Onur Atalay – Türk’e Tapmak / Kitap Özeti
Paylaş:

turke-tapmak-209x300 Onur Atalay - Türk'e Tapmak / Kitap Özeti

Nancy Lindisfarne özellikle Türk akademisinde Kemalizm söz konusu olduğunda baş gösteren isteksizliğin kökenlerini kitabında geniş bir biçimde tartışır.
Ona göre, Türkiye’de akademisyenler uzun süre kendilerini yönetici sınıfa dahil veya onunla ittifak halinde görmüşlerdir. Böyle olmayanlar dahi, eğitim yılları boyunca tutuculaşır. Ayrıca Türkiye gibi ülkelerde akademik kariyer şansı, pek çok durumda siyasi temkinle de irtibatlıdır. Akademik atamalar, yükselme olanakları, fonlara ulaşım gibi pek çok hususta, “kızdırılmaması gereken” bir üst düzey meslektaşlar grubu vardır. Bununla birlikte, eleştirel çalışmalar da çoğunlukla soyut, zor bir dille kaleme alınır, böylece tehlikelere karşı korunaklı kılınır.
Nancy Lindisfarne, Elhamdülillah Laikiz: Cinsiyet, İslam ve Türk Cumhuriyetçiliği, İletişim Yayınları, 2002, s. 50-51 , 54, 94, 105.” Sayfa 13

Elinizdeki kitap, Kemalizmin, özellikle 1930’lar süresince, siyasetin kutsallaşmasının kayda değer bir örneğini oluşturduğunu göstermeyi amaçlıyor.

Sayfa 13

Bugün Kemalizm, devletin dayattığı bir iman olmaktan hızla çıkmakta ama sivil toplum tarafından bir kutsallık halesiyle üretilmeye devam etmektedir.

Sayfa 14

[…] farklı bir açıdan bakıldığında, son on yılda muhafazakarların Kemalizmin temel umdelerini daha önce hiç olmadığı kadar candan benimsediğini, devletle ve onun ürettiği popülist milliyetçi söylemle kendini tamamen özdeş kıldığını, yani otoriter kalkınmacı ideolojinin, büründüğü yeni şekliyle belki de ikinci baharını yaşadığını söylemek yanlış olmaz.

Sayfa 15

Tanrı’nın denklemden çıkarılmasıyla birlikte, geriye kalan iki değişken (doğa ve insan) Tanrı’ya atfedilen özellikleri de kendilerinde toplayacaklardır.

Sayfa 18

İnançsızlığın Batı’da, “marjinal bir tavır olmaktan çıkıp hakim kültürel ses olmaya başladığı” bu 200 yıl boyunca din/ruhban karşıtı hareketin kendi azizleri, kendi ritüelleri, kendi eskatolojisi oluşacaktır. Zaten biraz da bu yüzden Adorno ve Horkheimer’a göre Aydınlanma “tektanrıcılığın sekülerleşmiş biçimidir.”

Sayfa 18

Bu dönemde Thomas Woolston tarihte ilk kez (1733), “yaklaşık 1900 yılında” Hıristiyanlığın tamamen yok olacağını iddia eder. Bu kehaneti, sonrasında yüzlerce benzeri takip eder. Oysa ne din yok olacak ne de seküler yapılar din benzeri ikameler üretmekten kurtulabileceklerdir.

Sayfa 19

Bu dönemde akıl, Tanrı’yı ve dini anlamlandırmada giderek ön plana çıkar ve sonrasında kendisi de dinselleşir. Artık “birçok düşünür için Tanrı, Yüce Varlık, aklın nihai noktada toplanması olarak” kabul edilir olmuştur. Aklın dönem sonunda kazandığı prestij ve kutsiyet öyle bir noktaya varır ki, ateistler bile ileride göreceğimiz üzere, bir “Akıl Dini”ne hayat verme ihtiyacı hissederler.

Sayfa 19

Aydınlanma’nın sonlarına doğru artık pek çok düşünür, “insanoğluna yarı tanrı” muamelesi yapmaktadır. Bu özellikle, “insanlar kendi başlarına sınırsız değerde gayelerdir” diyen Kant’ta açığa çıkar.

Sayfa 20

Yine Aydınlanma boyunca kralın büyüsü tamamen bozulurken, ona mukabil vatan ve millet kavramları etrafında yeni bir kutsal alan tesis edilir. … Uğruna ölünenin hanedan değil de “devlet” olduğu anlayışı, devletin ulusallaşması sürecinin yaşandığı 1700-1850 arasında tam anlamıyla teşekkül edecektir, çünkü bu tarihten itibaren artık savaşlar hanedan çıkarları adına değil, ulusal çıkarlar adına yapılmaya başlayacaktır. Bu sürecin sonunda hükümdarın kendisi artık “devletin baş hizmetkârı” olarak tasavvur edilmeye başlayacaktır.

Artık mesela 1755’te Abbé Coyer’in (1707-1782) yapacağı gibi “vatan”ın ne kadar iyi bir “tanrı” olduğundan bahsedilebilmektedir. Böylece 1780’lerde “vatan” ve “millet” “müthiş bir sembolik güce ulaşır…

Sayfa 22

Fransız Devrimi’nin yeni seküler maneviyat odakları yaratma süreci, onun Katoliklik karşıtlığıyla el ele ilerler. Aydınlanma’yla beraber başlayan, kralın kutsallığının seküler ikameleri Devrim esnasında zirvesine ulaşır. Greenfeld’in ifadesiyle: Bazı açılardan tahta geçirilen millet, Tanrı’ya, öncülünden (kraldan) bile daha çok benziyordu. Nihayetinde etten ve kemikten bir varlık olan kraldan farklı olarak Fransız milleti, tıpkı Tanrı gibi, bir soyutlamaydı. O en üst rasyonel varlıktı, kendisine tapılıyordu fakat sonuç itibarıyla tanımlanmıyor ve böylece de olması gerektiği gibi gizemini muhafaza ediyordu. Katolik bile olsa, tektanrılı bir toplumda iki tane tanrının var olması düşünülemezdi. Bu yüzden yeni kültün varlığı, eski olanın yıkılmasını gerektirmekteydi.

Sayfa 23

Fransız Devrimi, genelde din, özelde ruhban karşıtı tutumu ve verili dine karşı paralel bir seküler maneviyat yaratma çabası ile, kendisini takip edecek tüm devrimlerin ana laboratuvarı işlevi görmüştür. Devrimin yeni seküler maneviyat odakları yaratma süreci, onun Katoliklik karşıtlığıyla el ele ilerler. Aydınlanma’yla beraber başlayan, kralın kutsallığının seküler ikameleri Devrim esnasında zirvesine ulaşır. Kilise karşıtlığının dozu ve ikame kutsallık teşebbüsleri de her geçen yıl biraz daha artar. 1791’de dini özgürlükler, ertesi yıl boşanma hakkı tanınır, evlilik laikleştirilir. Kamusal alanda dini seremoniler ve gösteriler yasaklanır. Hatta 1791 Anayasası’yla İnsan ve Vatandaş Hakları Beyannamesi, bir milli ilmihal halini alır ve ona iman edilmesi emredilir. Anayasa’yı kabul eden Meclis, “Bütün komünlerde, anavatana bir kurban taşı dikilmesini ve üzerine de Haklar Beyannamesi’nin ve ‘Vatandaş vatan için doğar, vatan için yaşar ve vatan için ölür’ yazısının kazınmasını” emreder. Artık askerlerin mezar taşına “Mort pour la patrie” (Vatan uğruna öldü) yazılmaktadır. 1792’de Yasama Meclisi’nden, “dini giysilerin yasaklanması” kararı çıkar. Aynı yıl yine Yasama Meclisi’ne sunulan “Ajitatörlerin Dilekçesi”nde ise şöyle denilecektir: “Vatan imajı, tapılmasına müsaade edilen tek ilahtır.”

Sayfa 25

1793 sonbaharından itibaren, özellikle Terör ile birlikte şiddet etkisini artırır (tüm dönem boyunca yaklaşık 3.000 rahip giyotine gönderilecek, bütün Kilise topraklarına el konulacaktır) … Şiddet aslında bir başka şeyin ifadesidir; maneviyat dünyasında bir değişim olmaktadır. Artık yeni bir din, tüm özellikleriyle (“dogmalar, bayramlar, mitoloji, azizler, tapınaklar…”) birlikte ortaya çıkar. Bu seküler din, Notre Dame Katedrali’ndeki akla tapınma ayiniyle zirvesine ulaşır. Notre Dame’daki ayinden üç gün önce, Paris Katolik Piskoposu, “Hürriyet ve kutsal eşitliğe ibadetten başka hiçbir toplu ibadetin artık kalmaması gerekir” açıklamasıyla, Hıristiyanlıktan irtidat eder. Artık “Akıl Dini”, kendini dayatmaktadır.

Sayfa 25

ve mezarlıkların girişine “ölüm sonsuz bir uykudur” yazılacaktır. Sayfa 26

Bu yeni seküler dinin ömrü çok uzun olmaz. Ateist Hebert-Chaumette grubu ile deist Robespierre’in gireceği iktidar mücadelesi, ilk grubun giyotine gönderilmesiyle sonuçlanır. Böylece resmi olarak 10 Kasım 1793’te ilan edilen “Akıl Dini”, 7 Mayıs 1794’te yürürlükten kaldırılır. Robespierre’in Mayıs 1794’te çıkarttığı kararnamede “Fransız halkı, Yüce Varlık’ın varlığını ve ruhun ölümsüzlüğünü tanır” denilmektedir. Fakat elbette “Akıl Dini”nden Hıristiyanlığa dönmek de söz konusu değildir. Nihayetinde “Akıl Dini”nin yerini “Yüce Varlık Dini” alır. Üstelik bu yeni din de, “Akıl Dini’nin dekor ve ritüellerini” bu sefer kendisi kullanmaktan çekinmeyecektir.“ 8 Haziran 1794 tarihinde (ki Paskalya tatiline denk geliyordu) kutlanan, “Yüce Varlık Bayramı”, o zamana dek yapılanların en görkemlisidir.” Robespierre’in idamından sonra, devletin geleneksel din ile ilişkileri bir nebze düzelse de, yeni din arayışları sona ermez.

Sayfa 27

“Daha önceki nesiller Tanrı’nın varlığını insanlığın en doğal ve temel inançlarından biri olarak görürler ve ateizmin anlaşılmaz olduğunu düşünürlerdi. Bu kadar açık bir gerçeği kim neden reddetmek istesindi ki? Şimdi artık pek çoklarının tam zıddı bir görüşe sahip olacaktı. Artık ateizm insanlığın doğal felsefesiydi ve rasyonel açıklamalara muhtaç olan, insanların dinî inançlarıydı.”

Sayfa 31

Peki ama Tanrı’nın boşalan tahtına kim oturacaktır? Aydınlanma ve Fransız Devrimi, Tanrı’dan boşalan tahta aklı yerleştirmenin peşindeydiyse, 19. yüzyılda, bir kutsallık kaynağı olan aklın yerine büyük ölçüde bilim geçer. Artık, Devrim döneminin “Akıl Dini” ortada yoktur, fakat onun yerini bilim ve tekniğin tanrısallaştırıldığı pozitivizm alır.

Sayfa 32

Gentile’ye göre, “devletin içkinleştirilmesi vasıtasıyla, bireylerden oluşan kolektif ‘biz’ vücuda gelmektedir” Yani devlet insanlar arasında (inter homines) değil, insanın içinde (in interiore hamine) var olan şeyin neticesidir. Bu indirgenemez biçimde kolektiftir, temelde ahlakidir ve öncelikle dinidir. Milliyet (nationality) ise milleti “büyük bir manevi gerçek”, bir “misyon”, bir “amaç” olarak kabul etmek, ona iman etmek, varlığını varlığına armağan etmek ve gerekirse uğrunda ölmek bilinci demektir. Bir başka ifadeyle millet, halkın ortak iradesidir ki bu irade uygun kişiliğini “devlet” formunda ger­çekleştirir. Yani o “devlet olarak millet” kavramını yüceltir. “Yeni din” ile kastedilen de işte tam olarak budur.

Sayfa 38

Mussolini 1926 yılında, “Faşizm sadece bir parti değil bir rejimdir, sadece bir rejim değil bir inançtır, sadece bir inanç da değil bir dindir” diyecektir.
Sayfa 41

“Yeni insan” saplantısı sonunda öyle bir noktaya ulaşır ki, 1930’da bir komünist gözlemcinin ifadesiyle okulda artık: “tahsilin bir önemi yoktur. Önem verilen şey sadece geçit törenleri, üniformalar, işaretler, resmî kamplardır… ilkokul sadece bir propaganda birimidir… okulların yegâne endişesi, onları faşist yapmaktır.

Sayfa 47

Kutsal bilimin yardımıyla, çok az uyuyan, çok az yiyen, acıya dayanıklı, yenilmez bir “yeni insan” yaratmaya çalışır. Stalin’in emriyle İlya İvanov, bu uğurda, insan ile maymunu melezleştirmek için çabalayacaktır.

Sayfa 50

“Mussolini övgüsünde sınır yoktur; o milletin “peygamberi, kurtarıcısı, ya­ratıcısı, rehberi”, “tüm zamanların en büyük düşünürü ve eylem adamı”, “filozof, yazar, sanatçı, dahi, peygamber, yanılmaz öğretmen…”

Sayfa 54

Rejimin yeni laiklik anlayışını Şükrü Kaya’nın 5 Şubat 1937’de Meclis’te yaptığı konuşmada da bulabiliriz: “Biz diyoruz ki, dinler, vicdanlarda ve mabedlerde kalsın, maddî hayat ve dünya işine karışmasın. Karıştırmıyoruz ve karıştırmayacağız.
((Sayfa 61) T.B.M.M. Zabıt Ceridesi, 5. Dönem, c. 16, 5 Şubat 1937.))

İtalya, Almanya ve Rusya’nın yanı sıra, Birinci Dünya Savaşı’nda korkunç bir trajedi yaşamış ve savaştan büyük bir hayal kırıklığı ile ayrılmış bağımsız bir ülke daha vardır ve bu ülkede de rejim, en az diğerleri kadar radikal bir yeni yol izleyecektir. Üstelik bu ülkede de siyaset, yine en az diğer örneklerde olduğu kadar kutsallaşacak, bu ülkenin de lideri bir kült haline dönüştürülecektir. Bir imparatorluğun küllerinden doğan bu ülke Türkiye, bahsi geçen rejim ise Kemalizmdir.

İnceleyin:  Osmanlıca mı? Türkçe mi?

Sayfa 61

Benzer bir şekilde Ali Naci Karacan, çıkardığı İnkılap gazetesinde, daha 2 Aralık 1930 tarihindeki başyazısında “Rusya’da nasıl bir komünizm, İtalya’da nasıl bir faşizm varsa, bizde de bir Kemalizm olmalıdır” diye yazar.

Sayfa 67

Gerçekten de tarih itibariyle Kemalist kadronun İtalya ve Almanya’dan öğrendiği şeyler kadar, onların da, özellikle Mustafa Kemal’in dine ve dindarlara muamele tarzından ve toplumu değiştirme noktasındaki cesaretinden bir şeyler öğrenmiş olabilecekleri iddia edilebilir. Özellikle Naziler söz konusu olduğunda etki son derece açıktır. “Naziler için Türkiye eski Doğu değildi; Almanya’ya getirmek istedikleri modern milliyetçi ve totaliter siyasetin bir bayraktarıydı” diye yazar Stefan Ihrig.

Sayfa 68 – Stefan Ihrig, Naziler ve Atatürk
Unutmamak lazım ki, Osmanlı’nın son demlerinde, İttihatçılar içerisinde dahi beş vakit namaz kılmadığını açıktan söylemek cesaret işiydi ve marjinalleştirilme tehlikesini barındırıyordu.

Sayfa 74 – Dipnot
(Tarih: 3 Aralık 1934)

Dâhiliye Vekili Şükrü Kaya, Meclis kürsüsünden rahatlıkla söyleyebilmekte ve bütün Meclis bu sözü alkışlamaktadır:
Her dinin havaisi esasiyesi (temel kaideleri) herkesin malumudur. Dinler işlerini bitirmiş, vazifeleri tükenmiş, yeniden uzviyet ve hayatiyet bulamayan müesseselerdir.

Sayfa 77 – T.B.M.M. Zabıt Ceridesi, 4.Dönem, c. 25, 3 Aralık 1934

Kemalizm, Cumhuriyet’in ilk yıllarında, diğer rakip reformist yaklaşımlardan çok daha radikal bir dikey müdahale taraftarıdır… Toplumun yaşam tarzını, dış görünümünü, dilini, alfabesini, dinlediği müziği değiştirmeye yönelik bu dikey müdahaleye ilaveten, dinin bütünüyle devlet denetimine alınarak dini kurumların özerkliğine son verilmesi ve adı konmamış bir “milli din” yaratılması ideali, Kemalizmi jakoben gelenekle yakınlaştırır.

Sayfa 77

“Cumhuriyet kurulduktan sonra, Osmanlı döneminde kurgulandığı şekliyle devletin tam denetimine girmiş ulema, Diyanet’e hakim olmakla kalmaz, üniversitede ve özellikle Adliye Nezareti’nde de hatırı sayılır oranda temsil edilir. Dönemin Diyanet işleri kadrolarının ve üniversite öğretim üyelerinin tekrar tekrar rejimle uyumlu bir İslam üretmek (modern İslam’a veya Türk-İslam sentezine omuz vermek) iştiyakının merkezinde bu vardır. Osmanlı’da zaten her zaman devlet ideolojisini öncelemiş olan ve geçen yüzyıldan beri devlet içerisinde eritilmiş bulunan ulemanın gereken her konuda desteği kolayca alınabilmektedir ve alınır da. Tartışmasız biçimde Cumhuriyet döneminin genel din siyaseti de hep bu olacaktır. ”

Sayfa 78

Sözgelimi Mehmet Saffet, Ülkü’de yayımlanan “İnkılâp Terbiyesi” adlı makalesinde, öğretmenlere yönelik olarak “dini kategorik dışlama”nın nasıl işleyeceğini gösterir. Ona göre: “Dinden hiç bahsetmemek en iyi lâiklik terbiyesi vermek demektir.”

Sayfa 79

Böylece Türkiye’de 1933-34 yıllarından itibaren dini tamamen yok sayan, onu milliyetçiliğe payanda yapmak yerine milliyetçiliği onun yerine ikame etmeye çalışan bir anlayış yerleşir. Bu tarihlerden itibaren din konusu, kategorik olarak dışlanacaktır.

Sayfa 79 – Konuyla ilgili olarak, Dücane Cündioğlu, Bir Siyasî Proje

Yine dönemler arası farklılığı vurgulayan çarpıcı bir örnek olarak tarih ders kitapları alınabilir. Bu kitaplarda 1910’lu yıllarda kendisinden “Hazret-i Peygamber zîşân efendimiz” olarak bahsedilen İslâm peygamberi, 1920’lerde “Hazret-i Peygamber”e, 1930’larda ise yalnızca Muhammed’e dönüşür.

Sayfa 80

Benzer bir süreci din eğitimi üzerinden de takip edebiliriz. 1924’te haftada 2 saat olan ve 2. sınıftan başlayan din dersi, 1926’daki İlk Mektep Müfredat Programı ile haftada 1 saate indirilir ve 3. sınıftan başlatılır. Artık din eğitiminde kullanılan kitapların içeriği, tamamen telifçi bakış açısına göre yazılmıştır ve devrimlere bağlılıktan, ülke sevgisinden, cumhuriyet kanunlarına riayet etmekten, devlet görevlilerinin rehberliğine razı olmaktan, modern teknikleri öğrenmekten, bilimin yol göstericiliğinden, hasta olunduğunda doktora gitmekten, ülkenin ilerlemesi için çalışmaktan ve bunun gibi telifçi tezlerden bahsetmektedir.

Sayfa 80 – Yıldız Atasoy, Turkey, Islamist and Democracy

Üstelik sadece Müslümanların din dersi alınmalarının önüne geçilmekle kalınmaz, yabancı okullardan da kendi dinlerini öğretmemeleri istenir. Din eğitiminin kendisi kadar, din öğretimine dair kitapların yazılması da engellenir. 1935’ten 1942’ye kadar bu konuda bir eser kaleme alınmayacaktır.

Sayfa 81

Benzer şekilde telifçi dönemde açılan (1924) ve açıldığı yıl 29 okula ve 2.258 öğrenciye sahip olan İmam Hatip Mektepleri, 1926 yılında 2 okula ve 278 öğrenciye düşer; 1930’da da, öğrenci yokluğuyla kapanır.

Sayfa 81

Dönemin Diyanet İşleri Başkanı Ahmet Hamdi Akseki’nin 1950 tarihli raporuna bakılırsa, “26 yıldan beri gençlik gerçek bir din eğitimi görmüş değildir.”

Sayfa 81 – Dipnot:
Dönemin hâkim entelektüel havasını takip eden radikal kanada mensup yönetici elitler, İslâm’ı o zamanlarda dahi miadını doldurmuş bir kurum olarak görürler.

Sayfa 82

1924’te kurulan Darülfunun İlahiyat Fakültesi’nin, 1932 yılına gelindiğinde 13 müderrisi ve sadece 3 talebesi mevcuttur, yani fiiliyatta kapanmıştır. Zaten 1933 üniversite reformuyla önce Yüksek İslâm Enstitüsü’ne çevrilir ve aynı yıl resmî olarak da kapatılır.

Sayfa 82

1930’ların başında farklılaşan şey, Sovyet tecrübesinden de kuvvet bulan radikallerin, İslâm’ın kısa süre sonra yok olacağından emin oluşlarıdır. Radikal yaklaşım artık Atatürk’ün çevresinde hâkim görüş halini almıştır.

Sayfa 82 – Konuyla ilgili bkz. Rıfkı Atay, Yeni Rusya

Falih Rıfkı’ya göre “din duygusu kendiliğinden” batmaktadır. Onun buradan çıkardığı netice, “yığına ihtilâli öğretmelidir” olacaktır.

Sayfa 82 – Dipnot

Hamdi’nin gözlemlediği kadarıyla o gün anlaşıldığı şekliyle laikllik, “tatbiki dinsizlikten başka bir şey değil”dir.

Sayfa 83 – Ahmet Hamdi Başar, Atatürk’le Üç Ay

Grace Ellison da 1928 yılında kaleme aldığı kitapta, kendi katıldığı baloda (Başbakanlığın verdiği ilk balodur) hâlâ örtüsünü çıkarmayan birkaç kadının örtüsünün bizzat Mustafa Kemal tarafından çıkarıldığını, muhataplarının ise bundan onur duyduklarını aktarır.

Sayfa 84 – Ellison, Turkey Today

Recep Peker de aynı hususu şu satırlarla ifade eder: “Türkiye’de din telakkisinin hududu yurddaş vücudunun cildini aşamaz. Onun ne sosyetede ne administrasyonda ve ne de politikada yeri yoktur.”

Sayfa 85 – Recep Peker, “Uluslaşma-Devletleşme”, Cumhuriyet, 4 Temmuz 1936

Princeton Üniversite’sinden Lewis Thomas 1951 yazında Türkiye’de elitlerle yaptığı yoğun görüşmelerin sonunda elitlerin tarih okumalarının neredeyse istisnasız bir biçimde Atatürk’ünki ile uyumlu olduğunu, fakat yine büyük oranda dine bakışlarının onunki kadar dışlayıcı olmadığını yazar. Atatürk’ün dine bakışı, onun “tamamen modası geçmiş, toplumsal olarak istenmeyen ve aydın bir insana hiç yakışmayan” bir şey olduğu yönündedir. Elitlerin büyük kısmı ise, dinin devlete karışmasına en az Atatürk kadar karşıdırlar, ama bir inanç olarak muhafazasından yanadırlar.

Sayfa 85 – Bkz. Lewis L. Thomas, “Recent Developments in Turkish İslam”, The Middle East Journal

Erich Auerbach 1938 tarihli mektubunda Türkiye’deki mevcut durumu “Dindarlığa karşı mücadele ediliyor ve İslam kültürü Arap kökenli bir yabancılaşma olarak küçük görülüyor” şeklinde tanımlar. Avusturyalı meşhur Şarkiyatçı Herbert Wilhelm Duda’ da (1900- 1975), 1948 yılında benzer şekilde Kemalist siyaseti şöyle tanımlayacaktır: ” … umursamazlıktan da fazla bir şey, düpedüz din düşmanlığı.”

Sayfa 86

Donald Webster’e göre de İzmir’de 1931 yılında, örtülü kadınlar hâlâ belirli bir görünürlüğe sahiptir, oysa 1936’ya gelindiğinde, insanın İzmir’de bir hafta kalıp da tamamen örtünmüş bir kadına hiç rast gelmemesi olasıdır. Bazı Anadolu şehirlerinde, örtü ile mücadele için devletin müdahil olması gerekmişse de, genellikle pek çok yerde örtü doğal akışı içerisinde şehirlerden çekilmiştir.

Sayfa 87 – Webster, “State Control…”

Ellison yeni neslin ortak inancının İslâm yerine Gazi’ye ve bilime inanmak olduğunu yazar.

Sayfa 89 – Ellison, Turkey Today

“Gerçi Türkiye Cumhuriyeti, ruh itibariyle dinamik ve totaliter bir rejimdir ve icrai, teşrii kuvvetleri kendinde toplamış bir meclise istinat ettiği için, şekli itibariyle klasik demokrasilerin hiçbirine benzemez.”

((Sayfa 90) Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Atatürk, Remzi Kitabevi, 1946.))

Ona göre Atatürk ateizme de belirli bir süre eğilim duymakla birlikte, temelde bir deisttir.

Sayfa 92 – Tunçay, Türkiye Cumhuriyeti’nde Tek Parti

Konumuz açısından önemli olan husus ise, Kemalizmin sadece doğuşu sırasında değil, sonrasında da devamlı ve tutarlı bir biçimde bir din olarak tasvir edilmiş oluşudur.

Sayfa 100

Şeref Aykut’un, Türk tarihini bir kutsal kitap, parti programını mushaf, Kemalizmi bir din, Kemalist kadroyu da o dinin müminleri olarak gördüğü çok açıktır ve Yakup Kadri’nin açtığı, Ahmet Ağaoğlu ve Falih Rıfkı’nın ilerlediği yolu mantıki sonuçlarına kadar ilerletmiştir. Hatırlatmak gerekirse dördü de bu satırları yazar, bu söylevleri verirken milletvekilidirler.

Sayfa 102 – Alp, Kamâlizm

Mezhebimiz Kamâlist, biz asrî Hatalarız
“Tarihten önce vardık tarihten sonra varız”
Sünni, Şii yerine Kamâlizme taparız
“Tarihten önce vardık tarihten sonra varız.”

Sayfa 103) – “Hataylıların Millî Marşı”, Cumhuriyet, 26 Aralık 1936, s.5

“Yüce Cumhuriyete Ulu Tanrı diye tap;
Altıok’u kendine gökten inme Kur’an yap!”

Sayfa 103 – M. Erguy, “Türk Çocuğu”, Uludağ, sayı 29-30, Kasım 1940, s. 56

Milletvekili Şeref Aykut’un Kamâlizm kitabında, parti programının(chp) gençlikle ilgili kısmını yorumlayışına bakarak, “yeni Türk”ten gerçekte istenenin ne olduğunu anlamaya çalışalım:
“Bu sebepledir ki, onu Kamâlizm dininin hiç şaşmayan, şaşırmayan orunçlu ve çoşkun tapkanı yapmak, onu bu kutsal, ulusal ve kurtarıcı dini olanca derinliği ve inceliği ile oydamlamak ister.. tâ ki, kamâlizm dinine imanı artsın. İşte disiplin altındaki gençlik böyle olacaktır. Parti bunu amaçlamış, hazırlamıştır.”
Görüldüğü üzere rejime öncelikle bilgi sahibi değil, canını gözünü kırpmadan vatanı, devleti, ulusu uğruna verilebilecek olan, ulusal ve kurtarıcı kamâlizm dinine iman etmiş bulunan gençler lazımdır.

Sayfa 106

Mustafa Kemal ilerlemeyi sağlayacak, yeryüzü cennetini kuracak figür olarak kutsanır.

Sayfa 108

Aslında Kemalist kadronun ulaşmak istediği, gerçekte Batılı burjuva yaşam tarzıdır; her ne kadar hiçbiri bu sınıfa dahil olmasa da. Öyleyse sosyo-ekonomik anlamda ait olamadıkları bu sınıfa kültürel anlamda dahil olmanın peşine düşerler. Hatta Zürcher’e göre, özendikleri ve kültürel kodlarını kopyaladıkları hayat, Berlin veya Paris’teki burjuva yaşamından çok, gençliklerinde İstanbul’da, Selanik’te, İzmir’de gördükleri, modernleşmiş Rum burjuvasının hayat tarzıdır.

İnceleyin:  Dr.Rıza Nur Anlatıyor

Sayfa 117 – Zürcher, “How Europeans…”, s. 389-392

Öyleyse denilebilir ki bir ölçüde Osmanlı’dan miras aldığı şekliyle, Kemalizm, kendi dünyasında bir “aşk-nefret” dikotomisinde kurduğu iki “fantezi” üzerinden işler. Bunlardan biri “Batı” olarak tanımlanacak bir yapıdır, diğeri ise, kendi içinde pek çok farklılık barındıran “halk”. “Halk”, “geri, İslâmî ve Arap etkisine” açık olanı, yani dönüştürülmesi gereken “öteki”yi işaret eder. Halk ile Batı arasındaki kategorik ayrım, halkın temsil ettiği düşünülen tüm değerlerin de reddini (veya onların ancak etnografik bir malzeme olarak korunmasını) gerekli kılar. Kültürel alanda merkezin yeniden inşası faaliyeti, eskiyi (İslâmî olanı) “öteki”leştirmeyi, onu bir düşman olarak tanımlayıp, ona karşı “cihad” etmeyi de içinde barındırır.

Sayfa 118

Bu dünyanın da ahiretin de veya bir softanın da despotizmini artık kabullenemeyiz. Allah’ı da Sultan ile birlikte tahtından indirdik. Bizim Mabetlerimiz fabrikalardır.
Sayfa 121 – Levonian, The Turkish Press, 1938, s. 4

Atatürk’ün şapka reformu ile alâkalı olarak söylediği gibi “…medenî insan olduğumuzu ispat ve gösterme için gerekeni yapmakta asla tereddüt etmeyeceğiz.”

Sayfa 123

Öğretmenler de kendilerini peygamber olarak görürler. 1922’de öğretmenliğe başlayan Hasan Âli Yücel, 1926’da kaleme aldığı ve “biz yeni hayatın erenleriyiz!…” diye biten meşhur şiirinde (“Yeni Hayat”) kendilerini, cenneti dünyada kuracak peygamberlere benzetir: “Dileriz dünyada kurulsun Uçmak; / Bu yolun ümmetsiz peygamberleriyiz.”

Sayfa 123 – Halit Rıfkı (Ozansoy), On Yılın Destanı, Kanaat Kütüphanesi, 1933, s. 49

Günümüzün misyonerleri, artık köylere gidenlerdir.

Sayfa 124 – Nusret Köymen, “Köy Misyonerliği”, Ülkü, sayı 8, Eylül 1933, s. 120

Atatürk’te Suphi’ye, iki Mustafa Kemal olduğunu, birisinin fani, diğerinin ise ölümsüz olduğunu anlatırken, fani olmayan, ölümsüz Mustafa Kemal’i benzer şekilde tasvir eder: “O burada oturan sizler, memleketin her köşesinde yeni fikir, yeni hayat ve büyük mefkûre için uğraşan münevver ve mücahit bir zümredir.

Sayfa 125 – Suphi (Tanrıöver), Dağ Yolu l, s. 54

“Artık Kurtuluş Savaşı bile, Batı’ya karşı kazanılan bir zaferden ziyade, Batıcılığın zaferi olarak değerlendirilir olmuştur. Daha 1925’te Türk Ocakları’nı “yeni medeniyetin naşiri, hadimi ve rehberi”, “garplılığın mümessilleri” diye tanımlayan Hamdullah Suphi’nin 1930’da Türk Ocağı Merkez Binası açılışında dediği gibi: “Biz yenilseydik Avrupalılık mağlûp olacaktı. Biz kazandık, Avrupalılara karşı Şarkta garp fikirlerini, garp esaslarını muzaffer kıldık.”

Sayfa 125 – Suphi (Tanrıöver), Sağ Yolu ll, s. 95

“…Halkevlerinin amacı da, “inkılâp esaslarını bütün ruhlara ve fikirlere hâkim, mukaddes iman şartları halinde perçinlemek”tir.”

Sayfa 126 – Levend, Halk Kürsüsünden…, s. 46

Halkevleri müfettişi Behçet Kemal Çağlar’da, Ülkü’deki köşesinde, Halkevi’nin “bir mâbed” saygısıyla girilecek bir yer” olduğunu belirtir.

Sayfa 126 – Çağlar, “Halkevlerinde Bariz Çalışmalar…”, sayı 55, s. 87

Kahraman Kemalist kadın üzerinde de durmak gerekebilir. Modernleşmenin hem araçları hem de sembolleri olarak kurgulanan ve “tektipleştirilip” “kutsallaştırılan” çağdaş kadınlar da, bu mukaddes cihada kendi dünyalarında iştirak edeceklerdir. Onlar, Cumhuriyet balolarında medeniyet icaplarının onlara yüklediği bir vazife olarak içki içer, başlarını açar, dans eder. Vazife aksatılırsa, bizzat Mustafa Kemal genç zabitlere, “ileri marş, dans edin!” emriyle, kadınları dansa kaldırma vazifesi verir. Bu medeniyet vazifesinin, cihad-ı mukaddesin ifası öylesine ciddiye alınır ki, mesela Biga Türk Ocağı tam dans edecek kadın bulamadığı için ocaklı gençlerden bir kısmı kadın kıyafetleri giyerek, diğerleriyle dans edeceklerdir.

Sayfa 127 – Üstel, Türk Ocakları…, s. 182-183.

Halkevleri, bir mabet olarak caminin yerine tasavvur edilmekle kalmaz, aynı zamanda kendisinde hidayete erilen, iman dağıtılan yerlerdir.

Sayfa 127 – Ülkü, sayı 53, Temmuz 1937, s. 361

Tüm devrimler sırasında ve sonraki tartışmalar esnasında önemli bir husus, Kemalistlerin, sürekli onları izleyen ve her yerde hazır ve nazır olan Batı’nın gözünü üzerlerinde hissetmeleridir. Tüm modernleşme çabaları, bir bakıma, o “Batılı göz” önünde sergilenen bir sahne performansı mahiyetindedir.

Sayfa 128 – Meltem Ahıska, “Occidentalism: The Historical Fantasy Of The Modern”, The South Atlantic Quarterly, 102: 2/3, İlkbahar/Yaz, 2003, s. 367.

Abdullah Cevdet 1925’de şöyle yazacaktır:
“Bugünün peygamberi Mustafa Kemal’dir…”
Sayfa 130

Cemil Meriç’in anlatımıyla “İmanını kaybeden o coşkun zeka, yeni bir din buldu kendine: Maddecilik Batı’nın müspet ilimlerini naslaştırdı”

Sayfa 143

Kültürlü bir Müslümanı ihtida ettirmek hemen hemen imkânsızdı. Buna karşılık aynı kişi kolayca pozitivizme kazanılabilirdi. Temelleri atılması gereken, müessese “une solide instruction laique”ti (sağlam bir laik eğitim.)

Sayfa 145 – Mardin Jön Türklerin Siyasi…s.188

Veya Mahmut Esat Bozkurt’un ifadesiyle:
“Türk ihtilalinin kararı, Batı medemiyetini kayıtsız şartsız kendisine mal etmek, benimsemektir… Bu karar o kadar kesin bir azme dayanmaktadır ki, önüne çıkacaklar, demirle, ateşle yok edilmeye mahkûmdurlar.”

Sayfa 153 – Mahmut Esat Bozkurt, “Türk Medeni Kanunu Nasıl Hazırlandı”, Medeni Kanunun XV. Yıl Dönümü İçin, Kenan Matbaası, 1944, s. 11

“Efendiler, bütün beşeriyetin, tecrübe, malumat ve tefekkürde teali ve tekemmülü; Hıristiyanlıktan, Müslümanlıktan, Budizmden sarfınazar ederek basitleştirilmiş ve herkes için anlaşılacak hale konulmuş alemşümul saf ve lekesiz bir dinin teessüsü ve … bir ‘cihanşümul ittihadı hükümet’ tahayyülünün tatlı olduğunu inkar edecek değiliz.”

Sayfa 157 – Kemal Atatürk, Nutuk, Cilt II 1920-1927, Milli Eğitim Basımevi, 1969, s.713

“Türkiye’de seküler ilerlemenin incili vazediliyor. Gaziden üniversite rektörüne ve profesörlere kadar hangi Türk ile karşılaştıysam bunu hayata geçiriyor.”

Sayfa 160 – Ellison, Turkey Today s.199

Türkiye’de değil, tüm dünyada, önceki bölümlerde anlatıldığı üzere kutsallaşsan “bilim, medeniyet, insanlık” gibi kavramlar sorgulanır hale gelmiştir. 19. yy boyunca tüm ideolojilerde gözlemlenen bilimin ve medeniyetin gelişmesi vasıtasıyla insanlığın bir “yeryüzü cenneti kuracağı algısı sarsılmaktadır. Bilim cenneti değil, savaş teknolojisi vasıtasıyla cehennemi vermiştir.
Sayfa 177

“Hakimiyetin kayıtsız şartsız milletin olması” ilkesince Tanrı, ilk başta egemenliğin kaynağı olmaktan men edilmiş o mevkie halk oturtulmuştur.

Sayfa 182

Mustafa Kemal’in de Türk Ocakları’ndaki hava ile uyum içerisinde, milliyetçiliğin yeni din olduğu noktasında kafası giderek netleşmektedir. “Eski bir Teşkilat-ı Mahsusa mensubu olup, 1932-1943 arasında Samsun milletvekilliği yapan Ruşeni Barkın, 1926 yılı gibi erken bir tarihte yazdığı “Din Yok, Milliyet Var: Benim Dinim Benim Türklüğümdür” isimli kitapta aşağıdaki satırların geçtiği paragrafın yanına kendi el yazısıyla “Aferin! Alkışlar” yazar:

Bizim kutsal kitabımız, bilgiyi esirgeyen, varlığı taşıyan, mutluluğu kucaklayan, Türklüğü yükselten ve bütün Türkleri birleştiren ulusalcılığımızdır. O halde felsefemizde din kelimesinin tam karşılığı ulusalcılıktır.

Sayfa 187

Edirne milletvekili Şerafettin Aykut’un (Şeref Aykut) yazdığı 1936 tarihli Kemalizm (CHP programının izahı) kitabıdır. Kitap, 1935 CHP programının, parti elitlerince nasıl okunduğunu, ondan ne anlaşıldığını bize gösteren örneklerden biridir. Daha önce ayrıntılarıyla incelendiği üzere Aykut’un kitabı, baştan sona, seküler bir dinin anlatısını yapar. Ona göre Kemalizm bir dindir, tarih onun kutsal kitabıdır, izahını yaptığı parti programı ise mushaftır.

Sayfa 198

Kemalist tarih tezinde, Osmanlı veya İslam ya değersizdir ya hiç yoktur ya da “öteki “yi tanımlamak açısından işlev görür.

Sayfa 204

Sakarya Savaşı sonrasında Mustafa Kemal’in şahsına yönelik övgü ve heyecanın dozunu gören Ziya Hurşit , Meclis’in ortasına koyulmuş kara tahtaya “bir millet putunu kendi yapar, kendi tapar” yazarak oluşmakta olan kişi kültünün boyutlarını tespit ediyordu.

Sayfa 230

1927’de okuduğu Nutuk’un ardından artık Mustafa Kemal, tartışmasız biçimde Kurtuluş Savaşı’nı tek başına kazanan eşsiz komutana ve medeniyet savaşını vermek için ulusuna rehberlik eden öndere, yani Kemalist mitolojinin eşsiz kahramanına dönüşür.

Sayfa 235

İhsan Nuri ise yine aynı yıl şöyle yazar:

“Bir inkılap yaptık
Gaziye taptık.”

Sayfa 249

… İsmet İnönü, başbakanlıktan ayrılmasından az bir süre önce bu sebeple Atatürk ile kavga etmiş ve ona “daha bu ülke ne kadar sarhoş masasından idare edilecektir” diye çıkışmış ve kendisine “unutma ki seni de bu makamlara bir sarhoş getirdi” cevabı verilmiştir. Lord Kinross, Atatürk…, s. 486.
Cemal Granda ise karar alma mekanizmasını hoş bir şekilde tasvir eder:
“Özel hayatında çok sakin olan Atatürk’e üç kadeh içtikten sonra vahiy geliyordu. Peygamberler gibi.
Bütün kararları o zaman veriyordu. Hepsi de isabetli şeylerdi. Devrimlerin çoğunu ayık kafayla yapmaya kalksaydı, belki de başaramazdı.”

Sayfa 255 – Cemal Granda, Atatürk’ün Uşağı İdim, Hürriyet Yayınları, 1973.

Verdikçe dik başını batının rüzgârına,
Benziyordu ilk devrin yarım ilâhlarına.

Sayfa 263 – Mahir (Kocatürk), Yaman, s. 47

Tabiat güçlerinin Mustafa Kemal’e dönüşmesi, hem paganizme hem de vahdet-i vücut anlayışının seküler bir formuna hamledilebilir. Fakat tabiat içinde de ona en çok benzeyen Güneş’tir. Güneş bilindiği üzere Mustafa Kemal’i tanımlamak için daha 1920’lerin ortasından itibaren en sık kullanılmaya başlanan imgedir.

Sayfa 279

Öğretmenler de genellikle Atatürk’e mistik bir bağlılık içindedirler. Bunun bir örneği olarak, Atatürk’e 1934’te Niğde gezisi sırasında istasyonda, Kemal (Kiper) isimli bir beden öğretmeninin,” yaşasın milletin peygamberi ” diye seslenmesi gösterilebilir. Böylesi bir eğitim sistemi ve eğitmen kadrosu elinde şekillenen gençliğin Atatürk’ü dinsel bir form içinde algılaması değil, algılamaması şaşırtıcı olurdu . Sayfa 305

Atatürk’ün ölümü, seküler dinin, tarihsel din karşısında ne denli mesafe kat ettiğinin bir gösterisi haline dönüşür. Kardeşi Makbule’nin ısrarı üzerine birkaç kişi arasında Türkçe kılınan cenaze namazını da saymazsak, cenaze ile ilgili yapılan merasimler esnasında İslami hemen hiçbir unsur yoktur.

Sayfa 317

Haz. Melih Çağrı Dönmez