I.BÖLÜM
KİMLİK
“Felsefeye haddinden fâzla değer vermekten ve bu nedenle de ondan fazlasıyla bir şeyler beklemekten vazgeçmenin zamanı gelmiştir. Dünyanın bugünkü buhranında gerekli olan şudur: Daha az felsefe ama düşünmeye daha fazla saygı; daha az edebiyat ama hecelemeye daha fazla İhtimam. Geleceğin düşünmesi artık felsefe değildir; çünkü o, felsefeyle özdeş olan metafizikten daha köklü düşünmektedir. Ama geleceğin düşünmesi, Hegel’in istediği gibi “bilgelik sevgisi” adından vazgeçip, mutlak bilgi biçimindeki bilgeliğin kendisi olmayı da isteyemez. Düşünme, kendi özünün başlangıçtaki yoksulluğuna doğru iniş halindedir. O, dili sade bir söyleme doğru biriktirmektedir. Böylece nasıl ki bulutlar gökyüzünün bulutlarıysa, dil de Varlığın dilidir. Düşünme, söylemiyle dilin içine görünmeyen izleri bırakır. Bu izler, yavaş adımlarla tarlada yürümekte olan çiftçinin bıraktığı izlerden bile daha görünmezdirler.”
Martin Heidegger, Hümanizm Üzerine.
Hümanizm Üzerine adlı yazdığı mektuptaki epigragraf olarak aktarılan sözlerin sahibi Heidegger’e kadar, varlık meselesi Batı felsefesinde çözülememiş bir mesele olarak kalmıştır. Bununla birlikte Heidegger’den sonraki dönemde varlık üzerine araştırmalar, meseleyi açıklığa kavuşturmayı amaçlarken, farkında olmadan mevcut olan karardığı daha fazla artırmışlardır. Batı felsefesi en baştan beri yanlış bir yola girdiği için varlık onda her zaman çözülememiş mesele olarak kalır. Felsefe, tarihi boyunca her bir filozof kendi düşüncesini ileri sürerken daha önceki filozofların varlık anlayışım eleştirmiş ama nihayetinde açık bir varlık anlamına kavuşulamamıştır. Varlık meselesini aydınlığa kavuşturma çabasına giren birinin önce onun üzerindeki tarihsel ve felsefi açıklamaların ürettiği zifiri karanlıktan kurtulması gerekir. Zifiri karanlık: Bu karanlıktan en başta Batı felsefesinin sorumlu olduğu kesindir. Zira Heidegger’in gösterdiği üzere orada varlık asli manasından uzaklaştırılarak “varolan” tarzında bir varlık gibi düşünülür: Varlık böylcce, varolanlar gibi, nesneler gibi ve o nesneleri oluşturan fikirler bütünlüğü içinde temsil edilir.
Batı felsefesini düşüncesiyle en baştan belirlediği anlaşılan Platon tarafindan “idea”olarak sunulan varlık fikri, felsefe tarihin- | de temel anlamıyla kalıcı bir etki yapmıştır. Varlık bu tarzda fikir olarak bahse konu olunca, onun anlaşılması entelektüel düşünce faaliyetine bağlanmıştır. Daha sonra felsefe tarihinde onun temsil mantığı üzerinden ifade edilmesi yolu sürekli tekrar eder. Batı felsefesi bu anlamda her zaman Platoncu’dur. Diğer yandan temsil mantığı olarak ifade ettiğimiz düşünce biçimi kendi içinde zaten temsil edilen ve temsil eden olarak ikiye bölündüğünden varlık konusunda temelde kapatılamaz bir yarık veya ikilik ortaya çıkar. Temsil imaj olarak varlığın formel anlaşılmasıdır: Düşünülen varlık önde/karşıda duran şeyin bir temsili olarak akılda karşılığı olan bir anlama kavuşur.Temsil mantığında temsil edilenin yanında temsil edenin zorunlu olarak bulunması düşünceyi özne tarafına yaklaştırmıştır; bu durum modern felsefeyle tasdik edilmiş ve düşünce tamamen öznenin faaliyetinin sonucu olarak görülmüştür
Böylece temsil eden tarafindan ve temsil edenin kayıtlı düşüncesi bakımından sınırlandırılan varlık anlayışına geçilir çünkü temsil eden beşerî bir özne olduğu için düşüncesi sınırlı ve kayıtlı kalmak zorundadır. Varlık öznenin düşüncesinin gücüne tabi olduğunda tamamen asli varlık olma özelliğini kaybederek beşerî bir tasarımın nesnesine dönüşür. Varlık buradaki beşerî tasarımın nesnesine dönüşmesi boyunca içeriden kuşatılmak istendikçe, ayrıca zorunlu olarak dışsal kalan bir boyuta işaret etmek zorunda kalır. Beşerî tasarım kendi kategorileri içinde önde/karşıda bulduğu nesne hakkında sınırlandırıcı ve kısmi bir anlayışla varlığı dışsal boyutu ile ıskalamaya başlar. Varlık bu tarz düşünceden sürekli uzaklaşma eğilimi gösterir. Varlık hakkında bahsedilen sınırlandırıcı tutum temsil edenin olduğu düşüncede her seferinde geri döner. Varlık isterse sonsuzca temsil edilsin buradaki sınırlandırıcı tutumdan çıkılamaz. Descartes’ın varlık hakkındaki düştüğü sorun tam olarak budur: Düşünen özneden bir türlü bağımsızlığını ortaya koyamadığı için onu “fikir’’üzerinden temsil mantığına bağlamak zorunda kalmıştır. Girilen temsil yolunda varlık tasarım ile sınırlandırılırken, düşünceye vaz edilen bir nesne olarak beşerin gücü nispetine indirgendiğinde, onun nesneleşmesi, el altında tutulan bir malzeme alanına dönüşmesinin yolu açılır. Bu son hâliyle varlık ile el altında tutulan şeyler arasındaki fark ortadan kaldırılmakta ve varlık şeyler tarzında temsil edilmeye indirgenmektedir. Düşüş ve dünyevilik.
Varlık ile şeyler arasındaki ortadan kaldırılan farkın tekrar nasıl ortaya konacağı ve bu farkın bizzat kendisinin anlamı gerçekten Bati felsefesi boyunca muamma olmuştur. Öncelikle varlığı dünyada bulunan “varolanlardan yani şeylerden ayırmak için bizzat düşüncenin kendisine başvurulmuştur. Düşünce bizzat varlık ve düşünülen nesnelerse onun temsilleri olarak ifade edilmek istendikçe aralarındaki ikilik çözüme kavuşamamış ve beliren soyut varlık anlayışı varlığın gerçekliği hakkında şüphelere neden olmuştur. Düşünce olarak yani entelektüel olarak ifade edilen varlık bu anlamıyla düşüncenin her şeye uzanan soyut formu olarak bütünsel aldın kendisidir. Fakat kendisine bu bakımdan bütünsel akıl olarak bakılan varlık anlayışı bulunduğu somut zemin bakımından yine de karan-lıkta kalır. Burada somut zemin olarak bahsedilen gerçeklik ya da olgusallık, şekil, form, nitelik, tarih veya dünya üzerinden tesis edilmek istenilen düşüncenin imajı olmuştur. Beşer düşünce adı altında somut gerçekliği farklı adlarla hayal eder, yani kurgular. Aynada olduğu gibi nesne düşüncede yansır; ama yansıtan ve yansıyan arasındaki benzerlik sadece form meselesidir. Aynaya dokunmak iste- diğimizd^armağımıza dokunamayıp sadece ayna camının dış yüzeyine temas ettiğimiz gibi düşüncede hayal edilen şeylere gitmek istediğimizde onları sadece birer boş görüntü tarzında yakalarız. Bütünsel düşünce aynasında şekil, form, nitelik, tarih veya dünyanın somut zeminde nasıl tesis edildiği yeterince açıklığa kavuşmadığından düşüncenin hayalinden başkasına ulaşılamaz. Farklı adlarla adlandırılan somut zemin belirsizliğinde ellerden kaçar gider.
Bununla birlikte Batı felsefesinde form ve madde arasında en baştan beri bir fark olduğu için somut zemin daha çok madde tarafında bırakılmıştır. Daha sonra ortaya çıkan maddeci fikirler her seferinde şeylerin zeminini tartışma konusu yapmış ama niteliği niceliğe indirgedikleri sürece içinden çıkılmaz problemlere yol açmışlardır. Maddenin somut zemin olarak ele alınması varlık meselesini çözmeye yeterli değildir. Aynada olduğu gibi aynanın arka yüzü hiçbir şeyi yansıtmayan bir karanlıktan ibarettir. Madde üzerine modern araştırmaların bize gösterdiği üzere madde konusunda ne kadar ileriye gidilirse gidilsin varlık hakkında açık bir bilgiye ulaşılamaz. Maddenin ilkesi veya başlangıcı karanlıktan ibarettir. Maddecilik bu noktaya fazlaca anlam yüklemek istemediğinden varlık meselesini askıda bırakmıştır. Eskiden beri materyalist felsefede bilindiği gibi madde sonsuzca bö- lünebilen bir şeydir» onun üzerinden belirli bir ilkeye varmak ancak bir kabul ile mümkündür. İdealist düşüncenin maddenin berisindeki formu mantıki olarak devreye sokmak istemesini burada anlayışla karşılayabiliriz, fakat yukarıda bahsedilen somutluktan uzaklaştığı oranda formun maddeyle nasıl bir tertip içine girdiği yine de bizim için sır olarak kalır. Modern felsefe bu zemini düşünen özne olarak sabitlediğinden beri bütünsel akıl fikri yukarıda bahsedilen sorunlarla çevrelenir. Doğrusu düşünen özne merkeze koyulduğundan beri varlık içinde ikilik kaçınılmazdır; düşünen özne ve yer kaplayan madde arasında bir türlü uzlaştırılamaz aynlık arasında düşünce istikrarsız bir biçimde hangi yöne yöneleceğini bilemez duruma gelir.
- • • •
Form ve madde, düşüncey ile varlık arasındaki uzlaştınlamaz ayrılığın çözümü aslında ikisi arasındaki farkın yapay bir fark olduğunu görmekten geçer. Aslında madde denilen şey formdan, form da maddeden bağımsız değildir. Fenomenolojik olarak aralarındaki fai k sadece aynı şeydeki perspektif farkıdır: Bir şekerin miktarıyla tadı arasındaki fark şeker denilen aynı şey üzerinden farklı perspektiflere denk gelir. Ama buradaki reel şey üzerindeki uzlaşmacı tutum bizi varlık meselesine götürmez; sadece nesnenin varlığında ortaya çıkan Kartezyen ikiliğin çözümünü sağlayabilir. Varlık şey değildir ama şeyler vardır: Ağaç, kalem, masa vardır; onlar şeylerdir ama varlık onlar gibi bir şey değildir. Varlık şeylerin var olmasını düşüncede mümkün kılan varlıktır: Tek tek şeyleri yani varolanları gösterebiliriz ama varlığı gösteremeyiz. Varlık olarak gösterebileceğimiz bir şey yoktur.
Aristoteles Lamb- da:Metafizik Kitap adlı kitabının çok tartışılan pasajlarında, varlığı, kendini akleden akıl fikri üzerinden, en üst ilke olarak açıklamak istediğinde yine aynı meseleyi devam ettirmiştir. Değişime, bozuluşa tabi olmayan ve her şeye düzen veren bu ezelî ve ebedî “müstakil” varlık fikri Batı felsefesinin ilah olarak düşündüğü entektüel “Tanrı” fikrinden başkası değildir. “Müstakil” olması doğuş ve bozuluşa tabi herhangi bir maddi unsur ile bulaşmamış olması demektir. Belirleyici olan diğer bir nokta ise, Lambda kitabının başında söylenen teorik faaliyetle ilgilidir. Teorik olarak varlığı göz önüne getiren entelektüel bakış nihayetinde varlığı kendi kendine akleden olarak belirlediğinde daha önce bahsedilen problemlerden kurtulamaz. Nihayetinde burada yürütülen soyutlama bizi, kendisi hakkında sadece mantıki ve formel bir belirlemeden başka bir şey olmayan varlık anlayışına götürür. Varlık hakkında sadece soyutlama yapılarak bir fikir edinmek idealist bir tutumdur; gerçek tecrübede beşerî düşüncenin tecrübesinde sınırlandırılmış “kısmi” bir metafizik olmaktan öteye geçemez.
Bununla birlikte varlık şeylerden oluşmuş diyerek basit bir maddeci akıl yürütme yaparak işin içinden çıkamayız. Varlık eğer şeylerden oluşmuşsa, varlıktan daha önce şeylerin olduğu varsayılmış olunur İd bu durumda şeyleri var eden varlığın kendisi açık- lanamadan kaldığı için düşünce kendi içinde boş dönmeye devam eder. Varlık hakkında soyutlama yapmadan bir fikir edinmek Batı felsefesinin girdiği “thcoria” yolu boyunca kapatılmıştır. Hatta onunla ilgili somut tecrübe imkânı ortadan kaldırılmış, belirsiz bir spekülasyonun önü açılmıştır. Onun somut tecrübesini Hegel’de gördüğümüz gibi tarihte aramak ise diğer bir soyutlama tarzı olarak kalır; tarihin sonunda varlık kendini açacaksa, tarihin taşıyıcısı olan aktüel bireyler sona ulaşamadıkları sürece varlığın hakikatini ıskalamaktan başka bir şey yapmış olamayacaklardır. Hegel’in varlık için en başta düşündüğü “dolaysız belirsiz” varlık fikri yerinde durmaz, tarihte kendini açacak bir temsil mantığına bağlanır. Böy- lece Hegel de forma dayalı aynı metafizik geleneğin bir devamcısı olarak kalır. Aslında madde orada duran ve bütünüyle bilinmeyen bir şey değildir; o kendini beşer için, histe veya duyumsamada açan şeydir: Bir şeylere dokunuruz veya bir şeyin tadım bakarız. Madde kendisini hisse sunduğu oranda bizim için var olmaktadır. Ba- । tı felsefesi için en başından beri maddenin tesis edildiği alan “duyumsama” olarak ifade edilen algıdır. Algı bilgi zemini halamından sorun konusu edildiğinden beri maddenin varlığı çözümsüz kalır. Algı bizi her daim yanıltma imkânına sahip olduğuna göre, onda beliren maddenin de yanıltıcı bir karakteri olmalıdır.
Bilindiği üzere, modern felsefenin başlangıcında Varlık ile ilgili yanılgı ihtimalinden çıkmanın yolu açık ve seçik fikirleri sunan düşüncenin veya bilincin kendisi olarak takdim edilir. Maddeyi fikre tabi etmek istemeyenler ise realist bir tutumla onda zaten bilgi olduğunu savunurlar fakat bu sefer bilginin özneye geçmesi şeylerin aynada yansıması gibi sadece maddeden gelen izlenimlerin karşılığı hâline dönüşmek zorundadır. Her iki yolla hem idealist hem realist yolla, maddenin gerçek varlığına ulaşılamaz; arada bilgi alanına müdahil olan beşer her seferinde algıda maddeyi sınırlı bir alana getirerek görmek zorundadır. Etik alanında aynı bakış açısı devam ettirilir: Maddenin zemini olarak algı yanılgı imkânına sahip olduğu için beşer için özgürlüğü önündeki engeldir. Özgürlük madde denilen bir şeyden yani algının bulunduğu beden denilen şeyden özgürleşme olarak belirir. Batı felsefesi için özgürlük en baştan beri maddeyle doğrudan bağlantılı algıdan kurtulup akla ulaşmakla mümkün görülmüştür. Bunun sonucunda, maddi alana yani diğer bir ifadeyle bedene bağlı bütün algıların terk edilmesi yoluna gidilmek istenmiştir. Batı felsefesinde, Platon ve onun takipçisi olan Yeni-Platonculuk ekolünde bariz olarak görüldüğü gibi “beden”, “ruh” için bilgi yolunda engeldir; bu fikirle temellenen bütün entelektüel maneviyat “beden”i yok saymaya çalışır, imkânsız çaba olarak “algı”dan ve “beden”den kurtulma çabası, maneviyatın kendisini içinden çıkılamaz bir sorun hâline dönüştürmüş ve Batı tarihinde bilinen büyük nihilist kırılmayı hazırlamıştır. Batı tarihinde etik ve maneviyat üzerinden başlayan bu kırılmanın ciddi sonuçları olmuştur, idealizmin çöküşü, maddeciliği bilimin yegâne tutumu hâline dönüştürmüş ve artık algıda ölçülemeyen ve hesaplanamayan hiçbir şey hakkında varlık hükmü verilemez hâle gelmiştir. Batı felsefesinde varlık halikındaki çıkmaz yolun sonuçları kısaca ifade ettiğimiz bu cümlelerde anlaşıldığı üzere din ve ahlak anlayışlarını da temelden etkilemiştir.
Maddeci bilim anlayışının her alanda özellikle psikoloji ve sosyolojide gelişmesi beşerî bilimlerin temelini oluşturmuş, böy- lece pozitivizmin haksız yere bilimin tek geçerli yolu olması sonucunu doğurmuştur. Pozitivist tutum ile her anlamda maddeyle ilgili sınırlı da olsa bilgiye ulaşılmadığı iddia edilemez ancak varlık hakkında bu yolla hiçbir tatmin edici noktaya ulaşılamadığım görmek gerekir. Pozitivist nesnesini ölçüp biçerken sadece nesnesinden koparabildiği kadar algıyı anlamlandırabilir, koparabildiğinin ötesinde kalan ise onun için belirsiz ve metot bakımından bilginin dışında, dolayısıyla varlığı bakımından hüküm verilemez ve bilinemez olarak kalmaktadır. Bilinemez olarak kalan ise pozitivist tutum bakımından neredeyse hiç hükmündedir; onun aslında olmadığım ifade etmeye oldukça eğilimlidir.
♦ ♦ ♦ *
Yukarıda bahsedilen varlık hakkındaki entelektüel tutum, be- den-ruh ayrımı konusunda devam ettirilir. Aristoteles’in ruh görüşü, form olmasımn ileri sürülmesiyle başlayarak, teorik faaliyette tamamen cisimden ayrıldığı ölçüde ezelî ve ebedî faal akıl olmaya kadar ilerler. Faal akıl fikri varlık ile ilgili bir meseledir aynı zamanda çünkü onun ezelî ve ebedî olması bütün şeyleri kuşatması manasına gelir. Faal akıl duyumsamaya bağlı münfail akıldan farklı olarak doğuma ve bozuluşa tabi değildir. Ruh ezelî ve ebedî karakterini, sadece kendisiyle aynı statüde teorik nesneleri düşünen faal akılda bulur. Fakat bu akıl duyumsamadan ve bedenden müstakil olmasıyla maddeden tamamen soyut bir noktaya kadar uzanmalıdır. Madde, potansiyel güç (dynamis) olarak bulunur ama potansiyel olarak kendi başına hiçbir harekete ve oluşuma yol açamayacağı için kendisinden varlık bakımından farklı olan bir form olarak yetkin varolana (entelekhid) ihtiyaç duyar. Batı dillerindeki “entelektüel” teriminin oluşmasında açıkça etkili olan ruh üzerine olan buradaki fikirler, ruhu akletme faaliyetine bağlar. Dışarıdan, yani duyumsamadan gelen etkilere maruz kalmayan ruhun faal aklı bizi düşüncenin ancak kendisine referans verdiği oranda kendine yeter bir varlık anlayışına götürür. Ancak düşünce faal akılda kendi kendine aklederek kendi içinde sürekli daire oluşturur. Dairenin başlangıç noktası ise duyumsamadan bağımsız olamayan madde olamaz, eğer öyle olsaydı o zaman dairenin başlangıç noktasından başlayan hareket dönüşünü yaptığı zaman yine maddeye düşerdi. Maddeye düşmesiyse ölümsüz olanın tekrar ölümlü olana kaydedilmesi demek olurdu ki bu faal akıl için imkânsız olmalıdır, öyleyse tamamen duyumsamadan bağımsız bir düşünce olarak faal aldın faaliyetinin başlangıcı ancak duyumsamayla hiç ilgisi olmayan bir anda olmalıdır. Duyumsamaya bağlı beden sahibi beşerin faal aklın içinde düşünce faaliyetine başlama noktası hem zamansal olarak hem uzamsal olarak muammaya dönüşür. Etkin akıl ezelî ve ebedî olarak varsa, sonradan olma beşerle ilişkisi nasıl olacaktır? Beşer eğer sınırlı yaşamının bir anında ezelî ve ebedî faal akıl ile temas kurduysa, bu temastan önce faal aklın dışında kalır ve bu durum ayrıca temas anını zorunlu olmayan bir rastlantısallığa dönüştürür.
Eğer beşer için faal akıl ile temas bir anda başladı dersek, o andan öncesinde sanki faal akıl faal değilmiş gibi düşünmüş, eğer faal akim belli bir uzamda olduğunu söylersek bu sefer ona maddi bir unsur eklemiş oluruz. Ama diyelim ki faal akıl aslında bizde bunlardan bağımsız olarak her zaman yani ezelî ve ebedî olarak var, bu durumda bu sefer dünyaya bedenli bir ruh olarak nasıl geldiğimiz veya dünyada bedenli olarak münfail akıl ile bulunmaklığımızın ta kendisinin nedeni ve anlamı muammaya dönüşür. Faal akıl çıkarsama bakımından formel olarak tespit edilse bile, münfail akla sahip beşerin ona somut olarak ulaşmasının yollan mantık bakımından kapalıdır. Ayrıca faal akıl fikri beşerî düşüncenin kendisinin icat edebileceği bir fikir olmamalıdır. Böyle bir fikre beşerî bir faaliyet olarak felsefeyle ulaşılamaz. Faal aklın felsefe içinde hangi faaliyetle faal akıl olabileceği konusu karanlıkta kalmıştır. Münfail akıl sürekli dışsal etkenler ile düşünmeye devam ederken, onun faal akla nasıl geçeceği ve mümkünse orada nasıl kalacağı meselesi belirsizdir. Belli bir an “duyumsama” ile ilişkimizi kestiğimizi varsaydığımız durumda bile, araya hayalin girerek aklı yine kendisinden uzaklaştırması gayet doğal olarak gelişir. Teorik nesneler ise resmedilen nesneler olarak, temsil mantığı içinde birer hayal olmaktan öteye geçemezler. O hâlde ruhun nasıl olur da bedenden bağımsız olabileceği ve bunu anlama imkânı Batı felsefesinin teorik faaliyeti tarafindan en başından beri karanlıkta kalır.
Teorik faaliyetin temsil mantığı resmetme mantığıdır: Kısmen ulaşabileceği alansa sadece şeyler alanıdır. Varlık ise ne şeylerden oluşur, öyle olsaydı varlığın mahiyetinin -varlığı oluşturan şeylerin nedir sorusu ile cevaplandığı gibi cevaplanması mümkün olurdu- ne de şeylerin toplamından oluşur. Batı felsefesinin şeylerden hareket eden idealist ve maddeci fikirleri varlık meselesine cevap verememektedir. Nitekim çağdaş düşünürlerden Meil- lassoux varolanlar dışında karşılaşılan bir varlık fikri yoktur diyebilmiştir, sanki bütün Batı felsefesi büyük yanılsama içinde varlık diye bir fikri üretmiş gibi. Fizikte maddeyi yani pozitivist anlayışa göre varlığı parçalarına bölerek hareket ettiğimizde belirsizliğe kadar giden bir noktaya varırız. Son dönemlerde ortaya çıkan fikirlerse bu durumu doğrular niteliktedir. Sadece maddeyi düşünen fiziğin varlık konusundaki eksiği giderilemez gibidir, evreni araştırırken, fizik onda zuhur eden yüksek yaşamın hesabım asla verememektedir. Nihayetinde Batı felsefesinden doğan bilim anlayışlarının temsil mantığına bağlı geliştiklerini gözlemleriz. Ortaya çıkan bütün bu temsil mantığı şeyler alanını açıklamaya yöneliktir. Varlık ise, şeylerin açıklandığı gibi açıklanmak istendiğinde her seferinde bir sorun ile karşı karşıya kalınır. Varlık olarak varlık bütününde varlıktır ve ona şeylerin ilkelerinin araştırılması yoluyla ulaşılamaz. Böylece Batı felsefesi boyunca varlığın üç temel niteliği ön plana çıkar: 1) Varlık varolanlardan ötede yani onlara aşkın olandır. 2) Varlık bütün varolanları ilgilendirmesi bakımından evrensel olandır. 3) Varlık hiçbir belirime uğrayamayaca- ğı için belirsiz olandır.
Varlık hakkında bahsedilen bu nitelikler felsefe tarihi boyunca etkili olmuştur fakat bu nitelikler aracılığıyla varlık hakkında somut, gerçek hiçbir tecrübeye ulaşılamaz. O hâlde varlık hakkında tekrar bir soruşturmaya girmek gerekir. Çağdaş düşünceyi derinden etkileyen Heidegger Varlık ve Zaman adh eserinde böyle bir soruşturmaya tekrar girişmek istemiş fakat o da belirsiz, evrensel ve aşkın varlığın somut tecrübesinde aşılamaz bir problemle karşı karşıya kalmıştır: Burada aşılamaz problem varlık ile varolan arasındaki bağ üzerine yoğunlaşır, ilk döneminde hiçlik tecrübesi üzerinden temel hâle, kaygıya, ikinci döneminde düşünceyle varlığın birbirine ait olarak bırakılmalarına referans verdiğinde, ilkinde varlığı sadece belirli ve sınırlı bir alana çekerek, İkincisinde ise onu beşerle olumsal bir bağ içinde düşünerek meseleye açık bir cevap getirememiştir. Buradaki sorun varlık ile varlığı düşünen insan arasındaki en uygun bağ üzerine yoğunlaşır. Varlık ve insan arasındaki upuygun bağ üzerine tefekkür etmeye devam etmek gerekir: O bağın bizi götüreceği en yakın topraklar henüz keşfedilmemiştir. Heidegger düşüncesine zaman zaman geri döneceğiz: Göreceğimiz üzere onun açtığı yol sadece varlık meselesine giriş niteliğindedir. Heidegger düşüncesi getirdiği metafizik eleştirisiyle bizim için hazırlayıcı olma niteliğine sahiptir ama daha ileriye gitmek, daha yükseğe çıkmak gerekecektir.
Şu ana kadar söylenenlerden anlaşıldığı üzere entelektüel ve teorik fâaliyetle varlık açık olarak ifade edilemez. Varlık hakkında Batı felsefesinin girdiği çıkmaz yoldan değil, başka bir yoldan düşünceye başlamak gerekir. Varlık hakkında başka yolun hazırlanması düşüncede daha önce entelektüel ve teorik tavrın eleştirilmesiyle gerçekleşmiştir. Ama varlık ile insan arasındaki en uygun bağ ve onun somut tecrübesi henüz düşüncede tamamen açılmamıştır. Yine de burada bahsedilen başka yol yeni bir yolun icadı olamaz. Felsefe içindeki yeni düşünce icatları durumu daha ağırlaştırmaktadır. Felsefe eğer Deleuze’ün düşündüğü gibi kavram icadı olacaksa, onu kavram icat etmekte hiçbir şey durduramaz, zaten günümüzde olan durum da budur. Fakat böylesine icat edilen kavramlar boyunca varlık hakkında hakiki bir tecrübeye açılmak mümkün olamaz. Varlık hakkında yeniden bir konuşma olabilir ama bu konuşma beşerî bir icat olmayacak asli bir konuşma olmalıdır. Asli olanın yeniden ifade edilmesi her zaman mümkündür, burada girişilen düşünce çabası asli olanı, onu icat etmeden, beşerin hülyalarından ötede, yeniden açma çabasıdır. Açma orada örtülmüş olanın örtüsünü üzerinden kaldırmadır. Örtünün kaldırılması ise beşerî akıl zemininde mümkün olamaz: Varlık hakkında hakiki bir tecrübeyi örten felsefe tarihinden gelen bütün beşerî anlamalar bir yana bırakılmalı ve yeniden düşünceye girişilmeli- dir. Daha önceki bütün varlık açıklamalarının varlık hakkında- ki tecrübeye hiçbir faydası olamaz. Onlar içlerinde doğru fikirler barındırsa bile, varlık hakkındaki düşünce ilişkisi, düşünenin asli rabıtası olarak kökensel olmalıdır. Antropolojik olmayacak buradaki ilişki sadece herhangi bir kültüre veya konuşulan dile ait değildir. Sözgelimi onun sadece Yunan ve Latin diline teslim edilmiş olması gibi bir hadise mümkün değildir. Varlık evrenseldir ve bununla birlikte kendini bütün dillerde farklı ifadelerle ama aynı anlamda göstermektedir; öyleyse onun anlamı her millet tarafindan anlaşılmaya zaten bizzat Varlık tarafindan açılmış olmalıdır.
Dil felsefede beşerin ifadeler toplamı olarak anlaşılmıştır ama dil asli anlamıyla, beşerî dilin ötesinde, hakikatin açıldığı “yer”dir. Dilin asli anlamı kendisini evrensel açılışta gösterir. Evrensel olarak bulunan her gerçeklik dilde var olduğu için dil, Varlık ile ilgili araştırmanın merkezi konumundadır. Varlık hakkındaki araştırmanın zemini o hâlde temsil mantığına bağlı teorik faaliyet değil,buradaki asli anlamıyla dilde olacaktır. Dil hakkındaki temsilî teoriler ise konuşan beşerin dilinin açıklamalarıdır. Varlık ile upuygun bağı görülemeyen beşerî diller resmetme yapısına bağlı olarak resmeden ve resmedilen arasında köksüz bir bağ üzerine kuruludurlar. Asli dil ise beşerî dilin ötesinde hakikatin zeminidir. Asli dil bu yönüyle beşerî aşan dildir fakat Platonun idealar teorisinde olduğu gibi yer-yüzünün ötesinde değildir. Asli dil, bizzat Varlı km kendisinin varolanlar üzerinde açtığı hakikatin zeminidir.
- ♦
Varlık, varolanlardan farklıdır, dil bunu göstermektedir. Varlık her yerde belirir, onun belirmesi beşer tarafında önce nesneler olarak anlaşılır. Her nesne için vardır deriz. Her nesne belirlenmiş olarak vardır fakat dilde onlara “vardır” dememizi mümkün kılan Varlık, nesneler üzerinden anlaşılan mevcudiyet bakımından belirsiz kalır. Mevcudiyet bakımından bu belirsizlik Varlık hakkında henüz ilk değerlendirmelerin sonucunda ortaya çıkar ve onun nihai anlamım bize vermez. Varlık hakkında önce nesneler üzerinden değil, dilin içinden düşünmeye başlamak gerekir: Varlık hakkında ilk anlamı bize dil vermektedir. Her şey dile geldiğinde, şu ya da bu şekilde, açık ya da gizli biçimde “Varlık”dile getirilir. Varlık, -ne ister soyut ister somut, onun konuşulma zemini olarak dilde zuhur eder. Olmayan hakkında konuştuğumuzda ise burada bahsedilen ilk anlamda Varlık’a referans vererek konuşuruz. Varlık olduğu için var olmayan denilebilir. Varlık olduğuna göre olmayan bir anlam sahibi olur. Dilde ilk olarak zuhur eden Varlık hakkında ise genellikle düşünülmediği için sadece şeyler varmış sandır. Hâlbuki Varlık, her şeyden daha güçlü ve kesin olarak bulunur. Dildeki Varlık yine de belirsiz, aşkın ve evrensel niteliğini korur çünkü ona ne zaman belli bir tanım vermeye kalkışılırsa belli bir varolan gibi düşünülür. Dilde Varlık hakkında elde edilen buradaki nitelikler soyut bir anlam olmaktan öteye geçemez ama bize belli bir vön gösterdikleri için ilk anlamayı sağlarlar. Önce dilde yukarıdaki nitelikler ile kendisini gösteren Varlık hakkında düşünce, daha sonra teorik faaliyetin konusu olarak alındığında ilkeler araştırması olarak belirlenen ve metafizik olarak dile getirdiğimiz felsefeye dönüşür. Varlık metafizikte nesneleştirilir veya aynı anlama gelen ifadeyle temalaştırılır veya konu- laştırılır: mevcudiyet metafiziği.
Burada mevcudiyet metafiziğinden farklı olarak bahsetmek istediğimiz asli dil, Batı felsefesinin tarihi boyunca özne ve nesne ayrımıyla düşünülen dil değildir. Asli dilde nesnenin ifadesiyle nesnenin varlığı arasında Varlık bakımından bir fark söz konusu değildir. Dilde isimlenen şey isimlendiği ifadenin kendisidir. Şeyler ile ilgili yanılgı ise öznenin yorumu veya afaki sözleriyle ilgilidir aslında, asli dilde bir yanılgı yoktur. Dil zaten Varlık’ın dili olduğu için orada her ne ifade ediliyorsa gerçek nesnenin kendisidir. Modern filozoflar dili sanki beşer üretimi bir yapı gibi düşündüklerinde içlerinden çıkılamayan ve gerçek olmayan, kurgusal sorunlar baş göstermeye başlar. Dil ile “nesne alanı” arasında kesin bir çizgi konulduğunda dildeki hükmün şeylerle uygunluğunu kuran zemin zaten ortadan kaldırılmış olur. Hâlbuki gündelik, teknik ve bilimsel bütün tecrübeler göstermektedir ki dil ile “nesne alanı” arasında önceden tesis edilmiş uyum veya mutabakat vardır. Metafizik tarihine bağlı olarak ortaya çıkan beşeriyet merkezli yorumlardan uzak kalmak şartıyla, adequatio intellectus et rei (akıl ve şey arasındaki uygunluk) fikri eğer şimdi bizim yapacağımız yorumlarla anlaşılırsa gerçek zeminini asli dilde bulur.
Bu uyum veya mutabakat öznenin ifade alanında kurabileceği bir başarı olmadan önce öznenin ötesinde verilmiş olmalıdır. Dil ve “nesne alanı” arasında uyum ve mutabakat eğer sadece öznenin başarısı olarak anlaşılırsa, bu durumda özneler arası iletişimi mümkün kılan zemin anlaşılamaz. Özneler arası zemin açıktır ki tek tek öznelerin ötesinde kalmalıdır çünkü en azından iki özne arasındaki ifadenin anlaşılma imkânı üçüncü bir terimin devreye girmesiyle gerçekleşebilir. Diyelim ki bu üçüncü terim her bir öznede “yaratıcı” bir yeti olarak bulunsun ve iletişim onlarda- ki benzerlerin anlaşılması olsun; bu durumda bile gerçek bir iletişim olamaz. Benzerler arasındaki analoji, benzerlerin yetisini aşan farkları örtmesi oranında iletişimi açıklayamaz. İletişim sözgelimi benzer kelime kutucuklarının içindeki benzer unsurların alışverişi değildir. Gerçek iletişimi mümkün kılan, bireysel yetilerin ötesinde, o yetilerin bağlandığı ortak zemindeki asli dil olabilir. Ortak zemindeki asli dil olarak ifade edilen dil ise çeşitli beşerî dillerin çokluğu ile parçalanmaz: Ortak zemindeki dil, evrensel dildir ve diller arasındaki bütün çeviri türleri bu evrensel dil olduğu için mümkündür.
Dil nesnenin resmi değildir; dil bizzat nesnenin zuhur ettiği “mekân”dır. Öznenin sözü olarak ifade edilen ise dil değildir. “Söz” ve “dil” arasında fark vardır. Söz öznenin dil üzerinden anladığı kısmi fikirlerdir. Dil ise bütün nesnelerin yani ortak anlamların zeminidir, ona hakikat alanı denilebilir. Anlam, özne bilincinin nesneye verdiği bir katkı değildir. Anlam bizzat doğru olarak anlaşılan nesnenin kendisidir. Dilin temsil mantığı içinde teorik faaliyette öne sürülen dil görüşü türemiş bir dil görüşüdür. Türemiş olması ise resmetme faaliyetinde olduğu gibi taklit etmesinden kaynaklanır. Dil taklit obaydı, o zaman sadece sözlerden ibaret olurdu, sözler ise gerçek olmayan anlamların değiş tokuşa olarak sadece havada uçuşan anlamsız ifadelere dönüşürdü. Anlam, özneye dışarıdan dil tarafından verilir. Dil şeylerin anlamlarının zemini olarak aklı kurar. Akıl dildeki öncelikli anlamların zuhur ettiği veridir. Akıl faaliyete geçmiş hâliyle dışarıdan verilir. Kendimizde sahip olduğunu sandığımız akıl aslında dil zemininde bize verilmiş akıldır. Akıl modernlerin düşündüğü gibi öznel ve beşerî olsaydı, onun evren denen bütünsel varlıkta nasıl ortaya çıktığı ve onunla nasıl uyumlu faaliyet yürüttüğü açıklanamazdı. Beşerî bir faaliyet olmaktan öteye geçemeyen modern bilimlerin aklın kökenini açıklayamamalarının nedeni budur: Ya çok basitleştirilmiş biyolojik ya da evrenle bağlantısı kurulamayan kopuk kuramlara başvurulmaktadır. Bütününde akıl nedir sorusuna cevap vermedikleri için her seferinde bireysel, öznel ve kısmi birer akıl tanımı vermekten öteye geçemezler.
Akıl, üretici kimliğini sadece onu kuran evrensel kimlikten alabilir. Üreten akıl dil olarak bütünsel akılla ilişki içinde üretir. Dil aklın şeyler itibariyle görünümüdür. Şeyler asli dilde bulunur, asli dil şeylerde değil. Şeyler zaten anlamlıdır. Beşerin işaret, ses, kelime ve anlam gibi oluşturma eylemleri ancak dil olduğu için mümkündür. Dille uyumuna göre doğru ifadeler elde edilir. Yukarıda sayılanlardan özetle beşerde hâkim iki boyut vardır: ses ve anlam. Beşerî dilde konuşulan şeyleri işaret eden anlam ancak o şeylerin anlamı olduğu için vardır. Anlam beşerin müstakil üretimi olamaz: Eğer anlam beşerin müstakil üretimi olsaydı, bu durumda özneler-arası iletişim ve doğruluk mümkün olamazdı. Açıktır ki, anlam alanı asli olarak, beşerî anlamın ötesinde evrensel akıl olarak müstakildir. Wittgenstein ın özel dilin imkânsızlığı üzerine argümanları bu noktada gayet doğrudur. Özneden bağımsız, müstakil olarak bulunan anlamlar olduğu için bilimler sürekli araştırmalarıyla aynı nesne üzerinden yeni anlam birimlerine ulaşmaktadır. Anlam eğer sadece beşerin üretimi olsaydı bu durumda anlamın yatay boyutta gelişmesi bile mümkün olamazdı. Beşerî ses ve anlamın ötesinde asli anlam için ayrıca “isim” demeyi uygun buluyoruz. Asli anlam olarak her şeyin ismi vardır. Bununla birlikte isim bizim için o şeyde sabit duran bir anlam değildir. İsim asli anlam olarak aklın dinamik yaşamının dilde zuhurudur. İsim asli anlam olarak sürekli canlıdır ve yaşam verdiği şeyin var olmasını sağlar. İsim şeylerin özü veya ruhudur. Dilin yaşamsallığını ifade etmek için “ruh” ifadesi uygundur. Yaşamsallık şeylerin her zaman hareket içinde zuhurda bulunmasını sağlar. Bir yerden başka bir yere hareket olarak değil ama aynı şeyin farklar boyunca ayakta durmasını sağlayan hareket olarak yaşamsalhktan bahsediyoruz. Böylece dil zemininde anlaşıldığında bütün evrendeki anlam alanı ruhtur. Ruhu olmayan hiçbir varlık yoktur.
* ♦ * ♦
Dil öyleyse temelde ruhtur; Dilin ruh olması, tekabül ettiği ne ise onu tam olarak yansıtmasıdır. Düşüncenin dille bağı felsefenin başından beri filozofların ilgisini çekmiştir. Dil dışında düşünce geliştirilemez ama dilin ne olduğu bilinmediği sürece düşüncenin ruhu anlaşılamadan kalır. Düşüncenin Varlık ile bağı dil olunca, Varlık hakkındaki düşünce dilde ifade edilebilir. Varlık hakkında bütün varolanların zemini deriz. Ama bu zemin hiçbir varolan değildir ve onlara benzemez. Kendisi ise her varolanda zuhur etme özelliğiyle bulunur. İnsan için buradaki düşünceler dilde ifade edildiği için insanın kendisi Varlık ile rabıtaya girmiş olur. Dil sadece insana açıktır. Dil sadece insana teslim edilmiştir. İnsan ile Varlık arasındaki rabıta veya ilişkisi dille gerçekleşince, Varlık’ın her şeyi veya varolanı kuşattığı anlaşılır. Şeyler neyse o olmalarına Varlık sayesinde ulaşır. Varlık olmasaydı hiçbir şey olma zeminine sahip olamayacağı için var olamazdı.
Varlık zuhur ederek her bir nesnenin var olabilme kudretini mümkün kılmıştır. Her bir nesnenin Varlık ile belirli bir güç ilişkisi vardır ama insan söz konusu olduğunda bu ilişkiye öncelikle dil vasıtasıyla ulaşabilmektedir. Varolanlardan farklı olarak Varlık ile dil ilişkisinde başka türden bir ilişki söz konusu olur. Dilde rabıta olarak Varlık’ı düşünme,Ona bağlanma ve çağırmadır. Levinas, başkası olarak düşündüğü Var- lık’a bağlanma ve çağırmaya “dua” demiştir. Dilde Varlık’ın anlaşılması insan için ancak Ona bağlanma ve çağırma olarak “dua” ile zuhur eder. Varlık söz konusu olduğu için çağrılan çağıranı kuşatır. Biz bağlanma ve çağırma edimine ayrıca “iman” ifadesini uygun görüyoruz. Varlık, düşüncenin dilde rabıta kurarak bağlandığı ve çağırdığı bütünsel Varlıktır. Varlık ile ilişkide herhangi bir varolan ile değil, hepsini kuşatan bütünsel olan ile ilişki ifade edilir. Bütünsel olan kendi sonsuzluğu ve ezelî ve ebedî olmaklığı itibariyle varolan cihetinden insanın sınırlı anlamasını aşar.[1] İnsan için O’na bağlandıkça ve çağırdıkça Varlık’ın hakikatine kendisini teslim etme yolu açılır.
Dilde Varlık hakkındaki ifade, onun varolan cihetinden anlaşılmasının ötesinde onun hakikatini taşır. İnsan dilde rabıtayla bağlandığı ve çağırdığı Varlık’ın hakikatine açıktır. Varlık’ın varolan cihetinden anlaşılması bütün bilimlerin paylaştığı alandır ve sonunda kozmolojik teorilere ulaşır. Ama Varlık’ın hakikati cihetinden anlaşılması varolan cihetinin ötesinde onun kimliğinde mümkündür. Kim(lik) boyutu ne(lik) boyutu ötesinde Varlık’ın hakikatine doğru açılan kapıdır. Batı felsefesi varolan cihetinden Varlık’ı araştırır, ayrıca Varlık’ı nelik itibariyle konu nesnesi hâline dönüştürmek ister. Ancak Varlık nelik itibariyle açıklanamaz. Varlık’ı nelik itibariyle açıklamak şeyleri araç olarak önde/karşıda gören metafizik düşünce için geçerlidir.
Kimlik sorusu nelik sorusundan farklıdır. Bir şeyin kimliğini sorduğumuzda o şeyin ruhunu sormuş oluruz. Nelik sorusundaysa o şeyin sonradan olma niteliklerini sormuş oluruz. Varlık sorusuna nelik sorusuyla yaklaşınca sadece ondan zuhur eden şeylerin niteliği üzerine soru sormuş oluruz. Varlık ile ilgili yapılan “bütününde varolanların toplamıdır” tanımı o hâlde kimlik sorusuna cevap veremez. Varlık’ı metafizikte yapıldığı gibi varolanların ilkesi halamından düşünmek de kimlik sorusuna cevap veremez. O’na kimlik sorusu üzerinden doğru yaklaşmanın tek yolu asli dilden geçer. O’nun metafizik soruşturma cihetinden varolanlara göre belirsiz, evrensel ve aşkın olması» O’nun kimliğiyle ilgili belirlenimler değildir. Varolanlar cihetinden burada ifade edilen özellikler ancak varolanlar cihetinden anlaşılabilir. Varlık kimliği halamından “Kimdir O?” sorusu ile cevaplanabilir. “Kimdir O?” sorusu bir şeyin nesne olma cihetinden sorulamayacağı için her türlü önde/karşıda görme tavrı içindeki teorik düşünme için sorulamaz soru olarak kalır. Temsil mantığının ötesinde bir sorudur “Kimdir O?” sorusu. O’na yaklaşmanın tek yolu asli dilde onun karşılaşma imkânını bulmaktan geçer.
Asli dile, bir şey neyse o olarak vardır demiştik: Asli dilde şeyler zaten oldukları gibi vardır. Varlık söz konusu olunca aynı durum geçerlidir. Asli dilde eğer “Kimdir O?” sorusuna cevap verilirse Varlık ile gerçekten karşılaşma yolu açılır. O hâlde Varlık için “nedir” değil, “kimdir” sorusunu soralım. Kimdir sorusuna nelik cinsinden cevap verilemez; kimlik sorusuna muhatabın sadece şahsiyeti bakımından cevap verilebilir. Varlık hüviyeti yönüyle önce şahsiyet olarak bölünemez ve parçalanamaz ezelî ve ebedî “O”dur. Şahıs zamiri olarak O modernler için sadece beşere ait alandaymış gibi görünür. Bu kurgu, kimliğin sadece beşere ait olduğunu sanan, beşerî görüşten doğan felsefi ön yargıdır. Görünüşte metafizikten doğan bu fikir, beşerî ve antropolojik bir sınırlı anlamanın ötesinde değildir. Tarafsız bir bakışla kabul edilmelidir ki, Varlık bütününde ezelî ve ebedî “O” olarak zuhur eden kimlik sahibi ve yaşam sahibi iradedir. Varlık’ın bütün dil boyunca kendini açması O’nun kimliği olduğunu kanıtlar. Varlık bütün dil boyunca konuşur: Varlık bütün dil boyunca zuhur ettiği şeyler ve anlamlar boyunca zaten kimlik sahibi olduğunu kanıtlar. Açan gülün, kükreyen aslanın veya yağan yağmurun Varlık’ın kimliğinden bağımsız olduğu söylenemez.
Beşerî dildeki kimlik ifadeleri sadece hakikati örtme biçimleridir. Beşerin olduğu kültüre veya topluma göre biçimlendirilmiş kimlikleri vardır. Ancak Varlık söz konusu olduğunda O’nun bütün varolanları kuşatan kimliği vardır deriz. Modern psikoloji bu düşünceden şüphelenecek ve buna içerideki “ben”in dışarıya yansıtması diyecektir. Hâlbuki yansıtan bir “ben” varsa o Varlık tarafindan yansıtılmış “ben” olarak insandaki “ben”dir. Modern psikoloji hakikaten insanın “ben”inin kaynağının “kim” olduğu sorusuna cevap veremez. “Ben” sanki bedensel parçalardan oluşmuş bir bütün gibidir; hâlbuki hiçbir olgusal parça terkibi “ben” gibi bütünlük ve birlik algısı oluşturan kimliği üretemez.[2] Aynı durum modern biyoloji için geçerlidir: Örneğin birbirinden bağımsız olarak bulunan genomlardan veya hücrelerden bir terkip aracılığıyla bir benlik oluşamaz. Modern psikoloji ve biyoloji benlik söz konusu olduğunda kendi bilimsel yöntemlerini aşan bir meseleyle karşılaşırlar. Çünkü her ikisi de inşam Varlık’tan ayırarak, tek başına müstakil bir kimlik sahibi sanır. Yansıtma teorileri ise aslında asıl yansıtanın kuşatıcı Varlık olduğunu göremezler. İnsan diğer varolanlar gibi Varlık tarafindan kuşatılmıştır. İnsanda bir “kimlik” varsa, bu ancak Varlık’ta “kimlik” olduğu için mümkündür. Burada antropomorfik hiçbir düşünce söz konusu değildir. İnsan ve diğer varolanların kimliği ancak onları kuşatan Varlık’ın İçimliği olduğu için mümkündür; aksi durum ise tutarlı ve hakiki düşünce için mümkün değildir.
Kimdir O Varlık? El cevap: Varlık öncelike “O”dur. Ancak “O” burada gramatik bir İfade olarak ifade edilemez. Gramer beşerî bir sistem olarak anlaşıldığı sürece “kimdir” sorusunun cevap yeri olamaz. Bilinen anlamıyla yazı beşerî dilin bir devamı değildir sadece, o aynı zamanda kendi içinde anlamları farklılaştırarak ve çoğaltarak bir dil oluşturur. Gelişen dijital çağ ashnda yazının en gelişmiş hâlidir. Ama buradaki yazının gelişimi beşerî anlamıyla aslında hakikat bakımından bir gelişim değildir. Yazılım olarak ifade edilen bütün dijital veya sanal alan yazı alanıdır. Yazı, gerçekliğin başka bir alanda taklidinin üretilmesi olarak hakikatten uzaklaşmış uzama doğru evirilebilir. Yazının taklit olması bütün bilgi alanına ulaştığı için, bilgi de “taklit bilgi” hâline dönüşmüştür. Bugün Batılı kültürde gerçekten hikmet sahibi hâkimin ortaya çıkmamasının nedeni taklidi yazımn her türlü söyleme bir şekilde bulaşmasından kaynaklanır. Sözde bilgi ve gerçek bilgi arasındaki fark iyice daraldığı için bütün söylem bir yanılsama girdabı içine girmiştir.
Bilinen anlamıyla yazımn sanal karakterinin temelinde onun beşer üretimi olması kaynaklanır. Beşerin hayalî üretimlerinin ötesinde, yani bilinen anlamıyla yazımn ötesinde, en baştan beri aslında asli dil olarak düşündüğümüz hakikatin açıldığı alan, başka “yazı” mefhumu olarak kendim duyurur. “Ana kitap” diyeceğimiz buradaki başka “yazı” kendi içinde işaretlerini izler olarak duyurur. İz asli dildeki anlamın ifâdesidir ve doğru ifade edildiğinde şeyin ta kendisi olarak belirir ve onu çağırır. Dolayısıyla asli dil- | deki iz olarak kelimeler, dilin Varbk alanındaki şeylerin ifadesidir.
O hâlde yukarıda yazdan “O” ifadesi bir kelimedir. Hiçbir sanal veya dijital kimlikle karıştırılmamalıdır. Çünkü sanal veya dijital kimlik sadece “ilah” rolünü oynamaya çalışan bir sahtelik üzerine kuruludur. Sahte olduğu için sadece birbirini yalanlayan “bejlerin parçalı bir topluluğu olarak rekabetçi modern kapitalist toplumu oluştururlar. Bugün gerçekten modern kapitalist toplum sanal veya dijital bir kültür hâline dönüşmüştür. Zaten yürürlükte olan egoizmin sanal alana taşınması, parçalı ve dağınık bireyselliği cn uç nokrasına taşır. Egoizm bütün sahte üretimleriyle, yazı olarak tekrar üretilen nesnelere bulaşır ve bu nesneleri sanal alanda boş gösterene dönüştürür. Sadece birbirlerine, kendi benzerleri bakımından boş işaretler gönderen, bir makine tarafından üretilmiş gibi izlenimi veren, yazılar enflasyonu içinde kalınır.
Varlık, kimlik sahibi “O’dur. Anlaşılacağı üzere Varlık’ın “kimliği’*, beşeri “kimlik”ten türetilemez ve ona indirgenemez. Varlık kendisini öncelikle dilde “Varlık” kelimesi olarak duyurur ve Ona kim sorusu sorulduğunda dil içinde cevap verilir. Varlık’ın bütün evrendeki yaşam ve irade olduğunu söylemiştik ancak asli dildeki kelimeler şevlerin bizzat kendileri olduğuna göre Varlık ayn- ca bütün dil boyunca konuşur. Varlık’ın konuşması sürekli zuhur
Sonun ağaç olduğu manası bana gelir. Ağaç kendi manasına sahiptir. Eğer karşımda gördüğüm ağaç diye zannettiğim ama aslında ’ bir ağaç olmayan bir şey varsa sorun benim beşerî algımdaki ya-nılgıdan kaynaklanır. Ne de olsa karşımda gördüğüm şey neyse o olandır: Onun olduğu şeyi algımla veya hayalimde değiştirmeye kalksam, sadece kendimi kandırmış olurdum: O şey neyse odur öyleyse. Şeyler neyse onlar olarak zuhur ederler ve onlar var olmak için beşerî kimliğin hiçbir müdahalesine ihtiyaç duymazlar. Varlık’ın dildeki konuşması o hâlde kesinlikle doğru bir konuşmadır. Her bir şey Varlık’ın birer kelimesi olarak zuhur eder ve o kelime onda bulunan bütün bilgilerin toplamıdır. Bilimler faaliyete geçmeden önce önlerinde zaten şeyler olarak anlamlı kelimeler buldukları için bilgi üretirler. Nihayetinde Varlık olduğu için ve O şeyleri birer kelime yani bilgi olarak sunduğu için bilimler faaliyet gösterdikleri alanda bilgi sahibi olabilmişlerdir.
“O”, “Sen” ve “Ben” ifadeleriyle: Varlık kendisini de dilde bir isim veya kelime olarak duyurur. Rabıtanın yakındığına veya ilişkinin yoğunluğuna göre hitaplar derinleşecektir. Kendi sahibi olduğu dilde Varlık kendi kelimesini duyurur. İnsan için O’nun kelimesi doğru çağrıldığında O’nun gerçek anlamı açılır. O’nu “Ben” olarak çağırmak ise, insan için kendi beşerî benliğinden ötede O’nunla derin bir rabıta içinde olmayı varsayar. Ancak insan, O’nu en başta “Ben” diye çağırmaya güç getiremediği için O’na önce “Sen” diyebilir. Hâlbuki ne kadar yakın olsa dahi “Sen” bir mesafe ifadesidir. O hâlde “Sen” olarak çağırmak Varlık’ı en yakın kelimeyle çağırmak demek değildir aslında; ancak bu çağırma idrakin yolu bakımından zorunludur. Buber’in bahsettiği “Sen” bu nedenle henüz Varlık’ı “Sen” olarak çağırma yolunda kalan bir düşüncedir. “O”, “Sen”, “Ben”: Varlık yolunun güzergahı böyledir. “Biz” ise bütün hepsini kapsayan isimdir. Diğer anlamıyla, Varlıkta bütün “ben”lerin aynı ve tek “Ben”in zuhuru olduğu idrak edilince “Biz” idrak edilir: Varlık’n hakikatine dikey boyutta varılan sakinlik…
♦ ♦ ♦ ♦
Beşer için düşüncedeki asıl mesele kullandığı beşerî dilden çıkıp asli dile geçmesi olarak ortaya çıkar. Felsefe Platondan beri bu mesele üzerinde hiç düşünmemiştir. Bunun imkânını hiç göstermemiştir. Felsefe bu nedenle beşerî dilin sınırlan içinde kaldığı için yanılsamadan kurtulamamıştır. Beşerin dilinden çıkmak ancak bütün sözlere ortak olan kelimeye gelmekle mümkündür. Orta kelime ise Varlık’tır. Varlık eğer varılabilirse beşerin kendi dilinden kurtulmasını mümkün kılar. “Varma” olarak bahsettiğimiz Varlık’a ulaşma gerçekleştirilirse beşerin kendi kurguladığı dünya ve yanılsama ortadan kalkar. Buradaki yanılsama öncelikle gündelik şeylerin kendilerine dokunmaz ama kökensel olarak onlarla da ilgilidir. Eğer şeylerin kaynağı konusunda bir yanılsama varsa, bütün şeyler bir şekilde bu yanılsamadan paylarını alırlar. Kökensel yanılsama sorunu çözülemeden şeylerle hakiki bir ilişki kurulamaz.
Beşerî dil sanki şeyler kendi başlarına varmış gibi davranır. Onlara müstakil birer karakter vererek baktığı için aslında onların zuhurunu mümkün kılan Varlık karşısında kör kalır. Asli dile geçiş imkânı o hâlde aslında bütün kelimelerin kökeninde bulunan kelimeyi doğru çağırmaktan geçer. Doğru çağırmak diyoruz, çünkü felsefe tarihinden anlaşıldığı üzere birçok varlık anlayışı beşer tarafindan üretilmiştir. Onlar Varlık’ı layık olduğu şekliyle çağıra- mamışlardır. Varlık’ı doğru çağırmak için O’nun kelimesini yani ismini doğru çağırmakla birlikte doğru idrak etmek gerekir. Varlık doğru kelimeyle, sözgelimi nesneler boyutuyla “bütün varolanların bütünlüğüdür” tarzında bir cevapla ifade edilemez: O’na ne- lik meselesi üzerinden yaklaşılamaz. Varlık doğru kelimeyle “0”- dur ama buradaki ifilde onun kimliğini açığa çıkartır. Onu doğru çağırmak için bize gelenekte verilen dildeki isme dönüş gerekir. Gelenek olarak aktarılan dil asli dilin kendisidir; çünkü geleneksel dil beşerin ürettiği bir dil değil, bizzat Varlık tarafindan verilen dildir. Geleneksel dilin asıl kaynağı ise felsefe değil, Varlıkta tarafından lütfedilen Vahiydir. Varlık, bütün tarih boyunca Vahiy ile kendi kimliğni tanıtmış ve tanıtmaya devam etmektedir. Vahiy asli dildir ve “peygamber” aracılığıyla diğer insanlara dikey boyuttan aktarılır. Varlık bütün doğru kelimelerin olduğu dildir. O hâlde Vahiy bütün doğru kelimelerin olduğu Varlık dilidir. Vahiyden aktarıldığı gibi Varlık’ı doğru çağırmanın ismi Allah’tır. Allah ism-i cem olarak bütün isimleri toplayan Varlık’ın asli ismidir. Allah ismi Kur’an-ı Kerimde bilindiği üzere “O”, “Sen”, “Ben” ve “Biz” ismini kapsayan külli isimdir. Varlık kimliksiz olmadığı gibi isimsiz değildir. Allah isminin yüceliği bütün isimleri kendisinde toplamasından gelir. İsim bizim yukarıda ifade ettiğimiz terimle Varlık tarafindan verilen kelime demektir. Varlık tarihi, felsefe tarihi değildir: Heidegger düşüncesinin en büyük sorunlarından biri Varlık meselesiyle ilgili felsefe tarihiyle sınırlı kalmasından dolayı kimlik ve isim meselesini düşünememesinden kaynaklanır. Heidegger, Varlık’ın “Sen” “Ben” ve “Biz” olarak çağırılmasının boyutlarını düşünemediği gibi Varlık’ın kendisini asli olarak Vahiy ile açtığını da görememiştir. Varlık’ın kimlik boyutu düşünce tarihinde, aslında Heidegger’in referans vermediği, felsefe tarihinin ötesinde kalan, Vahiy ile zaten ifade edilmiştir. Bahsedilen kimlikle ilgili anlamlar felsefenin ötesinde ancak Vahiy ile ilgili olarak anlaşılabilecek boyutlardır.
Varlık’ı doğru idrak ederek çağırmak Allah’ı çağırmak demektir. Allah ismi bütün şeylerin sahibi olduğu gibi, onların zuhura gelmesini mümkün kılan en yüce kelimedir. O hâlde Var- lık’a yönelik kim sorusunda ulaştığımız “Ben” ifadesi ancak Allah için söylenebilir. Bütün evrende tek gerçek benlik sahibi O’dur. O’nu “Sen” olarak çağırmak bütün Varlık’ta hüküm sahibi benliği çağırmak manasına gelir. Varlık ile ilgili “Kimdir O?” sorusuna verilen cevap olarak “Ben” formel bir “Ben” değildir. Allah bütün evreni kuşatmış, faal olarak her an hüküm veren mutlak “Ben” olan tek ve biricik Varlıktır. O’nun sürekli yaratım/tecel- liler içinde yeni hükümler verdiğini gözlemleriz çünkü evrende sürekli oluş vardır. Her bir şey bu oluş sürecine yaptıkları işlerle katılmaktadır. Her bir şeyin işi ise Allah’ın hükmüne konu olur ve karşılığını bulur. Varlık doğru çağrıldığında Allah olarak ism-i cem yani kelime-i cem olarak bütün kelimeleri kendinde toplayan çağrılır.[3]
* * * ♦
Vahiy beşerin ötesinde tamamen dışarıdan ve yükseklikten gelen asli dildir. Vahiy konusunda modern psikolojik yorumlar tamamen asli dil boyutunu göremedikleri için onun anlamına kör kalırlar. Dışarıdan gelen dil aynı zamanda akıldır. Akıl dilde kendini açar. Beşerî akılsa ancak dışarıdan kendisine verilen asli dil ve akıl olduğu için faaliyet gösterebilir. Vahiy sadece bir yazı olarak kaydedilmiş olan kitap değildir. Tabii ki yazılmış kitap onun bir boyutudur ama asli dil bütün Varlık’ta olduğu için Vahiy “Ana Kitap” olarak bütün şeylerin bilgisini içerir. Kitap olarak yazılmış yazıda, bütün şeylerin matematik, geometrik ve fiziksel bilgilerin bütün detaylarıyla dile getirilmesi beklenemez. Ancak bütün şeylerin bilgisi ilkeleri bakımından bütünüyle yine de onda ifade edilmiştir. Ana kitap olarak bütün evrende ise bütün bu bilgiler ayrıntılı olarak açığa çıkar. Vahiy kitabı olarak bildiğimiz anlamıyla yazı ise bütün bilgilerin ayrıntılı ilebil, genel ilkelerinin duyurulduğu zemindir ve insani anlamaya sürekli açıktır.
Vahiy kendindeki ilkelerin ayrıntılarının zuhuru bakımından sonsuz anlam potansiyeline sahiptir, dolayısıyla onun bitmiş bir yorumundan bahsedilemez. Her yeni gelişen bağlamda ve bilgi alanında ayrıntının zuhuru ile yenilenir fakat ilkeleri bakımından her zaman aynı kalır. Dolayısıyla peygamberlere gelen Vahiy, Varlık ile ilgili ilkeler demektir. Bilimlerde ayrıntı yeni bir bilgi olarak gelse dahi, Vahiydeki ilkelere uygundur. Eğer bugünlerde olduğu gibi Vahiy konusunda bir kafa karışıklığı yaşanıyorsa Vahiydeki ilkenin beşer tarafindan doğru yorumlanmadığı sonucu çıkar. Varlık’ın asli dili olarak Vahiyde, yukarıda gösterdiğimiz kesin kanıdan göre, hiçbir yanlışlık olamaz. Bazen tarihsel ve kültürel beşerî yorumlar ön plana geçtiği için Vahiyde duyurulan ilkelere uygun olmayan yorumlar söz konusu olur. Ama asli dil doğru İdrak edilirse bu tip yorumların bağlamsa! ve kültürel olduğu anlaşılabilir. Ana kitap olarak bahsettiğimiz Varlık’ın zuhur etmesi ise bütün ayrıntılarıyla ilkelere uygun olarak şeylerini bütünü demektir. Evren yaşayan ana kitap olarak sürekli keşfedilmeye hazır sonsuz bilim alanıdır.
…
Ali Sait Sandıkoğlu – Düşüncenin Kıyameti 1
Felsefenin Ölümü,syf:66-91
Dipnotlar:
[1] Varlık’ın sonsuzluğu ve ezelî ve ebedîliği bu eserde altı çizilen bir husus
tur. Varlık, varolanlardan farklı olarak asla geçicilik ve sonluluk ile sınırlandırılamaz, O’na temsilî bir başlangıç ve son atfetmek ise sadece geçici ve sonlu varolan cihetinden hipotetik kalan bir kurgudur. Varlık, zaman Üzerine daha derin bir düşüncenin göstereceğe üzere asla doğnıa- yan ve ölmeyen sürekliliktir.
[2] Modern bilimlere ve onların yöntemine bakışla benliğin kaynağı konusunda Husserl’in “aşkınsal ego” mefhumu yol gösterici niteliktedir. “Aş- kınsal ego” ifadesi, her türlü olgusal ve pozitivist anlayışın ötesinde benliğin kaynağı olan “ben”in bedensel ve maddi unsurlardan oluşmadığını ve oluşamayacağını gösterir. Husserl bütün bilinç yaşantılarında her birine birlik verenin o olduğunu göstermekle kalmamış, yaşamın bizzat kendisindeki farklı yaşantıların birlik durumunu da mümkün kılanın yine “aşkınsal ego” olduğunu göstermiştir. Husserl’in “indirgeme”yöntemi bize maddeci ve pozitivist bilim anlayışının asla açıklayamayacağı benliğin aşkınsal kaynağını göstermekte gayet uygundur. Fakat Husserl’in araştırmalarında, “aşkınsal ego”nun bizzat kendisinin kaynağı üzerinde yeterince düşünülmeden kalan boyuttur. “Aşkınsal ego”nun kaynağına doğru kökensel bir indirgeme kökensel olarak fail olan Mutlak bilincin aslında sadece insanın kendisine ait sandığı aktüel benliğinin bilinci ol- madığını ifâde eder. Bilincin kökenindeki pasif olarak akan zaman ve potansiyel bilinç analizleri bu boyuta açılan kapı gibidir. Eğer “aşkınsal ego” olgusal ve dünyevi alanın ötesinde verilmişse, onun kökensel verilişini sağlayan “Mutlak” asla olgusal ve dünyevi “nelik” kategorisine göre düşünülemez. Bu durumda Husserlin açmadığı bu önemli boyut bizim onun düşüncesine göre ifâde etmekte çekinmeyeceğimiz “kimlik” mefhumuna açılır. Mutlak, aynı zamanda bilinçli ve bilincin kökeni olan, kimlik sahibi mutlak bilinç olmalıdır. Şimdilik fenomenoloji bakımından bu önemli hususu daha ayrıntılı bir araştırmanın konusu olarak biralarken buradaki kısa ve öz açıklamalarla yetiniyoruz.
[3] O nun “Sen* olarak en kâmil tecellisi ise bütün peygamberliğin anlamının kendisinde toplandığı Hz. Peygamberde zuhur etmiş ve ona kapsayıcı kelimeler <cevâmiu’l kelim > verilmiştir.



0 Yorumlar