Wael Hallaq
Arap mütefekkirlerin çoğunu Batı “mukallitleri” diye tanımlıyorsunuz. Bunun bir bakıma kültürel özgüllüğün yüceltilmesi anlamına geldiğini söyleyen münekkitlerinize nasıl cevap verirsiniz? Bildiğiniz üzere modernist tahayyülümüzde ilerleme fikrinin baskınlığı, geleneğin donuk olduğu ve geri kaldığı yönündeki modernist inancımız sebebiyle bu itham, aslında modern şeyler hakkında eleştirel düşünen herkes için bir ön kabuldür. Bu bağlamda, özgüllük ve evrensellik ikilemine ışık tutabilir misiniz? Avrupa tarafindan üretilen her şey evrenselken, Avrupalı olmayan her şeyi özgül olarak tanımlayan özgüllük iddiaları Avrupalılaşmanın merkezinde nasıl yer alıyor?
Sorunuzun son derece nokta atışı olduğunu ve meseleyi çok güzel bir şekilde soru kalıbına döktüğünüzü ifade etmeliyim. Avrupa’nın emperyalist-kolonyalist projesinin yapısal olarak onu üreten Aydınlanma ile bağlantılı olduğuna inanıyorum. Çünkü Aydınlanma, tam da Avrupa’nın kolonyal projesiyle diyalektik bir ilişki içerisinde geliştirildiği için emperyalizminin ruhunu ve özünü tanımlayan bir kozmopolit üretmiştir. Başka deyişle Batı modernitesinin; ilerlemeci, evrensel ve Aydınlanma söyleminin kolonyal projesinin merkezinde yer aldığı, onun ayrılmaz bir parçası olduğu ve bu ikisi arasında gerçek bir ayrımın yapılamayacağı pek anlaşılan bir husus değildir. Bu projenin başarısı yalnızca Avrupa ile sınırlı değil. Çok derin olmasa da belli bir dereceye kadar sömürülen ülkelere de nüfuz etti. Esasında bu, sömürülmüş milletlerin zihnini yeniden yapılandırmayı başaran bir Avrupa mühendisliğidir.
Asyalılar ve Afrikalılarda her gün bizzat şahit olduğumuz, sorgulanamaz ve tartışılamaz kabul edilen ilerleme dogması, bu başarının önemli bir misalidir. Bununla beraber devlet mefhumu Müslümanlar tarafından nadiren anlaşıldığı için ilerleme teolojisinin de -bu tabirin altını çiziyorum- yanlış anlaşıldığına inanıyorum.
Ben ilerleme inancını teoloji diye isimlendiriyorum. Çünkü âdeta çocukların öğretileri doğrultusunda yetiştirildiği bir din görevi görüyor. Ancak daha da önemlisi, müntesipleri ve inananları tarafından bu teoloji sorgulanmıyor. Pek çok teolojinin aksine ilerleme, kardeşlik ve eşitlik adına son derece yıkıcı olmuş, yarım yüzyıl içinde dünyaya, Hristiyanlığın Avrupa’ya bin yıl boyunca verdiğinden daha fazla zarar vermiştir. Pek çok önde gelen akademisyen ve mütefekkir de dâhil olmak üzere, insanların büyük çoğunluğunun, bu ilerleme teolojisi ya da bunun düşünce tarzları üzerindeki derin etkileri hakkında düşünmedikleri müsellem bir hakikattir.
İlerleme inancı ikinci bir doğa hâline geldi, sıratı müstakim addedildi. İlerleme kavramı ideolojik bir tutumdur ve kendi menfaati için kuralları önceden belirleyerek farklı bakış açılarının ve söylemlerin dikkate alınmasını engeller. İlerleme karşıtı bir anlatıya başvurulmasının, bir tür dalalet olarak görülmesinin, hâlihazırdan ya da (gelecekten) daha iyi olduğu için saldırıya uğramasının ve nostalji sevdalısı, muhafazakâr, Orta Çağ’dan kalma ve sapkın olarak etiketlenmesinin sebebi budur.
İlerleme, sadece tarih hakkında düşünce ve araştırmayı askıya almak demek değildir. Çünkü tarih her dönemeçte herkes tarafından gündem edilir. İlerleme olarak tarih, sadece dilimizde var olmakla kalmaz, bilakis dilimizi şekillendirir. Bununla birlikte tarih, ilerleme teolojisinin bir parçası olduğuna göre bu durum, tarihin her zaman arka planda olduğunu göstermek anlamına da gelmekte. Aslında bu ideolojik tutum, tarihteki ilerlemeci ufukla çelişen herhangi bir iddianın kabile tarafından dışlanmasıyla az çok önceden belirlenmişti. Bu ufuk, stratejik inancında ilerlemeyi retorik bir savunma silahı olarak kullanmakta. Bu teolojinin tarih tasavvurunda da bir çelişki yatmakta. Zira kendisi de tarihsel bir dünya görüşünün (welta.nschauu.ng) ürünüdür. Kendisini haklı göstermek ve meşrulaştırmak için tarihi kullanır. Ancak aynı zamanda kendi görüşüne aykırı bir yorum için kullanıldığında tarihi reddeder.
Başka deyişle, modernist tarih, ırk teorileri gibidir, sadece ikiyüzlü olmakla kalmaz, aynı zamanda geçmişi, bir geçmişi diğerinden üstün kılan hiyerarşiler hâlinde kategorize etmek için özel olarak tasarlanmıştır. İşin nihayetinde bugün tüm geçmişten üstündür. Hatta meçhul gelecek bile belirsiz bir şekilde, bugünden üstündür. Bu inanç, tarihin bağnazca sınırlandırılması yoluyla şimdinin uygulamalarını meşrulaştırır ve rasyonel bir zemine oturtur. Ona kendi standartlarının dışında olduğunu düşündüğü her şey hakkında konuşmak için üstün otorite tacını giydirir.
Şimdi daha iyi olsun ya da olmasın, hiç kimsenin ağır bir bedel ödemeden bu varsayımı sorgulaması mümkün değildir. Binaenaleyh, örneğin modern projenin doğayı tahribata girişmesini yeniden değerlendirmede bize rehberlik etmesi için tarihî bir gelenekteki -belirli toplumla- rın dünyada yaşama şekli gibi- bir adap kuralına başvurmak, genellikle nostalji kabul edilir. Çünkü modernitenin teknolojik hünerinde mücessem “ileri” araçların bu yıkıcı etkilerinin iyileştirme gücüne sahip olduğu söylenir. Eğer bu tiranlık değilse tiranlığın ne olduğunu bilmiyorum.
Özünde ilerlemeci olan modernite, her zaman kendi başının çaresine bakabilir ve artık emreden ve yol gösteren “eski” bir akıl hocasına ihtiyacı yoktur. İlerleme teolojisi güçlü bir egemenlik türüdür. Modernite kendi oluşturduğu şartlarla, kendisine ve başkalarına hükmedebilir. Ancak heyecan verici, benzersiz bilgisi ve teknik ustalığına rağmen insanların kendileri de dâhil olmak üzere doğal düzenin yıkımı kontrolünün dışında hız kesmeden devam etmekte.
“Biz neyin en iyi olduğunu her zaman biliriz.” Hatta çok eski zamanlardan beri kendimizi bildiğimizden daha iyi biliyoruz. İlerleme fikri ebedi etiyolojik hakikatlere değil, teknik bilime dayanır. Böylece hakikatin nihai referans kaynağı yine bizzat kendisi olur. Biz her zaman neyin en iyi olduğunu biliriz. Çünkü rasyonalite, bilim ve teknikçilik (techmcalism), hakikatin temellerini atmış ve kurallarını belirlemiştir. Zamanın herhangi bir dönemi hakkında da bilim ve rasyonalite ne derse hakikat odur. Bir hastalığın bilimsel panzehri, başlangıçta sağlaması beklenen faydadan daha fazla zarar verene, başka bir panzehir icat edilene ve bu da ilerlemenin bir sonucu olana kadar, hakikatin kendisidir.
İlerleme inancı hiçbir zaman hastalığın neden var olduğunu sormadığı gibi bu tür hastalıkları üreten düzen, onun yapıları ve üretim biçimleri hakkında derin etik ve varoluşsa! sorular da sormaz. Bu düzen külli düzlemde sorgulandığında, tedaviyi üreten bilim de kendisine rağmen sorgulanacak ve nihayetinde çökecektir. Bundan dolayı ilerleme inancı, kafasını kuma gömen devekuşu misali anda yaşar. Belirsiz bir anda, hakikati geçici olduğu kadar, üretilecek diğer hakikate susamış bir anda… İlerleme inancı geçmişten rehberlik isteyemez çünkü geçmiş, “basitliğine” rağmen ona, ele almak ve tartışmak için yeterli donanıma sahip olmadığı o büyük [varoluşsal]soruları sorma görevini yükler. Her zaman mutlak iptal ve ilga gücüne sahip olan geleceğe karşı kendi hakikatini de güvence altına alamaz. İlerleme dünyasında yaşamak bir rüyada yaşamaktır yani bir işin hakkını veremeden, sürekli bir özlem ve iş durumunda yaşamak…
Binaenaleyh ilerleme teolojisinin ne temeli ne de referansı vardır. Bu şekliyle daha önce de ifade ettiğim gibi egemen bir tanrıdır. Hepimizin varsaydığı gibi bu tanrının rasyonel olarak bağımsız olduğu düşünüldüğünden bu tanrı, bilim ve akla istinaden geçmişin büyük sorularının dinlenemeyeceğine karar vermiştir. Çünkü bunlar fosilleşmiştir ve modern uygarlığın, bilimin ve modern aklın ilerlemesiyle alakasızdır -ki bu sonuncusu elbette evrenseldir. Hakikaten de geçmişin soruları duyulmaz. Zira ilerleme teolojisindeki hiçbir şey onu modernite- nin temel yapılarını rahatsız eden derin ahlaki sorular üzerinde düşünmeye zorlamaz. Bu acziyet, sadece teolojinin içerisine yerleşmiş değildir. Buna ilaveten kendisi de bu yapıların istikrarsız konumunun bir sonucu olan, teolojinin bizzat kendisinin bir sonucudur. Sorunları her zaman bu yapıların içinden çözülür ancak bu çözümler kesinlikle tamamen uhrevi değildir. Bu çözümler etiyo- lojik bir temele sahipmiş gibi görünüyorsa da esasında muktezayı hâle göre dayatılan araçsal bir düşüncedir. İşte tam da bu sebeple ilerleme ideolojisi, etik soruları nostalji olarak nitelemek suretiyle bu meseleleri sümen altı ediyor. İlaveten “ahlak despotizminin” yeniden canlandırılması diye yaftalaması sebebiyle mezkûr sorularla mücadeleden kaçıyor. Bütün bunları yaparken de ilerleme teolojisinin savunduğu itikadi tavrın işin nihayetinde entelektüel açıdan baskıcı ve despot olduğu gerçeğini göz ardı ediyor.
İlerleme teolojisi, tanımı gereği, zamanın homojen bir ideolojik yapıya sahip olduğu ve bu yapının kaçınılmazlığı fikri üzerine kuruludur. Dolayısıyla tarihin önceki aşamaları sonraki aşamalara hazırlık niteliğindedir. Geçmiş aşamalar, hakiki terakkinin doruk noktasına, yani Batı modernitesine ulaşmak için sadece bir araçtı. Zamanın Batı’da ama özellikle Arap ve Müslüman dünyasında ciddi şekilde yanlış anlaşılan bu yapısı, sadece ilerleme teolojisinin mantıksal bir sonucu değildi. Bilakis günümüzdeki hadise ve gelişmelerini onaylamış ve zorla meşrulaştırmıştı. Çünkü günümüzdeki bu gelişmeler, zorunlu bir kader, dolayısıyla da kaçınılmaz olarak kabul edilmişti.
Ancak ön belirlenim (predetermination) fikrine göre başka bir boyut daha vardır: Kendisini modernitenin yükselişine hazırlayan bütün tarih, yeterli düzeyde geliştirilemez. Dolayısıyla henüz olgunlaşamamıştır. Böylesi bir düşünce tarzından şöyle bir sonuç çıkar: Modern Avrupa dışında ya da öncesindeki hiçbir kültür ya da “medeniyet” aynı geçerliliğe, yetkinliğe, ahlaki ve entelektüel gelişmişliğe sahip olamayacaktır.
Bu medeniyetler kültürel veya başka açılardan ne kadar değerli olursa olsun kendilerinin dışında ve ötesinde daha yüksek bir amaca hazırlık olarak tüketmişlerdir. Bu medeniyetlerin tarihin seyrinde sığır yemi olmaktan kurtulmalarının tek yolu, “hakiki” ve “olgun” medeniyete yetişmekti ve hâlen daha böyledir.
Bazı filozofların “Batı düşüncesinin hegemonik yapısı” diye adlandırdığı şeye nüfuz eden ilerleme teolojisi, tüm şekilleriyle, tarihi özellikle Avrupa merkezci yöntemlerle inşa eder oldu. Bu yöntemlerin içeriğini, Arap ve Müslüman bilginler ve mütefekkirler de dâhil olmak üzere pek çok Batılı ve Batılı olmayan kişi idrak edemedi.
Sözgelimi Fransız filozof Nicolas de Condorcet, tarih- teki gerilemeleri, deyim yerindeyse medeniyetlerin zirvesi olan Avrupa’nın yapmaması gereken hususları öğreten yol gösterici “hatalar” olduğunu düşünüyordu. Ve elbette hatalar da her zaman Avrupa dışında bir yerlerde vuku bulmaktadır. Görünen o ki yer ve zamana bakmaksızın geçmişteki tüm toplumlar, modern Avrupa’ya ve onun dünya görüşüne hazırlık olması için yaşayıp öldüler.
Aynı düşünceyi, tarihe yön veren güdülerin, tüm dünya tarihini Aydınlanma’nın hizmetinde kullanmak için var olduğunu savunan Voltaire’de de görüyoruz. Öte yandan Hegel, kişisel özgürlüğü ruhun tarihi teorisi üzerine inşa etmiştir. Tarihteki savaşlar, yaşanan şiddetler ve vahşetler aslında ruhu terbiye etmiş ve iyileşmesine yardımcı olmuştur. Hegel’in modernite dönemi teorisinde ayırt edici ve üstün bir hususiyet bulunur. Bu modernite, önceki tüm zamanların kendisi için bir nevi hazırlık mesabesinde olduğu bir dönemdir.
Bu anlayış ve bu teoloji, 21. yüzyılda hiçbir zamanda olmadığı kadar güçlüdür. özellikle son yarım yüzyılda İslami entelektüel çalışmaların temeline dahi nüfuz etti. Ne yazık ki çok az kimse bu dogmatik teolojinin etki ve sonuçlarının farkında. O sebeple çoğunluk, korkunç bir saflık ve sersemlikle “İslam düşüncesinin modernleştirilmesi” yolunda koşmaya devam etmekte.
Anarşist ilerleme teorisi, daha önce izah ettiğimiz üzere sadece tarihi şekillendirmekle kalmaz. Aynı zamanda modern dilin yapısına da şekil verir. Bu teori; dil, doğa ve insan üzerinde hegemonya kuran bir dünya görüşünü yansıtır, aynı zamanda hegemonyanın kendisini de şekillendirir ve aktarır. Belki de hiçbir fikir ya da akide, modern zihinler üzerinde bu teori kadar güçlü bir yer edinmedi. Bu teori, bir tarihsel gelişim yasası, bir tarih felsefesi ve bunun neticesinde de bir siyaset felsefesi inşa etti.
Pek çok kez ifade ettiğimiz gibi modern ve mevcut Batı medeniyetinde hiçbir fikir bundan daha önemli olmadı. Buna ilaveten [ilerleme] Araplar ve Müslümanlar olarak kendi tarihimiz de dâhil olmak üzere, tarihi görme ve yazma metotlarımıza hükmeden Avrupalı fikirler veya değerler arasında en güçlü teoridir. Bu fikrin, son iki yüzyılda gerek kamusal gerekse özel ilişkiler sahasına büyük tesirleri oldu. Hiçbir fikir, entelektüel sahaya bu teoloji kadar damgasını vurmadı.
Bir ideolojiler kabı olarak ilerleme ideolojisi, kendilerinin kesinlikle haklı olduğuna inanan ve her zaman, hatalı addettikleri diğerleriyle çatışma hâlinde olan kesin inançlı takipçiler yaratır. Bu en iyi hâliyle, bağnazlık ve püritenliktir. İlerleme teolojisini bu kadar baştan çıkarıcı yapan şey, geleneksel tarzdaki diğer teolojilerin aksine, kendisinin bir teoloji olduğunu kabul etmemesidir. Daha da trajik olanı, Arap ve Müslüman düşünürlerin, bu teolojinin benimsedikleri tarih anlayışındaki kökenlerini fark etmemeleridir.
Böylesi kör bir benimseme, onları sadece özgür düşünceden değil, aynı zamanda kendi tarihlerinden ve kimliklerinden de mahrum bıraktı.
Wael B. Hallaq – Direniş Olarak İlim / Tarih, Şeriat ve Modernite,SYF:122-129


0 Yorumlar