Mealci sorar: İmam-ı Azam kendi adına kurulmuş mezhepten haberdar mıydı ?
Paylaş:

images-2-1 Mealci sorar: İmam-ı Azam kendi adına kurulmuş mezhepten haberdar mıydı ?
Bir kısım din cahilleri “İmam Azam zamanında teşekkül eden bir mezhep oluşumu yoktur , Hanefilik onun adına uydurulmuş ve ona isnat edilmiş bir mezheptir” diyerek hadis-i şeriflerin Efendimize (s.a.v.) olan nispetini inkar ettikleri gibi Hanefi mezhebi ile İmam-ı Azam Ebu Hanife arasındaki nispeti de bu ucuz yaklaşımla inkar ederler..Oysa İmam-ı Azam üzerine yazılan menkıbe kitapları , biyografiler , tabakat kitapları , Mezhepler tarihi kitapları ve Hanefi mezhebinin gelişimini anlatan tüm eserler bu ilimden en ufak bir koku bulaşmamış atmasyonun aksini söylemektedir..Aşağıdaki yazımızda M. Ebu Zehra’nın Ebu Hanife adlı biyografi çalışmasından faydalanılmıştır..Şimdi bu bilinçsizce ortaya atılan iddiayı ayrı ayrı delillerle çürütelim. Esasında böyle zayıf, saçma bir iddiayı temizlemeye bir kurşun yeter ; bizim bir şarjörü boşaltmamız iddianın sağlamlığına , kuvvetine değil böyle iddiaların bu kadar delillerin çapraz ateşi altında yaşamasının veya hayatiyetlerinin devamının muhalliğine yorulmalıdır..Onların yaşayabileceği tek mekan vardır : Cahillikte ihtisas yapmış ve uzmanlık derecesini kazanmış kişilerin hayal dünyası..

1.delil: 60 bin mesele ne için halledildi?

Öncelikle iki mesele üzerinde duralım:

Takdiri Fıkıh Ve Ebu Hanife : Takdiri fıkıh dediğimizden murat: Vuku bulmayan mes’eleler hakkında verilen fetvalardır. Bunların vuku bulduğu farz ederek hükmü beyan olunur. Re’y ve kıyas fukahâsı fıkhın bu nev’inde biraz çokça ileri gitmişlerdir. Bu ahkâma göre buldukları illetle­rin muttarit olduğunu göstermek için bir takım olayların vukuu­nu da farz edip öyle yürürler, bunları farz ettikleri olaylara tatbik ederek izaha çalışırlar. Ebu Hanife de böyle yapmıştır. Naslardan illetleri çıkarıp kıyas yaparken o da bu yolu tutmuştur.

60 bin mesele halletti denir. Hatta 300 bin mes’ele halletti diyenler var. Birinci rakam biraz fazlaca kabarıktır, mübalağadan hâli değildir. ikincisi ise kabul olunamaz. Tarihi Bağdat şunu naklediyor: Katâde Küfe’ye indiği zaman Ebu Hanife ona geldi ve :
— Ey Ebu Hattab, dedi, bir adam ailesini bırakıp gitse, ailesi yıllarca ondan haber almasa; karısı, kaybolan kocası ölmüştür zannıyla başka kocaya varsa, sonra birinci kocası çıka gelse bu mes’eleye ne dersin? Katâde;
— Bu mes’ele vuku buldu mu? dedi.
— Hayır.
— Öyleyse vuku bulmayan bir şeyi bana ne diye sorarsın?
— Biz belâ gelmeden önce hazırlanırız, bela gelip çatınca ne­reden girip nereden çıkacağımızı bilelim diye..Ebu Hanîfe’nin vuku bulmamış mes’eleleri ele alıp cevabını hazırlama hakkındaki görüşü işte budur. Hakikaten Ebu Hanife sırf faraziye yapmak hevesiyle bu işe sarılmış değildir. Nasları anlatmakta derinleşmesi, fıkıh mes’elelerini inceleme merakı onu buna götürmüştür. O her nevi mes’eleyi ele alıp illetlerini bulu­yor, onları gruplara ayırıyor, “şu sebepleri, şu neticeler doğurur” der gibi hepsinin illetini tespit ediyor bir fıkıh sistemi kuruyor ve mes’eleleri muttarit [muntazam , sıralı] kaideler altına alıyordu. Onun için takdirî fıkıh kıyasın doğurduğu bir şeydir. (Muhammed Ebu Zehra , Ebu Hanife)

Bir ihtimal: Fıkhı Ekber’in 60 bin mesele ihtiva ettiği söylenir :…Fıkh-ı Ekber denen eserin akaide dair değil de, fıkha ait bir eser olduğu da söyleniyor. 60 bin veya daha fazla mes’ele ihtiva edermiş. Fakat böyle bir eser bugün elde bulunmuyor. Göz önün­de olmayan bir eser hakkında tetkikat yapıp bir şey söylemek ol­maz. Meşhur olan Fıkh-ı Ekber’in akaide dair olduğudur ve elde mevcut olup her tarafa yayılmıştır. Bunun nispetinde söz varsa da elde olan budur. Meydanda olmayan başka bir eserin varlığını farz etmeye hacet yoktur, eldeki Fıkh-ı Ekber akaide dairdir.

Her iki anlatımdan çıkan sonuç ve meselemiz açısından değeri:

İmam Azam ve çevresinde öyle büyük öyle mükemmel bir ilim halkası vardı ki bunların bitip tükenmek bilmeyen bu titiz çalışmaları , 60 bin mesele gibi sadece anın veya içinde bulunulan zamanın değil gelecek zamanın da tüm ihtiyaçlarına ve suallerine cevap aranması bu fıkhın en baştan beri ümmetin hizmetine sunulmak için var olduğunun en önemli delilidir..

Dolayısıyla baştaki din cahilinin böylesi iddiaları öne sürmeden evvel çözmesi gereken bir soru da bu 60 bin meselenin ne için halledildiğidir..
-Bir insana sırf karnını doyurmak için bir tabak yemek yeter , eğer koca bir stadyuma masalar atılıp 60 bin kişilik servis açılıyorsa o hazırlığın tek kişi için yapılmadığını beyin nimetinin tek bir nöronundan faydalanmış olanlar rahatlıkla anlayacaktır..

2. İmam Azam gibi 100 senede değil bin senede bir benzeri gelmeyen şahıslar , ilim sahasında belli bir özel mevkide geldiklerini , adeta ısmarlama olarak gönderildiklerini ; kendilerine verilen üstün yeteneklerin ve olağanüstü ilmin sırf nefislerini kurtarmak için değil ümmetin istifadesine sunulmak için verildiğini bilirler..Hakeza hiç bir alim sırf şurada 3-5 talebe okutayım da gerisi önemli değil diyerek hedefi küçük tutmaz..Hele bu İmam Azam gibi büyüklüğüne mealciler bile şapka çıkarmak zorunda kaldıkları abide şahsiyet ise..
Hadis-i şerif faydalanılan ilmi sadaka-i cariye saymışken böyle bir ihtimalin varlığını düşünmek güçtür:

Bir Müslim hadisinde şöyle denmektedir: Resulullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) :
«İnsan öldüğü vakit bütün amelleri ondan kesilir. Yalnız üç şeyden : sadaka-i cariyeden, faydalanılan ilimden ve kendisine dua eden salih evlattan kesilmez.» buyurmuşlar. Ulemanın beyanına göre bu hadisin manası: Üç şeyden başka bü­tün ameller ölümle sona erer; yeni yeni sevap yazılmaz olur, demek­tir. Bu üç şeyden sevabın kesilmemesi bunlara meyyit sebep olduğun­dandır. Zira evlat doğrudan doğruya onun kesbidir. Talim veya tasnif suretiyle geriye bıraktığı ilimle sadaka-i cariye yani vakıf da öyledir. (Müslim , Vasiyet-14)
Geriye faydalı bir ilim bırakmaya teşvik eden böyle bir hadis varken hangi alim “benim bıraktığım bu faydalı ilimi sadece talebelerim okusun , benden sonrakiler istifade etmesin” diyebilir?

İnceleyin:  Selefilik İddiası Mezhepsizliğe Bir Köprüdür

3. Geriye kendi eliyle yazılı kitap bırakmaması (risaleler bırakmış) devrinin özelliğine aittir , fıkhının yayılmasını isteyip istememe ile ilgisi yoktur:

“Ebu Hanife Fıkhının Naklî: O, Bablara Göre Fıkıh Kitabı Yazmıştır

Ebu Hanîfe’nin fıkıh bablarına göre tertiplenmiş fıkha dair bir eseri bilinmiyor. O asrın ruhuna ve zamanına akışına uygun düşen de budur. Zira kitap yazmak onun ömrünün son günlerine kadar şuyu bulmuş değildi. Bu iş onun vefatından sonra yayıldı. Müçtehitler sahabe devrinde bile fetvalarını ve içtihatlarını yazmaktan çekinirlerdi. Hatta Hz, Peygamberin Hadislerini bile yazmadılar Kur’ân-ı Kerîm’in bulunmasını arzu ediyorlardı. Çünkü Şeriatın direği Kur’ân’dır, O açık nurdur, kıyamete kadar kopmadan devam edecek bağlantı O’dur. Sonra ulema Hadisleri, fetvaları ve fık­hı yazmağa mecbur oldular. Medine fukahası Abdullah b. Ömer’in, Hz. Âişe’nin îbn-i Abbas’in fetvâlariyla onlardan sonra Medine’de gelen tabiinin fetvalarını toplamağa başladılar. Onlara bakıyorlar, onlara göre hüküm veriyorlardı. Iraklılar Abdullah b. Mes’ud’un fetvalarını, Hz. Ali’nin hükümlerini ve fetvalarını, Kadı Şureyh’in hükümlerini ve diğer Küfe kadılarının verdikleri hükümleri topla­dılar. İbrahim Nahaî fetvaları ve-esasları bir mecmua halinde top­lanmıştır. Ebu Hanîfe’nin üstadı Hammâd’ın da bir mecmuası vardı. Fakat anlaşıldığına göre bu mecmualar bablara ayrılmış, umum arasında yayılmış kitaplar halinde değildi. Bunlar müçtehidin ken­disi müracaat etmek için hazırladığı hususi notlar, müzakereler hâ­linde idi. Kitap hâlinde halka çıkarılmıyordu. Unutmayayım diye kaydettiği notlar kabilindendi. Ashabdan bazısının dahi bazı nadir hallerde böyle yaptıkları olurdu, bazı şeyleri not ederlerdi. Hatta Hz. Ali’nin bazı fıkıh hükümleri yazılı bir defteri yanında taşıdığı rivayet olunmaktadır. Öyle anlaşılıyor ki, bu nadir haller tabiin devrinde biraz artmağa başlamış, daha sonra te’lif ve tedvinin nü­vesini bunlar teşkil etmiştir. imam Malik Muvatta’ kitabını yazdı, imam Ebu Yusuf Kitab’ül-Harac’ı ve Irak fıkhına dair diğer eserle­rini yazdı. Sonra imam Muhammed b. Hasan te’Iif işini esaslı bir şekilde ele aldı. Irak fıkhını tamimiyle bir bütün hâlinde yazdı.”(Muhammed Ebu Zehra , Ebu Hanife)

4. Fıkhını kendi yazmasa bile yazan talebelerine onay vermiştir:
Onun Akvâlînî Talebeleri Toplamıştır

Ebu Hanîfe’nin fıkha dair bablara göre yazılmış bir fıkıh ki­tabı yazdığını bilmiyoruz. Fakat talebelerinin onun re’ylerini topla­dıklarını onun sözlerini kaydettiklerini kat’î olarak biliyoruz. Hat­tâ bazen bunları bizzat Ebu Hanife talebesine dikte ettirirdi. Ebu Hanîfe’nin re’ylerini nakleden imam Muhammed’in kitaplarının hepsi üstadından işitir, fakat kaydetmediği şeyler olmasına im­kân yoktur. Onları üstadının vefatından sonra yazmış olamaz. Bel­ki de bunlar hususi notlarda kayıtlı olup aynı zamanda üstadı olan Ebu Yusuf’un ve başkalarından almış olmalıdır. Onların bir kısmı­nı ancak Ebu Hanîfe’den doğrudan almıştır, Çünkü o küçücüktü. Ebu Hanîfe’nin dersinde bulunduğu zamanlar kısadır, bunca mes’eleler o dar zamana sığmaz. ;Ebu Hanife öldüğü zaman onun yaşı bunca mes’eleleri ihata etmesine müsait değildi. Ebu Hanîfe’nin vefatında 18 yaşında bulunuyordu. Bu yaş onun kitaplarına doldurduğu o mes’elelerin hepsini Ebu Hanîfe’den duymasına imkân verecek yaş olamaz. Bunları İmam-i A’zam’ın talebelerine ma­ruf olan tedvin edilmiş mecmualardan almış olmalıdır. Başka tür­lüsüne ihtimal verilmez. Bunların hepsini Ebu Yusuf’tan dinleme suretiyle alıp yazmasına da imkân yoktur. Eğer böyle olmuş olsay­dı behemehal senedi zikreder, rivayet yolunu gösterirdi. ilmî ema­nete riayet ederdi.
Ebu Hanife kendi gözetiminde Reylerini tedvin ettiriyor:

Bazı rivayetler biliyoruz ki, onlar Ebu Hanîfe’nin talebeleri üstatlarının re’ylerini tedvin ettiklerini, yazıp kaydettiklerini göste­riyor. Ebu Hanife o yazılanları gözden geçiriyor, muvafık olanları bırakıyor, yanlış olanları düzeltiyordu. İbn-i Bezzazı Menakıbı’nda şunu kaydeder:

Ebu Abdullah diyor ki, Ebu Hanîfe’ye kendi kavillerini okur­dum. Ebu Yusuf da ona kendi kavillerini katmıştı. Onun sözünün yanı sıra Ebu Yusuf’un kavlini zikretmeğe çalışırdım. Birgün dilim kaydı, onun kavlini zikrettikten sonra burada başka bir kavil de var, dedim. O kavli söyleyen kim? diye sordu. Bundan sonra zikretmeyeyim diye Ebu Yusuf’un kavillerine işaret koyardım. [2]

Bu rivayet bizim yukarıda çıkardığımız makul manayı teyit et­mektedir. Ebu Hanîfe’ye kitap nispet edenlerin veya fıkıh kitabı yazdı diyenlerin sözleri bu esasa göredir. Yani talebeleri onun ne­zareti altında ve bazan onun gözden geçirmesi suretiyle onun akvâlini yazmışlardır.

Talebeleri Notlarını Ona Okurlardı

Bu yazılmış mecmuaların Ebu Hanîfe’ye nispeti derecesi ne olursa olsun, fıkıhta Ebu Hanîfe’nin kitabı addolunacak bir eser biz bilmiyoruz. Ortada böyle bir eser yoktur. Fakat Mekkî Menakı­bı’nda şöyle diyor:

«Ebu Hanife bu şeriat ilmini ilk tedvin edendir. Ondan önce kimse bunu yapmamıştır. Çünkü ashab ve tabiin şeriat ilmini bablara ayırmadılar ve kitaplar tertip etmediler. Onlar anlayış kud­retlerine güvenirlerdi. Kalplerini ilim sandığı ittihaz etmişlerdi. Ha­fızalarına dolduruyorlardı. Onlardan sonra Ebu Hanife yetişti. İlmi yayılmış gördü. Sonra gelen kötü neslin onu zayi etmesinden kork­tu. Nasıl ki Hz. Peygamber buyurur: «Allahu Teâlâ insanların elin­den çekip almak suretiyle ilmi ortadan kaldırmaz; ilim, ulemanın ölümü sebebiyle ortadan kalkar. Cahil rüesa kalır. İlimleri olmadığı halde fetva verirler, hem saparlar, hem sapıtırlar.» Ebu Hanife işte bunun için fıkhı tedvin etti. Onu bablara ayırdı. Kitap hâlinde kısım kısım tertip etti. Kitab-ı Taharetle başladı. Sonra namaz, son-la diğer ibadetleri yazdı. Arkasından muamelat kısımları geldi, sonra mirasla bitirdi. Evvela taharetle başlayıp ve arkasından na­maz kısmına geçti, çünkü mükellef olan insan iman edip itikadım düzelttikten sonra ilk olarak namazla muhatap olur. Namaz iba­detlerin başıdır.»[3]

İnceleyin:  Yatsı Namazını Vaktinde Kılmak

Bu sözden anladığımız tedvinden maksat onun talebelerinin hazırladığı şeylerdir. Racih olan onlar bunu üstatlarının irşadiyle yapıyorlardı. Onun içindir ki Mekki, kitabında Ebu Hanife’nin talebeleriyle birlikte mes’eleleri nasıl incelediklerini bize şöyle anla­tıyor:

«Ebu Hanife mezhebini talebeleriyle müşavere yoluyla vazet­miştir (ortaya koymuştur). [bu cümlenin baştaki iddiayı nasıl çürüttüğüne dikkat edelim] Onlarsız tek başına kurmuş değildir. Dindeki içtihadında Allah ve Resulu için mü’minlere nasihatte gayet samimi idi, Mes’eleleri birer birer ortaya atar, onları her cihetten inceler, talebele­rinin, düşüncelerini dinler, kendi görüşlerini söyler onlarla münaza­ra yapar nihayet bir kavil üzere karar kılarlar, sonra Ebu Yusuf onu usule göre tespit ederdi. Böylelikle usulün cümlesi tespit edil­miş oldu.»[4]

5. Talebeleri İmam Muhammed ve Ebu Yusuf Mezhebin yayılmasına çalıştıkları için hata ettiler denilebilir mi? Onlar üstatlarından aldıkları ders ile bunu yaptılar:

Ebu Hanîfe’nin talebelerinin, üstatlarının mezhebini be­yân ederek yazılı bir tarzda sonrakilere nakil suretiyle bu mezhebe yaptıkları hizmet, Ebu Hanîfe’nin mevkini çok yükseltmiştir. Çün­kü bu zatların her biri haddi zatında kendileri de birer imamdır. Ebu Yusuf şanı bü­yük bir imamdır. Uzun müddet devletin baş kadısı idi. imam Muhammed de, Ebu Yusuf gibi, re’y fıkhı ile Hadis fıkhını bir arada toplamış bir zattı. Irak fıkhının râvîsi olduğu gibi imam Mâlik’in Muvattânın da râvisidir. O bu iki meslek arasını gayet uygun bir surette birleştirmiştir. İlmî kudretleri meydanda olan bu imamla­rın üstatlarının fıkhını sonra gelenlere naklederek onun fıkhının râvisi olmağa razı olmaları, sonraki asırlarda Ebu Hanîfe’ye bir ilmî mevki kazandırmıştır. O fıkhını böyle imamların naklettiği büyük imam olarak tanınmış, imam-ı A’zam unvanına bihakkın liyakat kazanmıştır..

6.Ebu Hanife de kendi talebelerinin ve fıkhının tüm cihana yeteceğinin farkındaydı :

Ebu Hanîfe’nîn Talebelerini Takdîmî

Ebu Hanîfe’nin bir çok talebesi vardır. İçlerinden bazıları on­dan ders almak üzere başka yerlerden gelirler, bir müddet onun derslerine devamla onu dinleyerek onun usulünü ve yolunu öğren­dikten sonra memleketlerine dönerler, içlerinden bazıları ise daima onun dersine devam eder, ondan ayrılmazdı. Dersine devam edip ayrılmayan talebeler hakkında bir defa şöyle demişti: «İçlerinde 36 yetişmiş adam var, onlardan 28’i kadılığa yarar, altısı fetva maka­mına yarar, ikisi ise hem baş kadılığa ve hem de fetva makamına lâ­yıktırlar, bunlar da Ebu Yusuf’la Züfer’dir.[5] [Burada sormak lazım bir insan koca bir Abbasi devletinin baş kadılığına layık böylesi talebeleri neden yetiştirmiştir..Herhalde mahalledeki bir kaç tıfıla Kuran tilavetini öğretmekle sınırlı bir hayali olamaz bu kişinin..Büyük insanların gaye-i hayalleri de büyük olur..Cihana açılmak ve fıkhıyla cihanın ihtiyacını karşılamak gibi..]

Kadılık ve fetva makamlarına liyakat hususunda Ebu Hanîfe’­nin talebeleri hakkında bu hükmü, onun hayatta bulunduğu sıra­da idi. İlmî olgunlukları ve yaşları itibariyle bu mühim mevkiler işgale müsait olanlar o zaman bunlardı. Bu bakımdan İmam Muhammed b. Hasan’ı onların arasında saymaya imkan yok. Çünkü Ebu Hanife öldüğü zaman o henüz 18 yaşında bir gençti. Bu yaşta bir genç ise akıl ve fıkıh bakımından kadılığa ehil olacak derecede olgunlaşmış sayılmaz. Kadıları bu yaştaki gençler arasından seçmek âdet değildir. Yaşı küçük olan imam Muhammed, Ebu Hanîfe’nin vefatından sonra parlamıştır. Şunu da kaydedelim ki, hassaten Ebu Hanîfe’nin fıkhı ve umumi olarak da Irak fıkhı Muhammed b. Hasan’m kitaplarına borçludur. Onun hıfzedip gelecek nesillere ve­ren odur. Baş vurulacak mercii, kana kana içilen kaynağı o ha­zırlamıştır. (Muhammed Ebu Zehra , Ebu Hanife)

Sonuç: Ebu Hanife’nin talebeleri içinde en az 3 tane baş kadılığa liyakatlı kişi vardır..Ebu Hanife’nin takdiri fıkhı sadece zamanın değil daha sonrasının da ihtiyaçları gözetilerek oluşturulmuştur..Ebu Hanife Hakikat-ı Muhammediyye’yi ve Ehl-i sünnetin cadde-i kübrasını temsil etmeye aday bir fıkıh ortaya koyduğunu ve fıkhının cihanı ışıtacağını tahmin edebiliyordu ..Devrini , yaşadığı coğrafyayı aşan tüm gayretleri, çalışmaları ve hazırlıkları bu amaca hizmet eder mahiyettedir.

[1] İbn-i Nedim, Fihrist, s. 286.
[2] İbn-i Zezzâzî, Menâkıb-ı imam-ı A’zam, c. II, s. 109.
[3] Mekki, Menakıb-ı Ebu Hanife, c. II, s. 136.
[4] Mekki, Menakıb-ı Ebu Hanife, c. II, s. 136.
[5] Îbn-i Bezzâzî, Menâkıb-ı İmam-ı A’zam, c. n, s. 125.

 

http://ahmednazif.blogspot.com.tr/2013/11/mealci-sorar-imam-azam-kendi-adna.html