“Kral çıplak” demenin belki de bin bir yolu var fakat, Anadolu insanının başından geçen hadiseleri olanca çıplaklığıyla ifade etmenin bir yolu var mı, ondan emin değilim. Hiç kimse olanca çıplaklığıyla bu hakikatleri dile getirmedi, getiremedi. İlk paragrafta beyan ettiğim “saf entelektüel yetişmemesi” tamda buna karşılık geliyor. Çünkü eğer “kaygısız, minnetsiz, hakikati hakikat olduğu için dile getiren ve bu yolda aklı ve vicdanından başka bir otorite tanımayan, idare-i kelâm etmeyen kişiye entelektüel denir” diyen Durmuş Hocaoğlu merhum haklı ise, o takdirde bu türden bir entelektüelin hayatımızda neredeyse hiç mevcut olmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz.
(Sayfa 8 )
Çünkü temas ettiğimiz müşküllerin hemen tamamı, kökü mazide olsa da elan hayatımızı kuşatmaktadır.
(Sayfa 8 )
“1923-1950 yılları arasında yayımlanan mizah dergilerinin ortak özelliği CHP’nin tek parti iktidarını eleştirmemeleri, daha doğrusu eleştirememeleri veya aktif olarak bu partiyi desteklemeleridir.”
((Sayfa 13) Muhalefet Defteri: Türkiye’de Mizah Dergileri ve Karikatür, Levent Cantek & Levent Gönenç))
5816 sayılı meşhur kanun normalde 1951 yılında yürürlüğe girdi. Fakat bizce, ilgili kanunun bu tarihte tedavüle girişi aslında, doğumu çoktan gerçekleşmiş bir çocuğa nüfus kağıdını yıllar sonra çıkartmaktan farksız, tabiri caizse formalite gereği gerçekleştirilen hukuki bir icraattan ibaretti. Çünkü 1923 sonrasındaki her gün yani Mustafa Kemal Paşa’nın elini kuvvetlendirdiği ve muhaliflerinden teker teker kurtulduğu, nihayet muhalefetsiz tek adam makam erdiği vetire, reisicumhurun gâh örtülü açık yahut gâh meşru, gâh gayrimeşru yollarla ve nihayet bir şekilde korunduğu bir dönemde söz konusu koruma bazen Mustafa Kemal’in stratejik talepleri ile bazen meclis eliyle, bazen fedailer yoluyla bazen başka vesilelerle gerçekleşse de neticede Gazi ciddi eleştiri, yıkıcı muhalefet ve fiili saldırıdan mahfuz bir hale gelmişti.
(Sayfa 15)
Takrir-i Sükun Kanunun kabulüne müteakip; Tevhid-i Efkâr, Sebilürreşâd, Son Telgraf, İstiklâl, İstikbâl, Kahkaha, Tok Söz, Yoldaş, Doğru Öz, İkaz, Aydınlık, Tanin, Sayha, Sada-yı Hak, Millet, Doğru-Öz, Ordu Neşideleri ve Orak-Çekiç gibi ulusal ve yerel nitelikteki muhtelif cenahtan pek çok mecmûa 1925 yılı içerisinde kapatıldı. Adı anılan gazetelerin başyazarları ve yayıncıları da tabiî ki kapatmaların akabinde İstiklâl Mahkemeleri’nde yargılandılar.
(Sayfa 17)
Bu dönemde [erken Cumhuriyet Dönemi] basın özgürlüğün olmadığını söylemek yetmez. Osmanlı mutlakiyetinde de basın, hükümetin istemediklerini yazamazdı. TC’nin tek parti zamanında ise basın hükümetin istediklerini yazardı…
(Sayfa 19)
Kemalist savunu, Cumhuriyet’in erken yıllarında yani tek adam yönetiminde gerçekleşen baskının “modernleşme hareketi”nin doğurduğu zorunluluk için yaşandığını dillendirerek bu mantaliteyi açıklamaya çalışır. Mezkûr anlatıya göre modernleşme Cumhuriyet’in adımıdır. Halbuki, daha sonra başka yazılarda temas edeceğimiz üzere, Cumhuriyet döneminde görülen bazı kötü icraatlar söz konusu olduğunda “Osmanlı’dan Cumhuriyet’e tarihî devamlılık” düşüncesini savunanlar, iyi addedilen şeyler söz konusu olduğunda bu devamlılığı nedense birdenbire iptal etmektedirler. Aslında pek iyi biliyoruz ki modernleşme Osmanlı dönemi hareketliliklerindendir ve Cumhuriyet dönemi modernleşmesi ancak Osmanlı modernleşmesinin tedriciliğini iptal eden devrimci yönüyle ondan ayrılır. Zaten toplumda iz bırakan her ne varsa işbu devrim anlayışının yıkıcılığına dayanmaktadır. Post-modernizm düşüncesini doğuran saik de modernizm adına, aydınlanma ve özgürleşme adına, medeniyet götürme adına yapılan gayr-i insanî işlerdir.
(Sayfa 19)
1930 yılından itibaren artık ülkenin her şeyi hâlinde görülen Gazi aleyhindeki yazılar başka bir mazerete gerek duymadan sırf Mustafa Kemâl’e yönelik menfî bazı değerlendirme ve ifadelerinden ötürü kanunla yasaklanmaya başlamıştır. Mesela 1931 senesinde Mussolini isimli kitabın yasaklanışı bu duruma öncü ve tipik bir misaldir. Eserde, müellif Antonio Aniante’nin (ö. 1938) Mustafa Kemâl’e diktatör ve faşist demesi “garazkârane saldırı” olarak nitelenmiş ve mezkûr yasağın gerekçesi olmuştur.
(Sayfa 20)
“Gerçi Karabekir yıllar önce “Meclis kürsüsüne çıkıp ikide bir gözlerini cumhurbaşkanlığı locasında oturan Mustafa Kemâl Paşa’ya çevirerek aşağı yukarı şöyle demişti: Memlekette kimseye sesini çıkarmak imkânını bırakmadınız. Söz hürriyeti bir şu kürsüye inhisar etmiş bulunuyordu; yarın buradan konuşmak hakkından da mahrum olacağız” demişti ve âdeta başına gelecekleri evvelden bilmişti.”
((Sayfa 22) – Şamil Yayınevi – Politikada 45 Yıl, Yakup Kadri Karaosmanoğlu))
“Reiskâra yaranmak için uluorta fikirler neşrinden evvel, hâdiseleri olduğu gibi tespit ederek, yeni nesle aynen anlatmamız gerekir.”
((Sayfa 23) Tan gazetesi, Kâzım Karabekir))
5816’nın henüz adı yoktur ama o hep tedavüldedir.
(Sayfa 24)
((1936’da…))
… Philippe de Zara (ö. 1955) tarafından kaleme alınan Mustafa Kemâl Dictateur isimli eser yasaklılar listesine girer. Belki de bu uygulamayla, ortada hiçbir diktatör olmadığı en kestirme surette gösterilmek istenmiştir.
(Sayfa 28)
Fakat bu işler hep böyledir: Bir yerde adalet zedelendiğinde, belki biraz zaman alır ama adaletsizlik döner dolaşır ve muhakkak adaleti zedeleyenleri de vurur.
(Sayfa 32)
“Cumhurbaşkanlığı Arşivi’ndeki evrak arasında Latife Hanım ile alâkalı olan, ona gelen yahut onun tarafından üçüncü kişilere yazılan çok sayıda belge bulunmasına rağmen Latife Hanım’ın Mustafa Kemâl Paşa’ya hitaben yazdığı bir mektubun, hatta yine ona ait tek bir fotoğrafın bile bulunmaması, Paşa’nın sabık hanımına ait hususî yazışmaların tamamını ortadan kaldırmış olduğunu düşündürüyor…”
((Sayfa 38) – Şamil Yayınevi – “Sizi Serbest Bırakmayı Muvafık Bularak Tatlîk Ettim!”, Murat Bardakçı))
Mete Akyol’un, Mustafa Kemâl’in vefatından yıllar sonra Latife Hanım’la gerçekleştirmek istediği röportaj teşebbüsüyle ilgili anlatısı, onun yalnız şahsî bir inisiyatifle röportaj vermekten uzak durduğu düşüncesini zayıflatır. Çünkü Harbiye’de Safir Apartmanı’nın en üst katında ikamet eden Latife Hanım’ın dairesine götüren asansör düğmesi kilitlidir ve katın düğmesi ancak anahtarla aktif olur. Bir aşağı kattan merdivenle çıkmak da mümkün değildir. Çünkü orada da demir bir kapı bulunmaktadır… ‘Anlaşılan Latife Hanım, evlilik yaşamının son bulmasından sonra, yalnızca inzivaya çekilmiş, münzevî bir yaşam tarzını, belki de, bir zorunluluğun sonucunda tercih etmişti.’”
((Sayfa 40) – Şamil Yayınevi – Geçmişiniz İtinayla Temizlenir, Cemil Koçak))
Hâlbuki “Sırr-ı İnna A’tayna Risalesi”, oldukça erken dönem Kemalizm eleştirileri arasında yer aldığı için tarihî kıymeti hâiz bir metindir. Eserin girişinde yer alan paragraflardan biri şöyledir: ‘Siz bize mürteci diyorsunuz; biz de size mürtedler adını veriyoruz. Sizler kâfirlerin en habisi ve vahşi hayvanlardan da vahşisiniz. İsminize layık olmayan reisiniz, deccal ve süfyandır; zındıkanın reisidir; vahşi eşeklerden daha eşektir; Yahudilerin en adilerindendir, zâlimlerin en zâlimidir.’ Osmanlı’nın son döneminde, her buhranlı dönemde yükselişe geçtiği gibi, Mehdi beklentisi yükselişe geçmişti. Fakat Bediüzzaman’ın tespitiyle ‘beklenen Mehdi’ydi ama gelen Deccal’ oldu.
((Sayfa 47) – Şamil Yayınevi – İşârî Tefsir ve Cifir İlmi Işığında Sırr-ı İnnâ A’tayna, Rumuzât-ı Semâniye, Ma’idet’ül-Kur’an, Ahmed Akgündüz))
Anlaşılan o ki, inkılaplardan sonra artık İslâm’ın aslî ölçülerinden bahsedilmesi doğal bir suç olarak görülecektir.
(Sayfa 51)
Ey azizler bildiniz mi bu zaman âhir zaman
Bundan evvel geldi geçti nice bin dürlü zaman
Güzel iken işbu insan güzel idi her zaman
Şimdi insan fitne oldu n’eylesin âhir zaman
Gitdi insândan mahabbet merhamet edeb hayâ
Her biri dir müslimânim dilde söylerler güyâ
Hem helâlile harâmi seçmez oldı eşkiyâ
Hâin oldı nice insân nerde kaldı etkiyâ
((Sayfa 53) – 02.11.1935 Yasaklananlardan Tonyalı Ahmed efendiye ait Risale-i ahvali ahir zaman))
Mete Tunçay’a göre:
“Atatürk’ün dini ne kadar siyasete âlet ettiği konusunda herhalde hiç kimse ondan önce ve sonra bu kadar gözü kara olmamıştır.”
((Sayfa 58) – Mete Tunçay, Bilineceği Bilmek: Türkiye’de Siyasal Gelişmelerin Evreleri ve Osmanlıdan Cumhuriyet’e Sol Akımlar, İstanbul: iletişim, 2019, s. 123.))
… bugün hâlen İmâm Mâturîdî’nin Türk olduğunu katî olarak gösterebileceğimiz bir delile sahip değiliz. Fakat Türk Tarih Tezi’nin Orta Asya’da kıpırdayan her yaprağı Türk kılan yaklaşımı, tarihin bütün büyük şahsiyetlerini bir ânda Türk kılabiliyordu.
(Sayfa 58)
1933 tarihi İslâm’ın Türkleştirilmesi projesinden vazgeçilerek Kemalizmin dinleştirilmesi projesinin hayata geçirildiği yeni bir evreyi temsil eder. Türkçe ibadet, Türkçe Kur’ân gibi birçok proje de bu değişimle beraber rafa kalkmış, en azından ikinci sıraya gerilemiştir.
(Sayfa 64)
Kemalizm dinleşti dinleşmesine hem de boşluklarını İslâm’a bakarak doldurur bir şekilde dinleşti. Nutuk kutsal metne, sağlığında Çankaya vefatından sonra Anıtkabir mabede, hayatı siyere, doğumu mevlüde, eşyaları mukaddes emanetlere, beyanları naslara, askerî mücadeleleri naatlara ve şiirlere… çevrildi ama bu din toplumda makes bulmadı ve halk kahir ekseriyetle Müslüman kaldı.
(Sayfa 65)
Seçim dönemlerinde, Mâturidilikten bihaber partilerin seçim propagandalarında “Mâturidi kalkanı” afişleri de gördük, “Diyanet’in Mustafa Kemal dönemi Mâturidiliğine dönmesi gerektiğini” dillendiren yani Mâturidiliğin istismar edildiği günleri hasretle yâd eden cübbeli kuklaları da dinledik…
(Sayfa 66)
“Tarihi tarihçilere bırakalım” paravanası altında, Türk Tarih Kurumu, bağımsız konumundan çıkarılıp “yukarıdakiler”in düşünceleri/beklentileri doğrultusunda işlemeye elverişli bir devlet dairesi durumuna getirilmiş ve 12 Eylül 1980 darbesinin hizmetine sokulmuştur.
(Sayfa 75)
Belgeleri sümen altı edenler, arşivleri dokunulmaz hâle çevirenler, kraldan fazla kralcılık yapanlar, neme lazımcılar. Yoksa bunlar da gün gelip sanık sandalyesine oturtulmayacak, ehl-i vicdan ve ehl-i ilimce adilane yargılanmayacak mı?
(Sayfa 77)
“Cumhurbaşkanlığı Arşivi yöneticisi Muhammet Safi, ‘zor konular’ olduğunu belirterek, katalogları araştırmacılara kapalı koleksiyonun tamamını görmeme izin vermemesine karşılık, sakınca yaratmayacağını düşündüğü vesikaları kullanımıma sundu.”
((Sayfa 77) – Şamil Yayınevi -Atatürk Entelektüel Biyografi, M. Şükrü Hanioğlu))
“İstiklal Mahkemesi mücahedesinde yalnız Allah’tan korkar.” Bu söz, İstiklal Mahkemesi’nin gerçekleştiği salonda, mahkeme heyetinin arkasında çerçevede yazılı bulunan bir sözdür. Heyet yalnızca Allah’tan korktuğu için kullardan asla korkmaz. Bu söz gerçekten doğru olabilir. Fakat bundan ancak, heyetin “Allah” olarak kimi/neyi kastettiğini anladıktan sonra emin olabiliriz.
(Sayfa 95)
İdam hükmü verilen isimlerden biri, meşhur İskilipli Âtıf Hocaefendi’dir (ö. 1926). 25 Kasım 1925 tarihinde kabul edilen Şapka İktisası Hakkında Kanun’dan ‘evvel’ kaleme aldığı
“Frenk Mukallitliği ve Şapka” isimli risâlesi münasebetiyle idam edilen bu âlim, meselenin ne denli kaidesiz ve hesapsız ilerlediğini tek başına resmeder.
(Sayfa 96)
İbrahim Arvas’ın tespitlerine göre, söz konusu yargılamalar âdeta kelle mezatı ve rüşvet sarmalına dönmüş vaziyettedir. Bir suç isnad edilerek mahkeme karşısına çıkarılan bölge insanının kendini bu “âdil yargılamadan” aklayabilmesi için kesenin ağzını açması gerekmiştir. Bu yolla bölge insanının kazanımları ellerinden alınıp bir servet dönüşümü yaşatıldığı gibi, diğer taraftan korku iklimi oluştururarak sindirme politikası da takip edilmiştir.
((Sayfa 98) – Şamil Yayınevi – Tarihî Hakikatler, İbrahim Arvas))
Şeyh Said İsyanı, Şark İstiklal Mahkemeleri’nin kuruluşu için sebep olmuştu. Fakat bu bölgedeki mahkemenin eli, yalnızca isyanla ilgili meselelere uzanmadı. Bölgedeki toplum mühendisliğini yürütecek bir müessese olarak iş gördü. Çünkü kuruluş evresinde Kürdlere verilen bazı sözlerden dönülmüş, ulus-devlet projesini zedeleyecek her ihtimalin erkenden elemine edilmesi düşünülmüş, öte yandan gayr-i İslâmî addedilen icraatlar için zemin kollanır olmuştu.
(Sayfa 98)
“Vefatından bir buçuk yıl öncesine değin, Atatürk bütün Türkiye’nin en büyük toprak sahiplerinden ve zenginlerinden biriydi. Bu servet ona miras kalmamış, aylıklarından arttırmasıyla da oluşmamıştır. Bilinen iki kaynak, Kurtuluş Savaşı yıllarında Hint Hilâfet Komitesi’nin Ankara’ya yolladığı 600.000 liraya yakın yardımla, daha ileriki yıllarda eski Mısır Hidivi Abbas Hilmi Paşa’nın T.C. uyrukluğuna girerken CHP’ye bağışladığı 900.000 lira dolaylarındaki paradır. Ama başka armağanlar da olmalı.”
(Sayfa 106 – Şamil Yayınevi – Eleştirel Tarih Yazıları, Mete Tunçay)
Millî Mücadele için gönderilen yardım yalnızca Hintli Müslümanların destekleriyle sınırlı değildir. Yurt içinde başlayan yardım kampanyaları da oldu. Öte yandan, Antalya mebusu Hoca Rasih Efendi başkanlığında bir heyetin Hilâl-i Ahmet bünyesinde Delhi’ye gittiği ve oradan 8.250 sterlin (52.800 lira) ile döndüğü bilinir. Sürekli biriken yardım bütçesi, savaşın akabinde Mustafa Kemâl tarafından uhdesine geçirilmiştir. Rıza Nur’un beyanına göre, İş Bankası’nın kuruluş sermayesini de teşkil eden bu meblağ için reisicumhur “Bu para benimdir. Hindliler bana gönderdiler” demiştir.
((Sayfa 108) – Şamil Yayınevi – “Hint Müslümanlarının Osmanlı Devleti ve Türkiye’ye Yardımları,” Cumhuriyet Tarihi Araştırmaları Dergisi, Şule Sevinç Kişi))
Şöyle bir bilgi ortaya çıksa ve öğrensek ki, “Ziya Gökalp hanesinde ezanı Türkçe okur, kameti Türkçe getirir, namazını da Türkçe eda edermiş”, sanıyorum bu bilgi hiçbirimiz için şaşırtıcı olmaz. Onun ne namaz kılmasına şaşarız ne namazını Türkçe eda etmesine. Çünkü Gökalp nihayetinde hem dindardır hem Türkçü. Fakat kurucu kadronun din üzerindeki Türkçeleştirme teşebbüsü dindarlıklarından mı tezahür ediyordu; zaten arttırmaya çalıştıkları ve özendikleri ibadetlerini Türkçe eda ederek hûşûlarını mı beslemeyi umuyorlardır, işte bunu kestirmek oldukça zordur.
(Sayfa 116)
Şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki, gençlik döneminde duygu ve düşünceleri, din anlayışı farklı olup Ziya Gökalp’in satırlarına belki o demlerde samimi duygularla iştirak etse de Mustafa Kemal’in ve kurucu kadronun Türkçe ibadet konusundaki azmi dinî bir özlem, İslamî bir anlam ve huşû arayışı, Türk’ün dindarlığına hizmet düşüncesinin ürünü değildi.
(Sayfa 120)
Karabekir Paşa, ekseriyetçe zannedildiğinin aksine, icra edilen Kemalist inkılaplara mutlak karşı bir isim değildir. Onun itirazı çoğunlukla, inkılapların usul ve hızınadır. Tüm bu inkılapların yapılmasının gerekli ve faydalı olduğuna kâni olmakla birlikte, bunların belli bir zamana yayılarak tatbik edilmesini savunur. Devrimci değil evrimcidir. Daha da ötesi, dini anlayışı zannedildiğinden çok farklıdır. Bektaşi meşrep olduğu için namaz kılmaz, şarap ve bira içerdi.
Meclis’in bir cuma günü, cuma namazına müteakip hatimlerle açılmasını “abartılı bir iş” olarak niteleyip herhangi bir gün sade bir dua ile açılmasını tercih eden, yaşatılan dini cuşişten memnun olmayan biridir. Hatta kızlarının nakline göre kızlarına da “iştah açar” diyerek şarap içirip, ibadet etmemelerini telkin etmiş bir isimdir. Belli bir süre mason localarına devam etmiş, 18. derecede masonluğa kadar yükselmiştir. Pek tabi bunlar şahsi hayat tarzıdır, kişinin evvela kendisini alakadar eder. Fakat meselelerin bu yönleri bilinmediğinde yada bu yönler başka gayeler uğruna hafifletildiğinde, söz konusu şahsıyetlerin evliyalaştırılması dahi mümkün olabiliyor.
Fevzi Çakmak’ın “alnı secdeli” oluşu, öncü Kemalist kadroların şiar-ı İslâm sadır olmayan çehresinde ansızın görülen bir gamze gibi bütün mütedeyyinleri etkiler. Hâlbuki Kâzım Karabekir gibi, onun da mevcut inkılapçı politikayı kabul yönünde hemen hiçbir sıkıntısı yoktur. Onu “kuzu paşa” diye lakaplandıran şey, Kemalizme yönelik sarsılmaz sadakatıdır. Tecessüse dalıp mezkur şahsiyetlerin günah defterlerinden bir şeyler çıkartmak gibi bir gayemiz söz konusu olamaz. Üzerinde durmaya çalıştığımız husus onların şahsi zaafları yahud günahları meselesinden farklı ve daha ehemmiyetli bir konudur: ilmi ve tarihi ahlâk, iç tutarlılık meselesi.
(Sayfa 127)
Dünyanın en kısa fıkrasının, Necip Fazıl Kısakürek’in bazı dost meclislerinde söylediği “iki kadın sessizce oturuyormuş” cümlesi olduğu rivayet edilir. Öyle sanıyorum ki, dünyanın en kısa siyasî fıkrası da “Kemalist rejimde herkesin inanç ve ibadet hürriyeti vardır” cümlesi olsa gerektir.
Erken ve orta dönem Cumhuriyet tarihine biraz vakıf olan, dedeleri ve neneleri ile sohbete yetişebilmiş hemen her memleket evladı, öyle sanıyorum ki bu fıkraya epey bir güler. Ve en az bu fıkra kadar komik bir diğer husus ise, Kemalistlerin bugün hâlâ bu sözü bir hakikat gibi, insanların gözünün içine bakarken söyleyebilmeleri, gülmeden, şöyle esaslı bir kahkaha patlatmadan sözlerini buna inanarak tamamlayabilmeleridir. O hâlde gülelim ağlanacak fıkralarımıza…
(Sayfa 128)
Meclis tutanaklarının mevsukiyetinden şüphelenmek için sebep teşkil eden bir anlatı daha sunalım. Bu defa Hıfzı Veldet Velidedeoğlu’nun İlk Meclis: Milli Mücadele’de Anadolu isimli eserinde yer bulan anlatıya göre, faili meşhur mebus Ali Şükrü Bey’in katlinin ardından Hüseyin Avni [Ulaş] Bey mecliste sarsıcı bir konuşma yapmıştı. Hatta Velidedeoğlu bu konuşmayı başından sonuna ayakta dinlemişti. Hüseyin Avni Bey, konuşma esnasında açık tehditlerle “Ali Şükrü’yü öldüren bilekleri kıracağız, o bilekler isterse sırmalı paşa bilekleri olsun!” demişti. Demesine demişti ama, bu sözler zabıtlarda yer almaz. Velidedeoğlu kendisinin hiç unutamadığı bu sözlerin daha sonra “Meclis Tutanak Dergileri’nden çıkarılmış olacak ki orada yerini bulamadım” diyerek zabıtlar üzerindeki bir rötuştan böylelikle bizi haberdar etmiştir.
(Sayfa 129)
İyisi mi yapılması gereken, zaten aslında olması gerekeni yapmak, hakkın hatırını her şeyin ötesinde tutmaya çabalamaktır.
(Sayfa 130)
Atatürk’ün meşhur “Çankaya sofraları”nın müdavimleri arasında yer alan pek çok ismin eserlerindeki Anadolu tasviri, aldatıcıdır.
(Sayfa 138)
Anadolu halkının Peygamberini dahi tanımayacak kadar din cahili olduğuna yönelik, inkılapları meşrulaştıran resmî söylemi edebî bir kisvede metne derceden Karaosmanoğlu’nun gerçekçiliği bizce biraz şüphelidir.
(Sayfa 140)
Hüseyin Avni (Ulaş) Bey, konuşma esnasında açık tehditlerle “Ali Şükrü’yü öldüren bilekleri kıracağız; o bilekler isterse sırmalı paşa bilekleri olsun!” demişti. Demesine demişti ama bu sözler zabıtlarda yer almaz. Velidedeoğlu kendisinin hiç unutamadığı bu sözlerin daha sonra “Meclis Tutanak Dergileri’nden çıkarılmış olacak ki orada yerini bulamadım” diyerek zabıtlar üzerindeki bir rötuştan böylelikle haberdar etmiştir.
((Sayfa 152) – Şamil Yayınevi – İlk Meclis: Millî Mücadele’de Anadolu, Hıfzı Veldet Velidedeoğlu))
Musul ve Kerkük mıntıkasının 1926’da Irak’a bırakılması, Meclis’in tüm adımlarına destek veren Kürd mebusların ve bölge insanının aldatılmış hissetmesine sebebiyet verdi.
(Sayfa 156)
… Kürdlerin yoğunlukta yaşadığı bölgenin mebusları, özellikle o bölgede doğmamış insanlarından oluşuyordu.
(Sayfa 158)
(…) Amasya Protokolü’nden itibaren Anadolu, “Türklerin ve Kürdlerin vatanı” olarak tarif edilmeye başlandı. Hatta “Kürdlere, onların içtimaî ve örfî bütün menfaatlerinin, bütün özelliklerinin karşılanacağını şimdiden taahhüt ediyoruz ki, Kürdler böyle bir güvene sahip olup, böyle bir güvence alsınlar” ifadeleri de aynı metinde yer aldı.
(…) Hatta 1924 tarihinde bizzat Büyük Millet Meclisi’nden yeni Kürd temsilcilerle gizli görüşme yapıldığı ve bu görüşmenin İngiliz arşivlerinde “Gizli Türk-Kürd Kongresi” olarak geçtiği bilinir. Yine 1923 yılının başında İzmit’te gerçekleştirilen basın toplantısında “Kürdlere özerklikten” bahsedilmişti.
“Biz bu Cumhuriyeti beraber kurduk” motivasyonu anlaşılan o ki, beka problemi atlatılana değin hep tedavüldeydi. Fakat ne olduysa oldu ve öyle bir vakit geldi ki “Türkiye Türklerindir” anlayışına, hatta Onur Atalay’ın belirttiği üzere “Türk’e Tapmak” sapkınlığına geçildi. (…) İsmet Paşa Türk Ocakları’nın İkinci Kurultayı (1925) münasebetiyle gerçekleştirdiği konuşmasında bu zorunluluğu “Vazifemiz Türk vatanı içinde bulunanları behemahal Türk yapmaktır. Türklere ve Türklüğe muhalefet edecek anâsırı kesip atacağız” sözleriyle dile getirdi.
((Sayfa 158) – Şamil Yayınevi – İttihat ve Terakki’den Kemalizm’e Kürtler, Naci Kutlay / Resmî İdeoloji ve Kemalizm, Alp Altınörs / Kürt Sorunu, Kökeni ve Gelişimi, Kemâl Kirişçi & Gareth M. Winrow))
İslâmcılığın tek parti döneminde zaruri, akabindeki süreçte yeşil Kemalistlere dönüşen politikacılar eliyle vicdani, en sonunda da ticari menfaatleri davasına tercih eden tiplerden ötürü ahlâki bir mahcubiyet yaşadığı maruftur.
(Sayfa 160)
Türkiye, siyasi, hukuki, askeri sınırlarını Kemalizmin ölçülerince tanzim etmiş olduğu için, Türkiye’de siyaset yapmak doğası gereği hep Kemalizmin gölgesi ve sınırları altında siyaset yapmak olmuştur. Sağ, sol ve merkez tavır farkı olmaksızın, rejimin sınırları içindeki her siyasi tavır kendini mecburen Kemalistleştirmek durumunda kalmıştır. Söz konusu mecburiyetin belli makul sebepleri vardır: Evvela siyasi partilerin Mustafa Kemal’e eleştirel yaklaşmamak gibi bir zorunlulukları vardır. Çünkü hem 5816 bunu hukukî olarak dayatır hem de kendisini uzun yıllar rejimin muhafızı olarak gören askeri çevreler üstü kapalı ya da açık olarak bunu dikte etmişlerdir.
(Sayfa 163)
… kulağa çok iddialı gelecek olsa da, Türkiye’de sağ, sol veya merkez farkı olmaksızın tüm siyasî partilerin Kemalizm’in birer yorumu olduğunu teslim etmemiz gerekecektir. Bu mânâda Kemalizm hem hukukî bir zorunluluk hem siyâsî meşruiyet dayanağıdır.
(Sayfa 166)
İslâmcılık, Osmanlı’nın son döneminde vücûda gelen, modern-siyasî-ideolojik teklif ve dayatmalara karşı İslâm’ın hâkim siyasî-kültürel paradigma olması gerektiğini savunan bir akımdır. Müslümanların böyle bir davaya girişme ihtiyacı moderndir ve bundan ötürü İslâmcılık da mevcudiyeti bakımından modern hareketler zümresindendir.
(Sayfa 168)
Zaten Kemalist çevreler bugün de hâlâ büyük oranda bir ide’ye değil, mitler üzerinde büyütülmüş bir ütopyaya bağlıdırlar.
(Sayfa 174)
Kemalizmin prensipleri kadar tartışmalı olan bir diğer önemli husus, prensiplerin hayata geçirilme usülüdür. Sürece yayılmış tedrici adımlar, halka müracaat etmeye dönük demokratik teşebbüsler, eğitim-öğretim yoluyla tanıtmaya matuf seçenekler yerine “halka rağmen halk için”ci, elitist, jakoben, diktacı ve süratli netice yollarının benimsenmesi, amaçladığı değişimin içeriğinden bağımsız olarak da toplumda ciddi travmalara sebebiyet vermiştir. Kemal Paşa’ya göre, inkılaplar ancak kanlı oldukları takdirde muhkem olur ve kalıcılık arz ederler. Dolayısıyla modernleşme, cumhuriyet, demokrasi gibi teşebbüslere sıcak bakan çevrelerde dahi devrimci adımlara karşı mesafe oluşmuş, devrim yerine evrim fikri dillendirilmiştir. Mezkûr travmaların izleri, problemleri geçmişten günümüze toplumun içinde yaşamakta, yaşatılmaktadır. Bu nedenledir ki, toplumun hemen her kesiminden Kemalizme muhalif isimler çıkmış veya bir başka savunma refleksi olarak Kemalizm esnetilmeye ve handiyse her renge büründürülmeye yeltenilmiştir.
(Sayfa 176)
Kadim dünyanın tatoliterliği ile modern dünyanın totaliterliği arasında tıpkı elitizmde olduğu gibi ciddi farklar vardır. Kadim dünyada totaliter devlet bazı şeylere karışırdı. Fakat modern dönemde totaliter devlet her şeye karışır vaziyettedir. Kılık kıyafetinizden tartı biriminize, ibadetinizi yapacağınız dilden vereceğiniz selama ve hatta yatak odasına kadar karışmak modern devletin totaliter mantığıyla alakalıdır. Zaten “modern devlet” olgusu, işbu totaliter arzunun neticelerindendir.
(Sayfa 179)
Post-Kemalizm literatürü olarak nitelenen ve “bütün suçu Kemalizm’e yükleyen” çalışmalarla ilgili şu noktaya temas etmek elzem: Gerçekten bu eserler Kemalizm’in açtığı yaraları, yakın tarihimizin meselelerini şeffaf ve yeter ölçekte konuşabildi mi ki suçun ve suçlunun ne/kim olduğunu tespit edebilsin? “Toplum buna hazır değil” kaygısının —daha doğrusu baskısının— henüz konuşulması gereken pek çok şeyi hiç konuşturmadığını ve meselelerin Kemalizm’e taalluk eden boyutunu hâlen sağlıklı bir biçimde tahlil edemediğimizi itiraf etmemiz gerekir. Post-Kemalizm literatüre katkı verdiği için adı zikredilen pek çok ismin yargılama, mahkûmiyet, kitap yasaklama gibi yaptırımlara maruz kaldığı ve daha söylenmesi gerekene nispetle belki de hiçbir şey söylemedikleri hâlde bedel ödedikleri kimseye meçhul olmasa gerektir. Yani söylenenler “Atatürk’e saldırmanın dayanılmaz hafifliği” içinde söylenmiş değil, bilakis onun hakkında sarf-ı kelam etmenin bitip tükenmez baskı ve tedirginliği içinde dile getirilmiştir.
(Sayfa 180)
Haz. Melih Çağrı Dönmez
0 Yorumlar