Hazreti Ömer anlatıyor: Bir defasında umre yapmak için Allah’ın Resulü (sav)nden izin istemiş, istediği izni kendisine: “Kardeşim duânda beni de unutma!” diye buyrularak verilmiş. Hazreti Ömer, Allah’ın Resulü (sav)nün: “Bu tarzda hitap buyurmaları benim için dünyaya bedeldir” diye ilave ediyor.(Riyazüs-Salihîn)
Buradaki değer, O’na ümmet olmaktan daha fazla bir anlam ifade ediyor: bir peygamberle ümmetinden bir fert pasında kurulmuş olan ilişkide, her şeye rağmen, belli bir sorumluluğa dayanan bir statü kurulmuş oluyor. Kardeşler arasındaki statü ise kendiliğinden oluşuyor: kardeşlik bağının kurulması aynı ana-babanın evladı olmayı yeterli sayıyor. Kardeşler arasında bu bağdan kaynaklanan zorunluluklar doğmuyor ve meselâ kardeşler birbirlerini sevmek yükümlülüğü altında bırakılmıyor. Fakat buna rağmen kardeşler arasında bir sevgi bağı oluşuyor ve gelişiyorsa, işte bu olguya değer atfediliyor. Çünkü bu sevgide karşılık beklenmiyor, bu sevgi karşı taraftan hiç bir talepte bulunmuyor. Bu sevgi bir başına oluşuyor ve olgunlaşıyor. Karşı tarafa düşen şey, sadece ve sadece var olmasıdır. Fakat onun varlığından sevgi talep edilmiyor. Sevgi, kendiliğinden hâsıl olan kardeşlik bağının içinde, yine kendiliğinden boy atıyor. Bu yüzdendir ki, kimilerinin dediği gibi kardeşçe olmaktan başka bir şey olmakta özgür değilsem, nerde kaldı özgürlük (D.H.Lawrence) diyerek reddedilebilecek bir vakıa değildir karşımızda duran. Bu vakıa belki yalnızca Fransız İhtilalinden sonra veya o esnada ortaya atılan “liberté, fraternité, égalité” deyişindeki gizİi zorbalığa atıfta bulunuyor. Böyle düşünenler için, buradaki özgürlük, kardeşlik, eşitlik, aslında özgürlüğe karşıt bir durum meydana getiriyor: canımın istediğince eşitliğe, kardeşliğe karşıt olabilmem gerekir, diye düşünenlere belki de hak verilmelidir.
Ama bir de, Ebu îdris el-Havlâni nin şu rivayetine kulak vermeliyiz. Anlatıyor:
“Bir gün Dımeşk mescidine gitmiştim, bu sırada güler yüzlü bir genç vardı; halk onun başına toplanıyor, bir şeyde ihtilafa düştüklerinde meselenin halli için ondan soruyor ve fikrini kabul ediyorlardı. Bu zatın kim olduğunu sordum:
- Muaz b. Cebel’dir, diye cevap verdiler. Ertesi gün kuşluk vakti mescide koşmuştum. O zatı, benden evvel gelmiş ve namaz kılar buldum. Namazı bitirinceye kadar bekledim, sonra önüne gelerek selam verdim ve:
- Vallahi ben seni seviyorum, dedim. Bunun üzerine:
- Allah için mi seviyorsun? Dedi.
- Evet, Allah için seviyorum, dedim.
- Allah için seviyorsun, değil mi? Dedi.
- Evet, Allah için seviyorum, dedim. Bunun üzerine beni elbisemin kenarından tutarak kendisine çekti ve şöyle dedi:
- Seni tebşir ederim. Ben Resulü Ekrem’in şöyle buyurduğunu işittim: ‘Allahu Teala buyurdu ki, sırf benim için sevişen, benim için meclis kuran, benim uğrumda birbirini ziyaret eden, benim uğrumda bezlü infak edenler, benim sevgime hak kazanmışlardır/”
Burada, insanların gövdesini aşan, onlar arasındaki mücerret bir din kardeşliğinden başka hiç bir şey bırakmayan, fakat böylesine bir “kardeşlik” statüsünü bile arkada bırakan bir sevginin ön aldığını görüyoruz: Allah sevgisi ve bu sevginin yol açtığı kardeşçe sevgi. Burada, hiç bir zorbalığın payı yoktur, hiç bir özgürlük kısıtlanmış değildir, insan kendi başına buyruk bırakılmış olduğu halde, bu serbestliğinin içinden sevgi üretmektedir. Buradaki kardeşlik duygusu da sırf bu yüzden değerli olsa gerektir…
Rasim Özdenören-Eşikte Duran İnsan
0 Yorumlar