık, eşitsizliğe dayalı olan bu karşıtlıklardan, dengelemelerden, ayarlamalardan doğdu; geniş ölçekte kültürde, fikirler benzer fikirleri besledi, benzer fikirlerden beslendi. Kaldı ki, Şarkiyatçılığa eşlik eden sınırlama ve yeniden yapılandırma tasarısının izi de, doğrudan doğruya, Şark’ın karşılaştırmaya dayak yoksulluğunu (ya da zenginliğini) filoloji, biyoloji, tarih, antropoloji, felsefe ya da iktisat gibi disiplinlerde görülen türden akademik, bilimsel inceleme biçimine mahkûm eden eşitsizliğe dek sürülebilir. ‘,43
Sadece birer iddia olmasına rağmen, hepsi de yüksek doğrular olarak gösterilen genelleştirme, her şeyden önce bütün bir Asya ve Afrika’nın, hatta Avrupa ve uzantılarının dışında kalan tüm dünya coğrafyasının “Doğu/Şark” adı altında toplanmasıyla başlar. Doğal olarak bunun karşısında ‘ Batı” yer alır. Dünyanın bu iki kavram altında genelleştirilmesi, bütün sıfatların da, olumluları Batı’ya, olumsuzları Doğu’ya ait olmak üzere genelleştirilmesini getirir. Batılılar genel olarak akıla, barışçı, özgürlükçü, mantıklı ve gerçek değerlere sahip; Doğulular de genel olarak akıl dışı, savaşçı, despot, mantıksız ve gerçekten uzaktırlar. Ardından bu coğrafya içindeki diller, ırklar, tipler, renkler ve zihniyetler türünden her kategori, sabit çift terimli “bizimki/onlarınki” karşıtlığında yeni bir genelleştirme kalıbı içine sokulur.
“Bizimki” “onlarınki”ni istilâ eder hep. “Bizim” olan değerler, özgürlükçü, İnsanî, doğru değerlerdir ve bilgi yüklü araştırmacılık, akıla soruşturma ve edebiyat geleneğiyle desteklenir. Bunlar Avrupalıya üstünlük sağlarken, Doğuluları bu çerçevenin dışında bırakır. Onlar için sözü edilen bu değerlerin tersini düşünmek gerekir. Böylece Arnold, Ruskin, Mill, Newman, Carlyle, Renan, Gobineau ya da Comte’un sözcülüğünü yaptığı “bizim” olan sanata ilişkin her fikir “biz” i bir arada tutan zincire bir halka daha eklerken, “onlar”, yabancılar olarak dışlanıyordu. Her iki taraf için çizilen alanın “biz” tarafından belirlenmesi dolayısıyla Doğu’nun ağzı bir kez daha tıkanıyor ve onlardan da ancak belirleyici özelliğiyle bir Batılı söz edebiliyor.
Aynı zamanda “renklileri ya da beyaz olmayanları da ancak beyaz adam belirleyip adlandırabilirdi. Şarkiyatçılar ya da Beyaz Adamlar (çoğu zaman birbirinin yerine de geçebiliyordu bunlar) tarafından ortaya konan her önerme, beyazı renkliden ya da Garplıyı Şarklıdan ayıran kapanmaz mesafe duygusunu iletiyordu; dahası, her önermenin ardında, Şarklı-renkliyi Garplı-beyaz tarafından incelenen nesne konumunda tutan, tersinin de söz konusu olmadığı bir deneyim, öğrenim, eğitim geleneğinin tınısı vardı. Bir Garplı-beyaz iktidarda olduğunda (…) Şarklı, ilkesel olarak hiçbir Şarklının bağımsız olmasına, kendi kendini idare etmesine asla geçit verilmeyeceğinin kesin olduğu bir yönetim sistemine aitti. Buradaki öncül şuydu: Şarklılar kendi kendini yönetmekten bihaber olduklarına göre, kendi iyilikleri için bu halde tutulmalarında yarar vardı.”44
Said’in gösterdiği gibi, Ondokuzuncu yüzyılda Renan, Lane, Flaubert, Caussin de Perceval, Marx, Lamartine gibi yazarlarda Şark’a ilişkin bir genelleme, gücünü Şark’a özgü olan her şeyde bulunduğu varsayılan bu temsililik niteliğinden, yani Batılılar tarafından temsil edilmekten başka çarelerinin olmamasından almaktadır. “Şark’ın her parçacığı kendi Şarklılığını anlatıyordu, o kadar ki, Şarklı olma sıfatı her karşı örneği ezip geçiyordu. Şarklı insan öncelikle bir Şarklıydı, insanlığı ikincildi. Bu köktenci tipleme, doğal olarak, geriye ve geçmişe dönük her yönelişle tür kategorisine başvuran bilimler (ya da yeğlediğim deyişle söylemler) tarafından pekiştirildi; bu yönelişin, türlerin her tekil üyesi için bireyoluşsal bir açıklama olduğu da varsayılıyordu.
Böylece, ‘Şarklı’ gibi geniş, yarı popüler adlandırmalar çerçevesinde, bilimsel geçerliliği biraz daha yüksek ayrımlamalar yapıldı; bunların çoğu dil tiplerine -yani Sami, Dravid, Hami dillerine- dayanıyordu temelde, ama kendilerini destekleyen antropolojik, psikolojik, biyolojik, kültürel kanıtlar bulmaları da zor olmuyordu. Örneğin Renan’ın ‘Sami dili’, Renan’ın elinde, anatomiye, tarihe, antropolojiye, hatta yerbilime ait her tür koşut düşünceyi kendine katabilen bir dilsel genellemeydi. Yani ‘Sami’ yalın bir betimleme ya da adlandırma olarak kullanılmakla kalmıyor, her tarihi-siyasal olay bileşimine de uygulanabiliyordu; amaç söz konusu bileşimleri, hem bunları önceleyen hem de bunlarda içkin olan nüvelere indirgemekti. Dolayısıyla ‘Sami’, önceden mevcut bir ‘Sami’ özüne dayanarak ‘Sami’ davranışının her somut edimini öngörme iddiasını taşıyan, aynca birtakım genel ‘Sami’ öğelerine göre insan yaşamı ile etkinliğinin tüm görünümlerini yorumlama hedefi güden zamanötesi, bireyötesi bir kategoriydi”[45
Normal olarak düşünüldüğünde böyle bir genelleştirmenin mantığı elbette yoktur. Çünkü Doğu denilen dünya, buna izin vermeyecek kadar geniştir. İçinde üç büyük dinin ve Hint ve Çin geleneğinin mensupları, değişik ırklar ve milletler, çok geniş bir coğrafya ve geçmişe doğru büyük bir tarih vardır. Bu kadar geniş bir bütün hakkında, böylesine kolay bir genellemeye nasıl gidilebilir?
Burası, açıktır ki, devasa, kadîm, son derece karmaşık ve çeşitlenmiş bir bölgedir. Geçmişine binlerce yıllık insan tarihinin olayları damgasını vurur; ilk okuryazar kültürün yurdudur ve içinde yalnızca üç büyük dil grubunu -Arapça, Farsça ve Türki – değil, aynı zamanda Kürtçe, Peştû ve Berberi gibi daha küçük, ama ayrı dilsel birimleri de barındırır. Şimdi başat olan, kendisi egemen Sünniler ve Şii tarikatları arasında bölünmüş olan ve çok sayıda daha küçük tarikat, dal ve Rafızî akım barındıran İslam dininin yanı sıra Yahudilik, Hıristiyanlık ve Zerdüştîliğin ana vatanıdır. Bölgede devasa iç denizler, büyük çöller ve yüksek sıradağlar bulunmaktadır, ama aynı zamanda dünyanın en verimli tarım arazilerinin bir kısmını da içerir. Halkı dünyanın en zengin insanlarından bazılarının yanı sıra, en yoksullardan bazılarını da içermektedir; göçebe deveciler, çobanlar, köylü çiftçiler, balıkçılar, tacirler ve büyük şehir merkezlerinde bulunan sayısız mesleğin erbabı olarak çalışır; farklı siyasalarla -sosyalist, milliyetçi, dinsel ve monarşik- yönetilen ve zaman zaman savaşan ayrı devletler halinde yaşarlar.[46]
Böylesine geniş, farklı iklimlere, tarihlere, toplumsal örgütlenmelere, inanç ve yönetimlere sahip koca bir dünyayı tek bir yafta altında birleştirmek, hesaplı-kitaplı önyargılardan başka bir şeyle açıklanamaz. “Ama özellikler kompleksi yöntemi tüm özellikleri, sanki eşit değere sahipmişler gibi aynı çuvala sokar: Çadır biçimi ve akrabalık yapısı karakteristik göstergesi olarak denktirler; ve kişi az çok ‘tipik’ sayılabilecek grupların bir listesini derleyebilmek için kaç özelliğin paylaşıldığına bakar. Bu tarz antropoloji, Edmund Leach tarafından zekice, toplum incelemesine kelebek koleksiyoncusu yaklaşımı, yani müze sergi dolaplarının etnografik denginde, birbiri karşısına yerleştirilen sürekli çeşitlenen kategorilerin kısır bir derlemesi olarak alaya alındığından beri gözden düşmüştür. Leach’in eleştirisi geçerlidir; ancak genelleme ve karşılaştırmaların toptan dışlanması kastını taşımamaktaydı; onun kaygısı, yüzeysel görünümlerin gerisinde daha derin yapısal örüntülerin keşfiydi; bunlar daha anlamlı korelasyonlara ve daha önemli karşılaştırmalara olanak sağlayacaktı. “[47]
Yüksel Kanar – Batı’nın Doğusu
Yazının Devamı için bkn:
0 Yorumlar