Kimlik Tartışmaları Bağlamında Türk Ulusal Kimliğinin İnşası

16pismo-i-pero-300x200 Kimlik Tartışmaları Bağlamında Türk Ulusal Kimliğinin İnşası

Aydınlanma sürecinde gelişen ve günümüzü de kayıtlayan modern kurgu, toplumsal yaşanılan yönlendiren birçok olguyu beraberinde getirmiştir. Bunların en etkililerinden biri de ‘modern ulus’tur. Toplumlar, ulus olgusu temelinde kimlik inşa ederken, uluslaşma yoluyla da siyasal davranış tarzlarını oluştur­muşlardır. Bu durum modernliğin siyasal bilinci olarak da tanım­lanabilir. Ulus temelinde oluşturulan ulusal kimlik, ulusçuluk ve ulus-devlet tasavvuru, modern yaşam kurgusunun belli bir döne­mini çok yoğun bir şekilde etkileyerek toplumlararası ilişkilerde belirleyici bir rol oynamıştır.[1] Türk modernleşmesi çerçevesinde inşa edilen ulus temelli tasarımlar, Türk toplumunda iç ve dış ilişkiler konusunda önemli roller oynamıştır.

Ulusal kimliğin, küresel gelişmeler sonucunda yaşadığı aşın­malar ve karşı karşıya kaldığı kriz, Türk ulusal kimliği üzerinde de etkili olmaktadır. Türk ulusal kimliğinin bugünkü gelişmeler sonucunda karşılaştığı sorunları anlayabilmek için; etnik özellikli Türk kimliğinden siyasal karakterli Türk ulusal kimliğine dönüşü­münü ve bu dönüşümle birlikte ortaya çıkan sorunları göz önün- de bulundurmak gerekir. Batı Avrupa’da ulusal kimlikler inşa edilmeye başlandığında Türkler Batı’da imparatorluk çatısı altın­da, Doğu’da (Orta Asya’da) ise devletten yoksun siyasal anlamda dağınık bir yaşam sürmekteydiler. Ulusçuluk hareketleri ve ulu­sal kimlik inşası Batı-dışı toplundan etkisi altına almaya başladı­ğında Türk toplumu da bundan etkilendi, ancak daha önceki bölümde de belirttiğim nedenlerden dolayı başlangıçta bu geliş­melere ilgi duymadı. Bundan dolayı OsmanlI’nın son dönemleri­ne rastlayan ulusalcı hareketler, başlangıçta ulusal nitelikli Türk kimliği oluşturmada çok fazla etkili olamadı. Buna rağmen Osmanlı, toplumlararası ilişkilerdeki egemenliğini yitirdiği için, Türkçülüğü yeni bir siyaset üretme imkânı olarak görüp ulus temelli yaklaşımlara kapı araladı. Ancak bu dönemde ulusal duy­gularla şekillenen ‘Türk kimliği’, ‘Osmanlı kimliği’ne egemen olma konusunda zorlandı. Dolayısıyla Türk ulusal kimliği OsmanlI’da siyaset üretmenin etkin bir aracı olarak da kullanıla­madı. Bu aracın etkin bir şekilde kullanılmaya başlandığı tarih, 1923’tür.

20.yüzyılın başlarından itibaren yeni bir toplum projesi hali­ne gelen Türk ulusçuluğu, Türk ulusal kimliğinin inşasını da gerektirmiştir. Çünkü modern ulusal kimliklerin, doğal görüntü­lerinin ardında yeni ve inşa edilmiş bir özellik barındırma gerek­sinimleri bulunmaktadır. Bu özellik, Türk ulusal kimliğinin inşası için de gerekli olmuştur. Ulusal kimliklerin doğallıkları geçmişle ilişkisini, yeni olmaları ise icat edildiklerini ifade etmektedir. Yani, icat edilmiş olmaları geçmişle bağlarını kopar­ma anlamına gelmemektedir. Aksine icat edilen pratikler, doğa­ları gereği kendi dinamiklerine uygun bir geçmiş ile kendiliğin­den oluşan bir sürekliliği oluştururlar. Ancak Türk ulusal kimliği, geçmişle ilişki kurma noktasında Batılı olanlara göre önemli bir farklılaşma yaşamıştır. Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında Türk ulusal kimliği inşa edilirken geçmişle olan süreklilik önemli ölçüde kırılmıştır. En azından Türk tarihinin belirli bir dönemi unutulmuştur. Bu kırılmayla sil baştan başlamayı öngören, inşa edici zihniyet, farklılaşmanın ana eksenini oluşturmaktadır. Kadıoğlu’na (1999: 24) göre “Bu kopuşun günümüzdeki uzantısı bir tarihsizlik zihniyeti ve belleğini yitirme hastalığıdır. Bugün, Türkiye Cumhuriyeti’nin sanki psiko-terapiye ve geçmiş ile bağ­larını güçlendirerek kendi kültür tarihini yeniden yazmaya gereksinimi vardır.” Bu durum önemli Ölçüde Türk ulusal kimli­ğine özgü olsa da genel olarak Batı-dışı toplumlarda inşa edilen ulusal kimliklerin yapısında görülen bir farklılıktır. Daha önce de belirttiğim gibi Batı’da bir tercih ve kendi kaderini tayin etme olarak beliren ulusçuluk, Batı-dışı toplumlarda bir kimlik arayı­şının ifadesi olarak algılanmış ve bu yönde biçim kazanmıştır. Bundan dolayı Batı-dışı toplumlarda ulusçuluk akımları, kimlik tartışmaları ekseninde şekillenmiştir.

Ancak kimlik arayışları ve tartışmaları, “her ne kadar Batı’nm getirdiği yeni düzene karşı bir direniş ve bu toplumların kendi tarihleriyle kimliklerine sahip çıkma biçiminde algılansa da, bu karakterde gelişememiştir” (Karakaş, 2000: 282). Başlangıçta ulusçuluk ve ulusal kimlikler, sömürgecilikten kurtulmanın bir yolu olarak görülse de, daha sonraki süreçte modernleştirici özel­likleriyle Batılı olana eklemlenmenin itici gücüne dönüşmüşler­dir. Plamenatz’m (1976) ifadesiyle “Doğulu ulusçuluk, yapısı iti­barıma derinden çelişkilidir: Hem taklitçidir hem de taklit ettiğine düşmandır.” Chatterjee (1993: 2) bu açmaza atıfta bulunarak ulusçuluğun Avrupa dışı dünyada “türetilmiş” bir söylem oldu­ğunu iddia eder. Göle’ye (2002:63) göre ise “Batı-dışı toplumların tarihsel güzergâhları, toplumsal muhayyileleri, politik kurumlan, bilim anlayışları Batı’nm yörüngesinde yol almıştır. Batı-dışı top­lumların ortak özelliği Batı modernliğine olan bu bağımlıhklan- dır. İster sömürgeciliğin zorlamasıyla, ister gönüllü modernizas­yon aracılığıyla bu toplumların tarihi Batı’nm izdüşümünde yeniden yazılmıştır.” Bu çerçevede Türk ulusal kimliği, Türk ulu­sunun modern argümanlarla oluşturulma çabalarının bir sonucu olarak inşa edilmiştir. Diğer bir deyişle modernleşme/Batılılaşma ile karşılıklı bir ilişki içerisinde şekillenmiştir.

İçermenin olduğu kadar dışlamanın da bir ölçüsü olan Batılılaşma, Türkiye’deki egemen düşünce ile ötekiler açısından aslında aynı anlama geliyordu. Çünkü Batıcılar kadar İslamcılar, Türkçüler, Azınlıklar ve Türk olmayan Müslümanlar da argüman­larını Batıcılık temelinde geliştirmişlerdir. Zaman içerisinde kon­jonktüre! ve bölgesel gelişmeler çerçevesinde farklılaşmaların yaşanmasına rağmen, birbirleriyle ilişkilerinde bu ölçü temel belirleyici olmuştur. Cumhuriyet’in muhafazakâr aydınlarından Peyami Safa (1988:4), “Türkçüler, Batıcılar ve İslamcıların, ‘dere- cesi’farklı olmak üzere, Batılılaşma esasında müşterek oldukları- nı” belirtmektedir. Bunu, her üç grubun ayrı ayrı çıkardığı dergi­lerde ileri sürdükleri düşüncelerde de görmek mümkündür. Sebilürreşad dergisi ekseninde İslamcılar, Türk Yurdu dergisi etrafında Türkçüler, îctihad dergisi etrafında da Batıcılar topla­narak görüşlerini ifade etmişlerdir.

Entelektüel düzeyde Yusuf Akçura ve Ziya Gökalp’in görüşle­riyle şekillenmeye başlayan Türkçülük, Cumhuriyetle birlikte Türk ulusçuluğuna dönüşmüştür. Bu süreç aynı zamanda Türk ulusunun yeniden inşasını ifade etmektedir. Türkiye Cumhuriyeti yeni bir ulus inşa etme zemininde kurulduğu için yeni açıklama­lara ve toplumsal meşruiyet dayanaklarına ihtiyaç duymuştur, ihtiyacı karşılayacak yeni bütüncül yapı, ulus temelli Türk toplu­mu olmuştur. Bunu oluşturmak ise Türk ulusal kimliğinin tahay­yül edilebilmesine bağlı olduğu için yeni bir sürece girilmiştir. Girilen yeni süreç Türk ulusal kimliğinin inşa sürecidir. Bu çerçe­vede ulusal kimlik, ulusal kültür temelinde inşa edilmiştir. Gökalp tarafından geliştirilen kültür ve uygarlık ayrımı hem Osmanlı döneminde hem de yeni Türkiye Devleti’nin kuruluş aşamasın­da, Batılılaşmayı açıklamanın yanında ulusal kimlik inşası için de kullanılan bir kuram olmuştur. Gökalp, başlangıçta Batılılaşmayı savunmak, Cumhuriyetin kuruluş döneminde ise Osmanlı’yı inkâr siyasetlerini desteklemek amacıyla bu kurama başvurmuş­tur. Ancak Kemalistler genel bir yaklaşım olarak Gökalp’in teori­sindeki kültürü, uygarlığa ulaşma açısından bir engel olarak gör­müşlerdir (bkz. Davison, 1995:189-224). Çünkü teoriye göre kül­tür, Türklüğü yaşatmanın yanında Islandığı da yaşatmayı hedef­liyordu. Oysa Cumhuriyetçi elitlerin tarih tasarımında, İslam’ın etkisi ya tamamen yok sayılmıştı ya da en aza indirilmişti.

İnşa sürecindeki Türk ulusal kimliği, Türklerin geleneklerini ve inançlarını koruyucu bir niteliğin dışında, bunlara karşı cephe alan ve bunlardan mümkün olduğu kadar vazgeçmeye çalışan bir yol izlemiştir. Batılılaşma doğrultusunda gerçekleştirilmeye çalı­şılan söz konusu yeni siyaset ve dünya görüşü, anti-Islam ve anti- Osmanlı temelinde olduğu kadar, anti-Sovyet (sosyalizm) teme­linde de yeni bir model olarak ortaya çıkmıştır. Akçura’mn (1976) “siyasi bir seçenek olarak” önerdiği Türkçülük ve Türk ulusal kimliği, Cumhuriyetin kesin bir siyasi seçimi olarak resmi ideo­loji haline gelmiştir. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu lideri Mustafa Kemal Atatürk’ün de laik ve modernleştirici ulus anlayı­şının temelini oluşturan, “Anadolu-dışı irredentizmi kırpılmış bu Türkçü ideal” (Smith, 1991:103), ulus inşa etmenin yanında yeni­den kurulan devletin devamını da sağlamayı amaçlıyordu.

Smith’e (a.ge., 103) göre Atatürk’ün yaptığı, Osmanlılığı ve İslam’ı devre dışı bırakarak Türk irredentizmi dışında imparator­luğu, ‘‘Anadolu Türklerinin oluşturduğu etnik ulusa hizalı tümle­şik bir teritoryal siyasi topluluk olarak tanımlayan bir dizi modernleştirici toplumsal ve kültürel reformu kabul ettirmekti.” Ancak, ulusa dair bu teritoryal ve sivil düşüncelerin gerçekleştiril­mesi, ulusal kültürel kimlik içinde dayanışma temelini gerektir­mektedir. Oysa yeni anlayış, “Türklerin kökenini Orta Asya’ya ve Oğuz Han’a uzanan bozulmamış soylarına, arılaşmış dillerinin (Güneş Dil Teorisi) eskiliğine dayandıran bir teoriden yararlana­rak zoraki etnik mitler, anılar, değer ve semboller tedarik etmeye çalışmıştır.” (ag.e., 104). Yaşanan süreç, 1920’lerin başından iti­baren Türkçülük ve Türk ulusu hakkında görüş geliştirme hakkı­nın Türk Ocağı, Türk Yurdu dergisi ve Türkçü önderlerden Kemalist önderliğe geçişin de bir göstergesiydi. Bu gelişme, Kemalistler açısından Türkçülerin de öteki olarak tanımlanması anlamına geliyordu. Pantürkist Z. Velidi Togan’m dışlanması, 1930’lu yıllarda Türk Ocaklan’mn kapatılması, 1940’h yıllarda Türkçülük önderlerinden Hüseyin Nihal Atsız ve arkadaşlarının tutuklanması, 12 Eylül 1980 Darbesi’nden soma ‘devleti kurtar­ma şiarıyla komünizmle mücadele ettiklerini’ öne süren ülkücü­lerin dönemin generalleri tarafindan kovuşturmaya uğratılması ve cezalandırılmaları bu tutumun örnekleridir.

Bu farklılaşma, Kemalist ulusçuluğun ve inşa edilmeye çalışı­lan ulusal kimliğin geçmişten radikal biçimde kopuşunu berabe­rinde getirmiştir. Çünkü icat edilen yeni gelenek, “Cumhuriyetçi elit tarafindan eskiyle ilişkisinin olmadığı, yeniden doğmuş ola­rak” tanımlanmıştır ve “yeni Türkiye adeta tarihsiz bir devlet olarak ortaya çıkmıştır” (Robins, 1996: 68-69). Eskiyle ilişkinin olmadığı tezi üzerine kurgulanan yeni gelenek, Türk aydınlanma­sı veya rönesansı olarak nitelendirilmiştir. Bu durum yeni Türkiye’yi adeta tarihsiz bir devlet olarak ortaya çıkarmıştır. Oysa modern ulus inşasının en önemli unsurlarından biri, kuşkusuz, ortak tarihsel geçmiştir (köken miti). Dolayısıyla tarihsiz bir ulus­tan bahsedilemez. Yeni Türkiye Devleti bu eksikliği tamamlamak amacıyla, Osmanlı öncesi Türk talihine yönelerek ortak mirası kısıtlı bir çerçevede oluşturmaya çalışmıştır. Böylece Türk ulusal kimliği, Osmanlı öğelerini taşıyan bütün unsurları öteki olarak belirlemesine rağmen, hiçbir zaman da bu mirastan kendini kur- taramamıştır. Diğer bir ifadeyle, yeni ulus-devlet Osmanlı mirası üzerine kurulduğu için söz konusu miras Türk ulusal kimliği üzerinde bir hayalet gibi dolaşmaktadır.

Ulusal kimliğin inşasmda, Osmanlı öncesi dönemle ilişki kurma düşüncesi somut olarak Cumhuriyet’le birlikte ortaya çıksa da bu yaklaşımın kökeni II. Meşrutiyet’e (1908) kadar uzanmaktadır. Özellikle Avrupa’nın Balkan ülkelerindeki ulus­çuluk akımlarım kışkırtmasıyla ve yapılan gizli anlaşmalarla imparatorluğun varlığının tartışılması, devletin varlığını koruma konusunda ciddi endişelere yol açmıştır. Bu açıdan özellikle II. Meşrutiyet sonrasında Avrupa’da kurulmakta olan yeni denge­ler, Türklerin konumunu ve bu konumun siyasal, tarihsel ve kültürel temellerinin, Osmanlılık dışında belirtilmesini günde­me getirmiştir.

İnceleyin:  Modernliğin Önerdiği Kimlik

Osmanlı’nın son döneminde Türkçülük ‘Türk irredentizmi’ temelinde şekillendirilirken, Cumhuriyet’in kuruluş aşamasında Anadolu Türklüğü’ne dayalı ‘teritoryal’ anlayışa dönüşmüştür. Böylelikle hayalî Türk sınırlarından vazgeçilip somut Anadolu toprağı temelinde bir vatan oluşturma gayreti ortaya çıkmıştır. Diğer bir ifadeyle Türkçülük, Anadolu toprak parçası üzerinde sınırlı bir dünya görüşü olarak geliştirilmeye çalışılmıştır. Teritoryal temelde oluşturulan yeni yaklaşım, Osmanlılık siyase­tine sahip çıkmadığı için, medeniyet değişikliği projesi biçimin­de sunulmuştur. Türkçülük ise icat edilmeye çalışılan ulusal kültür çerçevesinde Batılılaşmayla bağlantılı olarak, Batı dışı toplumlarda görülen ulusçuluk karakterine bürünmüştür. Osmanlı İmparatorluğu yıkıldıktan sonra Türkler açısından sorun nitelik değiştirmiştir. Artık imparatorluğun korunması değil, Türklerin kendi varlığını korumaya yönelik ortaya çıkacak bir siyaset önem kazanmıştır. Amaç, Anadolu Türklüğü’nün dev­let kurabilme çabasıdır. Bu nedenle Anadolu Türk kimliği, Anadolu’da bağımsız bir devlet kurabilmek için Osmanlı ve İslam’la uyuşmayan yönleri ön plana çıkarılarak kurgulanmıştır (Karakaş, 2000:288-289).

Genel anlayış bağlamında Anadolu Türklüğü’ne dayalı ‘ulusal kimlik’ inşası için, özellikle 1930’hı yıllarda bir dizi girişimde bulunulmuştur. Bunların en önemlileri, Türk Tarih ve Dil Tezlerinin geliştirilmesidir. Bu çerçevede yapılan Türk Tarih Kongresi çeşitli tartışmalara sahne olmasına rağmen daha sonra vazgeçilecek olan Türk Tarih ve Dil Tezleri’nin biçim kazanması­nı sağlamıştır. Kongredeki çeşitli tartışmalardan sonra ortaya çıkan sonuç şuydu: Türkler Orta Asya kökenli beyaz Ari bir top­lum idi; Asya ve Afrika’ya yayılarak uygarlık götürmüşlerdi. Bu perspektifle Hitit ve Sümerler de Türk olarak mütalaa ediliyor ve Türklerin Antik Çağ’dan beri Anadolu’da hüküm sürdükleri kabul ediliyordu. Türk tarihinin kökenlerini Anadolu’ya dayandırma tutumu, Orta Asya tarihine dayalı tezleri de zayıflatmış oluyordu (bkz. Türk Tarih Kongresi, 1932). Bu ise Pantürkizm temelinde oluşturulan tarih anlayışının reddi anlamına geliyordu. Aynı zamanda Anadolu Türklüğü temelinde kurulan yeni devletin ve ideolojisinin, Anadolu toprakları üzerinde varlığının meşruiyetini sağlama amacım taşıyordu. Bunun dışında önemli bir amaç da yeni ulusal kimliği, İslam’ın dışına taşıyarak, İslam öncesi Türk tarihiyle ilişkilendirmekti. Aynca Sümer ve Hitit uygarlıklarının, Türk uygarlığı olarak tanımlanması, benimsenen Batı uygarlığı­nın yaratıcılan arasına Türkleri de koyarak, uygarlığın Orta Asya merkezli yayılım tezlerini savunma amacım taşımaktaydı.

Bütün bunlar aynı zamanda medeniyet değişikliği projesinin meşruiyetinin kurulma çabalarıydı. Gökalp’in bu konudaki açık­lamaları temel anlayışı yansıtmaktadır. Ona göre (1990) “Batı medeniyeti vardır, ama Türk medeniyeti de vardır; Batı kültürü pratik, kullanımlı ve yararlıdır ama Türk kültürü de tarihseldir ve işlevselleştirilebilir. İslam, Hristiyanlık benzeri bir reformasyon süreci geçirirse, Batı toplumlarının dirile birlikte yaşama pratikle­rine ulaşılabilir.” Bu türden açıklamalarla nüfusun benzeşliği ve etnik saflığı üzerine inşa edilen Türk ulusal kimliği projesi, tam anlamıyla top yekûn bir ‘medeniyet dönüşümü’nü gerektirecek ölçüde radikal bir kültürel değişim projesidir. Akman’a (2002: 82,89) göre “genel olarak, Türk ulusal kimliği Batılılaşma projesi­ne endeksli tanımlanmış ve içeriği buna göre oluşturulmuştur. Türk ulusal kimliği güçlü devlet geleneğinin motive ettiği bir sonuçtur.,, Oluşum döneminde tarihsel baskınlığını kurmakta olan ve modernliğin bir parçası olarak görülen ulus-devlet mode­line uyması için benimsenmiştir.”

Osmanlı siyasasında Batılılaşma, devleti kurtarmak ve devam­lılığını sağlamak için yaşanılması gereken bir süreç olarak görül­mekteydi. Ulusçuluk ise Batılılaşma yolunda kullanılabilecek önemli bir araçtı. Ancak OsmanlI’nın bir İmparatorluk olarak bu etkin aracı kullanabilecek imkânı yoktu. Bu araç, etkin bir şekilde 1923’ten sonra inşa edilerek kullanılmıştır. Bu dönemde Kemalist elitler, Batılılaşmayı daha köktenci bir tavırla tanımlayarak, geç­mişle tüm bağlarını koparmak olarak gördükleri bir medeniyet dönüşümünü amaçlamışlardır. Bu doğrultuda ulusçuluk ve ulu­sal kimlik, “Türkiye’de modernleştirme ideolojisi ve pratiği işlevi­ni görmüştür” (Keyder, 1996:116). Türk ulusçuluğunun ve ulusal kimliğinin bu niteliğinden dolayı “Türkiye’de modernliğin görün­tüsü her zaman öncelikli olmuştur.” (Kadıoğlu, 1999: 31). Kostümler üzerinden üretilen kimlik siyasetleri, bu özelliği yansı­tan bir boyuttur. ‘Başörtüsü sorunu’ hakkında yapılan tartışma­lar ve tarafların konuya yaklaşımları bu duruma verilebilecek en tipik örnektir. Çünkü başörtüsü sorunu, modernliğin ideolojik yönünü ilgilendirdiği kadar kimlik ifade etmek amacıyla pratiğini de ilgilendiren bir soruna dönüşmüştür.

Ulusçuluk temelinde inşa edilen ulusal kimlikler, aynı zaman­da bir ‘ötekileştirme’ sürecidir. Türk ulusal kimliği, Misak-ı Milli sınırları içindeki yurttaşlar temelinde inşa edildiği için öncelikle sınır dışında kalanlar, özellikleriyle tanımlanmış ve buna göre ilişkiler kurulmuştur. Bu doğrultuda gelişen sürecin adı modern­leşmedir ve ilişkilerin yönü Batı’ya dönük olarak şekillenmiştir, içte ise Türkleştirme politikasına bağlı olarak ötekiler belirlen­miştir: “dindar (Müslüman) Türkler, Türk olmayan Müslümanlar (özellikle Kürtler) ve gayrimüslim azınlıklar” (Yıldız, 2001: 16). Bunlara milliyetçi ve ulusalcı aynım yapılarak, Batıcı, laik ve ile­riciliği temsil eden Türk ulusalcılığı karşısında, Doğucu, îslami olan ve kültürelciliği temsil eden Türk milliyetçiliği ekseninde tanımlanan Türk milliyetçilerini ve Alevüeri de eklemek müm­kündür. Kemalist ulusçuluğun kurucu ötekileri olan söz konusu toplumsal kesimler, hukuki, siyasi ve etnik olmak üzere üç ayrı boyutta tanımlanmışlardır. Bu boyutlar, Kemalist ulusal kimliğin kurucu bileşenlerini oluşturmasının yanında kurucu ötekilerini de tayin etmiştir. Aynı zamanda yaşanan sorunların temel alan­larım da belirlemiştir.

Türk ulusal kimliği, bu bileşenlere ulusçuluk temelinde modern bir Türk ulusu ve ulus-devleti oluşturmak için ihtiyaç duymuştur (bkz. Mardin, 1981). Çünkü içinde bulunduğu modern dünya aynı zamanda bir uluslar dünyasıdır. Bundan dolayı moddrn zamanlarda siyasetin ve devlet oluşturmanın meşruluk zemini ulusçuluk ve ulus-devlet olmuştur. Bu özelliğiyle ulusçu­luk dışa karşı bir olmayı, içte de türdeş kalmayı mümkün kılacak bir güce sahiptir. Bu güçle ulus-devletler ve ulusal kimlikler inşa edilmekte ve devamlılığı sağlanmaktadır. Ancak bütün bunlara rağmen her konuda bir ve mutabık olan saf ulus-devletin ve ulu­sal kimliğin varlığından da söz etmek güçtür. Çünkü ulus-devlet­lerin ve bu eksende inşa edilen kimliklerin çoğunun nüfus yapısı heterojendir/melezdir. Birçoğu etnik ve dinsel azınlıklara sahip­tir ve önemli anlaşmazlıklar söz konusudur. Türk ulus-devleti de sözü edilen melez yapıyı ve sorunları bünyesinde taşıyan bir ülkedir.

Türk Ulusal Kimliğinin Temel Sorunları

1920’lerdeki gelişmeler, Türk toplumunu psikolojik, kültürel, siyasal ve toplumsal boyutlarda yeni bir kimlik arayışına yönlen­dirdi Aslında daha önceden başlayan bu süreç 1920’li yıllarda hızlandı. Cumhuriyet’le birlikte Türkçülük ideolojisi teritoryal zeminde Türk ulusçuluğuna dönüşünce, Türk ulusal kimliğinin de genel çerçevesi belirlenmiş oldu. Ancak belirlenen yeni ulusal kimliğin içeriğinin oluşturulması kolay olmadı. Halen de dolduru- labüdiği söylenemez. Güvenç’in (1996:16) de belirttiği gibi, “Yeni kimliğimizi uzun yıllardır arıyorduk, 1980’lere gelindiğinde de bulamadık, sadece çözümü aranan sorunun adını koyduk.” Türk ulusal kimliğinin yaşadığı bu sorun büyük ölçüde geçmişi tanım­lamasıyla ilişkilidir. Her ulusal kimliğin inşasında aranan ‘köken miti” oldukça işlevsel olduğundan dolayı Türk ulusal kimliği için de işlevsel olmuştur. Ancak oluşturulan köken mitinin, Türklerin İslam öncesi dönemine atıfta bulunması, ‘Türklük bilinci’nin oluşmasında oldukça etkili olabilecek dünya devleti konumunda­ki OsmanlI’yı devre dışı bırakmıştır. Bu yaklaşım ise Türk ulusal kimliğinin köken miti aracılığıyla meşruiyet kazanmasını ve geniş kitleler tarafindan içselleştirilmesini zayıflatnuştır.

Cumhuriyetle birlikte Batılılaşma siyaseti, devletin ıslahının yanında topluma da çekidüzen verme biçimine dönüşünce, OsmanlI’ya ait toplumsal yapı özelliklerini devre dışı bırakacak yönde politikalar geliştirilmiştir. Yeni dönemdeki Batılılaşma siyaseti farklı bir kulvarda yol almaya başlamıştır. Ancak, Osmanlı’ya özgü unsurların devre dışı bırakılma çabalarına rağ­men, Batılılaşma konusundaki dönüşüm, Osmanlı Batılılaş­masından önemli bir mirasın devredilmesiyle yaşanmıştır. Örneğin, çevresel güçlerin merkezden dışlanması anlayışı, yeni dönem politikalarında da güçlü bir şekilde kendini hissettirmiş­tir. Osmanlı-Türkiye siyasasını belirleyen bu durum, devlet-top- lum ilişkilerinde modernleşme süreci boyunca daha da keskinle­şen bir karşılıklı kuşkunun doğmasına yol açmıştır. Merkezle çevrenin birbirine yabancılaşmasının en önemli gerekçesini oluşturan bu karşılıklı kuşku, Türkiye’de çevresel güçlerin politik karar alma süreçlerine katılımlarının sınır ve koşullarım da belir­lemektedir. Mardin’e (1990: 64) göre bu yabancılaşmanın ve toplumsal kopukluğun tüm sorumluluğu, “taşralı kimliklerin farklı sembolik ve kültürel kodlarının meşruluğunu tanımayan ve yadsıyan devlete aittir. Cumhuriyet’ in resmi tutumu, Anadolu’ nun dama tahtasına benzeyen yapışım hiç sözünü etmeden reddet­mekti. Cumhuriyet ideolojisinin benimsettirildiği kuşaklar da böylece yerel, dinsel ve etnik grupları, Türkiye’nin karanlık çağla­rından kalma gereksiz kalıntılar olarak görüp reddettiler.’’ Ötekiler olarak da tanımlanan bu unsurlar, zaman zaman ulus devletin kıskacında paranoyak tavırlar içerisine girseler de, her defasında kendilerini yeniden toparlayabilmişler ve merkez kar­şısında muhalefet odağı2 haline gelebilmişlerdir; hatta demokrasi aracılığıyla devlet karşısında hükümet dahi olmuşlardır.

Ayrıca kurulan yeni ulus-devletin bu konudaki engelliyici ted­birlerine karşı geliştirilen direnme ve yapılanmalar göstermiştir ki, ötekilerin düşünce ve tavırları, bugünden yarına değişebilir nitelikli değildir. Bu da sorunların sürekliliğini gösteren güçlü bir eğilimdir. Türkiye’de ötekilerin, merkezin güçlü bir statüko oluş­turmasından dolayı dış güçlerle ilişkili hale geldiklerini de gözden kaçırmamak gerekir. Çevre unsurları, özellikle Türkiye üzerine hesaplan olan ABD, Sovyet-Rusya ve Avrupa Birliği gibi dış güç­lerle bazı konularda çıkarların çakışmasından dolayı ilişki kur­muşlardır. Çevre unsurların merkezî statükoya karşı gücünü ve meşruiyetini dış güçlerle girdikleri ilişkiler veya yaptıkları anlaş­malardan alarak konumlandıkları bilinen bir gerçektir. Bu durum onları sahip oldukları söylemlerden zaman zaman uzaklaştırdığı için tabanlarından da ciddi anlamda tepkiler almışlardır. Hatta aralarında farklılaşmalar yaşanarak bölünmeler de gerçekleşmiş­tir. Bu durumu İslamcı, Kürtçü ve milliyetçi hareketlerde olduğu gibi Alevilerde de görmek mümkündür.

Tarihsel süreç içerisinde şekillenen Anadolu mozaiği, homo­jen ve organik bir ulusal kimliğin oluşması açısından yetersizlik­ler taşıyordu. Bunun da ötesinde engelleme süreçlerim başlatabi­lecek farklılaşmaları bünyesinde bulunduruyordu (Roudometof, 2001:183). Bu ve bunun gibi olanaksızlıklar, Cumhuriyetçi kadro­ların yönünü, Alman modelinin özellikleri olan dışlayıcı, saldır­gan bir ulusçuluk rotasına yöneltti. Bunun sonucu olarak ‘Türk Tarih Tezleri’ ve ‘Güneş Dil Teorisi’ aracılığıyla Antik Helenle, tslami gelişmeler paranteze alınarak, Helen öncesi Anadolu mirasıyla yapay bir bağ kurulmuştur. II. Dünya Savaşı esnasında biraz daha somutlaşan dışlayıcı ve saldırgan ulus modeli belli açmazlarla karşılaşınca yeni bir model arayışına girilmiştir? Bulunan yeni model Fransız ulus modelidir. Ancak somutlaştıkça bu modelin de Türk toplumu için ne denli karmaşık ve uygula­mada sorunlu olduğu görülmüştür. Bünyesinde jakoben eğilim­leri barındıran bu model, toplumsal kesimler arasında çözülmesi güç sorunlara yol açmıştır. Çünkü bu model çerçevesinde geliştirilen toplum projesi, “yukarıdan aşağıya doğru inmekte, sırtını geçmişe ve geleneklere çevirmektedir.” Buna rağmen “yaşam pratiklerine nüfuz etmekte, ancak toplum düzeyinde yeniden üretilirken bir çeşit kaos yaşanmaktadır” (Göle, 2002: 63). Türk toplumu açısından bu model, ‘tarihsel-kültürel kimlik’ ile ‘resmi- ulusal kimlik’ arasında kapanması zor boşluklar ve karşıtlıklar yaratmıştır. Bu boşluklar kişi ve grupları, devlet gücüne veya sosyal baskıya karşı direnmeye yol açmış, Türk toplumunda ‘kimlik bunalımı’ adıyla tanımlanabilecek bir çatışma ortamının oluşmasına neden olmuştur. Çünkü böylece Türk ulusal kimliği, ulus kimliğin en önemli yapı taşlarından biri olan içte türdeşlik sağlama işlevini yerine getirmekte çeşitli güçlüklerle karşı karşıya kalmıştır.

İnceleyin:  Kayıp Kimlik

Bütün bu açıklamalar gösteriyor ki, ulus inşa sürecinde bir gereklilik olan tarihsel süreklilik, Türk ulusal kimliğinin inşasmda kısıtlı kalmıştır. Oysa ulusal kimlikler, yapılarına uygun bir tarih­sel sürekliliğe gereksinim duyarlar. Çünkü Smith’in (1986:14) de belirttiği gibi “ulusal kimliğe uygun tarih, ulusun mensuplarına kim olduklarını bilebilecekleri ye ortaklaşa paylaşıldığı varsayılan ‘benzersiz’ bir kültür tasarımı sunar.” Kültüre uygun kimlik, modern çağın en önemli olgularından biri olmuştur. Uygun kim­liğin inşası, bir “gelenekler yaratma” (bkz. Hobsbawm ve Ranger, 1983) çabasıyla yahut ‘kitlelerin uluslaştınlması’ ile buna uygun mitosların yazılmasıyla ve bu sayılanlar konusunda ulusal mutabakatın zorlanmasıyla tecelli etmektedir. Böyle bir süreç her zaman birliktelik ve uzlaşmayla sonuçlanmayabiliyor. Çünkü belli bir kültürel homojeniteye bağlı ulusal kimlikler, ulus-devlet ideolojisi çerçevesinde inşa edilmektedir. “Ulus-devlet ideolojisi, etnik ya da tarihi köken farklarım dikkate almadan, bütün vatan­daşlarını tek bir kimlik çatısı altında, ‘ulusal kimlik’te birleşmeye zorluyor. Başka bir deyişle, tarihi-kültürel kimlikle, resmi-ulusal kimlik her zaman uyumlu ya da özdeş olmuyor. Bu tür farklar, kişi ve grupları, devlet gücüne veya sosyal baskıya karşı direnme­ye, resmi ideolojilerin aracı olan tarih verilerinin değiştirilmesi­ne, yeniden yazılıp yorumlanmasına yol açıyor. ‘Kimlik bunalımı’ adı verilen çatışma böyle başlıyor” (Güvenç, 1996: 7).

Bu perspektiften bakıldığında, Türk ulusal kimliğinin içte türdeşlik sağlama işlevinin aksamasının en temel nedenlerinden । birinin, tarihsel-kültürel kimlikle resmi ulusal kimliğin önemli ölçüde özdeşleşememesi olduğu söylenebilir. Günümüzde kuşa­tıcı bir kimliği yeniden inşa etme sürecinde de karşılaşılan temel sorun budur. Türk toplumunun önemli bir kısmının, tarihsel- kültürel kimliklerinin özelliklerini, belirli ölçülerde de olsa resmi ulusal kimlik yapısında görmek istemesi, onların öteki kavramı içerisinde değerlendirilmelerine yol açmaktadır. “Öteki ise poli­tik konjonktüre göre ya ‘mutedil’ bir düşmandır, bir hasımdır ya da örneğin Nazi Almanya’sında ve her ulusun içinde bazı kriz dönemlerinde olduğu gibi isterik bir yabancı düşmanlığına neden olan bir cemaattir, bir ulustur. Öteki bazen yurtiçinde bazen dışında keşfedilir yâda icat edilir. Ulusalcı dünya görüşü­ne sahip kimseler, kimlikleri yüzünden, düşünce referansları hep ötekidir, öteki uluslardır” (Millas, 2002:193). Örneğin, Türk ulusal kimliğine göre dindar Müslümanlar, Kürtler ve Azınlıklar yurtiçinde, Yunan ve Arap algılaması ise yurtdışmda icat edilen ötekilerdir. Bunlar, 1920’lerden itibaren Kemalist elitler açısın­dan büyük bir değişikliğe uğramadan bugüne taşınmış algılama­lardır. Bu da gösteriyor ki, Türk ulusal kimliği 1920’lerde yaşa­maya başladığı sorunları, bazı konjonktürel değişimlerin dışmda bugün de yaşamaktadır. Tarihsel sürece kısaca göz atıldığında bu durum görülecektir.

Yeni Türkiye kurulduğunda Cumhuriyetçi elitlerin ulusal kim­lik inşası açısından çözmesi gereken üç temel sorun bulunmak­taydı. Bunlardan birincisi, dindar talepleri olan Müslüman Türklerin ne olacağı; İkincisi ise etnik açıdan Türk olmayan Müslümanlarla özellikle de Kürtlerle arasındaki ilişkinin nasıl kurulacağı; üçüncüsü ise Ermeniler başta olmak üzere Hristiyan azınlıkların nasıl tanımlanacağıydı. Bu konuda yeni rejim, siste­minin bir köşe taşı olarak gördüğü laisizm çerçevesinde dindar talepli Müslümanları öteki olarak tanımlamış ve İslam’ın kabul edilebilirliğinin alanını daraltmıştır. Bora’ya (1997: 21) göre “ 1920’ler/30’lardaki bu militan laisizm politikası, Türk İnkılabının ve modernleşmesinin en büyük ‘aşırılığı” idi. İkinci sorun, Anadolu ve. Trakya üzerine yapılan vurguyla Türk ulusçuluğu çerçevesinde Türklüğü üst kimlik olarak inşa etme yoluyla çöz­meye çalışmıştır. Anadolu ve Trakya’yı kapsayan Türkiye üzerine yapılan vurgu, Türk ulusunun teritoryal tanımını geliştirerek Türk ulusçuluğunun görülen temel eğilimi olmuştur. Bu eğilim aynı zamanda Pantürkistleri de karşısına alma anlam, taşımakta­dır (Çağaptay, 2002: 68). Üçüncü sorun olan Hristiyan azınlıklar meselesine ise Lozan Antlaşması çerçevesinde bir çözüm getiril­miştir. Ancak özellikle ‘Ermeni algılaması’, bugüne de taşınan etkisiyle sorun olmaya devam etmiştir. Geliştirilen temel anlayış, 1930 ve 40’11 yıllar arasında inşa edilerek Cumhuriyet rejiminin resmi ideolojisinin temel nitelikleri arasında yer almıştır. Çözüm ve sorunlarıyla bu durum 1980’li yıllara kadar özünü korumuştur.

1980’lere gelindiğinde iç ve özellikle de dış dünyada meydana gelen köklü değişiklikler, Türkiye’nin nerede durduğuna ve bu konuma nasıl geldiğine ilişkin yeni değerlendirmeler gerektir­miştir. Yeniden değerlendirmenin bir parçası olarak Kemalist modernleşme programı, ciddi sayılabilecek eleştirilere muhatap olmuştur. “Bu eleştiriler, başta laiklik esasları ve Türk ulusunun etnik kökeni olmak üzere ulusalcı tarihin tüm temel mitlerinin sorgulanmasının önünü açmıştır. Ortaya atılan soruların gittikçe inandırıcı bulunması ise İslamcılar gibi anti-Kemalist muhalefet gruplarının siyasal yaşam içindeki etkinliklerini artırmıştır. Öte yandan ülkenin Türk olmayan en büyük etnik topluluğunu oluş­turan Kürtler, Cumhuriyet öncesi kimliklerine açıkça sahip çıka­rak, bunu siyasal hareketlerinin temeli haline getirmişlerdir” (Kasaba, 1998: 13). Azınlıklar ise Avrupa Birliği ve gelişen insan haklan söylemi temelinde yeni hakların peşine düşerek konum­larım güçlendirmeye çalışmaktadır.

1990’lı yıllarda ise ötekiler, kültürel heterojenlik ve demogra­fik farklılıklar temelinde iyice günyüzüne çıkarak varlıklarım his­settirmeye başladılar. Bu süreçte ötekilerin varlıklarını hissettir­melerinde İslam dünyasındaki siyasal talepli İslamcılık düşünce­sinin ve mikro ölçekli ulusçuluk hareketlerinin yükselmesi de etkili olmuştur. Ayrıca, ötekilerin sayısal olarak artmalarının yanında niteliksel olarak yeni durumlara ayak uydurabilmeleri de yeni taleplerle ortaya çıkmalarının diğer bir nedenidir, işte bu gelişmeler, devrimcilikle yola çıkan Kemalist yaklaşımı katılaştı­rarak muhafazakâr rotaya yöneltmiştir. Bu gelişmeler, bazılarına göre içinden çıkılmaz bir sorun olarak görülürken, bazılarına göre de “Türklerin kayıp yurtlarını ve dünyalarını yeniden keşfet­melerinin” (Robins, 1996:75) kapışım aralamaktı.

Bütün bu gelişmeler, Kemalist süreçte inşa edilen Türk ulusal kimliğinin, hem iç dinamiklerden hem de kendisiyle ilintili (AB süreci gibi) dış dinamiklerden önemli ölçüde etkilendiğini göstermektedir. Ayrıca küresel ölçekte ulus-devletin yaşadığı ‘krizler’ de etkilenme sürecini hızlandırmıştır (bkz. Albrow, 1996: 63-66). Bu üçlü sorunsal bağlamında yaşanan kimlik krizini çıkmaza sokan boyut ise, azınlıklar hariç Kemalistler, İslamcılar, Kürtler ve Alevilerin her birinin mutlak ve tam doğrunun kendi tekelinde olduğuna inanmalarıdır. Ayrı ayrı ele alındığında hepsinin kendi­ne özgü bütünlükleri olduğu iddiasını taşıdıkları görülmektedir. Ancak, dünya ve Türkiye koşulları dikkate alındığında her birinin yetersizliklerinin bulunduğu da bir gerçektir. Çünkü kendilerinin doğru olduklarına inandıkları kadar karşıdakinin de yanlış ve yetersizliğine inanmaktadırlar. Söylem ve duruşlarını da buna göre geliştirmektedirler.

Kimlik krizi bağlamında ortaya çıkan gerilimin dışında kalan ve belki de üçüncü yol olarak tanımlanabilecek yeni öneriler de yapılmaktadır. Örneğin, Batılılaşmayı tek çözüm yolu gören ve bundan sapmayı yanlış yol olarak tanımlayanların veya tamamen Batılılaşma karşıtlarının aksine modernliği yerel olanla bağdaş­tırma düşüncesinde olanlar üçüncü yol sunmaktadırlar. ‘Batı- dışı modernlik’ böyle bir anlayıştan hareketle geliştirilmiştir (bkz. Göle ve Reinhard, 1997: 292-346). Üçüncü yol denilebilecek bu yaklaşımın da önemli sıkıntıları bulunmaktadır. Özellikle küre­selleşme söylemine eşzamanlı olarak ortaya çıkan yerelleşme düşünceleri, yerel olanı otantik ve nostaljik unsurlarıyla sınırlan­dırmıştır. Dolayısıyla toplumlararası ilişkilerde etkili olabilecek ve politik söylemlerle ilişkilendirilebilecek bir yerellik düşüncesi­nin geliştirilmesinin önü önemli ölçüde kesilmiştir. Bütün bu gelişmeler, Türkiye toplumunun etkili bir gelecek kurgusu oluş­turma noktasında önemli sıkıntılarla karşı karşıya bulunduğunu göstermektedir. Tarihsel misyonu göz önünde bulunduruldu­ğunda, Türkiye toplumunun dünya siyasetinde söz sahibi olabil­mesi için öncelikle kimliğine ilişkin yaşadığı sorunları çözerek onlardan kurtulması gerekir. Bu da ancak, egemen söylemle öte­kilerin kullandıkları temel ölçüler, Türkiye toplumu muhayyilesi çerçevesinde bir araya getirilerek sağlanabilecektir. Türkiye top­lumu, sözü edilen bir araya gelme iradesini gösterirse, bunun toplum muhayyilesi bağlamında tarihsel zemini ve meşruiyet araçları bulunmaktadır.

1990’lardan günümüze kadar Türkiye’de Kürtler, İslamcılar Azınlıklar ve Aleviler gibi toplumsal kimliklerin sivasal düzeyde tanınma çabalarındaki canlanma, toplumsal kesimler arasındaki karşıtlıkları da harekete geçirmiştir. Günümüzde fark­lı kültürel grupların ve etnik farklılıkların politik açıdan tanınma ve etkin olma isteği sadece Türkiye’ye özgü bir durum değildir. Miller’a (2000: 62) göre bu anlayış, “Günümüzün en ayırt edici politik özelliklerinden biridir.” Ancak Türkiye’de, farkın korun­ması adına, ötekinin farkında olmanın ötesinde ‘tek doğrunun aranması’ gibi katılaşmış kutuplaşmaları içeren bir temel sorun bulunmaktadır ve bu durum çözümleri geciktirmektedir. Türk ulusal kimliğini başından beri sıkıntıya sokan sorunsallar değer­lendirildiğinde temel problemin kaynakları da somut olarak görülecektir.

Mehmet Karakaş – Modernlik Küreselleşme ve Türkiye’nin Kimlikler Evreni,syf:169-184

Dipnotlar:

2 Çevre güçleri, Cumhuriyet’in ilk yıllarında Serbest Fırka etrafında, daha sonraları Demokrat Parti, Adalet Partisi, Anavatan Partisi, Refah Partisi, günümüzde ise Adalet ve Kalkınma Partisi etrafında bir araya gelerek merkez güçlere karşı güç birliği ve odak oluşturma girişimin­de bulunmuşlardır, Ayrıca legal ve illegal dernek, vakıf gibi oluşumlar olarak da kendilerini ifade etme çabası içinde olmuşlardır. Özellikle 1980’li yıllardan itibaren Kürt unsurlar kendilerini, çeşidi legal parti­ler (DEP, HEP, HADEP, DEHAP, DTP, BDP, HDP vs.) aracılığıyla tem­sil etmeye başlamışlardır.

3 Yeni model geliştirmenin nedeni, böylesi zengin bir kozmopolitli» Türklük dışında kalan bu kadar farklı din, dil, kültür ve âdeti tek tek SS altlnda ,opl“ a- ziKi imkansızlığıdır (bkz. Aktar, 2002:77)

 

Muhammed Ali

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir