Dönen Duvar
Paylaş:

 

Gai Eaton

Yıllar önce okuduğum fakat nerede geçtiğini unuttuğum bir sufi hikâyesi vardır. Bir zamanlar hayatı boyunca dikkatsiz davran­mış bir adam varmış. Ölüm hâlinden sonra kendisini yavaş yavaş dönen yüksek bir duvarın önünde bulmuş. Adama her bin yılda bir cennete açılan bir kapının oturduğu yerle aynı hizaya geleceği ve bu kapının çok kısa bir süre açık kalacağı bildirilmiş. Ebedî sa­adeti yakalayabilmek için adamın sabırla o anı beklemesi gerek­liymiş. Kur’an’da, kurtuluşa erenler ile azaba uğrayanları birbirin­den ayıran böyle bir duvarın varlığından söz edilir: “Derken ara­larına kapısı olan bir sur [duvar] çekilir. Bunun iç tarafında rah­met, onlar (münafıklar) tarafındaki dış cihetinde ise azap vardır.” (Hadid, 57/13)

Bu kişi, ya da bir zamanlar yeryüzünde iken bir “kişi” olan bu varlık, dokuz yüz doksan dokuz yıl on bir ay ve birçok gün boyunca gözünü ağır ağır hareket eden duvardan ayırmadan sabırla beklemiş. Zihninde cennetin nimetlerinden, köşklerinden, eşsiz güzellikteki hurilerinden, leziz yemişlerinden başka hiçbir şey yokmuş. Fakat bir an gelmiş ve belki de geride bıraktığı dünya­dan bir hatıra dikkatini dağıtmış. Kapının açıldığı an işte bu dik­katinin dağıldığı andır; kapı karşısına gelir, açılır ve ardından da­imî dönüşüne devam eder. Adam bin yıl daha teyakkuzda bek­lemek zorundadır.

Dikkatini başka taraflara yöneltenlerle ilgili Kuranda, “Onlar Allah’ı unuttu, Allah da onları unuttu,” (Tevbe, 9/67) ayeti vardır. Akıl sağlığını yitirmişlerin gerçeklikle irtibatlarını kaybettikleri­ni söyleriz ve bu üzücü bir durumdur. Fakat Tek Hakikat ile olan irtibatı kaybetmek, vahametini ölçemeyeceğimiz kadar büyük bir felakettir. Bu “irtibatı kaybetmek”, bu dikkatsizlik İslam’da “nis- yan” olarak ifade edilir. Bizler mutlak hakikate karşı bir farkındalıkla doğarız. Bu farkındalık içimize yerleştirilmiştir. ıbn Arabi’ye göre bu idrak hayvanlar ve bitkiler de dahil bütün canlıların içine yerleştirilmiştir. Fakat bizler meşgulüz. Tıpkı duvarın karşısında oturan adamın dikkatinin dağılması gibi bu dünyada dikkatimizi dağıtacak pek çok şey vardır. Unuturuz ve çok vahim bir unutul­ma tehlikesiyle birlikte yaşarız.

Bir hadis-i kutside, “Ben, beni zikreden/hatırlayan kulunda­yım.” denir. Hadis dikkate şayan bir şekilde şöyle devam eder: “0 bana bir karış yaklaşırsa ben ona bir arşın yaklaşırım, o bana bir ar­şın yaklaşırsa ben ona bir kulaç yaklaşırım. O bana yürüyerek ge­lirse ben ona koşarak giderim.” Allah’ı unutmak, O’ndan haber­siz ve uzak olmak demektir. Bu unutuş huy hâline gelirse uzaklık ve habersizlik de süreklilik kazanır. Diğer taraftan “hatırlama”nın, ki bu kelime Arapça zikir kelimesinin karşılığıdır, mükafatı ölçü­lemeyecek kadar yüksektir. Hatırlamak hazır bulunmak demektir ve dikkat durağan bir şey değildir. O, doğası itibariyle bir faaliyet­tir ve her faaliyet gibi hedefine yönelik bir harekettir; zihnin, ira­denin ve duyguların bir hareketi. Bununla ilgili hayatta verilebi­lecek en güzel örnek yırtıcı bir hayvanın avının karşısındaki dik­kati ya da bir okçunun yayım bırakmak üzere olduğu veya silah­lı bir adamın tetiğe basmak üzere olduğu andır. Bu hâlde hareket ve hareketsizlik tek bir eylem olmaktadır.

Dikkatini yoğunlaştırmak, uyanmak, bütünüyle şimdi ve bura­da olmak demektir. Tanrıyı yalnızca burada ve şimdide bulabiliriz ve hakikat ile karşılaşma ancak burada ve şimdide ikmal edilebi­lir. Bizler kapatılıp mühürlenmiş bir geçmiş zamanda ya da müs­takbel bir gelecekte herhangi bir eylemde bulunamayız. Dikkati­mizi bir hedefe doğru yoğunlaştırabilmek için ancak şimdi ve bu­rada mucizevi bir biçimde özgürüzdür. Bu esas itibarıyla bir yö­nelim faaliyetidir.

Doğru yönelim, eğer nereye gittiğimizi görmek İstiyorsak, ba­siret nimetini gerektir. Kur’an birçok kez manevi düzeyde “gör­mek” ile “körlük’u karşılaştırır ve “Kim bu dünyada körlük ettiyse ahirette de kördür.” (îsra, 17/72) diyerek bizi uyarır. Fakat bu kör­lük gerçekten görülmesi gerekeni görmeyi reddedenlerin körlüğü­dür, “Kalpleri vardır onunla anlamazlar, gözleri vardır onlarla gör­mezler ve kulakları vardır onlarla işitmezler. İşte bunlar hayvanlar gibi, hatta daha da aşağıdadırlar. İşte bunlar gafillerin ta kendile­ridir.” (Araf, 7/179) Hayvanlar sağlıklı bir şekilde görürler fakat bütün dikkatleri önlerindeki ot yığınına yöneliktir.

Kur’an’ın, sapkınların “susuz develer gibi içeceklerinden” (Va­kıa., 56/55) bahsetmesi ve başka bir yerde “Şimdi, yüzüstü kapa­narak düşe kalka yürüyen mi daha doğru gider, yoksa dosdoğru bir yolda dimdik yürüyen mi?” (Mülk, 67/22) diye sorması tesadüf olamaz. Bunun sadece bu dünya ve içindeki ot yığını için yaşayan­lara yönelik bir atıf olduğu aşikârdır. “Dimdik yürüyenler” ileride ne olduğunu görebilirler ve yönelimlerinin gösterdiği yola sapar­lar. Diğerlerinin dikkatleri yanlış yöne odaklanmıştır ve “hayvan­dan daha aşağı” bir hâlde dört ayakları üzerinde yürümektedirler. Çünkü onlar dimdik yürüyen erkeklerin ve kadınların bütünüy­le görebilecekleri mertebe olan insan düzeyinde yaşama hakkına sahip değildirler.

İnceleyin:  Kitap Notları-Hikmetli Sözler-Şiirler-Beyitler -5

Seküler dünya bizim özgür doğduğumuzu ve olgunlaştıkça yükleneceğimiz sosyal görevlerin dışında hiçbir sorumluluğumuz olmadığını varsayar. İslam bu düşünceyi reddeder ve hayvan gibi yaşayanları kınar. Bu kişiler çok önemli bir anlaşmayı bozmuş­tur. Bu varoluş öncesi” ima örtüktür ve dünyevi doktrinle açıkla­namaz. Fakat ebedî bir ruhun ya da özün başlangıcının daha za­man yaratılmadan önceye uzanmış olması gerektiğini kabul eden sufiler, bizim her zaman İlahi Zat’ta içkin birer “ihtimal” olarak bulunduğumuzu öğretirler. Bu “ihtimaller” aynı zamanda tahay­yül edilebilecek bütün nurların ötesinde bir nur olan o karanlık­ta gizlenmiştir. O hâlde, gizlenmiş tohumlar olarak bizler kendi­mizi ibadet ve tasdik hareketlerine adamışızdır, ki bunlar pratik­te birer dikkat hareketidir.

Bu noktaya kadar söylediklerimin hepsi yanlış anlaşılmaya müsait şeyler. Dikkatini bütünüyle şu küçük varoluş tiyatrosunun ötesinde her ne varsa ona yönelten Müslümanın hayvanları meş­gul eden ot yığınını ihmal ettiği ve onu unuttuğu düşünülebilir. Müslüman bunu ihmal etmez fakat onu farklı bir şekilde görür. Olguları gerçekte nasılsa öyle, yani Allah’ın “ayetleri” olarak gö­rürler ya da öyle görmeyi umarlar.

İslam’ın temel ilkesi Tevhit, yani Birlik’tir. Fiziksel suretin ma­nevi suretten ayrılması da dahil olmak üzere bir gerçeklik merte­besini bir diğerinden ayıran engeller sadece zihinlerimizde mev­cuttur ve bizlere kolaylık sağlarlar. Kur’an bize göklere bakmamızı söyler: “Hiçbir çatlak (ve düzensizlik) görüyor musun? Sonra tek­rar tekrar bak. Bakışların (aradığı çatlak ve düzensizliği bulama­yıp) aciz ve bitkin hâlde sana dönecektir.” (Mülk, 67/3-4). Ama bu Bütünün kendisi için de geçerlidir. En yüksek olan ile en ze­lil olan arasında hiçbir “çatlak”, mantığın işleyebilmesi için gerek­li olanın dışında hiçbir ayırıcı duvar yoktur. Bu bize, zihnimizle kavramamanın mümkün olmayacağı birlik suretinde değil, ilahi nuru yeryüzüne yansıtan “ayetler” yoluyla gösterilir ve her şey po­tansiyel olarak bir “ayettir”.

Bütün âlem bu ayetlerle dokunmuş engin bir kumaştır. Dik­katimiz, eğer bilgece bir dikkat ise, maddi kesafetleri içerisindeki ham maddelere değil, fakat o kesafet üzerinden parıldayan gerçek­liğe ya da bu gerçekliğin hatırlatıcılarına yöneliktir. Kur’an “Bakın! der: “Şüphesiz, göklerde ve yerde, inananlar için (Allah’ın varlığı­nı ve birliğini gösteren) nice deliller vardır. Sizin yaratılışınızda ve Allah’ın (yeryüzüne) yaydığı her bir canlıda da kesin olarak ina­nan bir toplum için elbette nice debiler vardır. Geceyle gündüzün birbiri ardınca gelişinde, Allah’ın gökten rızık (sebebi olarak yağ­mur) indirip onunla yeryüzünü ölümünden sonra diriltmesinde, rüzgârları evirip çevirmesinde aldım kullanan bir toplum için deliller vardır.” (Casiye, 45/3-5)

Yağmurlar, rüzgârlar, yemyeşil yeryüzü ve oradaki hayatın çe­şitliliği ve bolluğu… Bunlar harika şeylerdir ve Yaratıcılarına şehadet ederler. Fakat Kur’an bize şunu da söyler: “Allah bir sivrisi­neği, … örnek olarak vermekten çekinmez.” (Bakara, 2/26). Yani hiçbir şey “ayet” olmayacak kadar önemsiz ve küçük değildir. Böylece her şey en azından bir ihtimal olarak buranın ötesine açılan bir kapıdır ve bizim kapı olarak idrak ettiklerimiz ciddi bir dikka­te layıktır. Dönen duvarın önünde bin yıl boyunca bekleyen ada­mın görüşü daha keskin olsaydı orada bir dakika bile beklemesi gerekmeyebilirdi.

İstersek biraz daha ileri gidip “ayetler”in sadece nesnelerde değil olaylarda da fark edilebileceğini söyleyebiliriz. Eğer İslamın öğret­tiği gibi her bir olay, kaynağı Allah’a uzanan ve aslında dönüp O nu işaret eden devasa bir tablonun desenleriyse hiçbir şey anlamsız de­ğildir. Bu, insanların birbirleriyle karşılaşıp tanışmalarını da kapsar ve her birisi bizim için birer “ayet” olma ihtimali taşıyan diğer in­sanlara yöneltilen dikkat ve farkındalık dinî bir görev olarak görül­melidir. Gerçekten de her birisi sanki bir duvarla çevrilmiş gibi ko­runaklı biricik merkezler olarak kendi âleminde yaşayan kişilikle­rin (ege) doğası dikkate alınınca aslında tanışma eyleminin mucizevi bir tarafı vardır. Coşkulu ve ateşli yıldızlar bir araya gelmez, patlar­lar. Fakat buna rağmen erkekler ve kadınlar birbirlerini ayıran de­vasa boşluğa rağmen yine de birbirleriyle tanışırlar. Böyle yaparak dalla gökler ve yeryüzünün temelleri atılmadan çok önce kendileri İçin belirlenmiş yazgılarını gerçekleştirirler. Tesadüfi karşılaşma di­ye bir şey yoktur, hatta sokakta bir yabancıyla yüz yüze gelmek bi­le buna dahildir ve çoğumuzun bundan habersiz olması bu gerçeği değiştirmez. Bir manzara, kör birisi onu görmediği için ortadan kalkmaz. Bizim bu konudaki kısmi bilgisizliğimiz ve dikkatsizliği­miz gerçekte olduğu hâliyle hakikati etkilemez

İnceleyin:  İnsan Ne Kadındır - Ne de Erkek

Zamanın geçişiyle görüşümüz bozulur, böyle felaketlerin do­ğası budur. Kalabalık şehirlerde yaşayanlar birbirlerini selamla­mazlar. Ağaçsız beton koridorlarda doğaya ve doğada içkin olan “ayetlere” yönelik farkındalık kaybolur. Atalarımızın hayal bile edemeyeceği kadar müreffeh olan bizler gittikçe “fakirleşiyor” ve çıkış kapılarının ve pencerelerin nerede olduğunu bilmeden ben­liğimizin içine gömülüp kayboluyoruz. Bu, hayatta kalabilmek için yaptığımız işlerde açıkça kendisini gösterir. Bu dünyada saç­ma ve dolayısıyla dikkatimize layık olmayan bir şey varsa işte o buradadır.

Geleneksel İslam toplumlarında ve hâlâ İslam dünyasının bir­çok bölgesinde, bir alışveriş faaliyeti öncelikle insanların bir araya geldiği, selâmlaştığı, iyi dileklerde bulunduğu ve haberleştiği ger­çek bir buluşmadır. İnsanlar ancak gerçek anlamda tanışıp görüş­tükten sonra işin çok daha önemsiz bölümü olan pazarlık kısmı­na girişirler. Bu durum sektördeki “iş toplantıları” ile karşılaştırıl­dığında neredeyse zıttır çünkü bizim dünyamızda iş ve özel hayat net bir şekilde birbirinden ayrıldığı için gerçek bir buluşma asla gerçekleşmez, ikram edilen kahvelerin, kurabiyelerin hiçbir anla­mı yoktur. Bu efkaristiya3 ayini değildir. Ancak geçmiş zamanlar­da insanların bir araya gelip ekmeği bölerek aralarındaki ilişkiyi Tanrı tarafindan verilmiş nimetlerle pekiştirmesi bir çeşit ayindi.

Allah’ın, Kuranda bize kendisini tanıttığı isimlerden birisi er-Rezzak, yani rızık verendir. Ruhlarımızı hayatta tutan mane­vi gıdayı bize sürekli hatırlatan bir “ayet” olarak bize vücudumu­zun ihtiyaç duyduğu yiyecek ve içeceği verir. Bunlar tek bir nime­tin iki yönüdür. Hangi surete bürünürse bürünsün bu nimete kar­şı dikkatsizlik, şükürsüzlük ve gaflet anlamına gelir. Burada tıp­kı bir şey üretmeye mahareti kalmamış ve bunun yerinde sadece her şeyin otomatikleştiği bir fabrikada bir düğmeye basan ya da bir üretim bandının üzerine mal yükleyen sıradan bir işçi gibi fakirleşmekteyizdir. Zanaatkârın yönelttiği dikkat bir kemankeşin dikkatinden daha az değildir ve onun görevi bütün kadim kültür­lerde kutsal kabul edilerek ibadetle sıkı sıkıya ilişkilendirilmiştir.

Pek çok şey yitirildi ve bu kayıplar ibadet ve tefekkürün pa­yandalarını yok etti.Tanrı’yla ya da Müteal Hakikat ile doğrudan irtibat hayatın bütününden ayrı tutulamaz ve kutsallıktan arındırı­lıp önemsizleştirildiğinde ibadetin kendisi artık bu dünyada evinde olmaktan çıkmıştır. Kendilerini bizim dikkatimize sunan olaylar ve şeyler yokluk ve hiçlikten tecessüm eder ve sonra tekrar geldik­leri yere giderler, fakat bu esnada içlerinden çıkan bir işaret fişeği bir Merkez’i, daimî bir Hakikat’i gösterir, böyle olunca da bütün dikkatimizi oraya yöneltmemiz gerekir, ibadet ve sürekli biçim­de Allah’ı hatırlama hâli olan zikirde, birbirinden farklı pek çok unsur bir araya gelir. Kesret vahdet içinde kaybolur ve rüya yerini mutlak teyakkuza bırakır.

Nihayet dikkatimizi yönelttiğimiz ayetler âdeta kendilerini kurban edercesine dikkatimizi kendilerinden gayrıya yöneltirler. Bizler, onlara tıpkı bir yoldaki işaret levhaları gibi dikkat eder, son­rasında yolculuğumuza devam ederiz. En geniş anlamıyla düşü­nüldüğünde ibadet, zikir ve muhtelif tefekkür yöntemleri de da­hil farklı bir yoldur. Daha önce “ayetlerin yol göstericiliğinde ha­reket hâlinde idik, şimdi artık sükûnet hâlinde ve ait olduğumuz yerdeyizdir. Fakat her nerede olursa olsun bu ibadet ettiğimiz yer, gökyüzüne ve dünyaya açıktır ve biz, ister olaylar olsun isterse nes­neler, yol boyunca topladığımız her şeyi yanımızda getirmişizdir ve bunlar bizim vasıtamızla gerçekleşmiştir. İnsan yalnız kendisi için dua eden değildir. O bütün mahlukat için dua eder; hatta ba­zen en az kendisi için. Fakat yalnızca insan bilinçli olarak dua et­me ve dikkat gösterme becerisine sahiptir.

Burada, bu ibadet mahallinde ve vaktinde, şimdi artık dikkat ibadetin gayesi tarafindan belirgin hâle getirilir. Bu gaye, bu bi­zi kendimizden alıp çalkantılı ve parçalanmış doğamızı birleşti­ren kendi olduğu hâliyle ilahi hakikattir. Aynı zamanda bizi kendileriyle meşgul eden olgular olan “ayetlerde bulunan gizli vah- deri de açığa çıkartır.

Müslümanlar Allah’a O’nu görüyormuşçasına ibadet etmekle emrolunmuşlardır, “zira siz O’nu görmeseniz de O sizi görmekte­dir.” Yolculuktan sonra geldiğimiz merkezde dikkat Tanrı ve in­san arasında ve sonsuzluk ve zaman arasında müşterektir. Bu or­tak oluşun ötesinde olan şey bütün ayrılıkları aşan tek bir fiildir. Son söz vahdettir ve artık bundan sonra söylenecek söz yoktur.

William C. Chittick – İçe Yolculuk Tanrı’ya Giden Yolun Doğası,syf:53-61

3.Komünyon ya da kutsal şarap ve ekmek ayini. Isa peygamberin çarmıha gerilmeden önceki gece havarileriyle birlikte yediği son akşam yemeği­ni temsil eden ayin.