Modern, çağdaş, Doğulu veya Batılı, erkek ya da dişi olmak, insana sonradan giydirilen vasıflardır. Bir kurgu olarak var olan bu “çağdaş” insandan gayri bir insan daha var: Mekân ve zamanın farklılaştıramadığı ihtiyaçlarda buluşan ve benzeşen insan… Onun Doğulu veya Batılı, erkek veya dişi, zenci veya beyaz olması fark etmiyor. İnsan; ölüm, aşk gibi konularda benzer hâller yaşıyor. Yeryüzünün hepsinde, aşk ve ölüm aynı duygularla karşılanıyor.
Bu, insan olmanın müşterek muhayyilesine, ortak imgelem dünyasına işarettir. “İnsanın özü” dediğimiz bir hakikatin göstergesi her zaman ve zeminde sâri. Bu “öz”ün ihtiyaçlarının belirlenmesi konusu ise zaman ve zemine göre değişiyor. Daha çok maddilikle kurulmuş modern insan kalbinden sürgün insandır; kalp gözü olmayan… Madde ile mana arasında makası açan modernizm, insanı tek kanatlı bir varlık kılmış.
Modern insan şimdi daha çok robotik biridir; vicdanın, müteal duyguların kendisine oturmadığı bir makina… Tabiata daha çok hükmetmeye kilitlenen; çıkarı, başarıyı tek hedef bilen; ölüm dahi olsa hedefe giden her yolu mübah gören…
Günümüzün
manşetlerinden düşmeyen ekolojik facialar; kimyasal silahlar gerçeği; savaşın içinde kırılan ülke ve insanlar… Tamam, şiddet ve öldürme Kabil’den beri var, ama bugün böylesi öldürücülüğün, modernizmin “değersizliğiyle ilgili olduğu da bir gerçek…
Mesela Çin’de barutun keşfi, havai fişeklerle sonuçlanmış, dinî günlerde şenlik olsun diye. Şimdi bunu, “Kitlesel imha silahına dönüştürmeyi bilemediler” diyerek mi açıklamamız lazım, yoksa Taocu hayat tasavvuruna işaret ederek mi? İnsanın ruhi ve maddi olmak üzere iki tarihi var. Ruhi gelişimine dikey, maddi gelişimine ise yatay tarih denir. Dikey tarih veyahut enfüsi tarih, insanın manevi olarak tekâmülüne işaret eder; yatay tarih veyahut afaki tarih ise onun bu tecrübeyi yaşayacağı doğum ve ölüm arasında verdiği vesikalık fotoğrafı gösterir.
Geleneğin inşa etmiş olduğu toplum ve tarihlerde insanın maneviliği merkez alınmış, maddiliği buna bağlı olarak belirlenmiş. Üstelik insanın dikey tarihi, hamlıktan olgunluğa doğru seyretmekle salt kendisinde sınırlı bir eylem olarak kalmamış. Bu öyle bir şey ki sonuçları sadece seyri yaşayanda görülmez. “İçte ne varsa dışa o sızar” denilmiştir.
İnsanın içinde gerçekleşen dönüşüm ve olgunlaşma, doğal olarak davranışlarına ve ortaya çıkardığı şeylere akseder. Fiillerin iyi olması failin iyi olmasına bağlı… Bu sebeple Ananevi anlayış, kişinin dikey tarihinin olmasını merkeze almış ve buna göre insanın “iç”ten eğitilmesini esas almıştır. Okullarda verilen formel eğitim ve kantitatif bilgi, insanın dikey tarihine bir katkı vazifesini gördüğünde her parça yerine oturuyor. Ama böyle olmazsa hedef sapması oluşuyor. Anaokulu, ilkokul, ortaokul, lise ve üniversite eğitimi ve bunlara ilaveten bir de yakın tarihlerde yükselişe geçen iletişim teknolojilerinin sunduğu bilgi bombardımanı için aynı şeyi söyleyebiliriz. Bunlar önemsiz değildir tabii ki, fakat can alıcı soru şudur: Bunlar, insanı kendini tanımaya götürecek vesileleri sunabilmekte midir?
Rönesans ve Aydınlanma düşüncesiyle başlatılan modem süreç, Ananevi olanın tersine, insanın dikey tarihinden ziyade yatay tarihine önem vererek insanın maddiliğini merkezileştirmiş, maneviliğini çok önemsememiştir.Öyle yapmış, çünkü ilerlemeci tarih anlayışı özelde insanın, genelde insanlığın hep iyiye doğru bir tarihsel gelişim izlediğine inanmıştır: Geçmiş “ilkel”dir, bu gün gelinen “modernlik” ise gelişmişliği gösterir. Aydınlanma düşüncesiyle modem insana bir “değer” biçilir.
Bu değer, tıpkı bir madenin gerçek değerini bilemeyip ona düşük ayar takdir eden sahte ve ehliyetsiz sarrafın değer biçmesi benzeridir. Çağdaş insanın ayırıcı özelliği nedir? Araçlara daha çok sahip olmak! Modem insan, maddi imkânlar üzerinden kendini var hisseder; ne kadar güçlü ise, ne kadar şeye sahipse o kadar vardır. “Sahip olduğun kadar varsın!” denmiştir kendisine, o da sahip olmaya çalışmıştır sadece. En sonunda da üretimden düştükleri için değersizleşen, bakıma muhtaç oldukları için de hayatin dışına itilen yaşlı bir nüfus, posa…
Dengeyi Bulmak
Dengeyi aramak ve bulmak durumundayız. İnsanın yatay ve dikey tarihlerini bir bütünlük içinde kurmak… Onu ne sadece manevilik içinde tutmak, ne de maddiliğe gömmek… Klasik felsefede, insanın yatay ve dikey çizgisinin kesiştiği noktada bir gül oturtulur. Bu, mükemmeliyet noktasıdır; bir zemine basarak yükselmek… Yeryüzü gerçekliğini unutmadan göğe yönelmek… Sadece manevilik veya sadece maddilik, hakikatin bir tarafıyla yetinmek anlamına geliyor; bu, yaraya merhem değildir. Dağda inzivaya çekilip şahsi derinlik yakalanabilir. Peki, aşağıda, ovada, sosyal hayatta yaşanan adaletsizlikler ve zülumler ne olacak!
Hayır, İslam maneviyatının değer olarak işaret ettiği bir hâl değildir bu. Tasavvuf geleneğinde, “halvet” ve “celvet” diye iki hâl bulunur. Bu hâllerden birini esas alanlar olsa da, ikisi birbirine karşıtlık içinde okunmaz; “Halvet edenler celvet yapmaz, celvet yapanlar halvet edemez” diye bir şey yok. Kişi bir dönem halvet eder, sonra celvet yapar. “Halvet der encümen” önemli bir prensiptir mesela. “Encümen”, toplum/halk demek; “halvet” ise, tenhada/ yalnızlıkta biriyle buluşmak… Halk içinde Hak ile olmak yani… Dengeyi bulmak, bütünlüklü eğitimle mümkün; insanın maddi ve manevi tarafını esas alan bir eğitimle…
Tasavvuf geleneğinde bu, mürşitlerin rehberliğinde gerçekleşir. Rehberlik eden mürşit,kişi ile Allah arasına giren ve münasebetin ruhuna halel getiren perde değildir. Varlığın tümü Allah ile kul arasında duruyor. Sahici ve hakikatli nazarla bakıldığında, mevcudat anlamında varlığın, Allah’ı örten değil, gösteren olduğu anlaşılır.
Varlığın her cüzü bir ayet, bir işarettir. Ancak nazar kirlenip hakikatinden uzaklaştığında bu vasıtalar karanlık ve kesif bir perde olurlar. Varlığın
bizzat kendisinde değil, ona yönelen nazarın sahibinde karanlık vardır. Tasavvuf geleneği ve bu geleneğin pirleri insana hakikatli bir nazar hediye eder. Kişi aldığı eğitimle bir nazar edinir ve bu nazarla bakar. Varlığın hakikatini, bütünlüğünü görür böylelikle. Baktığı şeyin bir kendine, bir de Rabbine bakan yüzünün olduğunu bilir. Çünkü varlık kendi başına var (lizatihi) bir şey değildir, Rabbini gösteren işaretlerdir (Ligayrihi).
Maddiliğe gömülmüş insan öldürücü silah hükmündedir. Savaşın büyüğünü dışmda, dışarıda yapıyor. Doğduğu evreni yabancı görüyor kendine; yenilmesi gereken bir düşman… Ve kendinden olmayan herkesi bir rakip, bir tehlike, bir düşman… Yenmek, öldürmek üzere “başkası”na gidiyor.
Kaynak: Mahmud Erol KILIÇ – Hayatın Satır Araları s.18-18
0 Yorumlar