İmam el-Gazzâlî- Ülfet Terazisi
1-Her iş Allah rızası için yapılır. İlimde O’nun rızası için yayılır. Bunun için karşılanacak zorluk ve sıkıntılara göğüs germek lâzımdır.
2-Her yerde sâkin oturmalı, kaynaşma içinde olmamalıdır.
3-Ağır başlı olmalı, hafiflik yapmamalıdır.
4-Kibirden ve gururdan kaçmalıdır. Mümin ancak, Hakk’a karşı kibirli olana ‘kibirli olabilir.
5-İlim meclislerinde bilgili insanlara karşı tevâzu içinde olunmalıdır. Onlara büyüklük taslamamalıdır.
6-Sonunda pişmanlık doğuracak hareketlerden, dargınlıklardan bilhassa kalp kırıcı hallerden ve sözlerden uzaklaşmalıdır.
7-İlme hevesli kimselere, elden gelen yardım yapılmalıdır.
8-Kaba ve çirkin konuştu diye kimseye şiddet ve kötü sözle mukabelede bulunmamalıdır.
9-Ahlâkı bozuk olanları ve çabuk darılanları tatlı sözlerle yola getirmeye gayret edilmelidir.
10-Bizi anlamayanlara ve zor kavrayanlara darılmamalıdır.
11-Bilinmeyenler için «Bilmiyorum» demekten kaçınmamalıdır.
12-Herhangi bir mesele için başvuracak kimselerin şüpheleri gerektiği şekilde giderilmeli, o kimseler memnun edilmelidir.
13-Suallere verilecek cevaplar mukabilinde bir hak iddia edilmemelidir.
14-Düşülecek aklî ve naklî hatalarda ısrar edilmemelidir. Devamlı böyle bir hal olursa Allah’a sığınmalıdır.
15-İlmî öğrenmek isteyen kimselere, faydalı olanı bildirmeli, zararlı ilimlerden uzaklaştırmalı, bütün bunlar Allah rızası için yapılmalıdır.
16-İlim öğrenmek İsteyenlere önce farzı ayın, sonra farzı kifâye ilimler öğretilmelidir. İlim arayana farz-ı ayın olan ilim, içini ve dışını Allah korkusu ile doldurmaktır. İlim arayan nefsini İlâhî azaba sevkedecek işlerden ve sözlerden uzaklaştırmak, önce kendini Allah’ın emirleri ile İslah edip, ondan sonra kendisinden istifade edecek kimselere bu vazifeleri öğretmeli, anlatmalıdır.
BÜTÜN İNSANLARLA SOHBETİN YOLLARI
İnsanlar, dostluk bakımından birbirleri ile olan münasebetlerinde üç kısımda mütalâa edilmektedirler :
1-Özlü ve esaslı dost olanlar.
2-Birbirlerinin yüzlerine dost görünüp, arkalarından düşmanlık güdenler.
3-Hiç dostları bulunmayan insanlar.
Bu üçüncü sıradaki insanlarla «dostluk kurabilmenin» yolları hakkında şunları söyliyebiliriz :
-Bunlarla münakaşaya girmemeli. Bunlara karşı tercihimiz daima sükût olmalı. Kurtuluş bundadır.
-Sarf ettikleri kötü sözlere kulak aşılmamalı onlarla aynı dereceye düşülmemeli.
-Söze kötü ifadelerle başladıklarında sözlerini duymuyormuş tavrı takınılmalı.
-Mümkün mertebe bunlarla konuşmaktan kaçınılmalı, ihtiyacımız olsa dahi bu ihtiyaçlarımızı bunlara açmamalı.
-Yapacağımız nasihatları dinleyecek yapıda ve ders alabilecek kabiliyette iseler, bu yolu denemek, aksi halde bundanda vazgeçmek lâzımdır.
-Dostlara ve dostluk kuracaklarımıza iki vazifeyi yapmak durumundayız:
Birincisi sohbet edilecek kişilerin önce, sohbetin şartlarına riayet edip etmiyeceklerini anlamak için onları konuşturmak, İkincisi aralarında dostluğa lâyık görülenlerle sıkı bir işbirliğine gitmek, bu nitelikte olmayanlarla dostluk ve işbirliğinden kaçınmak gerekecektir. Fahri Âlem Efendimiz bir Hadis-i Şerifinde şöyle buyurur:
«Kişi İçendi dostunun dinî üzerindedir. Sizden biriniz baksın, kimlerle dostluk yapıyor.»
Bu Hadis-i Şeriften de anlaşılıyor ki, insan dostluk kuracağı şahsı çok iyi tetkik etmelidir, iyice araştırmalıdır. «Dost» diyebileceğimiz insanlarda mühim vasıflar aranmalıdır. Aksi halde ince elenip, sık dokunulmadan kurulacak dostluklar ,çok geçmeden düşmanlıklar doğurur.
Dostlukta Aranılacak Vasıflar Şunlardır :
1 –Akıllı dost aramak gerekir. Ahmakların dostluğundan hayır yoktur. Ahmaklarla sohbet pişmanlık getirir. Ahmak dostun en acınacak tarafı, bize fayda sağlamak isterken zarar vermesidir. Zaten ahmağın en mühim özelliği budur. Fayda sağlıyayım niyetindeyken bir sürü zarar verir. Bunun içindir ki, «Akıllı düşman, cahil dosttan hayırlıdır» demiştir.
Hz. Ali Efendimiz de «Sakın cahillerle arkadaş olma. Çok cahiller vardır ki, arkadaşlarını hüsrana uğratmışlardır» buyurmuştur.
2-Arkadaş seçeceğimiz şahıs düzgün hal ve hareket içinde, doğru bir ahlâk çizgisinde bulunmalıdır. Arkadaş seçiminde ahlâk gözetmeyen insanların daha sonra uğrayacakları zararları hesap etmek zordur. Nice insanlar arkadaşlarını iyi seçemedikleri için başları belâdan kurtulmamıştır. Yanlış seçilmiş bir arkadaşın acısını senelerce çekmişlerdir.
Mütefekkir Al Kametul Attar’ın öleceği sıra oğluna verdiği öğüt:
«Oğlum ..Bir insanla dost olmak istersen şu hususları iyi gözet: Yaptığın iyilik karşısında seni takdir edebilsin. Onunla dost kaldığın müddetçe, ne zaman bir araya gelseniz, güzel ahlâkı ile seni sevindirsin. Başın dara girdiği zamanlarda da sana yardımcı olabilsin.
Oğlum..
Dostun, söylediğin sözlerin samimi olduğuna inanmalı. Çalıştığın İşte durumunu kolaylaştıracak bir meselede yanında olmalı. Bir fikir hakkında başkaları ve O’nunla münakaşa edersen, o seni tercih etmeli.»
Hz Ali Efendimiz şöyle buyurmuştur: «Seçeceğin arkadaş, her zaman sana sahip çıkmalı, senin menfaatin İçinde çalışabilmen, Allah’tan korkmalı. Senin vakarını sarsan, seninle alay eden ve seni her yerde küçük düşürüp, her zaman küçümseyen kimse ile dostluk etme.»
3-Arkadaş seçeceğimiz kimse asîl bir ruhun sahibi olmalıdır. O’nun arkadaşlığının teminatı, asîl bir ruh ve İlâhî kaynaklı bir terbiyedir.
O halde, Ey insan…
Günahlara bulanmış bir fâsıkla dostluk kurma. Yanına yaklaşma. Çünkü Allah’tan korkup, yasaklarından kaçınanlar büyük günahlara koşmazlar.
Allah’dan korkmayan insanların hangi haline ne zaman güvenebilirsin?
Allah’la dost olmayanla, sen nasıl dost olabilirsin?
Allah’dan korkmayanların dostluğundan aslandan kaçar gibi kaçmaksın. Bu esası açıklamak üzere Ce- nab-ı Hak, Peygamberimize şöyle buyurur:
«Gönlünü bizden ayıran, arzularına uyan, halı harap olmuş kimselere uyma. İtaat etme» (Kehf Sr A. 28).
Şu halde bu gibilerin kalpleri hiç bir zaman Islah olmaz. Onlar görünüşte dost, hakikatte düşman olanlardır.
Peygamberimiz bir duasında Cenab-ı Allah’a şöyle yalvarır:
«Ey Allahım.. Gözü İle bana bakıp, kalbiyle beni horlayan dostumdan sana sığınırım. Benim bir İyiliğimi görse üstünü örter, bir kötülüğümü duysa Ifşâ eder. Kötü hallerimi herkese duyurmak isteyen dostumdan sana sığınırım.»
Arkadaş da aranacak iyi vâsıflar çok önemlidir. Kötü arkadaş öyle zararlıdır ki, Yüce Peygamberimiz, kötü dosttan ancak Allah’a sığınmaktadır.
Nice insanlar dünyada İncelemeden seçtikleri arkadaşlarının günahlarını, hem bu dünyada hemde ahirette omuzlarında taşımışlar, ahlarla vahlarla dolmuşlar, pişman olmuşlar ama neticede fayda bulamamışlardır. Pişmanlığın faydası olur mu?
Dünyada her cins arkadaşlar nasıl beraber geziyorsa, ahirette de beraber gezecekler. Cezâya ve mükâfata beraber kavuşacaklardır.
4-Arkadaşda arayacağımız dördüncü vasıf O’nun kanaatkâr olmasıdır. Hâris adamın sohbeti zehir gibidir. Zehirli bir sohbetten fayda ummak da ahmaklığın ta kendisidir.
5-Arkadaş sadık olmalıdır. Yalancılarla dostluk akılsızlıktır. Yalancı İnsanı daima yoldan çıkarır. Yalancının her hali insana serâp gibi, yakını uzak, uzağı yakın gösterir.
Bu yapılan izahatlardan İnsanın şu iki halden birini seçmek durumunda olduğunu anlıyoruz :
1-Mümkün olduğu kadar, kötü kimselerden uzaklaşmak, yalnız yaşamak. Selâmet bundadır.
2-İyi hallerde olanlarla arkadaşlık yapıp, onların iyi hallerini alabilmek.
Bu Çeşit Arkadaşlık Üç Kısma Ayrılır:
1-Arkadaşlığın güzeli ahiret yolunda arkadaşlıktır. Bu çeşit arkadaşlıkta, dini faydalardan başka bir şey aranmamalı, dini sahada arkadaştan mümkün merbete faydalanmalıdır.
2-Dünya için lâzım olan arkadaşlık münasebetinde def güzel ahlâkdan başka bir husus aranmamalıdır.
3-Hiç tanımadık, bilinmeyen kimselerle arkadaşlık yapılmamalıdır. Yabancıdan ne geleceği belli olmaz.
Bunlardan uzak kalınırsa selâmete erilebilir.
Bu üç arkadaşlık, üç şeye benzer :
1-Gıda gibidir. Yenen ve içilen maddelerden İnsan vücudu vitamin temin eder. İnsan onsuz yaşayamaz, bunsuz yapamaz.
2-İlâç gibidir. İnsan sağlıklı iken aramadığı ilâca, hastalandığında muhtaç olur.
3-Diken gibidir. Dikene benzeyen dostluklar,insanın beynine, ruhuna, vicdanına diken gibi batar. Diken bulaşınca insanın elbisesini yırtar. Param parça eder. Elini ayağını kanatır.
Diken misâli kimselerle arkadaşlık yapıldığında, hemen onlardan ayrılmanın yolunu aramak ve bu «dostluğu» bozmanın çaresini bulmak yapılacak tek ve en iyi harekettir.
Ey İnsan…
Eğer şu hakikatları anlamış, ilim, irfan sahibi olabilmişsen, seçkin kimseleri dost edinir, onlarla hem hal olursun.
Kötülerden kurtulmanın çaresi iyi kimselerle dostluk kurmaktır. Kötülerden uzaklaşmanın yolu, iyilere yakınlaşmaktır. Böylece senin için «ibret ve numune» iyiler olmuş olur. Peygamberimiz «mü’min müminin aynasıdır» buyurur. İşte bu hadis-i şerif bizim için hakikat tablosudur. Mü’mine yakışan bu tablodan ibret almak, gereğine uyabilmektir.
Hz. İsa (A.S.)’ya «Terbiyeyi kimlerden aldın?» diye sorulduğunda, «Terbiyesizlerden ve cahillerden aldım» demiştir.
İnsan, birinde kötü bir hal görüpde O’ndan uzaklaşırsa, o kötüden «iyilik» dersi almış olur. Terbiyesiz sayesinde terbiyelenmiş olur. İnsan, ders alacak bir yapıda ve düşüncede olursa, bazen terbiyesizliklerde O’na eğiticilik yapmış olur.
DOSTLUĞA DAİR İKİNCİ SÖZ
İki insan, dostluk bağları ile birbirlerine kenetlendiklerinde, haklarına sonuna kadar hürmet göstermelidir. Birbirlerine zarar vermekten, haksızlık yapmaktan kaçmalı, gönüllerini kırmamalıdırlar. Peygamberimiz karşılıklı dostluğu bir insanın iki eline benzetmiştir. Nasıl ki bir el öbürüne yardım ediyor; onu temizliyor yıkıyorsa, bir dostta arkadaşının zor anlarında yanına koşmalı, derdine derman olmalı, üzüntüsü ile üzülüp, sevinciyle sevinmelidir.
İki el birbirine nasıl bağlıysa, iki mü’min dost da o denli bağlıdır. Hakiki dostlar birbirlerini iki el gibi yakın hissederler.
Peygamberimiz bir gün ormana girmiş; biri eğri biri doğru iki misvak kesmiş. Doğru misvağı yanındaki sahabeye uzatırken, kendisine eğri misvağı alıkoyunca sahabe sormuş: Bunu siz alın ya Resulullah. Doğru misvağa benden çok lâyık değil misiniz? Cevap olarak Hz. Peygamberimiz şunları buyurmuş: «Bir insan, birisiyle bir saat bile sohbet etse, o esnada Cenab-ı Hakk’ın nimetini şükrünü ödeyip ödemediğini düşünmelidir. Şükrü edâ etme, mes’uliyetini yerine getirdim mi diye sormalıdır. İki dosttan biri eğri misvak diğeri doğru misvak gibi olursa, Allah katında doğru olan tabii daha makbul olacaktır. Allah o’nu daha çok beğenecektir.
Resulullah bu ifadesi ile doğruluğun hakikatini ve ahpaplığın nasıl olacağını anlatmış oldu.
Sohbetin bir çok önemli şartları vardır. En lüzumlularına maddeler halinde değinirsek şunları söyliyebiliriz:
1-İnsan servetinin bir kısmını hakikî dostları için ayırabilmelidir, Çoluk çocuğunun yiyeceğinden fazla olan kısmını dostları İle yiyip içmeli bu şekilde de onlara yardımcı olmalıdır. Fakat bu yardım, dost,bize İhtiyacını açmadan yardım talep etmeden yerine getirilmelidir. İnsan dostunun halinden anlamalıdır.
2-Dost, dostunun sırrını korur, onu ifşa etmez.
3-İnsan dostu hakkında söylenen kötü sözleri hemen o’na haber vermez. Söyleyenleri İkaz eder. Dostu hakkında duyduğu kötü sözler) kendisine aktaran kimsenin dostluğunun kıymeti yoktur. Çünkü, kötü sözü aktaran, söyleyenden fazla vebâl altındadır. Dostlar bu hallerden sakınmalıdır.
4-Dost hakkında yapılan övücü konuşmalar hemen ulaştırılır.
5-Dostun söylediği sözler can kulağı ile dinlenilir. Söylenen sözlerden ötürü kavga ve karşılık çıkarılmaz; araya dargınlık kırgınlık sokulmaz.
6-Dost, lâkapla değil, en sevdiği bir İsimle çağrılır.
7-Dostumuzu, tanınmış sanatı üzerinde övmeli, methetmeliyiz.
8-Dosttan görülen, öğrenilen sanata karşı dalma teşekkür eder bir halde olunmalıdır. Nimete küfürle karşılık verilmez.
9-Dostun başka yerlerde olduğu anlarda o’nun aile efradını kendi aile efradı bilmek, ona söylenmiş kötü sözleri kendisine sar- fedilmiş saymak insanın görevidir.
10-Dostumuzda gördüğümüz noksanlıkları hiddetle değil, tatlılıkla anlatmalıyız. O’nu gücendirmemek için elden gelen gayreti göstermeliyiz.
11-Dostun bir kabahatini görürsek azarlamadan evvel kendisini affetmeyi düşünmeliyiz. O’nu bağışlamalıyız. Allah, affedeni ve suç bağışlıyanı methetmiştir.
12-Hayatta da ölümünden sonra da dostun üzerinden hayır dualarımızı eksik tutmamalıyız. Öldükten sonra, yakınlarına da dostça muamele etmeliyiz.
13-Dostumuz için katlandığımız zahmetlerin Allah rızası için olduğu inancında ve niyetinde bulunmalıyız. O zahmetlerden dostumuza bahis bile açmamalıyız.
14-Dostluk uğruna çekilen zahmetlerden, karşılık ummamalıdır. Bir mükâfat beklenmemelidir.
15-Dost kederli olduğunda ona sevinç verecek kederini dağıtacak telkinlerde bulunmalıyız. Sevinçli olduğu anlarda da sevincine iştirak etmeliyiz.
16-Dostun sevdiğini sevmeliyiz, sevmediğini sevmemeliyiz. Bütün dertli anlarında yanı- başında olmalıyız.
17-Dosta açıklıkla muamele edilmeli. Dostumuza karşı ya olduğumuz gibi görünelim, yada göründüğümüz gibi olalım. İçimiz başka, dışımız başka renk olmasın.
18-Dost misafirimiz olduğunda, o’na her türlü ihtimam, hürmet gösterilmeli, büyük bir misafirperverlik içinde olunmalıdır.
19-Dost konuşmaya başladığında asla sözü kesilmeme ildir.Fikirlerine de müdahale edilmemeli konuşması serbest bırakılarak sonuna kadar dinlenilmeli, yanlışları en sonunda gösterilmelidir.
Kısaca insan nefsi için hayırlı ve helâl olarak ne istiyorsa, dostu ve başkaları için de isteyecektir.
Başkasından beklediğini kendisi göstermeyen adamın dostluğu münâfıklığa dayanmaktadır. Dostluğu tehlikelidir.
Yukarda işaret ettiğimiz hususlar normal bir dostluğun oluşması ve sürmesi için şart olan hususlardır. Bunlara riayet edilirse o dostluk lezzet verir. Aksi halde zararlı çıkarız.
DOSTLUĞA AİT ÜÇÜNCÜ SÖZ
Dostluk yapacakları kimseleri önceden inceleyip, ancak arkadaşlık vasfı gördüklerini seçenleri ayrıca zikretmek lâzım. Bunlar, dostluk bağlarını kurmadan önce ince eleyip sık dokurlar. Doğru olan da tabii ki budur.
Şahsiyetleri meçhul kimselerle dostluk kurmanın sakıncalarını yukarda anlatmıştık.
Tanımadığımız ahlâki durumu hakkında yeterli bilgiye sahip olmadığımız, hiç kimseyle dost olmamalıyız. Bunlardan daima uzak kalmalıyız. Şayet bu tip insanları, camilerde ve diğer toplantılarda görürsek bakmamalıyız. Alaycı bir tavır takınmamalıyız.
Çünkü onların hakiki cepheleri bizce meçhuldür. Üstelik, bazı halleri bizimkinden üstün de olabilir.
Kişileri, kıyafetlerine göre değerlendirmekten dikkatle kaçınmalıyız. Hele hele kıyafeti bozuk diye asla horlamamalıyız.
İş kıyafetde değil, hakikatdadır. Kıyafete aldananlar helâk olmuşlardır. Zenginliğe de aldanmamak lâzımdır. Zenginliği ölçü alıp dostluk kuran nice insanlar büyük pişmanlıklar duymuşlardır. Dostu zengin olup, o’nun yediğini yiyemeyen, gördüğünü göremeyen nice insan isyan etmiştir. Şayet bu çeşit insanlar kendi arzuları ile seninle dostluk kurarlarsa, onlara düşmanlık etmiyesin. Düşmanlığın neticesi takatin yetmiyeceği belâlardır. Bu düşmanlıkla kendini bir sürü maddî ve manevî cezalara çarptırmış olursun.
Şayet insaflı düşünüp de nefsini ağır bir sorguya çekersen iyi ile kötüyü ayırt edebilirsin. Kendi nefsini böylesine ağır bir sorgulamadan geçiremeyenler başkalarında görmeye alıştıkları kusur ve hataları kendilerinde asla görmezler. O bahtiyar insan ki başkasından evvel kendindeki hataları görüp düzeltir. Bu anlayışa yükselmemiş insanlardan ana baba ve sevdiklerine hürmet etmeleri nasıl beklenir? Hakikat böyleyken artık kim yalancı ve dolandırıcılardan vefâ bekleyebilir?
Bütün bu anlattıklarımız, dostların, ancak İnce bir elemeden sonra seçilmesi gerektiğini tekrar tekrar ortaya koymuştur.
Fakat, asla, en esaslı dostun -Allah- olduğu unutulmamalıdır. Bizler en küçük bir iyiliği için dostlarımıza teşekkürü unutmayacağız. Ama bütün nimet ve iyilikleri karşılıksız emrimize vermiş Allaha da daima şükredici olacağız. Onun dostluğunu nerde, kimde, nasıl bulabiliriz?
Arzunu yerine getirmeyen yada buna gücü yetmeyen dostuna kızmamalısın. Çünkü, o’nun bu halini kötülemen sana karşı bir kırgınlığı varsa düşmanlığa çevirmesine sebep olur
Ey İnsan…
Dostluğun aksayan tarafları için öne sürülen geçerli mazeretleri olgunca kabul etmelisin. Münafıklar gibi, insanların ayıplarını ortaya atmamalısın. Başkalarım suçlamadan önce, kabahati nefsinde aramalısın. «Suç belkide benim nefsimde. Acaba ben mi göremiyorum?» sorusunu kendine defalarca sormalısın. Seni anlayamıyacak insanlara sırrını açmamalısın. Böyle bir hataya düştüğünde de «Bunlardan fayda görmedim» diye sızlanma. Ne seni, nede kendi kabahatlerini anlayamayan insanlar sırrına vakıf olduklarında, senin aleyhinde konuşmaktan ve sana düşmanlık yapmaktan geri durmazlar.
Bu gibiler noksanlarını tamamlama yoluna gitmezler ve hataları İçin özür dilemezler. Onlara doğruyu öğreteceğim diye çırpınma, onların gururu ve kibiri gözlerine mil çekmiştir. Onlar senin ilminden faydalandıktan sonra kendilerini âlim, seni câhil tanıtırlar. Cehâletleri yüzünden sana düşmanlık beslerler. Hasetle bakarlar.
Bunların hataları,dine zarar verecekse onlar,ikaz et. Zararları sadece kendilerine ise sesini çıkarma. Bunu yaparken onlardan teşekkür bekleme. Onlar bunu anlayabilir mi? İyiliğin mükâfatını yalnız Cenab-ı Allah’dan beklemelisin. Şayet bunların kötülüklerine maruz kalırsan Allah’a havale et. Kimseye şikâyette bulunma. Onlara lânet de etme.
İlminle ve soyunla ne onlara nede başkalarına üstünlük taşlama. «Benim İlmim yüksek, niye bana inanmıyorsun?» gibi sözler ahmaklara yakışır. Bu sözler, nefsini hatasız sanan cahillere ait olmalıdır.
Ey insan…
Cenab-ı Hakk böyle insanları sana musallat ederse, bilki günahlarının manevî bir tesiridir. Hemen günahlarına tövbe edip, af dilemelisin. Bütün musibetler gibi, buda af dilemen ve tövbe etmen için bir vesiledir.
Böyle hayırsız insanlar içinde yaşaman kaçınılmaz olabilir. O zaman hak olarak söyleyebilecekleri sözleri kabul etmekle beraber sana özellikle işittirecekleri hak dışı sözlere sağır görün. Sabırlı ve tahammüllü ol…
Ne iyiliklerinde ne kötülüklerinde onlara hiç bir şey söylememelisin. Ne iyiliklerine teşekkür etmelisin, ne de kötülüklerini yüzlerine vurmalısın.
İnsanı zillete ve meskenete düşürmeyecek, kendilerinden korkulmayacak kadar dostluk gösterenlere hırsla mukabele etme. Tevâzu içinde bulun. Her işinde mutlaka orta yolu seç ifrat ve tefritten kaçın.
Peygamberimiz «İşlerin hayırlısı ortasıdır. Sende ortayı seç» buyurmamış mı? Yürürken yada bir toplulukta otururken sık sık sağına soluna bakma. Kimseye lüzumundan fazla iltifat etme, tanımadığın bir topluluğa sokulma. Oturduğun mecliste âdâba aykırı hareket etme. Hiç bir yerde kendinden bıktıracak kadar çok kalma.
İki elinin parmaklarını birbirine geçirip kalma.
Bazı riyâkârların teşbihleri ile oynadıkları gibi sakalınla oynayıp durma. Ziynet eşyalarını ona buna gösterme küçüklüğüne düşme. Daima tevâzu içinde ol. Başkalarının yanında burnunu, kulağını karıştırıp, yere tükürüp, balgam atıp kimsenin midesini bulandırma.
Konuşurken devamlı öksürüp dinleyenlerini sıkma. Yüzüme sinek kondurmam deyip ellerini oraya buraya sallama. Meclisin huzurunu bozacak şekilde gerinme. Sarımsak yiyip yanındakileri rahatsız etme. Birisinden bir şey isteyeceğin zaman kalabalıkta ve namaz vaktinde isteme.
Ey İnsan…
Toplu halde yaşanılan her yerde bütün hareketlerin nazik olmalıdır. Konuştuğun insanları dikkatle dinlemen gerekir. Fakat işi riyaya götürmemelisin. Ama senin dikkatsizliğinden, ama konuşan adamın kapalı sözlerinden söylenilenleri anlamamış olabilirsin. O zaman muhatabına sözlerini tekrar ettirme.
Gülünecek hikâyelere girişmemelisin. Devamlı olarak da oğlunun üstün zekâsından ve anlayışlılığından bahsetme. Sevinç ve neşe içinde bulunursan durumunu başkalarına da fark ettirmek için kadınlar gibi ve yapmacık davranma. Ne gösterişli ol nede başkalarına alay konusu yada üzüntü kaynağı olacak kirli paslı elbise giy. Kimseye maskara olma, lüzumundan fazla sürme çekme, gereksiz yere koku sürme, arzu ve isteklerinin yerine gelmesi için ısrarlı olma. Kazancını ve servetini bırak dostlarını, ailene bile söyleme. Çünkü bunlar malını az bulurlarsa gözlerinde küçük görünürsün. Çok görürlerse bu defa düşmanlık hissi beslerler.
Çoluk çocuğun noksanlarını daima tamamlamaya çalış, onlara şiddet ve baskı He değil hoşgörü İle davran. Adilâne bir tavırla onların eğitimi İle meşgul ol. Aşırı derecede lâtife yapmaktan ve mizahçılıktan kaçın. Herhangi bir hususta münazaraya giriştiğinde vakarını düşünmekten gafil olma. Bulunduğun mecliste cahil gibi durma. Gaflete düşme.
Her tartışmada ortaya atacağın deliller sağlam ve münakaşa kaldırmaz cinsinden olmalıdır. Münazara esnasında çok fazla el hareketleri yapma. Daha önceden bir olaya veya birisine sinirlenmişsen, kızgınlığın geçmedikçe münazaraya girişme.
Sadece bolluk ve sağlık zamanlarında sana dost görünenlere yüz verme. Bu tip dostların en büyük düşman olduğunu unutma. Malını ırz ve namusundan üstün tutma. Namus ve ırz her şeyden üstün bir mefhumdur.
Mecliste konuşulacak sözler ve takınılacak tavır, hakkında yukarda vermeye çalıştığımız bilgileri uygulayanlar mesut bir hayat sürerler.
—————————————-
‘KİŞİNİN KENDİNİ BİLMESİ
Kendini bilme, Allah’ı bilmenin yoludur. Kişi, kendi nefsinin ve ruhunun ne demek olduğunu bilmedikçe rab’bini bilemez. Bunun içindir ki, «Kendini bilen, mevlâsını bilir,» denilmiştir.
Cenab-ı Hak Secde Sûresinin 53. âyetinde şöyle buyuruyor:
«Biz Kur’an-ın doğru olduğunu belli etmek için kendilerine hem herbir tarafta, hem öz nefislerinde kudretimize ait olan nişanları göstereceğiz. Rab’binin herşeye hakkıyla şahid olması kâfi gelmiyor mu?»
Oysa biz, kendimize çok yakın olduğumuzu sandığımız anda bile nefsimizi bilmiyoruz. Kendi nefsimizi anlıyamıyorsak. Haliki Zülcelâl’i nasıl anlıyacağız.
Bu durumda o’nu hakkıyla anlamak ve kavramak bizim için mümkün değildir.
İnsanın bildiği göz, el, ayakdır. Karnı açsa yemek ister, üşümüşse elbise ister. Bu ihtiyaçları hayvanlarda hisseder. İnsanı Allah’a bu bilgiler götürmez.
Kişi Hakka ulaşabilmek için şu sorulara cevap aramalıdır:
Aslım nedir? Nasıl yaratıldım? Nereye ve ne yapmaya geldim? Nereye gideceğim? İyiliğime neler, kimler nasıl yardım eder? Kötülüğüm nedendir? Neye sebep olur? İçimde şeytanlık, hayvanlık, yırtıcılık mı var, yoksa melek hasletleri mi? Bunlardan hangisine hizmet ediyorum?
Hayvani arzulara mağlup olanlar, yemek, içmek, çiftleşmekten başka bir şey düşünmezler. Bundan başka gayeleri yoktur. Eğer sende bu hayvanların halleriyle hallenirsen senin gayende bu üç şey olur.
Yırtıcılık vasfına mağlup olmuşsan, yakıp, yıkmaktan paralamak ve yok etmekten başka bir şey düşünmezsin.
Şayet şeytan sıfatlı isen, işin ve gidişin hileli olur. Ve eğer melek tabiatlı isen Allah’ı ararsın. Gayen ona kavuşmaktır. O’na itaat edersin.
İnsan Allah’a kulluk için yaratılmıştır. Nitekim Cenab-ı Hak Zâriyet Sûresi’nin 57. âyetinde «Ben periyi ve insanı, yalnız bana ibâdet etsin diye yarattım» buyurur.
İnsan, iradesini binek yaparak bütün gücü ve ruhu ile mevlâsını arıyabilir. Bu irade o’na verilmiştir. İnsanın sıfatları Allah’ı bulabilmesi içindir. Bunu yapabilirse «selâmetle cennete girin» sırrına erebilir. Bu buyruğa ulaşamayan insan hak yolunda pişmemiş ve çiğ kalmış demektir. O’nun hali tehlikedir.
İnsanın nefsini- bilmesi: İnsan beden ve ruhdan oluşmuştur. Ruh, fâni âleme garip gelmiştir, garip gidecektir. Vücut ise, ruhun bineğidir. Mevlâyı bilmek ruhun sıfatıdır. Her teklif ve emir ruhadır. Nefsi bilmek, Allah’ı bilmenin anahtarıdır.
Ey insan,bunu anlamaya çalış. Çünkü bunu bilebilmek mühim, bu bilgide çok kutsaldır.
Ruh, Hakkın kudret sembolüdür. Ondandır.. Ona dönecektir. Ruh, bu dünyaya ticaret yapmak için gelmiştir.
Ruh da var,beden de. Beden hem insanda, hem de hayvanda var. Gözümüzü etrafa bakıp kapattığımızda kendimiz dahil, herşey görünmez olur. Fakat ruhun varlığı ve duygusu yok olmaz. Beden toprak olacak ama, ruh fâni değildir. Bununla beraber ruhu tam mânâsıyla bilmemize de imkân yoktur.
Cenab-ı Hak Isrâ Sûresi 5. âyette şöyle buyuruyor.
«Sana ruhu soruyorlar. Onlara deki ruh rabbının fermanındadır. Size az bir ilim verilmiştir.»
VARLIK İKİ KISIMDIR
1 –Alem-i Emir:Bunda mesafe ve kemiyet yoktur.
2-Âlem-i halk: Bunda kemiyet ve ölçü vardır.
«Haberiniz olsun ki,O’nun yaratması da vardır buyurması da vardır. Âlemin rabbı olan Allah pek şanlıdır.» Araf sûresi 56. âyetindeki halk kelimesi yaratık mânâsında değil, takdir mânâsındadır. Bu ifadeye göre «ruh mahlûk ve kadimdir» diyenler hataya düşmüşlerdir. Çünkü kadim ancak Allah’ın kendisi ve sıfatlarıdır.
Ruh «arazî»dir diyenler de yanılır. Çünkü ruh, bedende kaimdir. Arazî başkası ile kaim olana denir. Ruha «cisim» diyenlerde aldanmışlardır. Zira cisim taksim edilebilir. Ruhu taksim edebilir misiniz? Ancak hayvanlardaki ruh taksim edilebilir. Allah bilgisini kavrayan ruh, hayvanlarda bulunmaz. O ruh ne cisimdir, ne arazî’dir. Melek sıfatı üzerine yaratılmış bir cevherdir.
İnsana düşen görev önce mücadeledir. Nefisle yapılacak büyük mücadelede başarı sağladığı an, mev- lâ ona ruhun künhünü kavratır. Mücadelesi tamamlanmayan ruhun künhünü açıklamak gerekmez. Ancak ruhun yardımlarını bildirmek kâfidir.
Ey insan !
İyi düşün ki vücut, ruhun bir amacı ve memleketidir. Ruhun, ten içinde çeşitli askerleri vardır. Ruh, yaratanı bilmek için yaratıldı. Hâlik’i zâtından değil, eserlerinden tanıyabiliriz. Beş duyu eserlerini görmemize kâfidir.
Beden su, toprak, hava ve ateşten yapılmıştır. Vücut içten ve dıştan çeşitli tehlikelere maruzdur. Kendisini’ korumak İçin bir takım askerlere muhtaçtır, Bu askerler el, aylak, kulak gibi askerlerdir.Bunları yerinde kullanmak için iç duyumlar lazımdır.Hayal, tefekkür, hıfz, tefekkür,vehim gibi iç duyumların merkezi dimâğdır Bunlarında ayrı ayri Vazifeleri vardır.
Bunların hangisinde bir aksaklık olursa olsun insan makinası arızalanır Hayat felce uğrar.
«Askerler« ruhun etkisi altındadır, Kulak ruh İzin verirse duyar, Ayak ruh İzin verirse yürür.Ruh, vücudu işte böyle binek gibi kullanıp ahret kazancını sağlamaya çalışır, Melekler nasıl Allah’a karşı âsi olmazlarsa bu âzalarda ruha karşı asi olmayacaklar, olamıyacaklardır.
Azizim,
bilmiş ol ki, vücut ruhun tarlasıdır. Aynı zamanda onun büyük şehridir, Elin, ayağın, gözün, kulağın hepsinin bu şehirde ayrı ayrı vazifeleri vardır. Şehvet bayrak tutandır, Gazap kışkırtıcıdır. Akıl vezir, ruh hükümdardır, Hükümdarın bunların hepsine İhtiyacı vardır. Şer yolunda bayrak açmış şehvet kibirli, gururlu ve haristir, Dalma vezirin aksine hareket etmek İster. Arzusu beden şehrindeki bütün askerleri kendisine çekmektir.
Gazap kötü, bozguncu, gönül kırıcıdır. Dalma kan dökmek ve kötülük yapmak İster. Eğer hükümdar makamında olan ruh, aklı vezir kabul edip onunla dalma işbirliği içinde olursa, şehveti aklın emri altına almayı başarırsa o zaman vücut memleketi düzen İçinde yaşar. Azâlar ne maksatla yaratılmışlarsa, o maksada hizmet etmiş olur. Bu vesile İle de ebedi saadete kavuşurlar.
Şayet hükümdar, veziri, yani aklı şehvet ve gazabın emri altına verirse vücut memleketi harap olur Hükümdar da memleketinde asayişi koruyup, adaleti gözetemediği için büyük mes’uliyet altına girer.
Sevgili dost, şunu bil ki şehvet ve gazap sıfatları bize yemek, İçmek gibi işler için verilmişlerdir. «Yeme içme» vücudun gıdası başka bir söyleyişle hizmetçisidir. Akıl, ruhun ziyasıdır. Akıllı kişi odur ki akıl ziyası ile vücut karanlıklarından sıyrılıp yüce mevlânın cemâline ulaşır.
Demek ki halik, ruhu; kendini bildirmek ve sevgisini tattırmak için yaratmıştır. Vücut memleketlerini de bu sebeple ruha teslim etmiştir. Ancak bu sayede ruh bedeni binek yapıp aslına yükselebilecektir.
Ruhun aslına yükselebilmesi, askerlerin ona itaatine bağlıdır. Hangi âza kendi arzusuna düşerse derhal ona savaş açılmalı mağlup edilmelidir. Fakat bu âzaların herbirinin bir vazifesi olduğu düşünülerek, hepten helâk edilmemelidir. Aksi halde memleket yine zayıf düşmüş olur.
Şahsın vücudundaki bu askerlerle İlgisi son derece dikkatli olmalıdır. Vücut sahibi-asker münasebetlerini dört noktada toplayabiliriz.
1-Hayvan ahlâkı: Yeme-içme, çiftleşme ve hırs.
2-Yırtıcı hayvanlar ahlâkı: İnsanda dövme,sövme fiillerinin galip olması.
3-Şeytan huylu: Hileci, aldatıcı bir huy
4-Melek ahlâklı: Halim selim bir halde,insanların arasını bulmaya çalışmak, kötülerden kaçma, kalbindeki kirleri tasviye etme hali.
Peygamberimiz şöyle buyurdu :
«Herkesin elbette bir şeytanı vardır. Benimde vardır. Fakat Rabbimin yardımıyla ben şeytanımı yendim. Şu anda beni zerrece bozmaya kaadir değildir.»
Mükellef olan insana «hırs ve şehvet hınzırını gazap köpeğini aklının emrine ver. Kendi hallerine bırakma» diye bildirilmiştir.
Eğer insanın iç gözü açık olsaydı, hangi kötülüklere hizmet ettiğini, şeytanî arzuları nasıl melekî hislere bağladığını görürdü. Bu yüzden insan çok defa rüyalarında vahşî hayvanlarla uğraşır. Rüya ise, bu fâni âlemin aynasıdır.
İnsan kıyâmette, dünyada kazanmış olduğu âmelle haşrolunacaktır. Zalimler canavar şeklinde görünecektir.
Sevgili dostum;
Hal ve hareketinin, konuşmanın âmelinin hangi tesir altında olduğunu ince ince düşün.
Şayet şehvete bağlı isen, hareketlerin ırza saldırma, ırz noksanlığı ve hırs şeklinde olacaktır. Kendini islâh edersen iffet ve kanaat meydana gelir.
Gazaba tâbi isen, şehvetin ve gazabın artmış olarak türlü kötülük ve desiselerin içine yuvarlanırsın. Şayet kendini düzeltirsen, gönül alıcılık sabır, tevâzu ve sükûnet başlar.
Fena huylara bulanmışsan, içinde akan şehvet ve gazap coşarak seni hilelere sürükler. Kendini düzeltirsen, ilim,hikmet ve iyi huyların ortaya çıkar.
Bütün bu kötü huylara –günah- iyi huylara «İtaat» derler. İnsanın hal ve harekatları bu İki şeyden başka bir şey değildir,
Fena Huylar ruhu ne hale götürür? Ruh, berrak bir ayna gibidir. Fena huylar İse dumanın karanlığına benzer. İnsandan fenalık zuhur edince, ruh aynası bulanır, paslanır. Hakkin nûrunu aksettiremez. Bu sebeple de insan mânevî yükselişten mahrum olur.
Güzel hareketler nûr gibidir. Bu pası siler. Ve ayna, mevlânın nurunu almaya başlar.
BEŞERİN MAHİYETİ
İnsan, «İyi» olarak halkedilmiştir. O’nun fena huyları gelip geçicidir.
Çünkü dünyada, insandan üstün mahlûk yoktur. Her mahlûkun şeref ve hakiki varlığı da, yaratılış gayesine uygun olarak ver olmaktır. Eşek yükünü taşıyor öküz tarlayı sürüyorsa görevini yapmış demektir.
O halde İnsan ne İçin yaratılmıştır? Yiyip içmek İçin olsaydı, hayvanları geçebilir miydi? Vurmak, kırmak için yaratılmış desek, hangi yırtıcı hayvan ondan aşağı kalır?
Sahip olduğu akıl ve anlayış şunu gösteriyor ki, insan; aklını olgunlaştırarak bu âleme ibret gözüyle
bakması ve hakka ulaşması İçin yaratılmıştır. İnsanın, bu âlemde, çok dikkat etmesi gereken vazifeleri vardır.
RUHUN DEĞERİ
Ruhun değeri hem ilimle hem kudretle ortaya çıkar. ilimdef gizli ve açık olmak üzere İkiye ayrılır:
Açık (aşikâre) ilimler:Matematik, tıp, kozmoğrafya, astronomi ve din ilimleri gibi … Bununla beraber, ruh parçalanamayacağından bütün kâinatın ilmi onda toplanmıştır. Dünya, ruhun yanında zerre gibidir. Ruh, bir düşünce ile bir anda doğudan batıya, batıdan doğuya ulaşır. Yıldırımı, yağmuru bilir; tabiatı kendine hizmetçi eder. Şurası, dikkate değerdir ki, kâinatın içinden açılan bir pencereden gayb ve ruhanî âlemleri seyreder. Buna rağmen insanların çoğu cismânî mahsusat âlemini görebilir.
Ruhtaki bu iki pencereye delil, rüyalardır. Rüyada açılan pencerelerden bu âlemler ya asılları ile ya benzer olarak görünürler. «Benzeri olanlar» göründüğünde rüyayı, ehlinin yorumlaması gerekir.
Ruh temiz bir aynadır. İnsan uykuda iken duyum yolları kapalıdır. Ruhu temiz olursa, levhî mahfuza mukabil bulunur ve oradan ruha mânevî suretler, işaretler düşer.
Temiz olmayan ruh, levhî mahfuzu seyredemez. Uykuda duyum organları çalışmassa da hayal kuvveti faaliyettedir. Ruh, cevherine temas eden suretleri muhafaza eder. Duyumlar olmana da bunları hayal meyal farkeder.
Ancak; ölüm sonrasında duyumlar ortadan kalktığı için vücut perdesi aradan çekilir ve ruh, melekût âlemini seyredip, gayb âlemine şahit olabilir.
Bu pencere, yalnız ölüm halinde veya uykuda olan kişiye açılmaz. Kötülüklerle yaptığı savaşı kazanıp kalbini temizleyen bir İnsan da derin bir murakebe ile duyum organları dışında melekût âlemi ile temasa geçebilir. Başkalarının rüyada gördüğünü o, uyanık halde görür. Kâinatın sırrı ona açılır. Melek ve peygamberlerin ruhlarını görür onlardan faydalar sağlar. Bütün peygamberlerin bilgileri bu çeşittir.
Ey İnsan…
Bu durum sanmak! yalnızca peygamberlere mahsustur. İnsan’da bu sıfat üzere yaratılmıştır. Hazreti Peygamberin «Her insan Islâm fıtratı üzerine doğar. Sonra anne babası onu, yahudi, nasranî, mecusî yapar» metindeki sözleri, bu hususu açıklar.
Kişinin ruhu, ruhlar âleminde meleklerle beraberdir. Ve hizmet için yaratılmış olduğunu biliyordu. Ancak rubânî âlemden cismâni âleme gelince, dünyevî lezzetler üstün geldi. Gaflet içindeki ruh, dünyayı daimi sandı. Bununla beraber bazılarına, Cenab-ı Hak sonsuz yardımını ulaştırarak gözlerinden gaflet perdesini sıyırdı ve melekût âlemini gösterdi.
Basiret gözü açılmış olup bir din ile insanları islaha memur edilenlere NEBİ denir. Nebilerden zuhur eden olağanüstü hallere de mucize, diyoruz.
İnsanları bir peygamberin tebliğ ettiği dinle islaha çalışanlara da «velî» denir. Velilerden zuhur eden olağanüstü hallere de «keramet» denir. Ve asla kerâmeti inkâr doğru değildir.
Kerâmet sahibi olmanın yolu nefisle yapılacak korkunç mücadeledir. Bu, her mücadele sahibinin başarabileceği birşey değildir. Eğer ki, Allah’ın sonsuz yardımı ulaşmış olmazsa.
RUHUN, KUVVETİ BAKIMINDAN MAKAMI
Ruh da melâike, cinsinden bir kudret vardır. Melekler Allah’ın izni ile cismâni âleme hâkimdirler. O’nun izni ile yağmur yağdırırlar, türlü kılıklara girerler ve çeşit çeşit işleri yapmaya muvaffak olurlar.
İnsan ruhu da melek cevherinden yaratıldığı için, cisim âleminde çeşitli işler yapmaya kadirdir. Kendi vücudundaki tasarrufu ise meydandadır. Meselâ el, ruhun emri olmadan yazı yazamaz. Üstü günah dumanları ile kaplanmamış bir ruh birçok kudrete sahiptir.
O ruh sahibi ki, heybetli bir bakışla arslanları munisleştirir. Hikmetli bakışları ile hastalar iyileşir. Hışımla baktığı gürbüzler hastalanıverir.
Kötü ruhlu birisi güzel bir şeye hasretle baksa ve bakarken onun yok olmasını şiddetle arzu etse o anda veya bir zaman sonra onun helâk olduğu görülür.
Söyleşine tesir gücüne sahip biri, yeni bir dini tebliğ ile vazifelendirilmiş ise peygamberdir. Yalnız İbadete memur ise veli, kötü ruhlu biriyse sihircidir.
Mucize, kerâmet ve sihirli ruhun birbirinden farklı kudretlerindendir. Ruhun kuvveti üç esasla kaimdir.
A-Rüya: Rüya yoluyla bütün insanlara keşif vâki olabilir.
B-Ruhun, kendi, bedenindeki tasarrufu:Bu tasarruf bütün vücutlarda vardır. Yazı yazma misâlini önceden vermiş, ruh ‘istemezse, el yazamaz demiştik. Ancak nebî ve velîler ki, insanların kurtuluşu gayesi ile başka vücutlara tasarruf edebilirler.
C-İlim:İlim okumak ve okutmakla meydana gelir. Lâkin Peygamber ve velilerin ilmi böyle olmaz. Onların kalbine Allah tarafından «ilham» yoluyla verilir ki buna LEDÛNNÎ ilmi denir.
Ruhun bu üç çeşit kudretinden bazı insanlarda biri, ikisi, bazısında hepsi bulunur. Kendilerine üç kudretinde var olanlar ancak velîler ve nebilerdir.
Hazreti Peygamberimizde ise bu üç hasletin en üstünü mevcut idi. Cenab-ı Hak, bu üç hassayi dilediğine verir ve insanları O’nunla doğru yola davet eder.
Allah, bunlardan birer nebze, her insana vermiştir. İnsan, kendisinde olmayan hali anlıyamaz. Bunun içindir ki peygamberleri onlardan başka kimse anlamaz. insan, üstünü anlayamaz ve bilemez. Çünkü,onu ölçecek teraziden mahrumdur.
Anlıyamadığımızı, inkâr doğru değildir. Peygamberlerde ki yüksek halleri uzak ve imkânsız görmemeli. Anadan doğma, körler görmez ama, ağaçlar, çiçekler,türlü dünya nimetleri mevcuttur.
Tasavvufçuların -Zahiri ilim hak yoluna engeldir.- yolundaki fikirlerini boş sayma. Çünkü zahiri ilim zahiri hasselerledir. Beş duyum dış âleme yönelmiştir. Hak yolunun yolcusu ise bütün kuvvetlerini hak yoluna harcayacak, oraya teksif edecektir.
Ey okuyucu….
Ruh, kendisine beş ırmaktan su akan bir havuzdur. Sular bazan berrâk akar, ama bazan da kirli akar ve havuz dibinde çamur birikir. Havuzu çamurdan kurtarmak isteyen, ilk önce bulanık suların yolunu kesmeli, sonra da birikmiş çamuru kova kova havuzdan boşaltılmalıdır.
Duyum organlarının ruha getirdikleri çeşitli bilgiler. düşünceler ve zanların kimi iyi, kimi kötüdür. Bunların kötü olanları atılmadıkça Allah’a yaklaşılmaz. Onu görmemiz için pencere kanatları açılmaz. Bunlar için gerekli mânevi ilimler de gelmez.
Fakat, Zahiri ilimlerde İlerlemiş kimseler ilimlerini Allah yoluna verip, bu yolda kullanırlarsa çok güzel hareket etmiş olurlar.
Niyeti bu olan insan zahiri İlmini rabbânî ilme de çevirir. Şu var ki; yediğinin, içtiğinin, giyindiğinin, kuşandığının ibâdetini iyiliğini, kötülüğünü, yetip yetmiyeceğini, ahlâkının aslını, ahlâkının nasıl düzelebileceğini bilmeyen ve düşünmeyen insana mânevî ilim tamamen kapalıdır.
Ona hiçbir taraftan pencere açılmaz ve hakkın lezzetli «leddünnî İlmi» bahşedilmez.
Zahiri ilim kabukta kalır, içe nüfuz etmez. Çünkü bütün ilimlerin özü MARİFETULLAH’dır. Allah’ı bilme ilmi bütün ilimlerin üstündedir. Onun İçin dışla ilgilenip içini ihmal edenlere «leddünnî İlim» verilmez.
Bir de sofu kılığında ibaheciler vardır ki,bir kaç tasavvuf kaidesini kavrayıp taç ve hırka giyerek tasavvuf ehli olduk sanırlar, ilmi ve bilginleri düşman bilip kötülerler. Bunlar rahmânî değil, şeytânî- dirler. Çünkü, Allah ilmi ve İlim sahiplerini Kur’an da övmüştür. Herkesi de İlim öğrenmekle vazifelendirmiştir. Cenab-ı Hakk’ın Peygamberlere gönderdiği din ilmi zahir üzeredir. Bu sofu kılıklı kişilerin ne batın irfanları vardır ne de zahiri ilimleri.
Bunlar şuna benzerler:
Bir şahsa, «Kimyayı neye vursan altına çevirir» demişler. O da kimyayı daha üstün bilip, onun sevdasına düşmüş. Bu adama bir kese altın verilse, «Kimyayı bırakıp da altına mı yaslanayım?» der ve altından da olur.
Zira o, altının yalnız ismini duymuş ve kulaktan aşık olmuştur. Böylesi bir aşkla tabii ki ebedî müflis ve ebedî hüsranda kalır. Kimya lâfını tekrar ede ede ömrünü tüketir.
Leddünî ilim kimya makamındadır. İlim ve bilginler ise altın mesabesindedir. Binde bir insanın ulaşamadığı kimya sevdâsı ile altını kabul etmemek akıllı işi değildir.
Onbin altın sahibi, bin altınlık kimya, sahibinden üstündür. Sofunun hali de böyledir.
Eğer, sulüku ile bir miktar zuhurata erişse âlimlerle faziletle bir olmaz.
Nitekim kimya kitapları ve kimya talebeleri pek çok, fakat arzuya kavuşan pek azdır. Sofilerin arzuları da herkesin arzuladığıdır. Fakat arzusuna erişen pek azdır. Belki tasavvufunda kimya gibi, ismi gidip, resmi kalmıştır. Sofuların çoğunun keşif ve kerâmet zannettikleri şeyler bir takım vehim ve hayalettir. Hakiki rüya vardır. Fakat rüyaların da bir çoğu evham ve hayalettir. Manevî yol yolcularının bunlara çok dikkat etmeleri lâzımdır.
Hiç kimse tarikata intisap etmekle, birkaç günlük teşbih çekmekle birkaç büyük evliyânın menkîbe- sini okumakla «tasavvuf» oldu bitti sanmamalı, gurur ve kibire kapılmamalıdır.
Asıl olan, herşeyden önce şeriatı iyi bilmek ve onun mihveri etrafında dönmektir.
İNSAN SAADETİ ALLAH’I BİLMEKTE VE SEVMEKTE BULUR
Ey İnsan…
Bilmiş oiki, herşeyin saadeti ve lezzeti meşgul olduğu şeydedir. Şehvet lezzeti yeme, içme ve çiftleşmede, öfke intikam almada, kahretmede, göz, güzel şeyleri seyretmede, kulak, güzel sesleri dinlemede bulur. Ruh da lezzeti, ne için yaratılmış ise onda bulur. Ruhun bulacağı lezzet, herşeyi hakikati bilmekle ve kudreti yettiği kadar rabbini anlamaya çalışmadadır. Çünkü Allah, varlıkların en yücesidir. O’nun bilgisinden daha tatlı hiç birşey yoktur. Zira kâinat içinde mevcut bütün mahlûkat, en acaibinden en garaibine O’nun eseridir. Ruh, hâlik’in müşahedesi için yaratılmıştır. Ruha bu müşahededen daha tatlı ne gelebilir?
Allah sevgisinden yüz çeviren ruh, hasta demektir. İyi edilmişse ahiret saadeti elinden çıkar ve ebedî hüsranda kalır.
Ey müslüman..
Bilki, dünya lezzetleri ölümle yok olur. Fakat Allah sevgisi ve bilgisi ruha ait olduğu için bâkidir… Beden aradan kalkınca ruhun ziyası kuvvetleşir, Hakkın nûrunun görünme yolları açılır.
Bilki, insan büyük bir âlemdir. Bütün eşyanın benzeri onda mevcuttur. Bununla beraber onda, aynı zamanda hayvani hisler de vardır. Yani insan, hayvanları da temsil eder. Meselâ kimi domuz gibi haris-dir. Kimi köpek gibi yırtıcı, kimi karga gibi mal toplayıcı, kimi horoz gibi şehvet peresttir. Kimi de örümcek gibi avcı, tilki gibi kurnazdır.
Kâinatta bütün varlıklar Allah’ın emri ile insana hizmetkârdır ve faydalıdır.
Bu kadar hesapsız nimetleri ayağının altına sermiş olan Allah’ın değil de kendi nefsinin emrini dinlersen ne yapmış olursun?
Kendi nefsinin emrine uymanın zararını, bu dün- yad. Farkatmezsin ama âhirette çok iyi anlıyacaksın..
Ruhun böylece üstün bir varlık olduğunu anladıktan sonra, vazifemizin onu kendi ulvî yolunda yükseltmek olduğunu görmüş oluruz.
Nefsanî lezzetlere meyleden insandan daha zelil bir mahlûk var mıdır? Ve nefsânî zevklerin hepsinin sonunda sonsuz pişmanlıklar vardır.
MARİFETULLAH (Allah Bilgisi)
Yüce Allah, İki yol ile İmkân derecesinde anlaşılabilir.
1-İlmi ile âmil riyazada dikkat etmek ki-bu enderdir.
2-Kendi varlığından, vücudundan, tasavvuflarından, kâinatı hakkıyla temâşâsından hakkın varlığına olan deliller.
İnsan, hakkıyla tefekkür ederse, bir damla me- niden bütün azalarının ve mânevî kuvvetlerinin nasıl meydana geldiğini anlar ve Hâlikın kudretini kabul eder. Bu yol ile mevlâsını bulur.
Bir iş nasıl meydana geliyor?
Meselâ bir besmele yazmak istesek, şu safhaları geçirdiğimizi görürüz
- a)Ruhta, onu yazmaya meyil ve irade oluşur.
- b)Bu meyil, dimağa ulaşır.
- c)Dimağ hayâlinde, besmele sureti zahir olur.
- d)Merkez kas sinir sistemi yoluyla irade, parmaklara gelir.
- e)Ruh İradesi İle parmaklar yazar.
Mevlâmızın emri nasıl tecelli eder:
- a)Rabbimizin murad ettiği şey, arşta zahir olur.
- b)Ruhu melek, ruhukuds vasıtası ile kürsiye gelir.
c} Allah’ın muradı, levhi mahfuzda zahir olur.
- d)Arşa ve kürsüye müvekkel melekler aşağı âleme indirirler.
- e)Ümmehatı tebayide zâhir olur.
Ümmehatta, dörttür:
1-Hararet,
2-Burudet,
3-Rutubet,
4-Yebuset.
Allah’ı Allah’dan başka kimse hakkıyla bilemez. Ancak biraz sezebilir ve sıfatları ile kendi varlığı hakkında malûmat sahibi olabilir.
İnsan kendi vücudunun hükümdarıdır. İnsanın kalbi arşdır. Dimağı kürsüdür. Ruhun menba-ı olan ruhu hayvanı israfildir. Hayal hâzinesi, levhi mahfuzdur.
Böylece insan Alem-i kübrânın özel bir nüshasıdır. Allah’a benzememesi de bundandır.
Müneccimler hadiseleri yıldızlara bağlarlar. Karınca yazı yazan adamı görse, parmak yazıyor sanır. Müneccimin ki de buna benzer. Oysa parmak sadece dimağdan gelen emri uygular.
Ervâh âleminde seyredenler de çeşit çeşittir. Bir kısmı melekût âlemine ulaşanlarda İse, çeşit çeşit -nur örtüsü- vardır. Her biri vardığı dairenin örtünün« bürünmüştür. Bazılarına da melekût âlemi tamamen açılır.
Tabiatçı kuvvet ve kudreti tabiata verir. Bu doğru değildir. Tablb şifa dağıtsa bile kuvveti Allah’dan alır. O tabib kİ, bunu görmemezlikten gelir. Müneccimlerin ve tabiblerin halleri şu körlerin hallerine benzer kİ, fiilin neresini yoklamışlarsa, fiil budur dediler.
Âlemi şöyle düşünebiliriz:
Hükümdar köşk yaptırmış vezire mahsus bir oda çevresinde avlu. Avluda oniki oda, her odada vezirin vekilleri, vekillerin vazifeleri, verilen emirleri dışarıya nakletmek. Borçların kapılarında yedî süvari emri bekliyorlar. Dört de piyade var. Ellerinde birer kement; vazifeleri, hükümdarın istediği İnsanları tutup köşke getirmek istemediklerini de köşkten çıkarmak.
Burada arş vezirin odası, avlu, gökler, oniki oda, oniki burç, vekiller, birer melek, süvariler; yedi seyyare yıldızı, dört piyade, su, ateş, toprak, hava.
Dört piyade; dört unsur, kendiliğinden hareket etmez. Hararet, burudet, rutubet, yebuset, birer kement gibi o dört piyadenin elindedir.
Faraza:Bir insan hasta olsa. Doktor ona, «sevda hastalığına tutulmuşsun ilâcın şudur» der.
Tabiatçı ise «tabiatında rutubet artmış, bahar gelip kuruluk çoğalmadıkça iyi olmaz der. Müneccim de«hastalığı savdadır. Savda,merkûr ila merih arasındaki hadiseden olur. Merkür, sesi arzuladığı yere kavuşturmayınca iyi olamaz» der.
Bunların her üçüde kendi sahaları dahilinde konuşuyorlar. Kendilerine göre de doğrudur. Hakiki sebep ise hakkın muradıdır. Allah bazen mihnet ve belâ ile bazan hastalık ile kulunu ikaz eder. Bunlar doğru yol için işaretlerdir.
Allah’ı sevmenin yolları mahlûkatın sayısı kadar çoktur. Arayan bulur ve sezer. Yollar çoktur ama vardığı yer haktır.
Ey insan…
Kişide Allah aşkının alâmeti Allah’ın buyruklarını yerine getirmesi,O’nu tefekkür etmesi, durmadan ismini anmasıdır.
Esas, kötü hareketlerden çekinmek, şehevî arzulardan uzaklaşmak, Hakk’ın buyruğuna boyun eğmektir. Sevgi, ancak bu şekilde insanda tecellî eder.
Hakk’ın kelâmına kulak asmayanların kabahatleri şu yedi maddededir:
1 –Allah’ı inkâr «Kâinat kendiliğinden olmuştur. Tabiatın eseridir. Yaratıcı yoktur» derler.
2-Ölümden sonraki hayatı ve sorgu suali inkâr ederler.
3-Allah’a ve ahirete inanırlar, ibâdet etmezler. «Eğer ibâdet edersek ahirette bize faydası vardır. Etmezsek zararı yoktur.
Allah Kur’an’da ”-Kim zikrederse kendi nefsi için zikreder-Kim güzel âmel yaparsa kendi nefsi için yapmış olur.” buyurmuştur. İbâdet evlâdır. Fakat Allah’ın bizim ibâdetimize ihtiyacı yoktur, ibâdet etmesek de olur» derler.
Bu durum, hastasına «perhiz edersen hastalığın geçer» diyen doktorun, «perhiz etmişim etmemişim, sana ne faydası var?., şeklinde aldığı cevaba benzer. Doğrudur. Perhizin doktora faydası yoktur. Fakat perhiz etmese kendisi helâk olur.
4-«İnsan için, kibir, hased, buğz, gazap ve gösterişten uzaklaşmak imkânsızdır. Zira nefis bu sıfatlarla yaratılmıştır, değişmez» derler.
Ne kadar yanlış. Çünkü din, bu kötü sıfatları tamamen yok etmeyi emretmemiştir. Ama aklın ve vicdanın emri altına verilmesini emreder. Buradaki mânâ «Kimse büyük günah irtikap etmesin, onlara yaklaşmasın» yolundadır.
5-«Allah rahimdir,» derler. Allah rahimdir deyip tamamen güvenmek hatadır. İnsan Allah’ın emirlerini yerine getirdikten sonra rahmet isteyecektir.
6-«Biz erdik» derler. Denize necâset karışmakla murdar olmaz. Bu ahmaklar bilmezler ki, deniz gibi olmak demek, öyle bir sükûna erişmektir ki, hiçbir hava ile hareket etmez ve bulanmaz.
7-«İnanmak cehalet ve aptallıktandır. İyi görünüp her türlü fenalığı gizlice yaparız» derler. Dediklerini de yaparlar.
İmam Gazzali – Vasiyetler (Ülfet Terazisi)
Tercüme:Ahmet Faik Arslantürkoğlu
Not:Tam Metin Değildir…