İslam Hukuku ve İslami İlimler Üzerine
Paylaş:

Wael Hallaq

Öncelikle röportaj ricamızı kabul ettiğiniz için çok te­şekkür ederiz. İlk olarak hayat hikâyeniz üzerinde dur­mak istiyorum. İslam ve İslam hukukuna olan ilginiz ne zaman başladı? Geçmiş yaşantınız bu alanı seçmenizde etkili oldu mu? Oldu ise ne yönden etkili oldu?

İslam hukukuna ilgim aslında tamamen bir rastlantı ile başladı. Hukuka ilgim vardı ve avukat olmayı istiyor­dum. İsrail’deki belli politik şartlar ve 1973 Savaşı sebe­biyle ilgimin olduğu bu alanda devam edemedim. Eko­nomik şartlardan dolayı da memleketime daha yakın, hukuk bölümünün olmadığı fakat çalışıp para kazanma imkânı bulabileceğim bir üniversiteye gitmeye karar ver­dim. Zira ne zengin bir ailem vardı ne de kurumsal bir desteğim. Hiçbir ekonomik desteğim yoktu. Okumak için çalıştım. Mesleğim inşaatçılıktı, binalar yapıyordum. Bu şekilde para kazandım. Bu şekilde Hayfa Üniversite­sinin yakınında memleketim Nasıra’ya (Nazareth) yakın bir üniversiteye gittim ve orada siyasal bilimler ve Orta­doğu tarihi okudum. Bu iki alan da aslında bana hukuk kadar olmasa da hitap eden, gönlüme yatan alanlardı. Fakat dediğim gibi hukuka olan bu ilgimi devam ettire- medim. Bu şekilde başladım ve mezun oldum. Yüksek lisansımın yarısını da siyasal bilimler ve Ortadoğu tarihi üzerine yaptım. Daha sonra ABD’ye geldim ve doktoramı siyasal bilimlerde yaptım.

Yani Amerika’ya gelişiniz doktora döneminizde oldu.

Evet. Doktoramı Washington Üniversitesinde yaptım. Orada, tesadüfen Filistinli bir profesörle tanıştım. Ken­disi bölümün başkanıydı ve İngiliz mandası altındaki Fi­listin’de kadı olarak çalışmıştı. Princeton Üniversitesinde hocalık yapmak üzere Filistin’den gelmişti. Daha sonra ise Ortadoğu Araştırmaları Bölümünü kurmak üzere Washington Üniversitesine geçmişti. Kendisi iyi bir avu­kat ve hâkimdi. Bana niye siyasal bilimler çalıştığımı sor­du. Birçok siyasal bilimcinin bulunduğunu fakat İslam hukukunun ilgiye ihtiyacı olduğunu ve ileriki dönemde çok önemli hâle geleceğini söyledi. Bunu söylediğinde tarih 1978’di. 1979da İran Devrimi patlak verdi ve de­diği gibi İslam hukuku çok ilgi gören bir konuma geldi. Herkes İslam hukuku hakkında konuşmaya başladı. Ben de İslam hukukunu araştırmaya karar verdim. Aslında ilk etapta çok ilgimi çekmemişti. Hukuku seviyordum ama hukukun bazı yönleri ilgimi çekmiyordu. Teorik kısmıy­la uğraşmak istiyordum ve danışmanımın da etkisiyle bu alanla ilgilenmeye başladım.

Bahsettiğiniz danışmanınız hâlâ yaşıyor mu?

Evet yaşıyor. Emekli oldu. Şimdi 86-87 yaşlarında: Fer- had Ziyad. Kendisi de İslam hukuku üzerine bazı araş­tırmalar yapmış ve tahkik çalışmalarında bulunmuştur. Bana “Mademki siyasal bilimler ve tarihi seviyorsun, ni­çin Kadılar üzerine bir şeyler yazmıyorsun?” dedi. Yüksek lisans tezimde kadılarla ilgili bir çalışma yaptım. Çok zor bir çalışma değildi. Üzerinde çalışabilecek mükemmel bir konu olduğunu da düşünmüyordum. Fakat bunu yapar­ken Nicholas Heer adlı başka bir profesör sayesinde fıkıh usulünü keşfettim. Bu benim için âdeta bir aşk hikâyesi oldu ve fıkıh usulünün müptelası oldum. Sonraki yirmi yıl boyunca, daha doğrusu şu ana kadar hep ilgimi çekti. Her ne kadar şu anda başka konularla uğraşıyor olsam da fıkıh usulü her zaman gündemimde.

Peki, avukat değil de İslam araştırmaları üzerine ça­lışan bir profesör olmaktan şu anda memnun musunuz?

Kesinlikle evet. ABD’ye geldikten sonra avukat olma­nın bana göre olmadığım fark ettim. İyi ki hukuk fakül­tesine gitmemişim diye düşündüm. Aslında benim fıkıh­la uğraşmaya başlamam daha sonraki aşamada oldu. İlk başlarda ilgimi çeken şey, İslam hukukunun en entelek­tüel parçasını oluşturan fıkıh usulüydü. Bu ilgimin baş­lamasından ancak yirmi yıl sonra füru fıkıhla ilgili çalış­malar yapmaya başladım. Çünkü fıkhı farklı bir şekilde, entelektüel bir şekilde görmeye başladım. Bundan kastım İslam hukukuna avukat gibi bir yaklaşım tarzı değil tabi. Nikâh hukuku, boşanma hukuku ne yapar, nedir tarzın­da değil. Ben hukuku, hukukun doğasına, felsefesine, ta­rihine ve dünyayı görüş yöntemine yönelik argümanlar kurmak için kullandım. Hem teori hem de hukuka karşı başından beri bir ilgim vardı.

Ferhad Ziyad İslam hukuku üzerine çalışmamı öner­diğinde verdiğim ilk tepki “İslam hukukuyla neyi kast ediyorsunuz, şeriatı mı? Şeriat öldü!” dedim. Ziyad “Ha­yır hayır, geri gelecek!” dedi. Şeriatla ilgilendiğimi kime söylesem, niçin böyle bir ilgimin olduğunu soruyorlardı. Bu konunun çok eski, modası geçmiş bir mevzu olduğu­nu düşünüyorlardı. Böyle bir konuyla niçin ilgileniyorsun ki diyorlardı, yani anlayamıyorlardı.

İlk başlarda, konunun önemini anlamam birkaç ayı buldu. İçine girip, üzerindeki perdeyi araladığımda ise tabi ki durum çok farklı oldu. Kariyerimi bu alan üzerine yaptım.

Modern öncesi dönemdeki metinleri ve İslam huku­kunun kaynaklarını modern bağlamda nasıl okuyup yo­rumlayabiliriz sizce?

Bu çok geniş bir konu. Ama bu alanda geçirdiğim otuz yıldan sonra şunu söyleyebilirim ki, bu soru İslam huku­kunda doktoramı yapmaya başlamamdan itibaren zih­nimde her daim var olan nadir birkaç sorudan biridir. Bu konu zihnimden kısa bir süre dahi çıkmadı, hep benim- leydi. Şimdi ise üzerine çalıştığım bir kitabın konusunu oluşturuyor. Hem bu konu, hem de cihad ile ilgili iki ki­tap üzerinde çalışıyorum. Hangisine öncelik vereceğimi bilmiyorum. Bu konu öncelikli olarak özellikle Kur’an ve diğer kaynaklar ile ilgili. Fakat bana göre en önemli kay­nak Kur’an. Çünkü içinde yaşadığımız dünya kolayca de­ğişebilecek bir dünya değil. Geçmişe geri dönemiyoruz, geçen geçiyor. Tarih, geçmiş demek yani. Bunun gibi, var olan kuruluşları da değiştiremiyoruz. Fakat şimdilik Ba- tı’nın bizzat kendisinin katıldığı bir projeye katılabiliriz. Bu konudaki fevkalade husus, Müslümanların doğru dili konuşuyor olmaları. Çünkü güçlünün zayıfın dilini anla­ması imkânsızdır. Güçlü sadece bir tek dilde konuşur. Ba­sit bir örnekle açıklamak gerekirse, ABD’de 300 milyon insan var ve çok az insan İngilizce dışında bir dil biliyor. Hatta İngilizce, anadili İngilizce olanlar için bile problem teşkil ediyor.

Bu sadece dille ilgili bir durum değil, kültü­rel bir fenomen. Avrupa’nın ve ABD’nin yani Avro-Ame- rikan dünyanın İslam dünyasıyla meşgul olması hakkın­da umudumuz çok az. Çünkü güçlü olan yalnızca bir dil bilir ki, o da güç ve şiddettir. Fakat Müslümanlar şimdi Batılı entelektüellerle ve Batı’nın akademik kurumlarıyla ilişki kuracak konumdalar. Müslümanlar artık dünyadaki diğer tüm kişilerden daha donanımlı olduklarını ortaya koyuyorlar. Bu Müslümanların bugünkü gücü. İslam ge­leneği -doğru okunduğu takdirde- Batı’nın bizzat ken­disinin problem olarak tanımladığı sorunlara inanılmaz çözümler sağlıyor. Mesela Charles Larmore, Maclntyre yahut Taylor yahut Beila gibi kişilerin tanımlamaya ça­lıştıkları problemler ve sunmaya çalıştıkları çözümler, Müslümanların kendi geleneklerinde hazır buldukları çözümlere birçok yönden benzemektedir. Müslümanlar bu açıdan çok elverişli bir konumdalar. Benim “ahlaki kaynaklar” şeklinde adlandırdığım kaynaklardan sade­ce kendilerine değil dünyadaki (kapitalizm/modernizm kaynaklı) ahlaki projeye çözümler sunabilecek konum­dalar. Fakat güçlü bir dille konuşmaları gerekiyor ki şu andaki problem de bu. Şu ana kadar Batılı entelektüel­lere karşı nasıl konuşacaklarını öğrenebilmiş konumda değillerdi. Güçlü bir şekilden kastım şu: “Biz eşitiz, siz de benim karşı karşıya kaldığım sorunların aynısıyla kar­şılaşıyorsunuz. Çünkü aynı modern projenin içerisinde yaşıyoruz. Ben size şimdi sizin sorununuzu anlatacağım ve benim problemim ile sizin probleminizin aslında aynı olduğunu göstereceğim ve geleneğimden gelen ve sizin probleminizi de çözmenize yardım edecek bir yöntem önereceğim” demeyi başaramadılar.

Bu aynı zamanda son zamanlarda çokça görülen İs­lam’a karşı olumsuz yaklaşım ve korkuların da yok olma­sına yardımcı olacaktır, öyle değil mi?

Evet öyle. Bu sorunun cevabı aynı zamanda modern zamanda kaynakların nasıl okunup yorumlanacağı konu­suna da bir cevap teşkil ediyor. İslam’ın Kuran ve sünnet gibi kaynaklarının bugün anlaşılması gerekiyor. Ama be­nim için asıl olan Kur’an. Çünkü Kuran her şeyin kay­nağı, sünnet ise Kur’an’ı yorumlama konumunda. Yani şunu söylemeye çalışıyorum: Kuranla çelişen bir pey­gamber düşünülebilir mi? Tabi ki olmaz. Peygamberin sünneti, Tanrı’nın Kur’an vasıtasıyla yapılmasını istediği şeylerin açık bir şekilde sergilenmiş hâlidir. Bu yüzden asıl paradigma Kur’an’dır. Kur’an’a baktığınızda aslında onun tek bir şey hakkında olduğunu görürsünüz. Bu şey, her şeyi harekete geçiren nihai güçtür: Ahlaklı insan… Kur’an’ın ortaya çıkarmaya çalıştığı şey budur gerisi de­taylardır. Üzerinde çalıştığım kitabımda Kur’an’ı tema­lara göre analitik olarak parçalara ayırıp Kur’an’ın asıl üzerinde durduğu şeyin ahlak olduğunu ortaya koymaya çalışıyorum. Kur’an’ın merkezi nüfuz/ilgi alanı ahlaktır. Bu aslında Schmidt tarzı bir açıklamadır; daha doğrusu benim Schmidt’in yöntemini bu konuya uyarlamamdir. Bu karşılaştığınız her mesele için gereklidir; her toplum, her toplumun birimi, her yer için mutlaka diğerlerinden daha büyük, geride kalan her şeyin kendisine göre ikincil olduğu, her şeyin ona tabi olduğu, tüm prensiplerin hiz­metinde olduğu ana prensipler olmalıdır. Kur’an için bu ana prensip ahlaktır.

Derslerinizde azap vadeden ayetlerin hukuki kural­larla ilgili değil, ahlaki konularla ilgili olduğunu söyle­miştiniz, bu da yine bu konuyla ilgili bir görüştü.

Evet. İster recm ister kırbaç cezası olsun, emredilmiş olan bu gibi şeyler Kur’an’daki ana konular değildirler. Bunlar ana prensipleri destekleyen detaylardır bence. Yani bunlar ana prensibe tabi olan konulardır. Başka bir ifadeyle, Kur’an’ın amacının cezalandırma olduğunu söy­lemenin imkânı yoktur. Zaten bunu ispat edemezsiniz. Eğer Kur’an doğru bir şekilde incelenirse aslında bu söy­lediğim teorinin çok da yeni bir teori olmadığı görülür. Yeni olan şey, ona ulaşma yöntemidir. Fazlur Rahman ve onun gibi düşünenler için mesela [metinle bağlam ara­sında bağ kurmayı içeren] çifte hareket teorisiydi bu. Eş deyişle bugün yaşadığınız olayı-durumu görürsünüz sonra Kur’an, sünnet yani erken dönem İslam’da bu ko­nunun mantığını ve hikmetini görürsünüz. Sonra bu hikmeti, işin mantığını bugüne uygularsınız. Bence bu çok mekanik ve yorucu bir metot. Buradaki temel amaç, kesin ve aşılamayacak asgari standartlar koymak olmalı bence. Yani bu sınırların altına inemezsiniz. Standardı belirlediğiniz zaman işlem tamamdır.

Ahlaki bakımdan yaşamak ne demektir? Mesela toplumdaki fakirlerin ko­runması bunlardan mıdır değil midir? Bu gibi sorular asıl önemli sorulardır bence. Buna karar verirseniz insanların insanca toplum içinde birlikte yaşadıklarını görürsünüz, birbirlerine merhametli olduklarım görürsünüz. Hatta yalnız birbirlerine değil her şeye merhametle yaklaştıkla­rını görürsünüz. Ağaçlara, taşlara, çevreye bile. Aslında bu çok önemli bir nokta. Bunu fark etmeyi başarırsak çok şey değişir. Modern projenin endüstrileşme adı altında yaptığı şeylerin ne kadar yanlış olduğunu görürsünüz. Tanrı bize ağaçların, dağların, derelerin, doğanın varlı­ğıyla ilgili sınırı aşmamayı emretmiştir. Çünkü onlar da Tanrı’nın yarattığı şeylerdir. Bizden parçalardır. Biz on­larla birlikte hayat içerisinde bulunuruz. Bunu çözersek aslında birçok şey çözülür.

Sizce modern öncesi İslam toplumunda şeriat -ahlaki bir buyruk olması açısından- ne gibi bir fonksiyon görü­yordu?

En basitinden ifade edersek, o dönemdeki öncelikler materyalist değildi, kâr ve verimlilik ön planda değil­di. Bu durum aslında o dönemde her yerde geçerliydi. Çin’de, Hindistan’da. Çin’de Hindistan’dan daha fazla ve muhtemelen bazı zamanlarda da Çin’den çok İslam ülke­lerinde. Fakat bunlar paradigmatik başka deyişle örnek oluşturabilecek tarzda değillerdi. O gün söz sahibi de­ğildi bu öncelikler, kural değildiler; her şeyin kendisi ile ölçüldüğü yüksek standartlar değildiler. Devlet üzerine yazdığım kitabımda da dediğim gibi, İslam’ın en merkezi etkinlik alanı ve en yüksek örneği şeriattı ve şeriat ahlaki bir paradigmaydı.

Bu durumda şeriat ve İslam hukukunun en önemli parçasının ahlak olduğunu söylüyorsunuz.

Aynen öyle, şeriat Müslümanların Kur’an’ın kendile­rinden istediği şeyleri yansıttıkları en iyi girişimdir. Gerçi şeriat bazı ayrıntılarda Kur’an’dan ayrılır. Bunda şüphe yoktur. Sonuçta fakihler farklı dönemlerde yaşamışlardır ve zaman zaman kendilerini döneme uygun hâle getir­meleri gerekmiştir. Fakat Kur’an’ın paradigma tasavvu­ru fakihler de dâhil, Müslümanların her zaman zihnin­dedir. Fakihler binlerinin dediği gibi İslam’ı istedikleri yöne çevirmemişlerdir. Fakihler Avrupa’nın kilisesi gibi bir konumda değildirler çünkü. Sosyal açıdan toplumun bir parçasıydılar. Bugün birileri çıkıp geçmişteki fakihleri İslam’ı istedikleri gibi yönlendirmekle suçluyorlar. Müs- lümanlar ve İslamcılar eğer ulemanın “sosyolojisini, yani nereden geldiklerini, toplumla nasıl bağlantılı oldukları­nı bilseler; bu iddiada bulunanların aslında bugüne ka­dar yaşamış bütün Müslümanların özlerini kaybettikle­rini söylediklerini anlarlar. Bu iddia, Müslümanların ne yapacaklarını bilmedikleri ve aslında aptal olduklarını iddia etmek, fakihlerin kendilerini kandırdıklarını ve saptırdıklarım söylemek demektir. Biz Avrupa’da manas­tırlarda yaşayan, çevrelerinde açlıktan kıvranan insanlar varken yiyeceğin en iyisini yiyip şaraplarım içen ve halka karşı duvarlarla korunan hukukçulardan bahsetmiyoruz. Onlar ve kral Avrupa’daki en zengin insanlardı

İnceleyin:  Eşcinsellik Doğuştan mıdır Yoksa Bir Hastalık mıdır?

Aslında tam da zıttıdır.

Evet, kesinlikle, Müslüman fakihler toplumda yaşıyor­lardı ve orta sınıftandılar. Sadece Osmanlı İmparatorlu- ğu’nun son zamanlarında aristokratik ailelerin bulunma­sı söz konusuydu. Fakat Osmanlı İmparatorluğu’nda bile fakihlerin çoğu, yüzde 98’i değilse bile yüzde 95’i sıradan insanlar gibi yaşıyorlardı.

Peki, yine bu bağlamda, şeriatı tatbikleri açısından Osmanlı devleti hakkındaki genel değerlendirmeleriniz nelerdir? Onların uygulamaları ile erken dönem İslam toplumunun uygulamaları karşılaştırıldığında neler söy­lenebilir?

öncelikle şunu söylemem gerekir ki Osmanlı İmpa­ratorluğu bana göre emsalsiz bir imparatorluktur. Hem İslam dünyası hem Avrupa açısından. Osmanlı, Avru­pa’da olup bitenden haberdar olan tek İslam imparator­luğuydu. Sadece bu değil tabi, 15 ve 16. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu önde olan bir Avrupa imparatorluğuydu aynı zamanda. Osmanlı İmparatorluğu İslami olduğu ka­dar Avrupai’ydi aynı zamanda. Bunu, Avrupa mantığı ile işlediği manasında değil, Avrupa’da olup bitenden haber­dar olması anlamında kullanıyorum. Osmanlı Avrupa’yla ilişki içindeydi. İtalyanların kuzeyleriyle ve İspanya’nın Avrupa ile meşgul olduğu kadar.

Bu arada şunu da söyleyelim ki 16. yüzyıl için Osmanlı İmparatorluğu ile İtalya ve Ispanya’nın çok büyük ben­zerlikleri vardır. Neredeyse üçü birlikte işliyor gibi. Daha sonra Atlantik ve Avrupa, koloniler sayesinde moderni- teyi, modern projeyi ele geçirdiğinde, aslında modernite bu yerlerde ilk aşamalarım yaşıyordu. Nihayetinde sö­mürgeleştirmenin manası değişti ve bütün altın ve gü­müş Avrupa’ya akmaya başladı. Bu kısım Osmanlı împa- ratorluğu’nun içinde yer aldığı bir kısım değildi. Aslında İtalya ve İspanya da geri çekildi. Arka plana geçtiler. Şim­diki Hollanda, İngiltere ve Fransa öne geçti. İşte Osmanlı İmparatorluğu’nun da İtalya ve İspanya gibi arka plana geçişi bu zamanda olmuştur. Bana göre Osmanlı İmpara­torluğu ilk başlarda modern projeyi geliştirmeye başlayıp daha sonra belli bir noktada durduran bir özelliğe sahip­tir. Durdurmasının sebebi ise İslam’ın ruhundan vazgeç­mek istememesiydi. Başka bir ifade ile belli bir noktaya kadar moderniteyi kabul etti sonra da “Bu noktadan öte­ye geçmek istemiyorum!” dedi. Çünkü bu noktadan son­ra “ahlaksız” (immoral) denemese de, ahlak alanı dışında (amoral) bir kısma giriliyor. Hiç değilse amoral şeylerdi bunlar. Mesela pazarların korunmasını örnek olarak dü­şünelim.

Osmanlı İmparatorluğu “Bu politikayı asla de­ğiştirmeyeceğim, pazarın ve fiyatların korunması gereki­yor.” dedi. Tekel, malı elde tutmak gibi şeylerin denetim altında tutulması gerekiyordu ve öyle de oldu. Avrupa’da ise böyle bir şey yoktu. Avrupa’da para kazandırdığı sü­rece herkes birbirini yiyip tüketebiliyordu. Başka deyişle sermaye birikimi için toplumsal düzeni kurban etmek Avrupa’daki kuraldı ve modernitenin de esası olmaya de­vam ediyor. Bu, anonim şirketlerin günümüzde devasa oranda büyümesinin sebebidir. Bence ahlaki açıdan ba­kıldığında, dev anonim şirketler şu anda başımızda olan en ahlaksız kuruluşlardır. Modern devlete göre, daha da immoraldir. Fakat Osmanlı İmparatorluğu bunu yapmayı istemedi. Her ne olursa olsun bu güçlü ahlaki unsur her zaman için var oldu. 19. yüzyılda Osmanlı’da değişiklik­lerin başlamasının sebebi, artık o zaman kendi prensiple­ri üzerinde ısrar edemeyecek kadar zayıf hâle gelmesidir. Bu noktada Osmanlı, pazarlarım açmaya başladı ve pa­zarlarını açmaya başladığı zaman, her şey kötüye gitmeye başladı. Çünkü bu koruyabileceği en son kaleydi. Ekono­minizi koruduğunuz sürece toplumu da onunla birlikte korursunuz. Eğer ekonomiyi değiştirirseniz sosyal düze­ni değiştirmiş olursunuz.

Sık sık modernite ve olumsuz etkileri üzerinde konuşu­yoruz. Bu etkiler üzerinde biraz derinlemesine durabilir miyiz? Bir de modernitenin bu olumsuz yönleriyle birlikte olumlu sayılabilecek etkileri de olmuş mudur?

Bu çok geniş bir konu. Modernitenin iki yönünü ele alalım ve modernitenin en büyük iki projesi üzerinde duralım. Bu projelerden hangisi önceliklidir, bunun tar­tışmasını başka bir konuşmaya bırakalım. Bu iki proje kapitalizm ve devlettir. Bu ikisi de birbiriyle ilişki içeri­sindedir zaten. Her ikisi de hem ayrı ayrı hem de birlikte modern projeyi tanımlayan kapitalizm ve modern devlet, İslam üzerinde en olumsuz etkileri bırakmışlardır. Devlet ve kapitalizm 19. yüzyılda da öncelikle İslam’ın bütün ku­rumsal yapılarını tahrip etmiştir. Yani Osmanlı İmpara- torluğu’nun son yüzyılında. Bana göre bir yüzyıl boyunca devlet, destekçisi olan kapitalizm ile bir araya getirilmiş­tir. Kapitalizm her zaman için devlete, devlet de her za­man kapitalizme destek vermiştir. Az önce söylediğimiz gibi bu ikisi İslam’ın eğitiminden tutun ekonomisine, örneğin vakıf müessesesi gibi bütün kurumsal yapıları­nı tahrip etmiştir. Bu ise Müslüman yaşam tarzına aykırı olan yaşam tarzlarının ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Çünkü devlet ve kapitalizm toplumu ekonomik, sosyal, psikolojik birimler şeklinde parçalar. Bu bile aslında başlı başına yeterlidir. Kapitalizmin yalnız İslam’a değil bütün dünyaya yaptıklarına ise burada hiç girmeyelim.

İslam dünyasında bizler, rekabete dayalı bir ekonomi geliştirir­sek, yani Batıyla rekabet edecek bir yöntem geliştirirsek sonunda güçleneceğimizi ve bu şekilde de güçlü hâle ge­lip bu dünyada, kapitalizm dünyasında kendi mükemmel ekonomimizi inşa edeceğimizi ve daha sonra da dünyaya kendi İslami değerlerimizi dayatabileceğimiz! düşünü­yoruz. Şunu unutmamak gerekir ki bir şeye aşırı şekilde inanmayı gerektiren bir sistem, o şey olmadan varlığını sürdüremez. Başka deyişle, eğer geleceğin toplumunu re­kabet ekonomisine ya da kapitalizme dayalı olarak kuru­yorsanız, gelecekte bir gün gelip de “Şimdi güçlüyüm ve şimdi benim güçlü olmamı sağlayan şeyi bırakacağım!” diyemezsiniz. Böyle bir şey olmaz. Başka deyişle bir defa bu gerçekleşti mi, şeytanla el sıkışıp anlaşmışsınız de­mektir ve şeytan sizin elinizi bir daha bırakmayacaktır. Yani buna inandığınız sürece, bu el sıkışma ve anlaşma­nız devam edecektir. Bunu başarmanın tek yolu, hem ekonomik hem de ahlaki açıdan gelişimi sağlayacak yeni ve değişik bir model ortaya koymaktır.

Konuşmamız esnasında şeriatın artık var olmayan bir gerçeklik olduğundan bahsettik. Şeriatın yeniden canlan­ması ve eski hâline gelmesi mümkün mü?

Eğer şeriatı ahlaki bir proje şeklinde ele alırsak kurtarı- labilir tabi. Şeriatı sadece ahlaki yönüyle değil de modern projeyi yeniden gözden geçirmek için bir yol olarak da kullanabiliriz, örneğin şeriat bize eğer birbirimize saygılı olmayı emrediyorsa bu önemli bir prensiptir. Peki, bu ne demektir? Bunu düşünürken önce insan yaşamındaki ke­sitlere bakarsınız ve dersiniz ki ilk önce öğretmekten baş­lamamız gerekiyor, çünkü öncelikle insanların zihinlerini değiştirmemiz gerekir. Böylece önce okullardan başlarsı­nız. Ve yavaş yavaş her alana uygulamaya geçersiniz. Me­sela okullarda coğrafya kitaplarından başlayabilirsiniz, örneğin öğrencilere hep ülkelerin örneğin Türkiye’nin ne kadar bakır demir gibi doğal kaynaklara sahip oldu­ğu öğretilir. Ben “doğal kaynaklar” kelimesini duyduğum zaman tüylerim diken diken oluyor. Zira biz bu şekilde çocuklarımıza doğanın kaynaklarım istediğimiz gibi kul­lanabileceğimizi öğretmiş oluyoruz. Bu açıdan kullandı­ğımız ders kitaplarını gözden geçirmemiz gerekir. Ya da mesela bu kadar çok araba üretmenin yukarıda söyledi­ğimiz ana prensibimize aykırı olduğunu düşünüyorsak, ki prensibimiz doğaya saygı duyup tahrip etmemeyi de içeren “saygılı olmak” ise, arabaları, arabalardan çıkan zararlı maddeleri vs. hepsini de azaltmak için çabalamalı- yız.

Pratiğe yansırken mesela atıkları kontrol altında tut­mak vs. Bu sadece bilimsel açıdan yapılması gereken bir şey olmaktan çıkıp bir prensip hâline gelir. Başka deyişle bu kadar çok araba üretip bu kadar çok arabaya sahip olmamız doğru değildir, çocuklarımıza arabaların yavaş yavaş ölümümüz olacağım öğretmeliyiz. Çocuk bunu beş yaş ile on yaş arasında milyonlarca kere duyarsa prensip artık uygulanabilir hâle gelir. Benim çocuklarım mesela fazla su kullandığım için beni uyarabiliyorlar, bu bilinçli- liktir. Bu okulda su israf ettiğimizin öğretilmesi ve bunu azaltmak gerektiğinin anlatılmasının yansımasıdır. Bu­nun gibi prensipler niçin yaygınlaşmasın? Her şey böyle başlar, yeni nesle öğretmekle. Bununla birlikte tabi ka­nunları da kullanmamız gerekir. Kanun az önceki araba mevzusundan örnek vermeye devam edersek yeri geldi­ğinde araba motorlarının boyutlarını küçültmeyi kanun olarak koymalıdır. Çünkü mesele arabanın ne kadar hızlı gitmesi meselesinden daha mühimdir. Mesele para me­selesinden daha önemlidir. Bunları yapmak zorundayız çünkü aksi hâlde bunlar insanların yavaş yavaş yok olma­sına yol açacak.

Fakat bu bilinç çoğu ülkede çok az bulunmakta.

Evet, çünkü insanlar para kazanmakla meşgul. Para hırsından kör olmuşlar. Lüks içinde, rahat içinde yaşı­yorlar. Milyon dolarlara sahipler. Niye bu rahatlarını terk etsinler ki. Kendileri öldükten sonra ne olduğu umurla­rında değil, bu kadar bencil ve vurdumduymaz olabiliyor insanlar.

Wael Hallaq ismi söz konusu olduğunda oryantalizm akla ilk gelen konulardandır. Bir bütün olarak oryanta­lizm hakkındaki görüşünüz nedir? Batı, İslami ilimlere, özelde İse İslam hukuku ile ilgili çalışmalara ne gibi bir katkıda bulunmuştur? Üzerinde çokça konuşulabilecek bir soru olduğunu biliyorum ama özetle bu konu hakkındaki fikirlerinizi öğrenebilir miyiz?

Özetle aslında diyebiliriz ki birçok yönden hatta her yönden her birimiz birer oryantalistiz. Çünkü modern dünyada yaşıyor olmak, oryantalist tecrübeyi yaşamak demektir. Problem şu ki, bu konu aslında Avrupa ve Amerika’da yaşayan, İslam hukuku üzerine yazan, İslam hukukunu zaman zaman İslam hukukuyla hiç alakası ol­mayan bir şekilde gören -söz konusu olan bu İslam hu­kuku her ne ise ya da idiyse- akademisyenlerden ibaret değil. Oryantalizm aynı zamanda, bu bahsettiklerimizle birlikte İslam dünyasında bulunanları da içeren bilim adamlarını üreten veya üretmiş olan bir kültürdür. Or­yantalizm aslında temelde modern şartlarda yaşamamız- dır. Başka ifadeyle, düşünme tarzı, zaman gibi yönlerden modernite tarafından şekillendiriliyorsak, yine eş deyiş­le kavramsal ve zamansal olarak İslam hukuku diye ta­bir ettiğimiz şeyden çok uzakta isek, İslam hukukunun ne olduğunu bilmeyiz. Bilmemekle kalmıyoruz, bize ar­tık yabancı hâline gelmiş oluyor. Çünkü modern dünya Aydınlanma’nın kavram ve şartlarına uygun şekillenmiş durumdadır.

Bu şartlar ise büyük ölçüde din karşıtıdır ve bireyin otonomist rasyonelliğine yaptığı vurgu açısından büyük ölçüde otonomdur. Yine toplumsal olana karşıdır, aileye topluma karşı olması yönüyle toplum karşıtıdır. Bu durum anayasaya ve devletin çalışma düzenine de yansımıştır. Devlet sürekli toplumu parçalamakta, son­ra yeniden yapılandırmaktadır. Bu yeniden yapılanmayı da kendi isteğine uygun şekilde gerçekleştirmektedir. Bu durumda devletin ve Aydınlanma’nın iş birliği yapıp birlikte çalıştıklarım söyleyebiliriz. Aslında başlangıçtan beri birlikte çalışıyorlardı. Yani son üç yüz yıldır. Bu ma­nada, Aydınlanma Çağı’ın yaşadığımız bu dönemde her ne kadar Batı karşıtıymış gibi ve Batı değerlerini, Batı liberalizmini eleştiriyor gibi görünseler de İslamcıların çoğunun savundukları şeylere dikkat edersek fark ederiz ki aslında İslamcıların çoğu da oryantalisttir. Zira onlar, modern Batı’nın savunduklarının aynılarını farklı keli­melerle farklı ifadelerle savunmaktadırlar.

David Powers sizi eleştirdiği makalesinde* sizin için “anti oryantalist” nitelemesinde bulunuyor. Sizin için kul­lanılan bu ifade hakkında ne düşünüyorsunuz? Power s’ın bu ifadesi ve makalesine cevaben bir makalenizin bugün­lerde yayımlanacak olduğunu biliyoruz ama bu konu ile ilgili görüşlerinizi kısaca alabilir miyiz?

Tabi ki “anti-oryantalist”im. Eğer ben moderniteyi eleştiriyorsam, liberalizmi eleştiriyorsam ki eleştiriyo­rum, oryantalist karşıtı olmak zorundayım. Anti-oryan- talizm benim açımdan modernite çağında, hâkim/bas- kın düşünme biçimleri hakkında eleştirel olmak demek. Çünkü modernitede hâkim düşünme biçimlerinin hepsi oryantalisttir. Bunu ister Batılı kişiler yapsın ister bizzat Müslümanlar yapsın, bu böyledir. Bir Müslüman ente­lektüel bana gelip de “Biz demokrasi istiyoruz, biz Fran­sa’daki gibi bir devlet ve toplum istiyoruz!” dediğinde işte bu oryantalizmin bizzat kendisidir. Çünkü bu bana göre, modern terim ve şartlara tamamen bağlanmak demek­tir. İşte bu gerçek taklittir. Taklidin en kötü şeklidir. Bu, başka toplumların, sırf onlar kendilerinin daha iyi oldu­ğunu düşündükleri için taklit edilmesidir. Fakat modern projenin sağlıklı ve makul bir proje olduğuna dair hiçbir delil yoktur.

İnceleyin:  İlksel Teklif Sorumluluğun ve Özgürlüğün İmkânı

Demeye çalıştığım Müslümanların modern projenin geçerliliğini hiçbir şekilde sorgulamamış olma­larıdır. Örneğin modern şartları oluşturan gerçek malze­menin üzerinde durmamışlardır. Mesela Müslümanların kapitalizm ve işleme biçimleri hakkında söyleyecek söz­leri var mı? Sonuçta ekonomik sistemler az veya çok ka­pitalisttir, kapitalizmin bizzat Amerika gibi olması gerek­mez. Eğer İtalyan ya da İsveç modelini kabul ediyorsanız, hâlâ kapitalist olan ekonomik bir sistemle çalışıyorsunuz demektir. Bu Müslümanların arzu ettiği bir şey midir? Bu ülkeler bunu benimseyip güç sahibi oldukları için bu makul bir şey mi kabul edilmelidir? Bu, eğer onları ta­kip etmezsek güç noktasında eksik olacağımız manasına mı gelmektedir? Bu taklit için sunulan gerekçeler, bun­dan yüz-yüz elli hatta neredeyse iki yüz yıl önce Osmanlı İmparatorluğu’ndaki gerekçelerdir.

Başka deyişle “Eğer Batı gibi modernleşmezsek, Batı ile asla rekabet edeme­yiz” anlayışı. Şu anda ise artık farklı alternatif bir yakla­şım tarzı var. Modernitenin kendi içerisinden eleştiril­mesi ve bazı insanların hoşuna gidecek yeni bir model oluşturulması. Eğer bu model ilgi toplamayı başarırsa ve güçlenirse, yeni bir örnek model elde etmiş olacaksınız. Fakat maalesef Müslümanları çoğu, hatta İslamcılar bile Batı’nın yaptığını yapıp ismini İslami olarak koymayı ter­cih ediyorlar. Ve işte bu bana göre birçok yönden oryan­talizmin bir çeşididir. Eş deyişle bu manada oryantalizm sadece Avrupa ya da Kuzey Amerika’da değil, dünyanın birçok yerinde var. Ve eğer Aydınlanma projesine ve mo­dernleşme projesine eleştirel olarak yaklaşmıyorsanız, öyle ya da böyle oryantalizmle uğraşıyorsunuz demektir. Yani bizzat bir oryantalist olmayabilirsiniz ama bu du­rum, oryantalizmle çok fazla ilişki içerisinde olduğunuz ve ona çok fazla itibar ettiğiniz manasına gelir.

Amerika’daki İslam hukuku çalışmaları üzerinde du­rabilir miyiz biraz? Görüldüğü kadarıyla İslam hukuku, İslam araştırmaları içerisinde gelişmeyi en çok başaran alan. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz İslam hukuku­nun bu gelişimi yeterli seviyede mi?

Burada iki şeye vurgu yapmak istiyorum. Birincisi, Ba­tıda İslam çalışmaları İslam’ı yaşayan bir gelenek olarak ele almaktan uzak. Buradaki akademik bir çalışma, “öte- ki”nin çalışılması şeklinde ve her zaman için de “öteki­nin çalışılması olarak devam edip gidecek. Bunun basit gerekçeleri var: öncelikle eğer bir şeyi uygulandığı, amel edildiği yerden çıkarırsanız, konu hakkında uzak bir me­safeden yazıyorsunuz demektir. Hatta benim gibi haya­tı ve tahsili, hayatın tüm gerçeklerinin içerisinde geçen ve toplumsal düzenin alt tabakalarından gelen biri için bile bu böyle. Ben orada hayatı bir başkasının tadama- yacağı şekilde tecrübe ettim. Lüks bir evde yaşamadım, kimse beni gideceğim yere arabayla götürmedi. Bir pa­zar ortamında yaşadım, pazarda çalıştım. Böyle olması­na rağmen benim gibi Batı’ya gelenler bile belli zaman­larda bir uzaklık hissederler. Her ne kadar Doğu’da her ne yayınlansa okusam da buldozer gibi okuyorum tabiri caizse; gözden geçiriyorum. Endonezya’dan Fas’a kadar İslam dünyasından birçok insanı tanıyorum ve kendile­rini sıklıkla ziyaret ediyorum; buralarda aylarca kalıyo­rum. Fakat bu yine de orada yaşamak gibi değil. Demek istediğim şu ki, Kuzey Amerika’da İslam’la ilgili üretilen bilgi, İslami bilgiye yapılmış bir katkı değildir. Bu bilgi, İslam’ı Batı’ya iyi veya kötü şekilde anlatmaktır. Daniel Pipes veya Bernard Lewis kötü anlatırken, Wael Hallaq ve diğerleri iyi anlatıyor. Fakat bütün bu açıklamalar İs­lam’ın ne olduğu üzerine. Eğer İslami ilimler geliştirile­cek ve zamanla detaylandırılacaksa, bu İslam dünyasında olmalı, burada değil.

Hâlbuki İslam ülkelerindeki birçok kişi tarafından tam tersi düşünülür. Genellikle insanlar Batinın çalışma tarzım görmek üzere gelir ve Batida çalışmaya başlar.

Bu İslam’ın İslam ülkelerinde bile salt bir akademik dal hâline dönüşmesinden kaynaklanıyor. Ancak şu 10-15 yıldır bir hayat tarzı olarak algılanmaya başlandı. Fakat tarihte uzun süre bu böyle değildi. Aslında Ortadoğu’nun 1980’lere kadar İslam’la hiçbir alakası yoktu. Milliyetçi­lik, sosyalizm vs. birçok şey denendi, İslam’a bu manada şans verilmemişti. Şimdi ise bir yaşama stili olarak gelişi­yor. Mesela bugün şahsen görmek istediğim şey, binleri­nin Bestami, İbn Arabi ya da Hallac’ın ne söylediğini bir araştırma konusu olarak sunmakla yetinmeyip, o ülkeler­de yaşayan bir Müslüman olarak tasavvuf ve mistisizmin bugün nasıl yaşanabileceğini orijinal ve canlı bir örnek olarak açıklamaları. İşte İslam’ın gelişimi budur. İslam’ın akademik manada çalışılması, gerçek manada İslam’ın çalışılması demek değildir. Bu ikisi farklıdır.

Evet, aslında çok haklısınız. İslam’ı akademik bir nes­ne olarak çalışıyoruz ve çalıştığımız şey de orda kalıyor. Kâğıt parçacıkları olmaktan öteye geçmiyor bu yüzden çalışmalar.

Sonra da çalıştıklarımızın İslam olduğunu düşünüyor ve iddia ediyoruz. En azından bazı şeyleri İslam’ı açık­larken detaylandırırken kullanmak normaldir, zira man­tık her zaman var olan bir şeydir. Fakat sufızm üzerine Edinburgh Üniversitesi ya da Columbia Üniversitesinden çıkacak bir kitap yazmakla, mesela Gazzali’nin yazdıkla­rını nasıl yaşarım, doğru hayatı nasıl yaşayacağımıza dair bir kitap yazmak aynı değildir. Bu İkincisini, kendisi ve kendisi gibi Müslüman olan kişiler için ömrünü Konya’da geçirmiş ve ömrü boyunca orada İslam’ı uygulayarak ya­şamış bir kimsenin yazması gerekir. Yaşadığı şeyin ne olduğunu değil nasıl yaşadığını anlatmalı. Başka deyişle analitik akademik bir yaklaşımdan öte uygulama temelli bir yaklaşım olmalı. Zira analiz her şey değildir. Ben bü­tün hayatım boyunca analiz edip buna rağmen ölümcül projelere katılabilirim. Yine en rasyonel ve teknik açıdan uzman bir kimse olup katliam gerçekleştirebilir ya da milyonlarca insanı gaz odalarına koyabilirim. Mantığın, akıl yürütmenin ahlakla alakası yoktur.

İslam’la ve İslam hukuku ile ilgilenmeye başladığınız­dan bu yana fikirlerinizde herhangi bir değişiklik oldu mu?

Oldu tabi ki, olmaya da devam ediyor. Fakat bazı se­beplerden dolayı 1998 ve 2000 yılları arasında farklı bir şeyler oldu. Bunu nasıl ifade edebileceğimi tam bilmiyo­rum. Bu iki yılda bir nevi devrim yaşadım kendi içimde. Bende bu iki yılda düşünme noktasında en büyük değişik­liklerin olduğunu hissettim. Bu beni konulara daha farklı bakmaya itti. Bu sebeple de on yıldır yayınlarım nitelik itibarıyla öncekilerden daha farklı. Bir değişim sürekli vardı. Fakat bu organik bir değişimdi; yavaştı, içten içey- di. Fakat bu yıllarda bir anda değişimden öte bir sıçra­ma vuku buldu ve bu öncekilerden daha büyük çaplıydı. Olaylar, konular daha açık şekilde görünmeye başladı. Bu değişimin zirveye çıkması ise henüz gerçekleşmedi zan- nımca, hâlâ devam ediyor. Bunu kamuoyuyla paylaşmaya henüz fırsat bulamadım. Belki çok az bir şekilde şeriat hakkındaki kitabıma yansıdı. Bitirmeye çalıştığım devlet üzerine olan kitapta biraz daha fazla görünür olacak. Çi- had ve Kur’an’daki ahlaki paradigma üzerine olan diğer iki kitabımda da daha belirgin olacağını düşünüyorum.

Eserlerinizi görmekte sabırsızlanıyoruz.

Ben de bitirmek için sabırsızlanıyorum. Bir de şunu söyleyebilirim ki, ne kadar farklı konu üzerinde çalı­şırsam, her seferinde İslam’a dair konularda Avrupa’yı gündeme getirme ihtiyacı hissediyorum. Başka deyişle, modern dönem için, Avrupa’yı anlamadan İslam’ı anla­mak mümkün değil. Aslında yalnızca modern dönemde de değil. Çünkü bugün İslam hakkında bildiklerimiz Batı bilgisinin ürünü durumunda. Bu yüzden de İslam’ı düzgün anlamak için Aydınlanmanın ve Avrupa’nın genel olarak anlayışımızı nasıl etkilediği üzerinde durmamız gerekecek. Başka deyişle Avrupa tarihi, ekonomisi, aske- riyesi, mantalitesi, her türlü yönü İslam’ı anlamak açısın­dan önem ifade ediyor. Ve bunlar önceliği temsil ediyor, yani Kur’an’ın ne dediğini anlamak için bile bunu önce anlamak gerekiyor. Çünkü Kur’an’ın yorumlanmasından ve anlaşılmasından önce, tabiri caizse nefes aldığınız ze­hirli havanın farkında olmaz iseniz Kur’an’a müracaatın bir manası kalmaz. Zira öncelikle nefes almanız gerekir, metni okuyabilmeniz için yaşayan bir insan olmanız ge­rekir. Nefes aldığınız havadaki bir kimyasal sizi kuruntu­lu hâle getiriyor, beyninizin düzgün şekilde çalışmasını engelliyorsa, yaptığınızın anlamı yoktur. Bence Aydın- lanma’nın zihin üzerinde önemli bir etkisi vardır. Kur’an’ı okumadan önce ve İslam ile ilgili herhangi bir şey yapma­dan önce içinde yaşadığımız ve benim “modern durum” diye isimlendirdiğim bu havanın nasıl olduğunu anlamak gerekir. Bu benzetmemdeki hava, modern durumu tem­sil etmektedir. Diğer bir deyişle modern şartların İslam’ı anlayışımızı nasıl etkilediğini görmemiz gerekir ki İslam anlayışımız netleşebilsin.

Yeni çalışmalarınızın neler olduğunu soracaktım fakat siz zaten üzerinde durdunuz. Üzerinde çalıştığınız kitap­larınızdan birinin de konusunu oluşturan cihad hakkın­da ne düşünüyorsunuz. Özellikle Amerika bağlamında cihad hakkında neler söyleyebilirsiniz?

Öncelikle şunu söylemeliyim ki 1900’lere kadar Müs­lümanların anladığı ve uyguladığı cihad ile bugünkü ci­hadın çok az ortak noktası vardır. Sadece Müslümanlar arasında değil, cihad hakkında çok şey iddia eden Batık­lar arasında da. Bugünkü cihad tasavvuru Schmittçe bir tasavvurdur. Yani Cari Schmitt’in çok güzel analiz ettiği politik konseptin etkisi altında kalmıştır. Yani İslam hukuku her şey gibi siyasallaştırılmıştır. Modern dönem öncesi İslam, politikanın hâkimiyeti altında kalmamıştı, aksine siyaset şeriatın hâkimiyeti altındaydı. Şimdi ise si­yaset ve politik hususlar merkezi paradigmayı oluşturu­yor. Politika bugün her şeyi belirliyor. Dolayısıyla cihadı tarihte(ki olumsuz manasında)n kurtarmak demek onu politik şartlardan kurtarmak demektir. Bugün yaptığımız şey, cihadı alıp onu yeniden bugün batıdaki politik uy­gulamanın temelini oluşturan Schmittçe bir fikre uygun olarak biçimlendirip şekillendirmekten ibarettir. Müslü­manların yaptığı şeyi, daha önce Avrupalılar da yapmış­lardı. Mesela fundamentalizm, tarihi bir fenomen olarak Amerikan fenomenidir. Müslümanlara ait değildir, hatta Avrupa’ya bile ait değildir. Fundamentalizm ve dinî poli­tikanın bizzat kendisi Batılı ise, tabii ki İslami de olacak­tır. Başka deyişle özetle cihadın iki yaşantısı vardır. Biri moderniteden önce, diğeri moderniteden sonradır. Bana göre cihad algısındaki bu değişim, modernitenin doğal gelişimini yansıtıyor.

Cihad kitabımda bunun üzerinde duruyorum. Modern dönemde nasıl anlaşıldığı üzerinde durmadan önce modern öncesi dönemde nasıl anlaşıl­dığına dair birkaç bölüm ayıracağım. Yani gerçekte nasıl görülüyordu, fıkıh kitaplarındaki bilgiler nasıl yorumla­nıyordu, cihad yapmak ne demekti ve cihad nasıl dinin temeliydi… Bu askerî manada değil. Aslında devlet üzeri­ne yazdığım kitap, devletten çok cihad üzerinde duruyor. Çünkü cihad birçok yerde herkesin bildiğinden öte nefis­le başa çıkmak manasında kullanılmıştır. Eğer cihad me­selesini gerçekten iyi çözümleyip bağlamı içinde okuma­yı başarırsanız, nefisle mücadele manasındaki cihad bile size “Cihad büyük ve küçük olarak ikiye ayrılır. Büyük cihad kişinin kendi nefsiyle yaptığı mücadeledir.” şeklin­deki basit önermeden daha farklı şekillerde görünecektir. Bu benim devlet üzerine yazdığım kitapta yapmaya çalış­tığım şeydi. Yani nefisle cihad etmek ne demektir. Çünkü bu İslam toplumunda ahlakla ilgili konuların temelidir. Ben bu yapı ve ortam içindeki Müslümanları, modern devlete konu olan vatandaşlarla karşılaştırıyorum. İşte bu kavramların devletle ilgili oluşu bu açıdan. Cihadın süjesi, modern dünyadaki vatandaşa tekabül etmektedir.

Kitaplarınızın yayınlanmasını sabırsızlıkla bekliyo­ruz.

Ben de mümkün olduğunca çabuk bitirmek için sabır­sızlanıyorum.

Röportaj istediğimizi kabul ettiğiniz ve bize bütün bu konular üzerinde konuşma imkânı sunduğunuz için çok teşekkür ederim.

Asıl ben teşekkür ederim.

[Konuşan ve çeviren: Fatma Betül Altıntaş, İslam Hukuku Araştırmaları, 2011, sayı: 18, s.143-155]

Wael B. Hallaq – Direniş Olarak İlim / Tarih, Şeriat ve Modernite,SYF:61-82

1 David Powers, “Wael B. Hallaq on the Origins of Islamic Law: A Revievv Essav” Islamic Law and Sodety, 2010, dit: 17, sayı: 1, s. 126-157). [der]