Hayır, yemek yemeyi zemmedecek değilim. Her ne kadar orucun bir veçhesi yemek yememek olarak tecelli ediyor olsa da, her oruç eninde sonunda bir yemeğe ulaşır. Fakat ifratla tefrit arasında gerili durduğunu söylediğimiz Batı kültürüne ait insan burada da işi zıvanadan çıkartıyor ve bu kez yemek yemenin, dahası birlikte yemenin aleyhinde verip veriştiriyor. Giovanni Papini’den söz açtığım tahmin edilmiştir sanırım. Yemek yemeyi öylesine kötülüyor ve onu öylesine iğrenç hale getiriyor ki, insanın bir bakıma faniliğinin sembolü mesabesinde duran ağız onun için: “Bütün bu açılan binlerce ağız ve çiğneyen dişler kadar iğrenç bir şey olamaz. Dikkatli, aç, parlak gözler; kasılan ve telaş eden çeneler; yavaş yavaş kırmızılaşan yanaklar… Umumi lokantaların varlığı, insanın hayvanlık safhasından kurtulamadığına delalet ediyor.” haline geliyor. Bu yüzden de döşediği hayali evinin mimarisini herkesin bir başına yemek yiyeceği biçimde oluşturuyor: buraları dar, fakat aydınlık, tek masa ve sandalyeli küçücük yerlerdir. Kim acıkırsa gider ve kapanır. Her yemek kabının yanıbaşında en son ve en mükemmel sıhhî vasıtalar olan ayakyolları vardır.
Ağız ve yemek insanın faniliğine delalet ediyor, evet fakat bu iş böylesine utandırıcı bir eylem sayılmamalı. İşi bu denli ileriye götürmek öteki uçta duran bir marazîliğin ifadesi olur. Yemek yemenin bir Müslüman için aynı zamanda bir şükür vesilesi olduğu hatırlanırsa nimet telakki edilmesindeki sır da anlaşılmış olur. Kaldı ki, oruç, mücerret bir yemek yememe halinden ibaret bir olay değildir. İnsan kendisini bir faaliyetten alıkoymaktadır, fakat bu durum ayrı bir eylemin adıdır, çünkü isteyerek, iradeyle ifa edilmektedir. Bu bakımdan, bir hayvanın veya bir insanın aç bırakılması hali ile onun oruç tutması hali birbiriyle ilgisiz, birbiriyle hiç bir temas noktası bulunmayan iki farklı durumdur. Oruç tutan insan yemek yemeyi onu sırf kötü bulduğu için terk etmiyor; yemek yememekle belki gündelik bir alışkanlığa karşı çıkılmış oluyor: iradî bir eylem gerçekleştiriliyor. Oruç bütün olarak bakıldığında bir yolculuk olarak görünüyor. Bir ömür yolculuğunun bir güne sıkıştırılmış hali demek de mümkündür buna. Yemek yemek hayatımızın en sık başvurduğumuz uğraklarından biridir ama boğaz sahibi olmak canlı varlığın esasıdır. Boğaz hem bir yandan bu canlı olma halini ayakta tutar, hem de onun bir gün yıkılıp gideceğini ihtar eder.
“Herkes herkese bir lokma bir şey verebilir, ama boğaz bağışlamak ancak Allah’a mahsustur” diyor Hz. Mev- lânâ. Ve fikirlerini şöyle sürdürüyor: Allah cisme de boğaz verir, ruha da. Her uzvuna ayrı ayrı boğaz bağışlar. Allah’ın lûtfu, su içsin de yüzlerce ot bitirsin diye toprağa da boğaz ihsan eder. Sonra topraktan yaratılan mahluklara boğaz verir, dudak verir., onlar da arayıp topraktan biten otları otlarlar. Hayvan ot yedi de semirdi mi/ insana gıda olur, ortadan kalkar. Fakat toprak da, ruhu çıkıp insanı görüşten ayrılınca onu yeyip sömürür. Mevlânâ sözünü sürdürüyor:
Bil ki, diyor, âlem yiyen ve yenenden ibarettir:yiyenin de yenenin de boğazı, gırtlağı var,galiple mağlûbun aklı, reyi. Allah, adalet asâsına boğaz verince bunca sapı, ipi yedi; öyle olduğu halde o yemeden semirmedi, şişmedi: onun yeyişi hayvan yeyişi değildi, kendisi de hayvan değildi. Allah, her doğana, hayali yesin diye yanma da asâya verdiği gibi boğaz verdi. Balıktan aya kadar mahlûkattan hiç biri yoktur ki gıdayı çekecek, yiyecek ağzı olmasın. Nefsin boğazı vesveseden boşaldı mı, ululuk vahyine konuk olur: akılla gönlün boğazında fikir kalmadı mı, midenin hazmına muhtaç olmayan bakir rızkı bulur. Ancak bunun şartı mizacı tebdil etmektir. Çünkü kötülerin ölümü kötü mizaçtandır. İnsan hastalanır, düşkün bir hale gelir. Fakat kötü mizacı değişirse kötülüğü gider, yüzü çerağ gibi parlar. Dadı, süt emen çocuğu türlü türlü nimetlerle gıdalandırır, ama çocuğu memeden kesti mi ona yüzlerce bahçelerin, bostanların yolunu açar. Çünkü meme, o zayıf çocuk için binlerce nimetlerin, binlerce yemeklerin, binlerce ekmeklerin örtüsüdür.
Hulâsa yaşamamız sütten kesilmemize bağlıdır. Bu noktada Hz. Mevlânâ şu öğüde ulaşıyor ve devam ediyor: Sen de yavaş yavaş kendini gıdadan kesmeye çalış. İnsan ana karnındayken kan emer, varlığı kanladır, bedenin nesci kanla vücut bulur. Kandan kesilince gıdası süt olur, sütten kesilince lokma yemeye başlar. Lokmadan kesildi mi Lokman kesilir, gizli matluba talip olur. Ana karnındaki çocuğa birisi dese ki, dışarda pek düzgün, pek güzel bir âlem var, enine boyuna geniş bir yeryüzü, orada nice nimetler var, nice sonsuz yiyecek şeyler, dağlar, denizler, ovalar, bostanlar, bağlar, çayırlar, ışıklı bir gökyüzü, güneş, ay ışıği/ yüzlerce süha yıldızı, yıldızdan, poyrazdan, doğudan, batıdan esen yeller, bütün bunlar var, o âlemdeki şaşılacak şeyler anlatmakla bitmez ki, sen neden bu kapkaranlık yerde mihnetler içindesin, bu daracık çarmıhta kan yemektesin, hapis içinde, pislik içinde, sıkıntılar içindesin? Çocuk kendi haline bakıp bunları inkâr eder. İşte cihandaki halk da buna benzer. Abdâl, onlara öbür âlemden bahsetti mi, bu söz onların hiç birinin kulağına girmez. Çünkü bu dünya tamahı kuvvetli ve büyük yerdedir. Tamah, kulağa bir şey duyurmaz. Nitekim o ana karnındaki çocuk da kana tamah ettiğinden, o aşağılık yurtlarda kan onun gıdası olduğundan, bedendeki kanı gönlüne sevdirir.
Hz. Mevlânâ, burada, ömür boyu süren ve bir ömre anlamını katan, ona anlam veren bir oruçtan ve bir yolculuktan söz açıyor. Insanın gündelik orucuysa, bu ömürlük orucun bir güne sıkıştırılmış temsilî hali gibi görünüyor. Ömür orucunu tutan nasıl ki başka bir âlemin nimetiyle ödüllendirilmiş oluyorsa, gündelik oruç da yemek nimetiyle ödüllendiriliyor. İnsan oruçlu durumdayken, kendini yemek yeme faaliyetinden alıkoyduğunda da, iftara ulaştığında da, her gün ve sürekli biçimde bir halden başka bir hale doğru bir yolculuğun içine girmiş oluyor.
Bu yüzden orucu bir yolculuk gibi düşünüyorum. Evinden, yurdundan ayrılmış insanın, günün birinde evine, yurduna döndüğünde karşılaştığı değişiklik, tutulan her orucun sonunda insanın karşısına çıkıyor. İnsan, bu dönüşte bir şeylerin değişmiş olduğunu görüyor. Fakat değişmiş olan nedir? Değişmiş olanı görmesi, değişmiş olanın ne olduğunu teşhis etmesine her zaman yol açmayabiliyor. Değişmiş olan nedir? Yurduna dönen yolcunun kendisi mi? Ev halkı ve evin kendisi mi? Yoksa her ikisi birden mi?
Oruç yolcusu için bu sorulara vereceği veya alacağı cevabın fazla bir değer taşımayacağını da söyleyebiliriz. O farklı bir konumda başladığı yolculuğunun sonunda şimdi artık aynı noktada bulunmadığını görmekte, bu değişikliği bilincine sindirmektedir. Açlıkla tokluk arasındaki yolculuk, bir bakıma artık hayatla ölüm arasında da vuku bulmuştur. Ölmeden önce ölmenin tadına birazcık olsun temas edilmiştir. İftara ulaşmak diri kalmış olmanın tadını hissettirmiştir. Ama her şey bir yana, Hz. Mevlânâ’nın uyanlarına kulak veren insan, şimdi, burada, bu dünyada mı diri olduğunu, yoksa öteye geçince mi diri olmakla irtibat kuracağını kestirmekte zorluk çekecektir: bu yüzden oruçla olan irtibatım kopartmaması gerektiğine dikkat etmek zorunda bulunduğunu aklından çıkartmamaya savaşacaktır. Böyle bir yolculuk, çünkü kesintisizliği de gerektirmektedir.
Rasim Özdenören-Eşikte Duran İnsan
0 Yorumlar