Gazze’nin Yıkımı, Modernitenin Gerçek Yüzünü Açığa Çıkardı
Paylaş:

 

Malumunuz olduğu üzere ABD üniversitelerindeki sloganları engelleme girişimine tanık oluyoruz. Mese­la Columbia Üniversitesi rektörü; profesör ve öğrenciler tarafından kullanılan intifada ve “denizden nehre”gibi sloganları antisemitik olarak görmekte ve bunların kul­lanımını engelleyen birtakım kısıtlamalar getirmektedir. Bunun anlamı nedir? Antisemitizm, Siyonizm’i eleştiren herkese karşı bir silah hâline mi gelmiştir?

Sorunuz, soykütüksel bakış açısıyla (yani meselenin kökenini inceleyerek) anlaşılması gereken önemli bir me­seleyi ortaya koymaktadır, ister doğal ister yapay olsun dünyadaki her sistemin merkezi ve periferik alanları var­dır. Merkezi alanlar sistemi oluşturur ve sistemin çalışma ve devamlılığını sağlar. Periferik alanlar ise daha zayıftır ve temelde merkezi alandan farklılık gösterir. Buna örnek olarak kapitalist şirketlere mukabil kooperatif ve sosya­list tarım topluluklarım düşünebiliriz. Periferik alanlar genellikle merkezi alanın öncelik ve değerlerini daha az kabul etme eğilimindedir, ne var ki zayıflıkları sebebiyle merkezi alanın isteklerine boyun eğmek zorunda kalırlar

Periferik alanlar, merkezi alanların belirlediği şart ve kurallar çerçevesinde ele alınacağından dolayı onlara ba­ğımlı hâle gelme eğilimindedirler. Örneğin, günümüzde periferik bir alan kabul edilen güzel sanatlar dünyası, merkezi bir alan sayılan kapitalizmin sularında yüzmek­tedir. Nitekim sanat eserlerinin değeri artık büyük ölçüde satış rakamları ve kendilerine biçilen maddi değerler üze­rinden belirlenmektedir. Bu sebeple eserlerini satmayan bir sanatçı başarılı sayılmamakta ve dolayısıyla “gerçek” bir sanatçı kabul görmemektedir.

Konumuzla alakalı daha önemli bir örnek olarak üni­versiteyi verebiliriz. Üniversite, Batının Haçlı Seferleri sırasında Suriye ve Filistin medreselerinden ödünç aldığı bir modeldir. Medrese gibi üniversite de 16 ve 17. yüzyıl­lara kadar sadece eğitimle ilgilenen bir kurumdu. Ne var ki kapitalizmin ortaya çıkmasıyla birlikte üniversiteler fi- nansa yönelmeye başladı. Üniversitelerin temel görevinin yeni nesilleri eğitmek olduğu yönündeki yaygın inanışın son derece sınırlı bir doğruluk payı bulunmaktadır. As­lında eğitim sadece vatandaşı ve devletin öznelliğini şe­killendirmekle kalmaz, aynı zamanda başka amaçlar için de bir kılıf görevi görür. Bugün ABD’de bulunan Colum- bia, Yale, Harvard ve Princeton gibi büyük üniversitelerin öncelikli amacı öğrenci eğitimi ve formasyonu değildir, aksine bu üniversiteler serbest kapitalist piyasada büyük servetler kazanan finansal yatırım şirketleridir.

Mesela, Harvard Üniversitesinin 50 milyar dolar­lık devasa bir serveti bulunmakta ve son iki yılda kârı 5 milyar doların üzerine çıkmıştır. Bu üniversiteler, birçok sektörde milyarlarca dolarlık yatırımlar yapmaktadır ki Afrika ve Asya’daki halkların sömürüsünde kullanılan askerî teknoloji de bu yatırımlara dâhildir, öte taraftan bu büyük üniversiteler kendilerini eğitim kurumu olarak tanımladığı için tıpkı kilise ve sinagog gibi kâr amacı gütmeyen kuruluşlar olarak kabul edilirler ve vergi muafiyeti uygulanan hayır kurumları gibi muamele görürler. Yani üniversiteler diğer şirket ve ticari kuruluşlar gibi devlete vergi ödemekle mükellef değildir. Başka deyişle, üniversi­teler artık bir eğitim kurumu olmaktan çok kapitalist bir proje hâline gelmiştir. Üniversiteler, istihdam ettiği bü­yük bilim insanlarının isimlerini kullanarak daha sonra üniversiteye bağışçı olacak zengin öğrencileri çekmeye çalışır ve bu yolla servetini sürekli olarak artırır. Böyle­likle büyük akademisyenler üniversitenin sermaye ve kâ­rını artırmak için birer araca dönüşür. Bu durum, bugün kampüslerde yaşananları anlamak açısından son derece önemlidir; zira kampüslerdeki öğrenci protestolarını bastıran, sermaye ve siyasi güçten başka bir şey değildir.

Tüm bunlar, paranın en yüce değer olduğu anlamına gelmektedir ki bu da İnsan hayatı dâhil olmak üzere her şeyin parasal değerle ölçüldüğü modernite projesinin temel hususiyetlerinden biridir. Bu durum hayatın her alanında açıkça görülebilir. Öte yandan son iki yüzyılda­ki sermaye birikiminin artış oranı yükselme eğiliminde olmuşsa da bu sermayenin el değiştirmesi görece cılız kalmıştır; dünya nüfusunun yalnızca yüzde 10’u küresel sermayenin yüzde 85’inden fazlasına sahipken, nüfusun yüzde l’i küresel servetin yaklaşık yüzde 40’ına sahiptir.

Üniversite, kapitalizm ve materyalist felsefeye dayalı mevcut ekonomik sistemin ayrılmaz bir parçasını oluş­turur ki burası gücün faaliyet gösterdiği alanlardan biri kabul edilir. Ne var ki gücün bir işleyiş mantığı vardır. Burada kadim bir hikmeti anımsıyoruz: “Güç yozlaştırır, mutlak güç ise mutlaka yozlaştırır.” Geç modernite ça­ğında sermaye ve zenginlik mutlak bir güç kazanmış, do­layısıyla yozlaştırıcı etkisi de mutlak hâle gelmiştir.

Filistin yanlısı gruplar, ABD üniversitelerinde taciz ve yıldırmalara maruz kalmasına rağmen İsrail yanlısı öğ­renciler kendilerinin mağdur olduğunu iddia ediyor. Bu durum hakikati alt üst edip yalan yanlış şekilde durumu tersine çevirmekten başka bir şey değildir. Bunun sebebi, artık sınırsız hâle gelmiş olan gücün dilediğini yapabil­mesidir. Karşımızda “mutlak güç” var; bu güç, bir atı as­lan olarak adlandırabilir, güç ve otoritesini kullanarak bu ismin kullanımını diğerlerine dayatabilir, kendisine karşı çıkan muhaliflerini ise yok edebilir. Neticede mahviyet ve hayâ dönemi artık sona ermiştir diyebiliriz.

Güç ve sermayenin muti bir hizmetkârı olan Shafıq, diğer pek çok dalkavuk gibi Columbia Üniversitesi bağış­çılarının isteklerine itaat etmekte ve onların emirlerini harfiyen yerine getirmektedir. Bir üniversite rektörünün üzerine düşenleri yapması büyük bir ahlaki cesaret ge­rektirir. Shafıq ise öğrencilerimize/çocuklarımıza acıma­sızca davranması için polis çağırdı, akademik özgürlüğü boğdu ve nihayetinde kampüsümüzü askerî kışlaya çevir­di. Ne var ki tüm olan bitene rağmen Shafiq astronomik maaşını alıp sahip olduğu ayrıcalıklarını korumaktadır.

İnceleyin:  Tarihin Görüntüleşmesi ve Maket Mekanlar

Yaşanan hadiseler sebebiyle rektörümüzün medyada küçümsendiği, alay konusu olduğu ve gülünç duruma düştüğü, tüm dünyada tiksinilen değersiz bir eşya olarak algılandığım görmek esef verici. Mevcut duruma bakıldı­ğında, çoğu insan onu Columbia Üniversitesi tarihindeki en kötü rektör konumunda görüyor. Kendi milletimden olan Mısırlı bir kadının Columbia gibi büyük bir üniver­sitenin başına ilk kadın rektör olarak geçmesine rağmen ismini tarihin en utanç verici sayfalarına yazdırması şah­sen benim için de çok üzücü.

Batılı güçler tarafından desteklenen İsrail’in Filistin­lilere karşı uyguladığı şiddet ve soykırım, Batı ve modern devletin çirkin ve “gerçek”yüzünü açığa çıkarabilir mi?

“Batı’nın gerçek yüzü” tabirinizi tercihe şayan buluyo­rum: Bugün şahit olduğumuz tablo, Batı’nın dünya gene­linde en az iki yüzyıldır süregelen uygulamalarıyla tutar­lılık arz etmektedir. Bu durum Batı’nın sadece olumsuz bir yanı değil tam da gerçekliğine tekabül etmektedir. İn­sanların, kültürel özelliklerin olumlu ve olumsuz yönleri arasındaki ilişkiyi tam anlamıyla kavrayabildiğin! san­mıyorum. Merkezi alanlarca yönlendirilen bir kültürün; şiddet yanlısı, açgözlü ya da bazı derin menfi özelliklere sahip bir kültür olduğu kolaylıkla fark edilebilir. Bu kül­türün sadece tek bir yüzü olabilir, bu ise şiddet, açgözlü­lük ya da başka herhangi bir olumsuz çehreden başkası değildir.

Sömürgecilik yoluyla küresel bir hâl alan Batı kültürü­nü ve son üç yüzyıllık tarihini incelediğimizde, oldukça az sayıda merkezi alanın bu kültüre hâkim olduğunu gö­rüyoruz. Bu alanların ekseriyeti yapıcı olmadığı gibi hü­manizmi de desteklemez. Bu alanlar şunlardır: Birincisi, benzersiz bir yapıya sahip ve muayyen bir tarihsel dene­yim olarak modern devlet} İkincisi materyalizm, üçüncü- sü milliyetçilikle dördüncüsü bürokratik yönetim aygıtı. Tüm bu alanlar, tabiata dönük müşterek bir bakış açısın­dan kaynaklansa da kozmik bir boyuttan yoksundur.

17.yüzyıldan bu yana Avrupa’da tabiatın tanımı tedri­cen rölativizme kaymış, ilahi alan giderek beşerî sahanın aleyhine ikame edilmiş ve tabiat; insan hayatının gerçek­lerini dikte etmenin, içinde yaşanılan hayatın doğasını tanımlamanın ve beşerî anlayışına göre nasıl kategori- ze edilip düzenlenebileceğini belirlemenin yeni bir yolu olan bilimin alanı hâline gelmiştir. “Allah insanı kendi suretinde yarattı.” ifadesi, “insan âlemde kozmik bir olay sonucu oluştu” ifadesine dönüşmüştür. Ancak bu “insan” yaratıcısıyla eşit bir ilişki içinde değildir. Çünkü her şey Allah’ın yaratımıdır. Binaenaleyh, bu yeni anlayışa göre, bizzat yaratılış fikri yerini teleolojik olmayan soğuk bir evrimsel biyolojiye bırakmıştır.

Bilim, sınıflandırma ve kategorize etme amacıyla or­taya çıkmıştır. Beyaz [teni] sarı ve kahverenginin, [diğer ten renklerini] siyahın, tümünü ise kimliği meçhul “yerli­lerin” üzerinde konumlandırmıştır. Bu bağlamda modern devlet, materyalizm/kapitalizm, milliyetçilik ve bürokra­si birbirleriyle uyum içinde çalışarak, modern bilim ile birlikte bir orkestra oluşturur. Bu dört temel alan, mo­dern projenin bütününü teşkil eder.

Bazı insanlar başlangıçtaki niyetin kötü olabileceğini, ancak daha sonraki medeni amaçlı kullanımın başlan­gıçtaki suçtan beri olduğunu savunmaktadır. Ne var ki bu çıkarım birkaç sebepten ötürü sahiplerinin entelek­tüel körlüğünü yansıtmaktadır: Evvela bu çıkarım, ahlaki bir çelişki içermektedir. Şöyle düşünün: Birisi sana keyif sürüp eğlenmen için mebzul miktarda para veriyor, ama aynı zamanda sana verilen paranın, asıl sahibini gayri meşru şekilde terörize eden ve öldüren bir grup insan tarafından çalındığının da farkındasın. Bu sebeple mese­leye ahlaki açıdan yaklaşacak olursak, eğer parayı kendin için harcarsan, hırsızlık cürmüne ve parası gasp edilen kişilere karşı işlenen terörizm suçuna tam anlamıyla or­tak olursun.

İkinci olarak; şiddet, yıkım ve tehcirin netice ve se­merelerinden faydalanmanın mühim maddi sonuçları vardır. Örneğin günlük hayatımızın ayrılmaz bir parçası hâline gelen bilgisayar ve akıllı telefonlarımızı ele alalım. Bilindiği üzere bu aletler ikinci Dünya Savaşı sırasında müttefik devletler ile Naziler arasındaki şiddetli rekabe­tin bir ürünüdür. Peki, bu aletler ile bu “kadim” tarihsel olgu arasında hâlen devam eder) bir ilişki nasıl mevcut olabiliyor ve bu tarihsel olgu nasıl oluyor da son dere­ce yıkıcı olan İkinci Dünya Savaşı’ndan üç çeyrek yüzyıl sonra dahi, bugün bu araçlara yönelik algımızı etkile­yebiliyor? Aslında bu teknoloji İkinci Dünya Savaşı’nın maddi açgözlülük, kontrol ve şiddetle irtibatlı temel se­beplerinden hiçbir zaman kopmamıştır. Bilindiği üzere İkinci Dünya Savaşı, Avrupa güçlerinin dünya üzerinde hâkimiyet kurma, nüfuz alanlarını bölme ve sömürdük­leri kolonilerden daha fazla pay alma mücadelesinin ya­şandığı bir savaş alanıydı.

Zamanın geçmesine rağmen ne açgözlülük ne de he­gemonya arzusu ve şiddet eğiliminin teknolojiyle olan irtibatında bir değişiklik yaşanmıştır. Bu sebeple mezkûr teknolojiyi sınıflarımızda hayatımızı kolaylaştırmak için kullanmamız ile askerî-endüstriyel tesis ve güvenlik sis­temlerinin aynı teknolojiyi tüm insanlığı terörize edip mahvetmek için kullanılan silahlarda ve gözetleme sis­temlerinde kullanmasıyla aynı zamana denk gelmesine pek de şaşırmamak gerek. Gazze ve Batı Şeria bu duru­ma canlı bir örnek teşkil etmektedir. İsrail, ABD’de son teknoloji ile üretilen silahlarla şiddet ve terörizmini ger­çekleştirmek uğruna bomba, füze ve son derece sofistike teknolojik ekipmanlar kullanıyor. Bu silahlar ise sadece bir avuç insanı zengin etmek üzere fahiş fiyatlarla satı­lıyor. Bu sayede silah üreticileri, Kongre üyeleri de dâhil olmak üzere politikacıları satın alarak kazançlarını artı­rıyor ve dünyanın dört bir yanındaki çatışma bölgeleri­ne daha fazla silah satarak güçlerine güç katıyorlar. Bu kişiler, milyonlarca masum insanın kanının dökülmesi pahasına da olsa bu işi yapmaktan geri durmuyorlar. Dolayısıyla günlük hayatta kullandığımız teknoloji, masum insanların kanına bulanmış durumda.

İnceleyin:  İlerleme Teolojisi

Burada şu temel noktaya değinmek istiyorum: De­mokrasi ve halk iradesinin temsili gibi efsanelere inan­madığımız sürece modern devletin olumlu bir tarafı yok­tur. Modern devlet, son derece tehlikeli ve şiddet içeren bir kavram olan milliyetçilik mefhumuna dayanan bir ulus devlettir. Gazze, modernitenin gerçek “yıkıcı” yüzü­nü açık seçik gösteren canlı bir örnek olarak bir kez daha karşımızda durmaktadır. Modernitenin bize sunduğu herhangi bir menfaatin bedeli o kadar yüksektir ki bunu ifa edebilecek güce sahip değiliz.

İsrail, Gazze’ye yönelik başlattığı saldırıların ilk gü­nünden itibaren “İsrail Batılı değerleri savunuyor’ söyle­mini kullanıyor. Batılı değerlerin savunulması için böy- lesi bir şiddete ihtiyaç mı var, yoksa bu değerler özünde aşırı bir şiddete mi dayanmaktadır?

İsrail elbette Batılı değerleri savunmuyor, ancak onla­rın ne olduğunu gözler önüne seriyor. Çoğu Batılı ülkenin İsrail’i desteklemesi ya da Gazze’deki acımasız saldırgan­lığını durdurmak için ciddi bir çaba sarf etmeden olan bitene göz yumması, liberal demokratik hükümetlerin Filistin halkına karşı İsrail ile benzer tutumu sergilediği­ni açıkça göstermektedir. Pek çok insan (ki buna birçok Arap ve Müslüman entelektüel de dâhil) şu hususu göz­den kaçırmaktadır: Liberalizmin dili, kasıtlı ve sistematik bir şekilde elinin yaptıklarım gizlemektedir. Bu dil, elin; icra, kontrol ve manipüle etmeye ve çoğunlukla da taru­mar etmeye çalıştığı realiteyi çarpıtarak aktarmakta. Bu noktada, Aydınlanma Çağı ile liberal düşünce ve sömür­gecilik arasında yapısal bağlantılar olduğunu gösteren birçok üst düzey akademik çalışmaya dikkat çekmek ge­rekir. Buna göre Aydınlanma köken itibarıyla sömürgecidir ve bu gerçeği anlamayan herkesin (özellikle Arap ve Müslüman entelektüellerin) okula tekrar dönüp baştan eğitim almaları gerekir. İsrail’in yaptığı şey, liberal şiddet mantığını pekiştirmekten ibarettir. Dolayısıyla İsrail, Ba­tılı değerleri savunmuyor, aksine intikam ve acımasızlık dozunu artırarak onları bilfiil tatbik ediyor.

Bugün Batinın dünyanın dört bir tarafında Filistin davasına duyduğu sempatiyi nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu gerçekten güçlü bir ahlaki sisteme dayanan insani bir sempati mi? Yoksa her şartta azınlıkları savunan bir an­layışa mı dayanıyor? “Hepimiz Filistinliyiz” sloganının bilişsel yansımaları nelerdir?

Şüphesiz her iki ifadeniz de doğru. İnsanlar Gazze’de olup bitenleri gördüklerinde, Gazze ve Batı Şeria’daki Fi­listinlilerin maruz kaldığı şiddet ve acıdan ister istemez etkileniyorlar, bu his -bazılarında görülmese bile- genel İnsanî bir eğilimdir. Ancak sorunuza cevap vermek için belki de ilk sorunuza verdiğim yanıta atıfta bulunmalı­yım. Genç neslin modernitenin krizleri konusunda yeni bir farkındalığa ulaştığına ve Gazze’nin de bu krizleri so­mutlaştırdığına inanıyorum. Gençlerin bu bilince ulaş­maları; çevresel, toplumsal ve psikolojik açıdan yıkımın eşiğindeki bir dünyayı miras almalarından kaynaklan­maktadır.

Gazze’de yaşananlar; faşist milliyetçilik, devlet şidde­ti, tekno-bilimsel zorbalık, doğal kaynaklara ve toprağa yönelik açgözlülük, sermaye birikimi ve kapitalizmin yayılması ile modern demokrasilerin anayasal ve siyasi yapıları (ki bu durum AIPAC’ın ABD Kongresini satın aldığı Amerika’da aşikâr şekilde görülmekte) ekseninde cereyan etmektedir.

Gazzedeki trajedinin sadece Batının ikiyüzlülüğünü değil, aynı zamanda Amerika’nın anayasal yapılarındaki derin krizleri de ortaya çıkardığını idrak etmeliyiz. Gaz- ze’deki trajedi, aşırı gücü haiz birkaç kişinin elinde biriken sermaye ve bunun ABD dış politikasının adaletsizliğine (ki buna Gazze’deki savaşa karşı çıkan sıradan Amerika­lıların paralarının İsrail’e ölümcül silahlar sağlamak için harcanması da dâhildir) sebep olmasıyla ilgilidir. Tüm bunlar ve daha fazlası pek çok insanın hayal kırıklığına uğramasına, öfkelenmesine ve Filistin davasını şiddetli bir şekilde desteklemesine sebep oluyor. Bu sebeple de “Hepimiz Filistinliyiz” ifadesi sadece bir slogan değil aynı zamanda içinde yaşadığımız problemli dünyanın somut bir timsali hâline geldi.

İçinde yaşadığımız sorunları doğru ve derinlikli bir şe­kilde anlamak isteyen gençlere ne gibi tavsiyeler vermek istersiniz?

Öncelikle sosyal medya ve haber kaynaklarındaki ana­lizlerin şu anda dünya genelinde, özellikle de Gazze’de yaşanan hadiselere ilişkin sağlıklı bir bakış açısı sunma­dığının farkına varmak gerek. Bunlar bilgi kaynağı de­ğildir, olsa olsa zayıf kaynaklardır. Çünkü büyük medya bize gerçekler hakkında yalan söylemekle kalmaz, aynı zamanda güçlülerin entrika ve dalaverelerini de bizden gizler. Dolayısıyla büyük medya, tüm bu yıkıma sebep olan gücün ayrılmaz bir parçasıdır.

Şarkiyatçılığı Yeniden Düşünmek isimli kitabımda tafsilatlı bir şekilde açıkladığım gibi yukarıda bahsetti­ğim tüm sorunlarla karşı karşıyayız çünkü bizatihi bilgi biçimlerimiz büyük problemlerden mustarip, düşünce ve rasyonel modelimizin yetersizliği artık aşikâr bir hâl aldı. Bu yüzden bilgi alanlarının tamamını yeniden dü­şünmeli, varsayımlarını ve kabullerini sorgulamalıyız. Li­beralizm, özgürlük, demokrasi, kapitalizm, materyalizm, tabiat ve toplum gibi önümüze konulan tüm kavramları yeniden gözden geçirmemiz gerekiyor. Tüm temel ve önemli kavramları inceleyip tekrar düşünmeliyiz. Dola­yısıyla elimizden geldiğince önemli literatürleri okumalı ve temel varsayımlarını sorgulamaya tabi tutmalıyız.

[Osman Emakûr, 15 Kasım 2024, https://www.aljazeera.net, çev. Esra Özekin Kütükcü & Tuğrul Kütükcü]

Wael B. Hallaq – Direniş Olarak İlim / Tarih, Şeriat ve Modernite,SYF:215-224