Futuhat-ı Mekkiyye’den Bazı Fıkhi Hükümlerin Zahir-i ve Batın-i Yorumları -2
Meselenin Batınî Yorumu
Hutbe okumak, öğüt vermek için emredilmiştir. Hatip, Hakkın davetçisi, kapısının bekçisi ve Hakkın kulun kalbindeki vekilidir. Kendisiyle konuşmaya hazırlanmak için kulun kalbini Allah’a çevirir. Bu nedenle hutbe, Cuma namazından önce okunur. Müminlerin annesi Hz. Aişe bir rivayette hutbeyi şöyle nitelemiştir: ‘Cuma namazında hutbe iki rekâtın yerini tutar.’ Cuma namazı yolcu namazı gibi iki rekâttır. Bu nedenle hutbe (namazda) Hak ile konuşmaya hazırlanma maksadıyla namazın öncesine yerleştirildiği gibi öğüt ve hazırlanmak niyetiyle nafile namaz da farz namazın öncesinde kılınır. Çünkü şeriat, gerçekte farz ibadeti dikkate alır. Bu nedenle bütün farz namazların başında nafile kılmak sünnettir.
Dikkat ediniz! Hz. Peygambere gece namazı farz kılındığında, farza durmazdan önce iki rekâttık hafif bir namazla başlardı. Bütün bunlar, farz ibadetle çağrıldığı Hak ile konuşmaya, O’nu müşahedeye ve gözetmeye kalbi hazırlamak amacı taşır. Çünkü insandan istenilen şey, farzdır ve nafilenin gayesi de odur.
Yolda uyanıklığı esas sayan Herevî vb. kimseler, hutbeyi farz kabul eder. Onlara göre hutbe, namaz için abdest almanın uyarıcı olmasına benzer. Amacın namaz olduğunu ve namaz için kalkmayı uykusu hafif insanın uyanması sayanlar ise, hutbeyi yerine getirilmesi uygun olan bir sünnet kabul eder. Hz. Peygamber hutbe hakkında kesin bir hüküm vermese bile, onu teşvik etmiştir. Binaenaleyh (namazda Hak ile) konuşmak için konuşmadan önce uyanmak, konuşma esnasında uyanmaktan üstündür. Çünkü ikinci durumda önceki uyku konuşmayı etkileyebilir.
Allah şöyle buyurur: ‘Ey iman edenler!’ Cuma günü namaza çağrıldığınızda Allah’ı zikretmeye koşunuz.’“ Burada zikir derken hutbe kastedilmiş olabilir. Çünkü hatibin ne söylediğini işitmek için hutbe esna sında susmak emredilmiştir. Dikkat ediniz! Müezzinler hakkında şöyle denilir: ‘Müezzinler en uzun boylu insanlardır.’ Boyun, sesin yüksekliğini duyurmak için nefesin gidiş geliş yoludur. Bu durum, ‘boyun uzunluğu’ ile ifade edilmiştir. Hak ezanın anlamını bana gösterdiğinde, gözün ulaşabildiği yere kadar her kelimede bulunan ve duyuyla sınırlanan iyilikleri gördüm. Müezzinler, Allah ve peygamberinin emriyle Allah’a çağıran en erdemli topluluktur. Hz. Peygamber ümmetine acımamış olsaydı, hiç kuşkusuz, kendisi de ezan okurdu. Peygamber ezan okuyup ‘haydin namaza’ deseydi ve bunu duyanlar namaza gelmeseydi, hiç kuşkusuz günahkâr olurlardı. Hâlbuki peygamber ‘müminlere karşı merhametli ve hoşgörülüdür.’
‘Allah’ın zikrine koşmak’ derken hutbenin kastedilmiş olabileceğini söyledik. Çünkü namaz özü gereği ‘taşkınlık ve münkerden engeller.’ Ayette geçen taşkınlık, gözüken itaatsizlik eylemi, münker ise kalplerin yadırgadığı şeylerdir. ‘Allah’ı zikretmek en büyüktür.’ Başka bir ifadeyle namazda Allah’ı zikretmek, namazın içindeki eylemlerin en büyüğüdür. Yani, (Allah’ı zikretmek şeklinde) namazdaki söz, insanın fiillerinin en üstünüdür. Çünkü namaz bir takım fiil ve sözleri içerir. Bazı bilginlerin Allah’ı zikretmeyi hutbe diye yorumladıkları aktarılmıştır.
————————————
Allah şöyle buyurur: “Allah’ın peygamberinde güzel örnek vardır.’’ Başka bir ayette ise ‘’De ki Allah’ı seviyorsanız bana uyun, O da sizi sevsin’’ buyrulur.
Binaenaleyh sünnetinde ve bize farz kıldığı hususlarda Peygambere uymak zorundayız. Bu nedenle, peygamberin farz yaptığı konularda Allah’tan iki farz sevabı alırız: Birincisi (peygambere) uyma farzı, İkincisi ise uymanın gerçekleştiği fiilin farzlığıdır. Peygamberin -farz değil de- sünnet yaptığı fiillerde ise, bir farz ve bir sünnet sevabı alırız. Bunlar, uyma farzı ve Şari’nin farz yapmadığı sünnetin sevabıdır. Söz konusu fiil, bir takım farzlar içerdiğinde ise, içerdiği farzlar nedeniyle farz sevabı alırız. Buna örnek olarak nafile namazı ya da nafile haccı verebiliriz. Çünkü bunlar, bir takım farzları ve sünnetleri içeren bir ibadettir. Hâlbuki gönüllü olarak sadaka vermek, herhangi bir farzı içermez. Öyleyse, her amelde o amelin gereğine göre Allah’ın yapana vaat ettiği iyilikle ödüllendiriliriz. Dolayısıyla peygambere uymak, zorunludur. Bunu bilmelisin!
———————
FASIL İÇİNDE VASIL
Hutbe Esnasında Susmak
İnsanlar Cuma namazında imam hutbe okurken susmanın gerekliği konusunda üç görüşe ayrılmıştır. Bazı bilginler, susmanın her durumda vacip olup bunun hutbenin zorunlu bir hükmü olduğunu kabul etmiştir. Bazı bilginler ise, hutbede Kur’an-ı Kerîm okunmasının dışında konuşmanın caiz olduğu görüşündedir. Bazı bilginler ise, hutbeyi duyan ile duymayanı ayırt etmiştir. Duyan kişi, susmalıdır. Duymayanın dua okuması (tesbihat) ya da herhangi ilmi bir konudan söz etmesi caizdir. Çoğunluk, hutbede konuşulduğunda namazın bozulmayacağı hususunda görüş birliğine varmıştır.
İbn Vehb’in şöyle dediği aktarılır: ‘(Hutbe esnasında) konuşanın namazı (sevabı) dörtte bire iner.’ Susmanın zorunlu olduğunu kabul edenler ise -ki onlar çoğunluktur- üç görüşe ayrılmıştır: Bir kışını hap- şırana (yerhamükelllah) denilebileceği ve selam alınabileceği görüşündedir. Evzaî ve Sevrî bu görüştedir. Bazı bilginler ise, her iki durumu da caiz görmemiş, bazı bilginler bunları ayırarak selam almayı caiz görmüş, hapşırana duayı ise caiz görmemiştir.
VASIL
Meselenin Batınî Yorumu
Vaaz ve hatırlatmanın amacı, vaiz ve hatibin söylediklerine kulak vermektir. Söz konusu kişi, Allah’a çağıran hatiptir. Dolayısıyla konuşurken ona kulak vermek, Allah’ın kulunun diliyle bildireceği şeyleri öğrenmeyi sağlar. Hatip haklan vekilidir. Bu durumda kullarına konuşan adeta Haktır. Bu nedenle, selam almak ya da Allah’a hamd ettiğinde hapşırana dua etmek gibi emredilen durumların dışında, susmak ve hatibi dinlemek zorunludur. Öyleyse konuşanın (gerçekte) Hak olduğunu kabul eden kimse, hatibi duyabiliyorsa özellikle hutbede Kur’an-ı Kerîm okunurken susması gerekir, imamı duymadığında ise, bizzat hatibin meşgul olduğu Allah’ı zikretmek, O’na hamd etmek, nefsine öğüt vermek ve onu zorlamak, Allah’ı nimetlerini nefsine kabul ettirmek ve Kur’an-ı Kerîm okumak gibi işlerle meşgul olması gerekir. Fakat bütün bunlar ‘’Fısıltının dışında, sesler Rahman’ın karşısında kesilir.’’ ayetinde belirtildiği tarzda yapılmalıdır. İnsanın Allah’ı zikretmesi de böyle (sessiz) olmalıdır. İnsan, hatipten uzak kaldığı ya da sağır olduğu için hutbeyi dinleyemeyebilir. Öyleyse insan, kendisine öğüt verendir.
—————————
FASIL İÇİNDE VASIL
İmam Cuma Namazında Ne Okur?
İnsanlar bu konuda görüş ayrılığına düşmüştür. Bazı bilginler Cuma namazının diğer namazlar gibi olduğunu ve belirli bir sure okumanın şart olmadığı görüşündedir. İmam, kolayına gelen sureyi okur. Bazı bilginler ise, peygamberin genellikle okuduğu sureyi okumayı şart görmüştür. Bu sureler, birinci rekâtta Cuma, ikinci rekâtta ise Münafıktın suresidir. Münafıkun suresi yerine Ğaşiye suresini de okurdu. Birinci rekâtta Ala, ikinci rekâtta ise Ğaşiye suresini okuduğu olmuştur. Benim görüşüm, bu konuda bir sınırlama bulunmadığı ve peygambere uymanın daha yerinde olduğudur.
VASIL
Batınî Yorum
Namazda kendisiyle konuşulan Allah, konuşan ise kuldur. Kuran Allah’ın kelamı olduğu gibi Allah’ın her sözü de güzeldir. Fatiha suresini okumak zorunludur. Sure ise Allah katındaki yüz on üç menzilden her biridir. Kur’an-ı Kerîm’in sure ve ayetlerinin birbirine göre daha değerli olduğu rivayetlerde sabittir. Bu durum, okuyucu için içerdikleri ödülle ilgili bir durumdur.
Ayete’l-Kürsi’nin ‘Kur’an-ı Kerîm’in ayetlerinin efendisi olduğu‘ rivayet edilir. Çünkü Ayete’l-Kürsi’den başka içinde Allah’ın on altı yerde gizli ve açık bir şekilde zikredildiği bir ayet yoktur. Bu durum, ayetlerle ilgilidir. Surelere gelirsek, sözgelişi ‘Yasin suresinin okunması Kur’an-ı Kerîm’in on kere okunmasına denktir’ hadisi rivayet edilir. Başka bir hadiste ise ‘Tebareke suresini okumak kabirde sahibini korur’ ya da ‘Zilzai suresi Kur’an-ı Kerîm’in yarışma denktir’ ya da ‘Kafirûn suresi Kur’an-ı Kerîm’in çeyreğine denktir’ veya ‘Nasr ve İhlas sureleri Kur’an-ı Kerîm’in çeyreğine denktir’ şeklinde rivayetler aktarılmıştır.
Üstünlük konusunda zikredilen her surenin kendine özgü bir sebebi ve anlamı vardır. ‘İki çiçek, yani Bakara ve Al-i İmran sureleri, Kıyamet günü okuyanının lehinde tanıklık etmek üzere iki gözü, iki dili ve dudakları olarak gelir.’ Bu konudaki hadisler pek çoktur. Ayet ve surelerin birbirlerine göre üstünlüğü hakkında keşif yolundan bildiklerimizi zikretmeye imkân yoktur. Şu kadarını söyleyelim ki, Sad suresi nurların kaynağıdır. Bunu müşahede yoluyla gördüm.
Ey imam! Cuma namazında irtibatı ve karşılıklı ilişkiyi dikkate almak istersen, Cuma suresini ve Hz. Peygamberin okuduğu bilinen sureleri okumalısın. Allah, ‘sizin için Allah’ın peygamberinde güzel örnek vardır.’ buyurur. Ayrıca, A’la suresini okumalısın. Bu sure, kendisi hakkında bize ‘O size salat eder’ diyen Hakkı bu namaz ibadetinde ortaya çıkan fiillerden tenzih eder. Böylece ‘salat eder (namaz kılar ya da merhamet eder)’ ifadesinde insanın vehim gücünün tahayyül ettiği şeyden Allah’ı, (Rabbinin en yüce ismini tespih et’ ayetiyle tenzih ederiz. Hutbe tehdit ve vaat içerdiğinde ‘Münafıklar sana geldiğinde’ ve ‘Ğaşiyenin haberi sana geldi mi’ ayetleri ise, hutbenin içerdiği tehdit ve vaatle ilişkili-dir. Böylece Cuma namazındaki okuma, imamın hutbede yaptığı hatırlatmaya uygun düşer. İmam da uymayla uygunluğu birleştirmiş olur.
————————
Binaenaleyh Cuma günü, Arefe veya başka bir günle mukayese edilemez. Bu nedenle yıkanmak, namazdan dolayı değil, günden dolayı gerekli görülmüştür. Cuma günü sadece namaz nedeniyle yıkanılsaydı, o günün en faziletli gün olduğu konusunda aramızda bir görüş ayrılığı kalmaz, bilginler arasında gerçekleşen görüş ayrılığı ortadan kalkardı.
Allah (günler içindeki bir) günün değerini ve üstünlüğünü ümmetlere zikredip tam olarak belirtmeyerek, günü bilmeyi onların içtihatlarına bırakmış, insanlar da görüş ayrılıklarına düşmüştür. Bu bağlamda Hristiyanlar en faziletli günün Pazar günü olduğunu iddia etmiştir, çünkü Pazar, güneşin günüdür. Pazar göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunanların yaratıldığı ilk gündür. (Hristiyanlara göre) Allah, diğer günlerden üstün olduğu için yaratmayı Pazar gününde gerçekleştirmiştir. Böylece o günü bayram sayıp şöyle demişlerdir: ‘Allah’ın kastettiği gün Pazar’dır.’ Hâlbuki peygamberleri bu konuda onlara bir şey söylememişti. Bu konuda bir rivayet olmadığı için, Allah’ın peygamberlerine bu günü bildirip bildirmediğini de bilmiyoruz. Yahudiler ise şunu ileri sürmüştür: ‘En faziletli gün Cumartesidir, çünkü Allah yaratmayı Cuma günü bitirmiş, Cumartesi dinlenmiş, sırt üstü yatmış, ayaklarını üst üste koymuş ve ‘ben her şeyin sahibiyim demiştir.’ Allah bu ve benzeri sözler karşısında şöyle der: ‘Onlar Allah’ı hakkıyla takdir edemediler?’ Yahudiler, Cumartesi hakkındaki bilgilerinin Tevrat’ta bulunduğunu iddia eder. Biz, bu konuda Yahudileri ne doğrular ne de yalanlarız. Kısaca, Yahudiler şunu iddia etmiştir: ‘Cumartesi, Allah’ın haftanın en faziletli günü olarak seçtiği gündür.’ Böylece Yahudiler ve Hristiyanlar, haftanın en üstün günü hakkında görüş ayrılığına düşmüştür.
Ardından bu ümmet gelmiştir. Bir keresinde ‘Cebrail Hz. Muhammedi içinde bir nokta bulunan cilalanmış bir aynayla gelmiş ve şöyle demiştir: ‘Elimdeki ayna Cuma günüdür. Şurası ise öyle bir saattir ki, bu saatte namaz kılan her müslümanı Allah bağışlar.’ Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle demiştir: ‘Allah, Ehl-i kitabın görüş ayrılığına düştüğü bir konuda bize doğru yolu göstermiştir.’ Kastedilen ayna vasıtasıyla gerçekleşen ilahi bildirimdir. Hz. Peygamber hidayeti ise, Allah’a izafe etmiştir.
Cuma gününün üstün olmasının nedeni, Pazar’dan Perşembe’ye kadar diğer yaratıkların kendisinden dolayı yaratıldığı insan türünü Allah’ın Cuma günü yaratmış olmasıdır. Bu nedenle Cuma’nın en üstün vakit olması gerekir. İnsan ise (Cebrail’in getirdiği) aynada nokta şeklinde gözüken o saatte yaratılmıştır. Nokta aynada gözükünce, bu örnek, onun yer değiştirmeyeceğini gösterdi. Nitekim o nokta da, aynada yer değiştirmez. Öyleyse bu vakit, Allah’ın bilgisinde belirlenmiş bir saattir. Bu örneğin duyudaki durumunu dikkate alırsak -ki almalıyız- şöyle dememiz gerekir: Nokta aynada yer değiştirmediği gibi (insanın kendisinde yaratıldığı) saat de yer değiştirmez. Bu örneğin verilişini hayalde dikkate alırsak ve onu duyuya çıkarmazsak şöyle deriz: O saat gün içinde yer değiştirir. Çünkü hayalin etkisi, surette yer değiştirmektir. Çünkü hayal, duyulur bir şey değildir ki kontrol (zabt) edilebilsin. Hayal, sadece duyulur surete benzeyen hayalî suretteki bir anlamdır. Bir anlam aynı anda pek çok lafız kalıbında farklı dillere geçebildiği için, bu durum hayale benzemiştir. Öyleyse (benzetmeyi duyulur değü, hayaldeki bir örnek olarak alırsak), insanın yaratıldığı saat de Cuma günü yer değiştirir. Her iki durum da olabilir. Bu ise, ancak Allah’ın bildirmesiyle bilinebilecek bir iştir.
Cuma günündeki (insanın kendisinde yaratıldığı en şerefli) saat, sene içindeki Kadir gecesinin durumuna benzer. Allah, Kadir gecesinin durumu hakkında şöyle der: ‘İnsanlar tek bir ümmet idi, Allah peygamberlerini müjdeleyen ve korkutan kimseler olarak gönderdi. Onlarla hakkı indirdi ve böylece görüş ayrılığına düştükleri konuda insanlar arasında hüküm verirler. O konuda sadece daha önce kendilerine Allah katından apaçık deliller gelen kimseler kıskançlıkları nedeniyle görüş ayrılığına düşmüştür. Allah iman edenleri görüş ayrılığına düştükleri konuda hidayete ulaştırmıştır.’ Bu ayet, Kadir gecesi hakkındaki görüş ayrılığı hususunda inmiştir.
Cuma günü için yıkanmak, (saatin hangisi olduğuyla ilgili) bu görüş ayrılığından kaynaklanır. Bu sayede insan, Allah’ın iç gözünü açmasıyla temizliği hakkında kesin bir bilgiye ulaşır. Allah’ın iç gözünü açması, o gündeki saati bilmektir. Çünkü daha önce (en şerefli) gün belirsizdi. Allah, peygamberinin diliyle bize günü tanıttı. Geride, gün içindeki saatin belirsizliği kaldı. Öyleyse -saat yer değiştiriyorsa- her Cuma günü o saati ya da -saati değişmezse- onun belirli vaktini bilen kişi, bu bilgiyle bilgisizlikten temizliğini yapmış demektir. Bu nedenle, yıkanmanın (namaz için değil) günden dolayı olması gerekir.Çünkü gün ,daha geneldir.
—————-
Cumaya Gitmenin En Faziletli Vakti
Bazı bilginler, en faziletli vaktin gündüzün başından itibaren bilinen saatler olduğunu ileri sürmüştür. Bazı bilginler ise, güneşin tepe noktasından batıya yöneldiği anın öncesinde ve sonrasındaki bir saatin parçaları olduğunu ileri sürmüştür. Benim görüşüme göre ise, ilk ezan vaktinden imamın hutbeye başladığı zamana kadarki sürenin parçalarıdır. Daha önce gelen, erken geldiği ölçüde, deve kurban etmekten Şari’nin belirlemediği bir sınıra kadar varan ücret alır.
VASIL
Batınî Yorum
Koşmak iki türdür. Birincisi, teşvik edilen koşmadır ve günün başından ezan vaktine kadardır. İkincisi ise, farz olan koşmadır ki ezan vaktinden ikinci rekâtta rüku ederken imama yetişme vaktinde sona erer. Namaza koşan için belirlenen sevap hutbenin başına kadardır.
Bundan sonra ise, belirsiz bir ücret vardır, çünkü Şari bu konuda bir şey söylememiştir. Belirli ücret, deve kurban etmekten yumurta vermeye kadar değişir. Bunların arasında deveden sonra gelen inek, ondan sonra koç, ondan sonra tavuk gelir. Yumurta ise, tavuktan sonra sonuncu olarak zikredilir. Bundan sonra belirlenmiş bir sevap yoktur. Yumurta tavuktan meydana gelir ve tavuk yumurtada oluşur. Bu nedenle Şari yumurtayı yakınlığı belirlemede hayvana bitiştirdi. Hayvanlardan ise, etinin yenilmesinde görüş ayrılığı bulunmayan ve beslenen şâhısta hayvanı gücün artmasını sağlayan hayvanları örnek verdi. Adeta onu kurban eden kişi, kendi (hayvanı) hayatını kurban etmiş gibidir. Allah yoluna nefsi kurban etmek ise, kurbanların en üstünüdür.
Allah yolundaki şehitleri görmez inisin? Onlar, Allah düşmanlarıyla savaşırken canlarını Allah’a kurban olarak verdiklerinde, sürekli bir hayat, sürekli bir rızık ve Allah’ın kendilerine verdiği şeyler karşılığında sevince sahip olmuşlardır. Bu nedenle, şehitler hakkında ‘ölü’ denilemez. Çünkü Allah böyle demeyi yasaklamıştır. Allah yaratıkların gözlerini şehitlerin canlılığını algılamaktan engellediği gibi melekleri ve cinleri algılamaktan da engellemiştir. Bununla beraber, onların bizimle beraber olduğunu biliriz ve şehitlerin ölmediğine inanırız. Çünkü Allah,‘Allah yolunda öldürülenlere ölü demeyiniz, onlar diridir.’ buyuruyor. Allah’ın haberi doğrudur. Şehitler canlarım Allah’a kurban etmek iradesini ortaya koyunca, hayat sahibi olmuşlardır.
Erdemli bir gençten şöyle bir olay anlatılır: Kurban bayranımda Mina’da bulunuyormuş. Bu genç fakir, bekâr ve dünyalık hiçbir şeye sahip olmayan birisiymiş, insanların Allah’a deve, inek, koyun ya da sahip oldukları hayvanları keserek yaklaşmaya çalıştıklarını görmüş. Bunun üzerine şöyle demiş: ‘Allah’ım! insanlar bu günde kendilerine verdiğin nimetlerden sahip olduklarıyla sana yaklaşmaya çalışıyor. Bu yoksul-çaresiz kulunun ise, sana kurban olarak canından başka verebileceği hiçbir şeyi yok, bari onu kabul et!’ Sözünü bitirir bitirmez, vefat etmiş. Allah da onu kendi uğruna öldürülen şehitler gibi kabul etmiştir.
Bu konuda şöyle bir beytimiz vardır:
Kurban olarak ayıplı bir nefis sunuyorum
Ayıplı şeyleri kurban eden kimse görülmüş müdür?
Bir şair buna benzer şeyler söylemiştir: Mina’da bu gencin gördüğünü görmüş ve şöyle demiştir:
Kurbanlar sunuluyor. Ben ise, kanımı ve canımı sunuyorum.
————————————-
FASIL İÇİNDE VASIL
Cuma Günü Alış Veriş
Bilginler ezan vaktinde alışveriş hususunda görüş ayrılığına düşmüştür. Bazı bilginler böyle bir alışverişin bozulacağı (fesh), bazı bilginler bozulmayacağı görüşündedir. Allah şöyle buyurur: ‘Ey iman edenler! Cuma günü namaza çağrıldığınızda, Allah’ı zikretmeye koşun ve alışverişi bırakın.’ Allah bu vakitte alışverişi bırakmayı emretti. Allah şöyle buyurur: ‘Allah müminlerden canlarını satın aldı.’ Hz. Peygamber ise, cihat hakkında ‘nefisle cihat etmek cihadın en büyüğüdür’ der. Allah ise ‘Sizi takip eden (size yakın olan) kafirlerle savaşın.’ buyurur. Allah’ın nimetlerine karşı nefisten daha kafiri (nankör) yoktur, insana en yakın şey ise nefsidir. Dolayısıyla nefisle cihat, düşmanla cihattan daha büyük bir iştir. Çünkü insan kendi nefsiyle cihat etmedikten sonra, düşmanla cihada çıkamaz. Düşmanla cihat gösteriş, duyurmak ve kahramanlık güdüsüyle yapılabilir. Nefisle cihat ise, ameller içinde oruç gibi, sadece Allah’ın bilebileceği gizli bir iştir.
‘Cuma günü namaza çağrıldığınızda’, Allah’a satılabilecek en iyi şey nefstir. Kul, bütün amaç ve arzularını bırakır ve böyle bir çarşıya gelir, Allah’tan kendi nefsini satın alır. Böyle bir alışveriş, feshedilemez. Bu yorum, bu esnadaki alışverişin feshedilemeyeceğini kabul edenlerin görüşüdür. Feshi kabul eden görüşün yorumu ise şöyle demektir: Allah bütün ibadet fiillerini kula izafe etmiştir, iki ibadet bunun dışındadır. Birincisi oruçtur. Allah, onu kendisine izafe etmiştir. Bunun nedeni, bu ibadetin olumsuzlayıcı-müstağni niteliğidir. Bu nitelik, ilah olması yönünden değil, zatı yönünden Allah’a aittir. Hakkın zatının dışındaki her şey kendisine özgü ve yaşamasını sağlayan gıdayla beslenir. İkinci ibadet Allah namaz hakkında ‘namazı kendimle kulum arasında ikiye böldüm, yarısı benim yarısı kullunundur’ der. Bu hadis, kulun sahip olduğu kısmın geçerliliğine kanıttır. Çünkü Allah namazın yarış mı kendine, diğer yarısını ise kuluna izafe etmiştir. Dolayısıyla Allah’ın kulu olsa bile insan, namaz da ona izafe edilen kısmın sahibidir ve bu bakımdan sahiplenilen (köle) değildir. Bu görüşte olanlar, (namaz esnasında yapılan) alışverişin feshini kabul eder.
Alış verişin feshi, (batım anlamında) kulun bu haldeyken Allahın kendisine izafe ettiği şeyi Allah’a izafe etmemesi demektir. Çünkü sana izafe edilen şeyi Allah’a döndürdüğünde, Allah ile çekişme söz konusudur. Bu ise saygısızlıktır. Öyleyse namaz kılan kişi, Allahın kula izafe edip namaz da sahibi yaptığı bu ikinci yarıyı tekrar Allah’a izafe ederse yaptığı iş geçersiz bir alış veriştir. Bu nedenle Allah ‘alış verişi bırakın26 buyurur. Bunun anlamı şudur: ‘Sizden istediğim, bu halde iken namazın yarısının size ait olmasıdır.’ Başarıya erdirilmiş kişi her durumda Allah karşısında saygılı olan kişidir.
FASIL İÇİNDE VASIL
Cumanın Adabı
Bilmelisin ki, Cuma namazının adabı üç şeydir: Güzel koku (sürünmek), misvak kullanmak ve süslenmek. Süslenmek, güzel kıyafet giymek demektir. Bu konuda, bilginlerin arasmda bir görüş ayrılığı yoktur.
VASIL
Batınî Yorum
Güzel koku, Rahmanca ait nefesleri bilmektir. Bu bilgi, Allah ile kulu arasında hal, söz ve fiildeki karşılıklı ilişkiyi güzelleştiren Hak kaynaklı her türlü bilgidir.
Misvak, kalp dilinin Kur’an-ı Kerîm okumak ve Allah’ın razı olacağı her şeyi zikretmek sayesinde temizlenmesidir ki bu, en yetkin temizliktir. Çünkü bu niteliklere sahip herkesten temiz-güzel kokular yayılır. Keşif sahiplerinin arasından ‘koku ehli’ o kokuları koklar. Hz. Peygamber, misvak hakkında şöyle der: ‘Misvak ağzı temizler, Rabbi hoşnut eder.’ Başka bir hadiste ‘Misvak Allah ile kulu arasındaki perdeleri kaldırır’ buyurur. Böylece kul, Allah’ı müşahede eder. Çünkü misvak, iki büyük özelliğe sahiptir: Temizlik ve Allah’ı razı etmek. Hz. Peygamberin, ‘Dişleri misvaklayarak namaz kılmak, böyle yapmadan kılman yetmiş namazdan daha hayırlıdır’ hadisinde geçen ‘daha hayırlı’ sözü bu anlama işaret eder. Bunun yanı sıra ‘misvak’ kelimesinde kendi nefisleriyle değil, (benlikleri fani olarak kendisiyle baki oldukları) Rableriyle namaz kılanlara işaret vardır. Bir hadiste Allah’ın yetmiş perdesi olduğu bildirilir. Söylediklerimle bu rivayetler arasında bir ilişki kurarsan, pek çok sim öğrenirsin!
Güzel elbise, takva (korunma ve sakınma aracı) demektir. Allah şöyle buyurur: ‘Takva elbisesi daha hayırlıdır.’ Başka bir ifadeyle ‘en hayırlı elbise takva elbisesidir.’ Allah şöyle buyurur: ‘Mescide her gidişinizde süslerinizi takınız .’ Namazdan daha güçlü bir takva yoktur. Namaz kılan kişi, (Hakka) münacat ve O’nu müşahede etmektedir. Bu nedenle Allah ‘sabır ve namazla yardım isteyin.’ diye buyurmuş, kuluna ise ‘ancak senden yardım isteriz.’ demeyi emretmiştir. Böylece Allah, namazı yardımda kendi yerine koymuştur.
Namaz kılarken içinden Allah’tan başkasıyla konuşan bir insan, Rabbiyle konuşan ya da O’nu müşahede eden biri değildir. Çünkü karşılıklı konuşma (münacat) ve müşahede hali, hiçbir yaratılmışı bu durumdaki bir kula yaklaşma cesareti vermez. Çünkü herkes Allah’tan korkar. Bu nedenle, (namazında içinden bile olsa başkasıyla konuşan) böyle bir insan, kısmen namaz kılmış sayılır. Başka bir ifadeyle bu insan, ayakta durmak, rükuya gitmek ve secde etmek gibi biçimsel yapısıyla namaz kılarken kendisinden istenilen batınıyla namaz kılmamaktadır. Fakat yine de böyle bir insanın zahirinin batınına (dış yüzünün içine ve hakikatine) şefaat etmesini umarız. Nitekim bazı durumlarda da ipin batını zahirine şefaat eder.
Bunun nedeni şudur: Dıştaki hareketler, durağanlık kazanmalarını sağlayacak şekilde kendisinden ortaya çıktıkları içteki bir ‘huzura (ilke, bilinç, niyet)’ sahip değillerse, var olamazlar ve onlar adına bir varlık ortaya çıkamaz. Şeriat bakımından dikkate alman bu ölçüdeki bir ‘huzur’ içten meydana gelir, içteki bu ‘huzur’ dıştaki fiille desteklenir ve namaz kılan için meydana gelen vesveseye karşı güçlenir. Bu durumda ise, Allah’ın bir inayeti olarak, artık vesvese namazı eksiltemez. Çünkü Allah ‘insanlara karşı pek merhametlidir.’
Güzel elbise, kulun namazda “takmak’’ zorunda olduğu süsün bir parçasıdır. Kulun Rabbiyle konuşurken giydiği en güzel elbise de kulluktur. Diğer süs ise, “ben onun kulağı, gözü, eli, ayağı ve dili olurum’’ hadisinde geçtiği üzere Rabbiyle süslenmektir.’ Hadiste zikredildi ve Allah, bütün ibadetlerinde kulu kendisiyle süsledi.
————————–
FASIL İÇİNDE VASIL
Hastanın Namazı
Bilginler, hastanın yükümlülüğü bilecek durumda olduğu sürece namazı kılmakla sorumlu olduğu; namazda ayağa kalkmak, rükuya varmak ve secdeye gitmek gibi yapamayacağı şeylerin ise hastadan düştüğü konusunda görüş birliğine varmıştır. Oturarak namaz kılabilen hastanın durumu hakkında olduğu gibi oturmanın tarzı hakkında da görüş ayrılığına düşmüşlerdir. Başka bir görüş ayrılığı konusu ise, ne oturmaya ne ayağa kalkmaya güç yetiremeyen hastanın nasıl namaz kılacağıdır.
Oturarak namaz kılana gelirsek, bazı bilginler onun hiçbir şekilde ayağa kalkamayan kişi olduğunu söylemiştir. Başka bir gruba göre ise, hastalığından dolayı ayağa kalkmaya güçlük çeken kişidir. Oturmanın tarzına gelirsek, bir grup bağdaş kurarak oturur demiştir. Böyle oturuş, ayakta durmanın yerini alır. İbn Mesud ise, bağdaş kurarak oturmayı mekruh saymıştır.
Ne oturabilen ne de ayakta durabilene gelirsek, bir grup böyle bir hastanın yatarak namaz kılacağını söylemiş, bir grup kolayına geldiği gibi namaz kılacağını söylemiş, bir grup ayakları kıbleye dönmüş olarak namaz kılacağını söylemiş, bir grup ise oturamayan kişinin yanı üzerinde kılacağını söylemiştir. Bir yanı üzerinde namaz kılamazsa, ayakları kıbleye dönmüş halde uzanarak namaz kılar.
Benim görüşüm ve kanaatim şudur: Allah sorumlu müslümandan dindarlıkta güçlüğü kaldırıp gücü ölçüsünde kendisinden korkmayı ona emretmiştir. Hasta, kılabildiği ve kolayına gelecek şekilde namaz kılar. Hastalığının artmasına yol açacak (dini konulardaki) güçlüklerle yükümlü değildir. Namazı geçerli kılan bütün unsurları ve şartları yerine getiremeyecek bir halde bile olsa, namazı hiçbir zaman terk etmemelidir. Çünkü Şari’nin hitabı kişiyi yapabileceği bir halde sorumlu tutar. Allah herkesi ancak gücü yettiği ve yerine getirebildiği şeylerle sorumlu tutar, daha fazlasını ona yüklemez. Çünkü Allah ‘Allah hiç kimseyi yerine getiremeyeceği şeyle sorumlu tutmaz.’ ayetine bitişik olarak ‘Allah güçlükten sonra kolaylık yaratır.’ demiştir. Adeta şöyle der: Allah’ın nefse bir görev verip nefsin onu güçlükle yapması, yükümlü hakkında bir güçlüktür. Kolaylık ise’Allah size dinde bir güçlük çıkarmadı.’ ayetinde belirtilen durumdur. Allah kullarına ne kadar da şefkatlidir!
VASIL
Batınî Yorum
Hastalıklar üç türdür: Bedene, nefse ve akla ait hastalıklar. Bunların bir dördüncüsü yoktur. Bedene ait hastalıklar burada inceledikleri-mizdir ki şekilci bilginler onları bilir. Nefse ait hastalıklar, Allah’ın emrettiği yükümlülüğü yerine getirmekten alıkoyan arzular ve niyetlerdir. Akla ait hastalıklar ise, (dini meseleleri kanıtlayan) kanıtlara ve imana zarar veren saptırıcı kuşkulardır. Bu kuşkular akıllı kişiyle imarım geçerliliği arasına girer. Nefse ait hastalıklar ise, imanla beraber bulunur. Böyle bir nefs karşısında müminin imanı, bedeni hasta bir insan için akıl gibidir, Böylece hasta, Rabbiyle konuşma ve Onu müşahede halinde namazını kılar. Nitekim Ömer b. el-Hattab orduyu namazdayken hazırlardı. Çünkü doğru sözlü mümin Rabbinden başka kimseyle konuşmaz; Allah’ın kullarından herhangi biriyle kendisine yaraşır tarzda Rabbiyle konuştuğunu görmeden konuşmaz.
Nefsi hasta olan mümin ise, (Allah’tan alıkoyan) niyetlerinin içinde imanı bakımından Rabbiyle konuşur. Böylece meşguliyeti, O’ndan, O’nda ve O’nunla gerçekleşir. Dolayısıyla bir yandan (alıkoyucu) niyetleri, öte yandan Allah’a inanma halinde olmayı kalmayı sürdürür. Ona şöyle der: ‘Himmetin Allah’tır. O’ndaki bakışın da Allah vasıtasızadır.’ Çünkü Allah Varlık ve Mevcuttur. O, her şeyde ve tapılan her şeyde ibadet edilendir. O, her şeyin varlığıdır. O, her şeyin maksadıdır. Herşey, O’nu ifade eder. Zuhur eden her şeyde gerçekte zuhur eden O’dur. Her şeyin yokluğunda batın olan (gizlenen, görünmeyen) O’dur. O, her şeyden öncedir, her şeyden sonradır. Böylece mümin, her yönde ve her durumda Allah’a ibadetten mahrum kalmaz. Çünkü nefse ait hastalıklar, imanı zedelemez.
Akla ait hastalıklar ise, imana zarar verir. İman iki şeyle ilgilidir: Hakkın varlığı ve Hakkın birliği. Zatı bakımından Hakkın mutlak birliğine inanmak, akılcılara göre teorik akim algılayabileceği şeylerdendir. Bize göre ise bu birlik, fikir gücümüzle algıladığımız bir şeydir. Zikir ve keşif yönünden ise algılanamaz. Aynı şekilde, Hakkın birliği de iman ve akılla algılanır. Ana hatlarıyla zikredilse bile, şeriat zatin mutlak birliğini hakkında hüküm koyarak ifade etmemiştir. Bu nedenle iman alanına girmez.
Akıl hastalığı (batinı yorumda) İçişiyle Hakkın varlığına geçerli bir şekilde inanmak arasına girdiğinde, hiç kuşkusuz, seninle zorunlu bilgi arasına girmiş demektir. Çünkü fiili (yaratması, sanatı) bakana göründüğünde, Yaratanın varlığını bilmek zorunludur. İnsan Yaratanın hakikatini ve mahiyetini, hangi durumda olamayacağını, hangi durumda olup olamayacağını ya da hangi durumun O’nun hakkında imkânsız olduğunu fikri bir inceleme ve Allah’ın peygamberi vasıtasıyla bildirimiyle öğrenmezse, içinde bulunduğu durum dermansız bir hastalıktır.
Zorunlu bilgiden mahrum kalan insan, hastalığın etkisizleştirdiği bir hastaya benzer. Böyle bir insan ne hasta olduğunu ne de içinde bulunduğu durumu bilebilir. Böylece şeriatın hitabı da ondan düşer, çünkü artık aklı yoktur. Yaratan Hakkın varlığına dair zorunlu bir bilgisi veya imanı olsa, Hakkı birlemeyi reddeden hastalık ortadan kalkar. Hastalığın kalkması ise, (birini) taklit ederek mümin olmasıyla veya araştırıp akıl yürütmeyle bilgin haline gelmesiyle gerçekleşir. Araştırma ve akıl yürütmeyle Hakkın varlığına inandığında ise, bu kez hastalığı, akıl ve şeriat bakımından ilahın birliğine inanmakla beraber Şar i’den gelen ve zatın mutlak birliğine zarar veren Hakkın niteliklerini kabul etmemektir. Böyle bir hastalığa sahip olduğunda namaz kılabilir ve hastalığına rağmen ibadetini yerine getirir, çünkü ibadet ona yararlıdır.
Çünkü hastayken sahip olduğu akıl, Allah’ın birliği hakkında zikrettiğimiz bu kadar bilgiye imkân verir.
Doğru bir iman sahibi mümin, Şari’nin nitelemiş olduğu Allah’a iman eden kimsedir. İmanı hasta mümin ise, sadece aklının gösterdiği Allah’a ibadet eden kimsedir. (Allah hakkındaki bilgisinde) Mazeret sahibi herkesin mazeretini içeren bir duruma dikkatini çektik. Tevhit -ki o bütün varlıklardan istenilen şeydir- geçerli olup için ve dışın hareketlerdeki meşru ibadetleri yerine getirmek buna eklendiğinde ne hoş olur!
—————–
FASIL İÇİNDE VASIL
Önündeki Bir Sütreye Doğru Namaz Kılmak ya da Sütresiz Namaz Kılmak. Namaz Kılanın Önünden Geçildiğinde Namaz Bozulur mu, Bozulmaz mı?
Bazı bilginler hiçbir şeyin namazı bozmayacağını, bazı bilginler ise önünden veya sütre ile önünden geçtiğinde kadın, köpek ve eşeğin namazı bozacağım ileri sürmüştür. Benim görüşüm şudur: Namaz kılanın önünden geçen kişi günahkâr olduğu gibi namaz kılanın da önünden birisinin geçmesini gücü ölçüsünde engellemesi gerekir. Bunu yapmaz ve onu uzaklaştırmazsa, namaz kılan da günahkâr olur. Ancak namaz her bakımdan geçerlidir. Kişinin önüne geçeni engellemek zorunda olduğu sınır ve ölçü, secdede alnını koyacağı sınırdır. Bir şey kişiyle secde yeri arasından geçtiğinde, insan onu uzaklaştırmak ve onunla mücadele etmek zorundadır. Bundan fazla bir sınırda ise, onu uzaklaştırmaz ya da onu öldürmez. Bu durumda Arapların ‘önünde’ derken kastettikleri ölçüye göre, vebal namaz kılanın önünden geçenin üzerinedir. Çünkü Şari bu konuda herhangi bir şey belirlememiştir.
VASIL
Batınî Yorum
Hak, kulun kıblesidir. Allah ile kulu arasından nefsiyle ya da Rabbiyle geçenin vebali kendisine döner. Hak ile konuşan namaz kılanın ise, önünden geçeni uyarıp bu konuda nefsini görmekten kendisini uzaklaştırması gerekir. Çünkü insan, ‘Allah için, peygamberi için, bütün müslumanlar için’ hayırhah olmalıdır. Bunun yanı sıra kendi önderlerine ve bütün insanlara karşı samimi ve hayırhah olmalıdır. Nasihat etmesi gereken yer gelir de kişi nasihatini yapmazsa günahkâr olur. (Namazda Hak ile) Karşılıklı konuşanın konuşması ise, (önünden geçene engel olmadığı için) günahkâr olsa bile bulunduğu her durumda geçerlidir.
Namaz kılanın ‘önünden geçen’ namazda kendisiyle Rabbi arasına giren bir düşünce olabilir. İnsan kalbiyle geçerli bir namaz kılıyorsa, okuduğu ayete veya (yaptığı) zikre göre bulunduğu durumun aksine bir şeyin aklına gelmesi imkânsızdır. Başka bir durumdaki düşüncenin insana geleceği bir gedik yoktur. Namaz kılan, kendini unutmuşken düşünceler araya girmiş olabilir. Bu durumda, yeniden bilincini kazandığında aklıma gelen şey, ona zarar vermez ve namazı geçerlidir. Çünkü o, Rabbiyle konuştuğunun farkındadır.
Namaz kılan, Ömer b. el-Hattab gibi namazında her şeyde Rabbiyle konuşan ya da Ebu Bekir gibi Rabbiyle konuşurken her şeyin Haktan meydana çıktığını görenlerden ise, onun içinden kıldığı namazı da geçerlidir. Bu esnada çıkan şey iradeyle ya da isteği olmaksızın meydana çıkmıştır. Kişinin isteğiyle meydana gelmemişse, hiçbir sorumluluğu yoktur; isteğiyle meydana çıkmışsa, bu durumda ya mecburdur ya da isteyerek bunu yapmıştır. İsteyerek yapan günahkârdır. Mecbur kalan ise, günahkâr değildir.
—————————
FASIL İÇİNDE VASIL
Namazda Gülmek
Fakihler gülmenin namazı bozacağında görüş birliğine varmış, tebessüm hakkında ise görüş ayrılığına düşmüşlerdir. Bazı bilginler, tebessümün de gülme gibi olduğunu ve namazı bozacağını söylemiş, bazı bilginler ise gülmeye dahil edilemeyeceğini ve namazı bozmayacağını iddia etmiştir.
VASIL
Batınî Yorum
Karşısında konuşulan zatın karşısında gülmek, saygı ve edebi zedeler. Saygılı olmayan ise, (namazda Hak ile karşılıklı) konuşamaz. Tebessüm ederse, ya bulunduğu mertebede Rabbi güldüğü için tebessüm etmiştir ya da doğrudan tebessümü gerektiren bir mertebede bulunmuş ve tebessüm etmiştir. Birinci duruma örnek olarak, Musa’nın ihtiyarıyla Hannad’ın hikayesini verebiliriz. Kulun bu gibi durumlarda Hakkın gülmesi nedeniyle tebessüm etmesi, saygının bir gereğidir, ikinci durum ise saygısızlıktır ve huzur haline yaraşmaz. Bu durumda tebessüm huzuru engeller, dolayısıyla tekrar tövbe edip amele başlamak gerekir. Böyle bir durumdaki insan, (zahiri hükümde) tebessüm namazı* bozar diyene benzer.
FASIL İÇİNDE VASIL
Hıçkıranın Namazı
Bazı bilginler, hıçkıranın namazının bozulacağını ve namazı yenilemesi gerektiğini, bazı bilginler ise yaptığı işin mekruh olduğunu söylemiştir. Benim görüşüm ise, yasaklamanın (nehy) bozulmaya delil olmadığıdır. Yasaklama, sadece yapanın günahkâr olduğuna delildir. Bu durumda hıçkıranın namazı, hıçkıran günahkâr olsa bile, geçerlidir. Bu durum, çalıntı bir evde namaz kılarım haline benzer.
VASIL
Batınî Yorum
Namazın kılındığı necis seccade (bâtınî yorumda) mümin olduğu halde yapacağı bir kötülüğü ya da namazım bitirdiğinde birisine yapacağı suçu düşünen kimsenin halidir. Böyle bir insanın kıldığı namaz geçerlidir, bu kişi ise, içinden kötülük geçiren kimsedir. Bu kötülüğü yapmadığı ya da planlamadığı sürece, böyle bir insanın günahı affedilmiştir.
FASIL İÇİNDE VASIL
Namazdaki Kişi Verilen Selamı Alır Mı?
Bazı bilginler, bunun caiz olduğunu kabul etmiştir ki ben de bu görüşteyim. Çünkü selamı almak, Allah’ı zikretmektir. Selam vermek, namazda otururken yapılmak üzere belirlenmiş zikirlerden biridir. Dolayısıyla dayandığı bir aslı vardır. Namazda dua caizdir. İnsanları zikretmek de ona girer. Buna örnek olarak, namaz kılan kişinin ‘beni ve ebeveynimi bağışla’ demesini verebiliriz. Bazı bilginler ise, selamı sözle almayı caiz görmemiş, işaretle almayı caiz görmüştür. Bazı bilginler ise, her durumda selam almayı caiz görmemiştir. Bazı bilginler, insanın içinden selam almaşım caiz görmüş, bazı bilginler ise namazı bitirdiğinde selamı alabileceğini söylemiştir.
VASIL
Batınî Yorum
Allah şöyle buyurur: ‘Size selam verildiğinde daha güzeliyle selamı alın.’ Burada (bir fiilin başka bir fiilin ardından hemen yapılmasını bildiren) ‘fe’ bağlacı gelmiştir. Dolayısıyla selamı almayı ertelemek caiz olmadığı gibi üstelik burada namaz ya da herhangi bir şey ayırt edilmemiştir. Öyleyse dua ya da başka bir şekilde meşru her zikir, zorunlu olmamakla birlikte namazda ve namazın dışında söylenebilir. Örnek olarak, hapşırana dua etmek ya da selamı almayı verebiliriz.
—————————-
FASIL İÇİNDE VASIL
İmamla Beraber Kılarken Namazın
Bir Bölümünü Kaçırmak
Kişi mescide girdiğinde imam rükuya yönelmiş ise ne yapmak gerekir? Bazı bilginler şöyle demiştir: Kişi, rükudan başını kaldırmadan imama yetişip onunla beraber rüku ederse, imama yetişmiş sayılır ve kaza etmesi gerekmez.’ Bu bilginler, mescide giren kişi hakkında ise görüş ayrılığına düşmüşlerdir: Acaba iki tekbiri, yani başlama ve rüku tekbirini getirmek zorunda mıdır? Yoksa, sadece rüku tekbiri yeterli midir? Rüku tekbiri yeterliyse, acaba onunla birlikte başlama tekbirine de niyet etmesi şart mıdır, değil midir? Bazı bilginler, başlama tekbirine niyetlendiğinde bir tekbirin yeterli olacağını söylemiş, bazı bilginler ise, iki tekbirin gerekli olduğunu söylemiştir. Bazı bilginler ise, başlama tekbirine niyetlenmese bile, bir tekbirin yeterli olduğunu söylemiştir. İkinci görüş şudur: Bazı bilginler, imam başını kaldırdığında, ayakta olduğu sürece kendisine yetişemediği sürece rekâtı kaçırmış olacağını söylemişlerdir. Bu görüş Ebu Hureyre’nindir. Üçüncü bir görüş şudur: İmam başını rükudan kaldırmış, cemaatin bir kısmı kaldırmamış iken mescide giren kişi son safa ulaştığında rekâta yetişmiş sayılır ve bu ona yeterlidir. Çünkü cemaatin (başlarım rükudan kaldırmayan) bir kısmı, (namaza yeni katılan) diğerlerinin imamıdır.
Benim bu konudaki görüşüm şudur: Dilsel anlamıyla rekâtı dikkate alan kişi, eğilme halinde imama yetişmeyi yeterli sayar. Dinsel (şeri) anlamda rekâtı dikkate alan ise -ki o ayakta durmak, eğilmek ve secde etmektir- şunu der: Mescide giren bu kişi, tekbir alırken ve ayaktayken imama yetişmemişse, rekâta yetişmemiş demektir. Dinsel anlamıyla rekâtı dikkate almak daha uygundur. Şu var ki şeriat, dilde olduğu gibi eğilmeyi rüku diye isimlendirmiştir. Nitekim Hz. Peygamber ‘Rabbinin yüce adını tespih et.’ ayeti indiğinde ‘bunu rükularınızda yapınız’ demiş ve eğilme halini kastetmiştir. Kısaca, bu konu tartışmaya açıktır. Herkes, içtihadının götürdüğü delilinin verisine göre hareket eder. Bu konudaki görüşümüzü ise, söz uzayacağı* için tam kabul ettiğim tarzda zikretmedim.
VASIL
Batınî Yorum
Allah’ı bilenlerin imamı Haktır. Hak, onlarla sevinmek, onlara gülmek, kendisiyle karşılıklı konuşmak üzere evine gelmelerinden mutlu olmak gibi beşeri niteliklerle nitelenerek en gizli sırlarında kendilerine indiğinde, her birine şöyle der: ‘Kulum! Kulum! Benden yüz çevir- sen bile, seni hal diliyle -ki o namaz vaktinin girmesidir- davet ediyorum. Yanı sıra, seni bir de sözle davet ediyorum -ki o da ezandır-. Kulum! Bana isyan edersen, seni örterim. ‘Seni örtmem’, sen ve senin gibilerde cezalarımı uygulamakla görevlendirdiğim kimselerin gözlerinden seni gizlememdir. Böylece seni cezalandırmam. Nimetlerimle kendimi sana sevdiririm. Hatalarının üzerine bağış çizgisini çekerim. Böylece cömertliğim senin hatalarının izlerini siler, süpürür. Nimetlerim seni bana gelmeye davet eder. Bana dönersen, hangi durumda olursan ol, seni kabul ederim. Sana muhtaç değilken ve sen ona muhtaç iken, benden başka kim bunu yapar ki?
Hakkın bu inişi, kulun rükuya gitmesine benzer. Namaz kılanın Hakkın bu inişini kaçırması, namazda ‘kulum beni övdü, kulum bana hamd etti, kulum beni yüceltti, kulum bana tevekkül etti’ gibi ifadelerini -inancıyla değil- kulağıyla duymaktan yoksun kalmak gibidir. Kul efendisine bağlanır, O’na yönelmek ister ve Hakkın böyle gizlediği bir sır için indiğini anlar. Bu nedenle kul, Hakkı kendisine indiği her şeyden ‘seni tenzih ederim, senin benzerin yoktur’ diyerek tenzih eder.
Bu nedenle, ‘bize salat eder’ olması bakımından Hakkın belirttiğimiz şekildeki inişine karşılık vermek üzere, kula rükuda (Hakkı) tenzih etmesi emredildi. Allah ‘bize salat (rahmet ve merhamet) ederken’ bizi üç mertebeye yerleştirmiştir: Birinci mertebede bizi üzerinde namaz kıldığımız seccade gibi yapmasıdır. İkincisi, bize salat etmesini cenazeye namaz kılmamız gibi yapmasıdır. Üçüncüsü ise (bize salat etmesini) peygambere salat (dua) ve selam getirmemiz gibi yapmasıdır. Her türün bir grubu olduğu gibi her grubun da bir hali vardır. Çünkü Allah bize ‘salat’ ettiğini zikrederek şöyle buyurmuştur: ‘O ve melekleri size salat eder.’ Başka bir ayette ise, peygambere salat (şefaat ve dua) etmede melekleri de kendisine katarak şöyle buyurmuştur: ‘Kuşkusuz Allah ve melekleri peygambere salat ederler. Ey iman edenler! Siz de ona salat getirini Allah peygambere de karşılık vermesini emrederek şöyle demiştir: ‘Sen de onlara salat et. Çünkü senin salatın onlar için dinginliktir.’ Ayetle-rini düşünüp öğüt alan için Kur’an-ı Kerîm ne kadar da sırlıdır!
Kul, kendisine ‘salat eden (merhamet)’ Hakkın önünde hareketsiz ve iddiasız bir ölü gibi durmalıdır. Bu durumda o, Rabbinin kıblesinde bulunur. ‘Herkes kendi özelliğine göre amel eder.’ ayetinde belirtildiği üzere kulun rükusu Hakkın inişine denk düşerse, hiç kuşkusuz rekâta yetişmiş demektir. Hakkın bu inişine rükusuyla karşılık veremeyen ise, hem dilsel ve hem de dinsel anlamda rekâta yetişmemiş demektir.
Mescide girenin rükuya gitmezden, yani eğilmezden önce ayaktaki imama yetişmesinin (batınî) anlamı ise, Hakkın kullarının maslahat ve ihtiyaçlarını karşılaması (kaim kılması) ve bunu yaparken kendilerine bakmasıdır. Çünkü Allah, ‘kulun kazandığı’ iyiliğe göre -kötülük değil- rahmet gözüyle ‘kulu üzerinde gözetmen olarak durandır.’ Böylece, kulları kendisine ‘ortak koşarken’ veya (nimetlerini) ‘görmezden gelirken’ Allah onları rızıklandırır, kendilerine iyilik yapar. Onlar Allah’tan yüz çevirip ilah edindikleri arzularına yönelmişken Allah onları davet eder.
Şeriata göre rekâtı Hakkın ayakta durmasına (kaim) karşılık (namazda) ayakta durmak, Haklan kullarına el-Hannan isminin gereğiyle eğilmesine karşılık olarak eğilmek ve secde etmek sayanlara göre secdenin (batınî yorumu) da böyledir. Hakkın secdesi, Hakkın kendisini kulunun yerine yerleştirdiği en büyük tenezzüldür. Bu durum, (kutsi bir hadiste) ‘Hastaydım, beni ziyaret etmedin, acıktım beni doyurmadın, susadım beni içirmedin’ şeklinde dile getirilmiştir. Bundan daha fazlası olamaz. Ardından Allah bu ifadeyi ‘falanca kulum hastaydı, falanca acıktı, falanca susadı’ şeklinde açıklamış ve kendini onların yerine koymuş, kullarının halleriyle kendini ifade etmiştir.
Namazında bütün bunları Haktan ‘öğrenen’ kişi, hiç kuşkusuz, imamının Hak olması yönünden (Hakkın kıldırdığı) rekâta yetişmiş demektir. Kul da, selbi (olumsuzlayıcı) ve tenzihi niteliklerle, büyüklük, yücelik, azamet ve ceberut özellikleriyle şükrederek Hakkın kendisine dönük nimetlendirmenin gereği olan övgüye karşılık verir. Şeriatın tanımladığı anlamıyla rekât da budur.
Bu meseledeki görüş ayrılığı, bilginleri isimlerin delaletinin bir kısmını ya da bütününü dikkate almadaki görüş ayrılıklarına döner. Bazen rekâtın bir kısmı ‘rekât’ diye isimlendirilirken bazen de bütün parçalarıyla birlikte bütünü rekât diye isimlendirilebilir. Nitekim Hz. Peygamberin cinsel organı yıkamayla ilgili emrinde de böyle deriz. Bu emre göre cinsel organının yıkanması yeterlidir. Çünkü dilde, bütününü yıkamasa bile – tıpkı elin yıkanması gibi- cinsel organının başını yıkayana ‘cinsel organını yıkadı’ denilir.
——————————————————-
FASIL İÇİNDE VASIL
Sehiv Secdesi (Unutma)
Bilginler, sehiv (unutma) secdesinin farz mı sünnet mi olduğunda görüş ayrılığına düşmüştür. Bazı bilginler sünnet, bazı bilginler ise, namazın geçerlilik şartlarından birisi olmasa bile farz olduğunu iddia etmiştir. İmam Malik, (namazdaki) fiillerde sehiv secdesiyle sözlerden dolayı yapılan sehiv secdesini ya da fazla ve eksik yapmaktan dolayı sehiv secdesi yapmayı ayırt etmiş ve şöyle demiştir: Eksik yapılan iş için sehiv secdesi vaciptir. Bu secde, namazın geçerlilik şartlarından birisidir.
VASIL
Batınî Yorum
Sehvin sebebi, kuşku ve unutma; kuldan istenilen de kesin inanç olduğuna göre, Allah’a Rabbinden (ulaşan) kesin delile sahip kimse ibadet edebilir. Bu delilin en keskini, en düzgünü ve en güçlüsü ise, müminin içinde bulup kendisinden uzaklaştırmaya güç yetiremediği imandır. Güç ve temizlik bakımından imandan sonra ise, teorik kanıtlara dayalı şeyler gelir, imana ya da akla keşif eklendiğinde ise, hiç kuşkusuz, tek başına ikisinden de güçlü olur. Unutma böyle bir keşif sahibinin namazına giremez. Tek başına aklıyla bilen ise, unutmanın namazına girdiği kişidir. Sarsılan (tereddütlü) mümin de böyledir. Öyleyse unutma secdesi ona farzdır. Bunun anlamı, müminin kendisine, yoksunluğuna, mümkün oluşuna ve acizliğine dönmesidir. Kendi durumundan harekede ise, Mabuduna (taptığı) ve O’nun hiçbir şeye muhtaç olmayışına, varlığının zorunluluğuna ve gücünün her şeye yettiğine istidlal eder. Bu bilgi, ameline veya ibadetine kuşku sokan şeytanın burnunu sürter.
Namaz kılmak, Hak ile konuşmak ve O’nu müşahede etmektir. İnsana ‘görürcesine Allah’a ibadet et’ denildiği gibi başka bir rivayette ‘Allah namaz kılanın kıblesindedir’ buyrulur. Şu var ki (Hakkı kıblesinde düşünmesi söylense bile) Hakkı ihata etmek ve kıblesinde bulunup kendisine bakan bir insan şeklinde O’nu somutlaştırmaktan (yani bir surete çevirmekten) kaçınması gerekir. Binaenaleyh insan namaza yönelip kendisine denildiği gibi Hakkı kıble yönüyle sınırladığında, Hakkın ayırıcı özellikleri olan insanı kuşatmak, sınırlanmamak gibi özellikleri unutmuş demektir. Allah, şeriatın kendisini tanımladığı gibi, ‘benzeri olmayandır.’ Bu durumdaki kişinin unutmasından dolayı secde etmesi gerekir. Bu secde, söz konusu benzetme, tahayyül ve suretlendirmeyi kendisine döndürmesidir, (unutma) secdesi budur. İnsan üç kere, ‘en yüce rabbimi tenzih ederim’ der. Bunlardan birisi duyusu, İkincisi hayali, üçüncüsü ise aldı içindir. Böylece Allah’ı duyusuyla algılayıp O’nu sınırlamaktan tenzih ettiği gibi hayalinin veya aklının bağıyla sınırlamaktan da tenzih eder. Bu da şeytanın burnunu sürter.
—————————————–
FASIL İÇİNDE VASIL
Sehiv Secdesinin Niteliği
Bazı bilginler, secde selamdan sonra olduğunda, teşehhüde oturulup sonra selam verileceğini söylemiştir. Bazı bilginler ise, selamdan önce olduğunda ise, sadece teşehhüt (et-tahiyyat okumak için oturma) yapılacağım söylemiştir. Namazın selamı, bu secdenin de selamıdır. (Namazdaki bir unsur) eksik yapıldığında selamdan önce, fazla yapıldığında ise selamdan sonra sehiv secdesi yapılacağım söyleyenler de vardır. Bunlara göre sehiv secdesi selamdan önce olduğunda teşehhüde oturulmaz. Hz. Peygamberin selamdan sonraki sehiv secdesinde selam verdiği aktarılır. Halbuki rivayet edilmiş olsa bile, sehiv secdesinde teşehhüde oturduğu sabit değildir.
VASIL
Batınî Yorum
Selamdan önce sehiv secdesini yapmaya gelirsek, selam namazın bir parçasıdır. Teşehhüde oturmak ise, tıpkı tavaf etmek ve koşmak gibi, selamın tekrarlanmasına gerek bırakmaz. Tavaf derken, Kabe’ye yeni gelenin yaptığı ‘geliş’ tavafını kast ediyoruz. Çünkü umre, hem tavafı hem koşmayı gerektirdiği gibi hac da bir benzerini gerektirir. Bu durum, tek bir tavaf ve koşmanın yeterli olduğunu düşünenlere göredir. Bunu kabul etmeyip vacip olanın iki tavaf ve iki koşma olduğunu düşünenler ise, sehiv secdesinde hem teşehhüt ve hem selamın bulunmasını kabul eder. Fakat bu görüşteki insanın fazlalık ve eksikliği ayırmayı kabul etmesi uygun değildir. Nitekim ilk görüş sahibinin de selamdan sonra secdeyi kabul etmesi geçerli değildir. Böylece namazın diğer fiillerinin dışında unutmadan dolayı secde farz kılındığı için şeytanın burnu sürtülmüştür. Çünkü şeytana secde etmesi emredilmiş, o ise secde etmemiştir. Unutmak, çoğunlukla şeytandan kaynaklanır. Dolayısıyla ancak yerine getirdiğinde şeytanın kula yaklaşmayacağı bir nitelik ile onarılabilir. Bu nedenle unutmayı telafi etmek için secde farz kılındı. Bir rivayette şöyle denilir: İnsan secde ettiğinde şeytan ayrılır, ağlar ve şöyle der: Ademoğluna secde etmek emredildi, o da etti. Karşılığında ise ona cennet var. Bana secde etmem emredildi, ben ise secde etme* dim. Bana da cehennem var.’
Secde halindeyken insan, şeytanın kendisine yaklaşmasından korunur. Şeytan sehiv secdesinde bile insana yaklaşabilseydi, sehiv secdesi halinde, bile unuturdu. Böylece iş zincirleme bir şekilde devam ederdi. Bu nedenle sehiv secdesinde unutan kişi hakkında şeriat bir hüküm koymadı. Sehiv secdesinde unutmak, şeytandan (şeytanın etkisinden) değildir. Unutma şeytandan olmazsa, unutma nedeniyle secde etmek şeytanın burnunu sürtmez. Öyleyse, unutma her zaman şeytanın etkisinden kaynaklanmaz. Bazen unutmanın sebebi, namaz kılanın ibadetinden habersiz kalması (gaflet) olabilir ve böylece ibadetten gaflet, onu unutmak olur.
İnsanın namazın herhangi bir parçasında gafil kalmasının sebepleri pek çoktur. Bir kısmı şeytandan, bir kısmı ise müşahedenin insanı etkisi altına almasından kaynaklanabilir. Bu müşahedenin nedeni ise, tevhitle ya da dinin herhangi bir hükmüyle ya da cennetle ya da cehennemle ya da her ikisinin istilzam ettiği bir şeyle ilgili Allah’ın kitabından bir ayet olabilir. Gaflet şeytandan kaynaklanırsa, sehiv secdesi katmerli burun sürtme haline gelir. Çünkü hem unutma nedeniyle secde yapmış hem de secdesi unuttuğu şeyi telafi ettiği için şeytanın vesveseleri kendisine etki edememiştir. Bu nedenle namaz kılan herkesin namazdan sonra sehiv secdesi yapması müstehaptır. Çünkü namazın bir anında ya da daha çoğunda namaz kıldığım unutabilir (gaflet).
Bu durumda secde etmek, şeytanın burnunu sürter. Bu, Hakim Tirmizi’nin görüşüdür. Zeydiyye mezhebinden bir grubun ise, bunu cemaatin yapması gerektiğini ileri sürdüklerini gördüm. Bunu yapaklarına tanık oldum ve bu davranışları hoşuma gitti. Sehiv secdesinin maksatları farklı olsa bile, her halükarda sehiv secdesi, şeytanın burnunu sürtmek demektir.
İbn-i Münzir şöyle der: Bu meselede bilginler altı farklı görüş ileri sürmüştür. Bir grup, sehiv secdesinde teşehhüde oturmanın ve selamın bulunmadığını kabul etmiştir. Enes, Haşan ve Ata da bu görüştedir. Bazı bilginler ise, sehiv secdesinde teşehhüt ve selamın bulunduğu görüşündedir. Her iki görüşü de benimsiyorum. Fakat ben şu görüşteyim: Sehiv secdesinde teşehhüt ve selam gereklidir. Ancak secdeler selamdan önce ise, tıpkı Kabe’ye gelenin (tavaf ve sa’y meselesindeki durumu gibi) namazın teşehhüdüyle olduğu gibi selamıyla da yetinilir. Selamdan sonra olduğunda ise, teşehhüde oturur ve selam verir. Bazı bilginler ise, sehiv secdesinde sadece teşehhüt bulunduğunu, selam olmayacağını kabul etmiştir. Bu görüş, Hakem, Hammad ve Nehaî görüşüdür. Bazı bilginler ise, sehiv secdesinde teşehhüt değil, selamın bulunduğunu kabul etmiştir. Bu ise, İbri Sîrîn’in görüşüdür. Bazı bilginler, dilerse teşehhüde oturur ve selam verir, dilerse bunu yapmaz demiştir. Bu görüş, Atâ’nın görüşüdür. Bazı bilginlere göre ise, unutan selamdan önce secde ederse teşehhüde oturmaz, selamdan sonra secde ederse teşehhüde oturur. Bu ise, İbn Hanbelin görüşüdür.
İbn Münzir şöyle der: ‘Hz. Peygamberin sehiv secdesinde dört tekbir getirdiği ve sonra selam verdiği rivayet edilir. Teşehhüde oturmak hususunda ise, görüş ayrılığı vardır.’
—————————————-
FASIL İÇİNDE VASIL
İmamın Unutması Karşısında Cemaatin
‘Subhânallah’ Demesi veya Parmak Çıtlatmak
Bazı bilginler, böyle bir durumda hem erkeğin ve hem de kadınların ‘subhânallah’ demesi gerektiğini belirtmiş; bazı bilginler ise erkekler ‘subhânallah’ derken kadınlar ‘parmak çıtlatır’ demiştir. Bu konudaki hadis nedeniyle ben de bu görüşteyim.
Batınî yorum:
İnsan olmayı dikkate alan kişi, kadınları erkeklere katar. Nitekim Hz. Peygamber yetkinlikte kadınları erkeklere katmıştır. Erkeklik ve dişiliği dikkate alıp ‘Erkeklerin kadınlar üzerinde bir derecesi vardır.’ ayetim göz önünde bulundurarak erkekliği kadınlığa baskın kılan ise, kadın ve erkeği ayırt ederek ‘subhânallah’ demeyi erkeklere, ‘el çırpmayı’ kadınlara özgü sayar. Kadının konuşması, doğal olarak şehveti depreştirir. Özellikle kadın narin ve zarif konuşabilir, erkek de konuşalım kadın olduğunu hayal eder, bir de kalbinde hastalık varsa şehvet depreşir. Şari kadınlara ince konuşmayı yasaklamış ve şöyle buyurmuştur: ‘Sözü ince söylemeyin, kalbinde hastalık bulunan kişi tamah eder.‘ Bu ayette, kadınların erkeklerle özel bir şekilde konuşabileceği belirtilir.
Namaz kılan kişi, Rabbiyle konuşmaktadır. Kadın ‘subhanallah’ derse, erkeğin doğal bir şekilde hayalinde kadına yöneleceğinden korkulur. Erkek, kadın el çırparken güvende değilken, konuştuğunda nasıl olabilir ki- Arif ise, burada (Rabbiyle) konuşurken Hakkın karşısındaki haline göre hareket eder: Hak ile aklıyla konuşabileceği gibi nefsiyle ya da doğasıyla da konuşabilir. Kul ise gücüne göre hareket eder. Sağlıklı ve güçlü ise, konuşmanın (hangi güçle) gerçekkşeceğini önemsemez. Bu durumda erkek ve kadın ona göre birdir. Nefsinde (beşeri) varlığından ve hastalık bulunduğunu bilirse, bunlardan kurtulana kadar aklı ile nefsini ayırır. Allah ehli, nefislerine böyle bakar.
——————————
FASIL İÇİNDE VASIL
Fecir Namazındaki Okumanın (Kıraat) Niteliği
Bazı bilginler, fecir namazında gizli okumanın müstehap olduğunu, bazı bilginler ise açıktan okumanın müstehap olduğunu, bazı bilginler ise, insanın bu konuda serbest olduğunu söylemiştir. Benim görüşüm, bu konuda bağlayıcı bir nas olmadığına göre, duyulmayacak şekilde insanın duyacağı tarzda okumanın uygun olduğudur. Bu ise, namazın vaktine uygun olarak, açıktan okumakla gizli okumak arasındaki bir durumdur. Sabah namazının vakti, geceyle gündüz arasında ara bir vakittir: Bu vakit ne gecedir ki açıktan okunsun; ne de gündüzdür ki gizli okunsun. Sabah namazının farzında açık okumayı bildiren bir nas olmasaydı, onun hükmü de hiç kuşkusuz böyle olurdu.
Evet! Akşam namazı, bir yönden gece olduğu için bir yönden de gündüz olduğu için açıktan okumak ile gizli okumayı kendinde birleştirmiş, böylelikle onun vakti uyuyana benzemiştir. Uyuyan, ara (berzahî) bir mertebede bulunur. Uyurken (rüyasında) bağırtılar, çığlıklar ve büyük olaylar görür, yanında duran ise onun ne gördüğünün farkında bile olamaz. Vakte böyle bir okumayla karşılık vermek, daha uygun ve yerindedir. Bunun yanı sıra namaz kılan, (nafile) farzdan ayrışsın diye böyle bir okuma tarzıyla fecir namazıyla sabah namazındaki okumayı ayırır. Mertebeleri ayırt etmek ve eşyadaki kuşkuyu ortadan kaldırmak hikmetin bir gereğidir. Bununla birlikte, bana göre namaz kılan kişi bu konuda serbesttir.
VASIL
Batınî Yorum
Fecir namazında açıktan okumayı kabul eden kimse, onu gece namazına katmış demektir. Çünkü gece namazı -şeriatta değil- örfe göre güneş doğmadıkça kılınabilir. Gizli okumayı kabul eden ise, fecri gündüzden saymış demektir. Bu esnada, oruç tutan insanın orucu bozan işlerden uzak kalması farzdır. Bu durumu akşam namazında dikkate almış ve onu gece diye isimlendirmiştir. Çünkü Allah orucu geceye kudur tumumluyınız.’ demiştir. Şeriat, iki ayrı vakitte veya iki ayrı bakımdan tek bir anlamı iki şekilde yorumlayabilir. Bu, onun yetkisi dahilindedir. ‘Ateş tutuştuğunda.’’ ayetinin yorumu hakkında, sözgelimi, sabahın aydınlanmasının kast edildiği söylenir. Bu durum Arapça’da bilinen bir şeydir. ‘Ocak tutuşunca’, kulun fecrin iki rekâtında olması uygun değildir. Nitekim Allah şöyle buyurur: ‘Sesler Rahman için kesilir ve sadece bir fısıltı duyulur.’
Fecrin doğumu, maişet teminini (sağlayan) Rahmani bir tecelli olduğu gibi gecenin doğumu da dinlenmek için Rahman’dan kaynaklanan bir tecellidir. Allah şöyle der: ‘Geceyi ve gündüzü sizin için yaratması Allah’ın rahmetindendir. Gece dinlenir gündüzde ise Allah’ın ihsanını ararsınız.’ Gündüz, çoğunlukla geçim, hayatı sürdürmek, insanların ihtiyaçlarını karşılamak, emirleri uygulamak, sanatları ortaya çıkarmak, yapılmış şeyleri düzenlemek, onları güzelleştirmek için vb. konularda hareket ve çalışmayı gerektirir. Öyleyse gündüz, bu âleme dönük Rahmani bir tecellidir. Bu nedenle, fecir namazının iki rekâtında insanın duyabileceği şekilde gizli okumayı müstehap saydık. Başka bir ifadeyle, Allah karşısında korku ve O’nun karşısında göstermek gereken saygının gereği olarak kısık bir sesle okunur.
(Bu âleme dönük Rahmanı) Bu tecelli gerçekleştiği esnada sabah namazında açık okumak ise, Allah kelamıyla bir farz olarak emredilmiştir. (Batınî anlamıyla böyle bir insan) Allah’ın emrinden konuşan kişidir. Kendisine farz kılındığı şekilde, kaşıdı olarak terk ettiğinde günahkâr olur. Allah zikrettiğimiz tecellide bu farzla ilgili olarak şöyle der: ‘0 gün Cebrail ve melekler saf tutar: Sadece Rahman’ın izin verdiği konuşur o da doğruyu söyler.’ Böylece, ayette ‘izin’ zikredilmiş ve açıktan okumak belirtilmiştir. Nafilenin ise, bu tecellide böyle bir derecesi yoktur. Dolayısıyla, nafilede ancak kısık sesle okunabilir. Böylelikle emredilmiş olan ile isteğe bağlı yapılan arasındaki fark gerçekleşir. Allah doğru yola ulaştırandır!
———————————————–
FASIL İÇİNDE VASIL
Ramazan Ayı Namazı
Hz. Peygamberin şöyle buyurduğu rivayet edilir: ‘inanarak ve sevabını Allah’tan umarak Ramazan ayını geçirenin geçmiş günahları affedilir.’ Ramazan’ın namazı teşvik edilmiştir ve ‘teravih’ diye isimlendirilmiştir. Başka bir adı ise, ikişer rekâtlarla kılındığı için ‘işfa’ (çiftleme)’ namazıdır. Bilginler, Ramazan’da insanların kılacakları rekâtların sayısı hakkında görüş ayrılığına düşmüştür: Acaba en uygun sayı hangisidir? Çünkü bu konuda kesin bir ifade yoktur. Bazı bilginler, vitir namazının dışında yirmi rekâtı benimsemiş, bazı bilginler ise otuz altı rekâtı uygun görmüştür. Vitir de üç rekâttır. İlk neslin benimsemiş olduğu bu düşünce, geçmiş uygulamadır. Benim bu konudaki görüşüm, bir sınırlamanın olamayacağıdır.
Sınırlama olacaksa, o da Hz. Peygambere uymaktan kaynaklanır. Çünkü Hz. Peygamber’in ne Ramazanda ve ne başka bir zamanda on üç rekâta hiçbir şey eklemediği sabittir. Fakat Hz. Peygamber, namazı uzunca ve güzelce kılardı. İşte Ramazan nafilesini kılmak ile Peygamberin sünnetine uymayı birleştirmek için benim tercih ettiğim görüş budur. Hz. Peygamber şöyle buyurur: ‘Sizin için Allah’ın peygamberinde güzel örnek var dır.’
VASIL
Batınî Yorum
Ramazan Allah’ın isimlerinden biridir. Bu ayda nafile namaz kılmak, bu durumdan kaynaklanır. Çünkü geldiğinde, o isim için ayağa kalkmak zorunludur. Allah şöyle buyurur: ‘0 gün insanlar âlemlerin rab- binin karşısında ayağa kalkar.’ Ramazan ise, Allah’ın bir ismidir. Arif, bu mübarek aya tahsis edilmiş isme hürmet için teravih namazı kılar. Arif, teravih kılarken bunu düşünür.
Bunun yanı sıra, Hakkın sadece bu aya özgü bir hükmü vardır. O da, Allah’ın kullarına orucu farz kılmasıdır. Oruç, insanın yemekten, içmekten cinsel ilişkiden ve dedikodudan uzak durmasını sağlayan ‘samedanî (hiçbir şeye muhtaç olmamak)’ bir niteliktir. Bunlar, kulun kendileriyle oruçluyken nitelendiği ilahi niteliklerdir. Gece olduğunda ise, kul gündüz nitelendiği özellikleriyle Hakkın önünde ayağa kalkar. Yoksul ve beslenen bir kul olduğunu anlayıp gündüzün uzak durduğu şeylerden gerçek anlamda uzak durmadığım öğrenmesi için iftar vaktinde teravih kılması kula emredildi.
Bu nitelikler, Allah’ın doğanın hükmünden münezzeh olması gibi nitelikleriyle ahlaklanırken dikkatini çekmek üzere kula geçici olarak ilişmiştir. Bu nedenle kutsi bir hadiste Allah, insanoğlunun her ameli kendisine ait iken orucun kendisine ait olduğunu bildirmiştir. Adeta Allah şöyle der: Ey kulum! Yemekten, içmekten ve cinsel ilişkiden uzak durmak -sana değil- bana ait bir özelliktir. Çünkü ben, kendi başına var olanım. Varlığımı koruyacak bir koruyucuya muhtaç değilim. Sen ise, varlığım koruyacak bir koruyucuya muhtaçsın. O da benim.
Bunun için senin adına gıdayı yarattım, seni ona muhtaç yaptım. Bunun amacı, muhtaç olduğun kesinleşsin diye, varlığının koruyucusunun ben olduğuma dikkatini çekmektir. Muhtaç olmana rağmen taşkınlık yaptın, zorbalaştın, büyüklendin ve böbürlendin. Hemcinslerine ‘Ben sizin en büyük rabbinizim, sizin için benden başka bir Rab tanımıyorum’ dedin. Ben, ben, ben! Bunu iddia ederken acıkmak, susamak, küçük-büyük abdest yapmak, sıcaklık, soğukluk ve geçici acılarla üzülmekle rezil olmaktan utanmadın. Ey Ademoğlu! Sana üç bela veriyorum: Yoksunluk, hastalık ve ölüm. Bununla beraber sen, metanetlisin!
Öyleyse Ramazan ayında namaz kılmak, Allah’ta namaz kılmak demektir. Zarfı Allah olan kişi, O’nun her şeyi ihata ettiğini bilmelidir. Zarf olmak bu demektir. Dolayısıyla, kimsenin O’nun dışında kalması mümkün değildir. O’nun Ramazan içinde seni ihata etmesi, zorunlu kulluğunda senin adına bir farz belirlemesi yönüyle şereflendirme ve tenzih anlamı taşır. Bu farzın nedeni, sana ait olan değil, kendisine yaraşan bir şeyle nitelenmeni sağlamaktır. O da, ömrünün yarışına takip eden gün boyunca beslenmekten ve kadınlarla cinsel ilişkiden uzak durmaktır. Sonra geceye ulaşarak, beslenme ve cinsel ilişkiden münezzeh Rabliğinden yaratılışın gereği olan kulluğa dönersin. Bunların hepsi Ramazan’dır.
Ramazan içindeki durumun ‘Namazı kendimle kulum arasında böldüm, yarısı benim, yarısı kullunundur’ ifadesinde belirtildiği gibi namazdaki durumun gibidir.
Allah Ramazan’ı da kuluyla kendisi arasında ikiye bölmüştür. Yarısı Allah’a aittir. Bu durum ‘Oruç benim içindir’ ifadesinde belirtilir. Sözü edilen, gündüzdür. Diğer yarım ise kula aittir. O da oruç yasağının kalktığı gece vaktidir. Hz. Peygamber, namaz hakkında şöyle der: ‘Namaz nurdur.’ Oruç hakkında da ‘Oruç aydınlıktır’ buyurur. Aydınlık, nur demektir. Allah ‘Güneşi ziya yapmıştır’ buyurduğu gibi başka bir ayette ‘Güneşi bir lamba (sirac) yapmıştır’ der. Aradaki bu benzerlik nedeniyle Ramazan gecesinde namaz kılmak gerekmiş, (kul ile Allah arasında gerçekleşen) bölünme ve (her ikisinin) ışık olmada oruç ile namaz arasındaki ilişki nedeniyle teşvik edilmiştir. Namazıyla birlikte orucun gecesi orucuyla birlikte gündüz gibidir. Böylece gündüz vasıtasıyla onunla birleşir, geceyle ise, O birlenir. Nitekim bir mısrada şöyle dedik:
Niyetlerimiz doğru olduğunda
Sırlarda bir oluruz
Azimet, niyet demek olduğu gibi geceden niyet etmek orucun şartidir. Biz oruçuyken Hak ile beraberiz.
———————–
VASIL
Yağmur Duasında Namaz Kılmanın Batınî Yorumu
Allah, namazda duayı ‘ bizi dosdoğru yola ilet’ ayetiyle farz kıldı. Yağmur duası, özel bir dua olduğu için Allah onun özel bir konuşma ve yakarışla olmasını dilemiştir. İnsan bu yakarışta dosdoğru yola olan hidayetten kendi manevi kısmını elde etmek için dua eder. Bu yol, Allah’ın hidayet ettiği peygamberlerin yoludur. Bundan sonra ise, herkesi içeren maddi rızkı istemek için yağmur duası yapılır. Söz konusu rızkta tüm canlılar, itaatkâr, günahkâr, mutlu ve bedbaht bütün insanlar ortaktır. Bu nedenle kul, tecelli kapışım çalmak ve Allah katında zînet (süs) olan bir konuda duasının kabulü için namazla başlar. Rızık talebi, Allah müminin inayetiyle kafiri, itaatkârın inayetiyle günahkârı rızıklandırması için namazın ardından gelir. Bu nedenle yağmur duasında namaz emredilmiştir.
Zorunlu kulluktan önce yapılan gönüllü kulluk, bir hazırlanma, bilinçlenme, algı organını süslemek ve hazırlamak hedefi taşır. Zorunlu kulluktan sonra yapılan gönüllü kulluk (farzdan sonra nafile) ise, şükür, sevinç ve zorunlu kulluğun gerçekleşmesiyle sevinmek niyeti taşır. Öyleyse birincisi farzdan önceki nafileye, İkincisi ise farzı yerine getirdikten sonra nafileye benzer. Hz. Peygamber geçmiş ve gelecek bütün günahlarının affedilmesiyle müjdelendiği halde ayakları şişinceye kadar nafile namaz kılardı. Sebebi sorulduğunda şöyle derdi: ‘Şükreden bir kul olmayayım mı?’ Şükür, farkına varılmayan bir ibadettir. Bu nedenle bir ayette ‘Kullarından şükredenler azdır.’ buyrulur, insanlar nimetler karşılığında herhangi bir güçlük içermeyen ‘Allah’a hamd olsun, Allah’a şükrolsun’ gibi sözleri söyler. Allah ehli ise, bu gibi sözlere bedenlerle amel yapmayı ve himmetlerle yönelmeyi ekler. Allah şöyle buyurur: ‘Ey Davud ailesi şükür yapınız!’ Hâlbuki burada (Allah’a hamd olsun) ‘deyiniz’ demedi. Muhammed ümmeti ise, bu niteliğe bütün ümmetlerden daha layıktır. Çünkü onlar ‘bütün insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmettir.’
———————
Açıktan Okumanın Batınî Yorumu
Namaz kılan kişi, ardındakilerin duymasını sağlayıp dinledikleri Kur’an-ı Kerîm vasıtasıyla vesveselere engel olmak için ayetleri açıktan okur. Çünkü onlar Kur’an-ı Kerîm’i dinlerken ayetlerini derinden düşünür, ayetlerin anlamlarını tefekkür ederek kendilerini vesveselerden alıkoyar, ayetleri dinledikleri için sevap kazanırlar. Onların imamın okuyuşunu güzelce dinlemeleri, yağmur yağmasını sağlayan sebeplerden birisi olabilir. Çünkü onlar, ‘Kur’an-ı Kerîm okunduğunda onu din leyin ve susun, umulur ki merhamet edilirsiniz’ ayetinde belirtilen Allah’ın emrine uyarak bir farzı yerine getirmişlerdir. Yağmur da, Allah’ın rahmetindendir. Onların bu duaya çıkmalarının yegâne nedeni, Allah’tan yağmur istemektir. Allah ise, Kur’an-ı Kerîm’i dinleyene onu taahhüt, etmiştir. Çünkü Allah’tan bir şey ummak için yapılan davranışların hükmü, farzın hükmü gibidir. İmam ise, bir topluluk içinde -cemaat- namaz ve duasında açıktan Rabbini zikreder. Allah da imamı o cemaatten daha hayırlı bir topluluk içinde zikreder. O topluluk içinde imam ve cemaatin amaç edindikleri bir ihtiyacın karşılanması için Allah’a dua eden birisi bulunabilir. Böylece o meleğin duasıyla yağmur yağar.
Çünkü melekler şöyle der: ‘Rabbimiz Her şeyi bilgin ve rahmetinle kuşattın.’ Burada, kulların ihtiyacı ve Allah karşısında saygının gereği olarak, rahmet bilgiden önce gelmiştir. Çünkü Allah ihsanında rahmeti bilgiye öncelemiş ve şöyle demiştir: ‘Ona katımızdan bir rahmet verdik ve bir bilgi öğrettik.’ Allah’ın kuluna şöyle söylediği rivayet edilir: ‘Bana kendisiyle asi olmadığın bir dille dua et.’ Söz konusu olan, benim gibi asilerin dilidir. Allah’a emrettiği işte isyan etmeyen ve emredileni yapan meleklerin diliyle dua edilince nasıl olur? Öyleyse yağmur duası için kılınan namazda okumanın açıktan yapılması daha uygundur. Çünkü Hz. Peygamber, yağmur duası namazında açıktan okurdu.
————————————
VASIL
Bu Bölümde Duanın Batınî Yorumu
‘Dua, ibadetin özüdür.’ Organlar, (yemekteki) öz sayesinde güç kazandığı gibi aynı şekilde dua da ibadetin özüdür. Kulların ibadeti de dua sayesinde güçlenir, çünkü o ibadetin özüdür. ‘Allah’a ibadet etmekten yüz çevirenler.’ Burada ibadet, duanın ta kendisidir. ‘Onlar cehenneme gideceklerdir.’ Bu ise, Allah’tan uzaklıktır. Çünkü cehennem, dibinin derinliği nedeniyle böyle isimlendirildi.
VASIL
Duada Elleri Kaldırmanın Batınî Yorumu
Eller, tutma ve verme organıdır. Onlar ile alınır ve onlar ile verilir. Aldıkları şeyi tutmak ellere ait bir özellik olduğu gibi vererek açılmak da onların özelliğidir. Kul ellerini açarak kaldırır ve Allah’tan istediği nimetleri ellerine koymasını ister. Ellerini kaldırır ve içlerini yere döndürürse, onları yüksekliği görerek kaldırmıştır. Yükseklik Rabbimin ellerine ait bir özelliktir. Çünkü onlar, ‘üstün olan eldir.’O’nun iki eli de açıktır, dilediği gibi infak eder.’ Dua eden kişi, ellerinin içini yağmur duasında yere çevirir. Bunun anlamı, ‘elindeki iyilik ve bereketi bize indir, bu sayede yoksulluğumuz ve ihtiyacımız kaybolur’ demektir.
Bu ve benzeri şeyler, yağmur duası namazının ve onu yapanların hallerinin yorumudur. Namazın iki rekât olması ise, ‘size zahir ve batında nimetlerini verir.’ ayetine işaret eder. Birinci rekât, zahir nimet içindir ve onunla görünür gedikler kapanır, ikinci rekât ise, batini nimet içindir. Onda ise, kalplerin ve ruhların gıdası olan bilgiler, marifetler ve tecelli istenir. Öyleyse el, nimet demektir.
————————
Surede Hz. İbrahim’in ‘Ben Rahman’dan bir azabın sana temas etmesinden korkuyorum.’ ifadesinde azap Rahman ismine bitiştirilmiştir. Hâlbuki bu isim, dış anlamı bakımından azabı gerektirmez (diye iddia edilebilir). Bilmelisin ki, burada İbrahim, içinde bulunduğu durumda kendisiyle beraber “babası (kendi özel ismi)’ olan isme işaret etmişti. Çünkü İbrahim, hiç kuşkusuz, içinde ve üzerinde bulunduğu iyilik, afiyet, rızık ve sağlığın gerçekleşmesi nedeniyle her zaman Rahman ile beraberdi. Rahman isminin azapla birlikte geçmesinin diğer anlamı ise, doktorun hastalık sahibine merhamet etmesine benzer. Doktor, kangren olmuş organı keserek bir yandan hastaya acır, öte yandan ona merhamet eder. Bu bağlamda dünyada sınırları koymak, insanların ahiret hayatındaki temizliklerinin nedeni olsun diye, Allah’ın hikmetindendir.
——————————
”Allah bu secde hakkında şöyle der: ‘Onun ayetlerinden birisi…’ Burada zamir, Allah’a döner. ‘Gece ve gündüzdür.’ Bunlar, güneşten meydana gelse bile güneşin ayetleri değil. Benim ayetlerimdendir. Sonra şöyle der: ‘Güneş ve ay’ Burada Allah, gecenin ayetini sildiğini insanlara bildirir. Gecenin ayeti, aydır. Dolayısıyla onun ışığı, ancak geceleyin göründüğü gibi ışığı da ödünçtür, çünkü aynı ışığı güneşin ışığının yansımasıdır. Ay ise, güneş için bir ayna gibidir. Öyleyse, aynı sana verdiği ışık güneşe aittir ve o sadece bir ulaştırıcıdır. Çünkü ay, sönüktür. Allah gündüzün ayetini ise, aydınlık yapmıştır. Başka bir ifadeyle, onun ışığını göz için görünür yapmıştır. Bu doğum ve batmayı ise, senenin mevsimlerini öğrensin diye, güneşle hesap yapan kimseler adına belirledik. Zamanı ayla hesaplayan ise, senelerin sayısını ve hesabını öğrenir. Allah, hilal hakkında şöyle der: ‘De ki, onlar insanlar ve hac için vakitlerdir.’ Allah insanlara şöyle der: Güneşe ve ibadete bu nedenle tapıyorsanız, hiç kuşkusuz, biz (güneşle ortaya çıkan) bu ayetleri (güneşe değil) kendimize delil olarak yarattık. Siz de (güneşe değil), ‘hepsini yaratan Allah’a secde edin.’
Allah güneşi, ayı, geceyi ve gündüzü tek bir zamirde toplamış ve dişiliği erkekliğe hâkim (halaka-hünne, dişi zamir) kılmıştır. Çünkü gece, gündüz, güneş ve ay etkin değil, edilgendir. Bu ise, düşünen kimseler için, açık bir benzetmedir.
———————————————
FASIL İÇİNDE VASIL
Tilâvet Secdesinin Vakti
Bazı bilginler, namaz kılınmayan vakitlerde secde edilemeyeceğini kabul etmiş, bir grup ise güneş batmaya ya da doğmaya yaklaşmadığı sürece ikindi ve sabah namazlarından sonra secde edilebileceğini kabul etmiştir. Benim görüşüm, her vakitte secde edilebileceğidir. Çünkü yasak olan, o vakitlerde namaz kılmaktır. Namazın dışındaki secde ise, hüküm bakımından namazdan sayılmaz. Nitekim Fatiha suresi de her vakitte okunur, fakat namazda okunması namazın bir parçasıdır.
VASIL
Batınî Yorum
Secde, marifet ve tenzih yakınlığı demektir, insan secde ederek İlahin hak ettiği yükseklik ve yaratıkların niteliklerinden üstünlük özellikleriyle kendini tenzih eder. Böyle bir şey ise, belirli bir vakitle sınırlanamaz. Bilakis Allah her vakitte yüceltilebilir ve tenzih edilebilir. Nitekim kul, yüce kitabım okuyarak, her vakitte Rabbiyle konuşabilir. Böyle yaptığında övülür ve Allah katında ödül alır.
———————————–
Ezan okunmaksızın ya da kamet getirilmeksizin bayram namazlarını kılmak, sünnettir. Onlar sevinç günleridir. Ramazan bayramında insan orucu açmakla sevinir, Rabbine kavuşmak için namazla acele eder. Çünkü namaz kılan kişi Rabbiyle konuşur. Hz. Peygamber şöyle der: ‘Oruç tutanın iki sevinci vardır: Birincisi orucunu açtığındaki, İkincisi ise Rabbine kavuştuğundaki sevincidir.’ Şari, iki sevincin gerçekleşmesini hızlandırmış ve Ramazan bayramı namazını belirlemiştir. O gün, orucunu açarken zorunlu kulluktaki farzların ücreti gibi ücret alsın diye kula oruç tutmak yasaklanmıştır. Böylece alacağı sevap çok büyük olur. Oruçlu için kurban bayramı da, tıpkı Ramazan bayramı gibi, Arefe günü oruç tutanın orucu bozma bayramıdır. Çünkü bu oruç, Arefe günün dışında teşvik edilmiş bir oruçtur. Farzlar m sevabım alabilmek için, Kurban günü oruç tutmak da yasaktır. Çünkü farzların sevabı, en büyük sevaptır.
Bayram süslenme, yeme, içme ve eğlenme gibi nefsanî durumlarla ve işlerle ilgilenme günü olduğu için, kuldan gününü Rabbiyle konuşacağı namazla açması istendi. Böylece bilhassa bayram günü Hacda olmayan kimseler, günün kalan kısmını koruyabilir. Çünkü bayram gününün ilk vaktindeki namaz, (günü bir namaz sayarsak) namaza niyetlenmek gibidir. Niyet namazı koruduğu gibi bayram günündeki namaz da niyetin yerine geçerken gün de namazın yerini alır. Namaz kılarken bir gaflet gerçekleştiğinde, niyet onu telâfi eder. Çünkü niyet, varsa, namaz tamdır. Dolayısıyla niyetin hükmü, namaz kılan kişi farkında olmasa bile, namaza yayılmıştır. Bayram günü içinde insandan meydana gelen eğlence, oynama ve sair mübah fiiller günün sonuna kadar namazının koruması kapsamındadır. Bu nedenle, ‘salatü’l-ıd (bayram namazı, dönüş namazı)’ diye isimlendirilmiştir. (Kelimenin kök anlamından hareket edersek) İd, insanın işlediği bütün fiillerin karşılığının kendisine dönmesi demektir. Bu mükâfat, niyet geçerli olduğu için, insan gafil olsa bile namazdaki haline göre verilir.
Bu nedenle, başlama tekbirine benzetilerek ve orucun vaciplik halinde oruç niyetinin karşılığı olsun diye, bayram günü oruç tutmak haramdır. İnsan orucunu açtığında, Ramazan ayında farz oruç tuttuğu gibi, farz işlemiş sayılır. O gün insanın işlediği bütün mübahlar, namazın sünnetleri gibidir; yaptığı bütün farzlar ve vacipler ise, namazın şartları gibidir. Dolayısıyla, kulun bayram gününde yaptığı her işteki durumu, namaz kılanın hali gibidir. Bu nedenle ‘‘îd namazı (tekrarlama, dönme, avdet etme namazı) diye isimlendirildi’ dedik. Yolumuzdan olmayan ve içtiğimizden içmeyenler ise şöyle derler: ‘Bayram namazının id diye isimlendirilmesinin sebebi, her sene tekrarlanmasıdır. Hâlbuki beş vakit namaz da her gün yinelenir ve ‘tekrar namazı’ diye isimlendirilmez. Bu yorum, bağlayıcı olmasa bile, söylene gelen bir görüştür. ‘Bayram namazı o günün süslenmeyle ilgili olması nedeniyle böyle isimlendirilmiştir’ denilirse, buna karşı şöyle yanıt veririz: Süslenme her namazda gereklidir. Çünkü Allah insan oğluna şöyle buyurur: ‘Her mescide girdiğinizde zînetinizi (süslerinizi) alınız.’ Orucu açmak farz bir ibadete dönüştüğü için îd diye isimlendirilmiştir. Mübah olan ise, vacibe dönmüştür.;
FASILLAR
Bilginlerin Çoğunluğunun Görüş Birliğine
Vardığı Hususlar
Bayram günü namaza gitmek için yıkanmak, bir görüş ayrılığı olmaksızın iyi görülmüştür. Ezan ve kametin okunmaması, sünnettir. Gerçi Ebu Amr b. Abdilber’in Esahhu’l-ekavil’de aktardığına göre Muaviye, ezan ve kamet okutmuştu. Sünnet olan, bayram günü namazının hutbeden önce kılınmasıdır. Osman b. Affan tersini yapmış, Abdulmelik b. Mervan da görüş ve içtihadıyla bunu benimsemiştir. Mervan, bu konudaki içtihadında Şari’nin hutbeden maksadının ne olduğuna dayanmıştır. Fakihler, bayram namazında okumanın bir sınırı olmadığında görüş birliğine varmıştır. Bununla beraber, birinci rekâtta A’la (Sebbih isme rabbike’l-a’la), ikinci rekâtta ise Ğaşiye suresinin okunması müstehaptır. Aynı şekilde, Hz. Peygambere uyarak, birinci rekâtta Hac, ikinci rekâtta Kamer suresinin okunması müstehaptır.
VASIL
Batınî Yorum
Yıkanmak, genel temizlik ve taharet demektir. Yıkanmak ise neza- fet demektir. Kişi dışına ve içine en güzel kıyafeti giymelidir. Dışındaki kıyafet elbise, içindeki kıyafet ise takva elbisesidir. Takva ile kastedilen ise, insanın sayesinde avret mahallini açılmaktan koruyabileceği ya da sıcaklık ve soğuktan korunacağı şeydir. O ise, kıyafet türünün en hayırlısıdır. Küçük-büyük herkes bayram günü namaza gitmek ister ve namaza gideceklere yönelik bir hatırlatma belirlenmemiştir. Bu nedenle, ezan ve kametin hükmü düşmüştür. Çünkü onlar, gafilleri uyarmak için birer ilandır. Hâlbuki burada hazırlanma gerçekleşmiştir. Kalbin Allah karşısındaki huzuru ise, meleğin ilhamına gerek bırakmaz. Meleğin ilhamı, ezan ve kamet okumak gibidir. Muaviye’nin yaptığı uygulama, ender olanı gözeterek gafili uyarmak amacı taşır. Çünkü gafil insan, oynamak ve dolaşmayı gördüğünde namazdan gafil kalabilir. Hz. Peygamberin devrinde nefisler, onu görmeye arzulu ve onun huzurunda bulunmaktan haz alıyordu.
Peygamber, imamdı, dolayısıyla, o gündeki herhangi bir iş sahabeyi peygambere gitmekten alıkoymazdı. Bundan dolayı, peygamber ezan ya da kamet okunmasını gerekli görmemişti.
Namazın hutbeden önce kılınmasına gelirsek, çünkü kul namazda Rabbiyle konuşurken hutbede ise, Hak ile konuşmasında kendisine indirilen hatırlatmayı insanlara tebliğ eder. Bu nedenle, namazın hutbeden önce olması daha uygundur ve böyle yapmak sünnettir. Osman b. Affan, insanların namazı bitirip ayrıldıklarım ve hutbeyi dinlemediklerini görmüş. Bu durumu dikkate alarak, hutbeyi namazdan önceye almış ve bayram namazını Cuma namazına benzetmiştir. Çünkü Osman, Şari’nin hutbedeki amacının bulunanların dinlemesini sağlamak olduğunu; insanlar ayrıldığında ise hükme bağlanmış hutbenin gerçekleşemeyeceğini biliyordu. Cemaatin dinleme sevabını alması için hutbeyi namazın önüne almıştı.
Osman b. Affan Hz. Peygamberden bunun tersini öğrenseydi, öyle yapmaz ve öyle bir içtihatta bulunmazdı. Hz. Peygamber’den onun yaptığını engelleyecek bir davranış çıkmamıştı. Karineyi kabul edenlere göre, hal karinesinin hükümlerde bir etkisi vardır. Hal karinesi ise, bakana göre değişir. Hz. Peygamber şöyle buyurur: ‘Benim oruç tuttuğumu gördüğünüz gibi oruç tutun.’ Hac için de şöyle der: ‘Haccın uygulamalarım benden öğrenin.’ Hz. Peygamber hutbe ve bayram namazı arasındaki ilişkiyi haccı ve namazı gözettiği gibi gözetseydi, hac ve namaz hakkında konuştuğu gibi onlar hakkında da konuşurdu. Hz. Peygamberin katibi, kayın biraderi ve müminlerin dayısı olan Muaviye’nin yaptığı da böyledir. Sahabeye karşı iyi zanda bulunmak güzel bir davranıştır. Allah hepsinden razı olsun! Onları eleştirme hakkımız yoktur. Sahabeler birbirleri hakkında konuşmuşsa, bu onlara kalmıştır. Onların arasındaki görüş ayrılıklarına karışmak bize düşmez. Sahabe bilgi ve içtihat ehlidir, nübüvvet döneminin neslidir. Yanılsalar da yanılmasalar da onlar, içtihat yoluyla verdikleri her kararda sevap alır.
Okunacak surenin belirlenmesine gelirsek, Hz. Peygamberin bu konuda herhangi bir sözü yoktur. Bununla beraber, tek kişinin rivayeti olarak bize aktarıldığına göre, bazı bayramlarda belli sureler okumuştur. Kimsenin inkâr edemeyeceği bir sayıdaki insanın rivayetiyle bize gelen Kur’an-ı Kerim’de ise ‘Kuran’dan kolayınıza gelen şeyi okuyun’ ve ‘Allah kimseyi yapabileceğinin dışında sorumlu tutmaz’gibi ayetlerle bir sınırlamanın bulunmadığı kesindir. Ayette (kolay derken) kastedilen, namaz kılanın namazda hatırladığı surelerdir. Kur’an-ı Kerimin hepsi hoştur ve onu okuyan kendi sözüyle Rabbiyle konuşur. Peygamberden aktarılan bir sureyi okuyup böylece kolay gelen ile peygamberin davranışını birleştirmek müstehaptır, çünkü Hz. Peygambere uymak, bize emredilmiştir. Ama namazda onun okuduğu sureleri okumak, farz ya da sünnet değildir.
—————————————
FASIL İÇİNDE VASIL
Bayram Namazlarında Tekbir
Bazı âlimler, birinci rekâtta başlama tekbirinden sonra ve okumadan önce yedi tekbir alınacağını söylemiştir. Bir görüşe göre ise, başlama tekbiriyle birlikte ikinci rekâtta, ikinci rekâta kalkma tekbirinden sonra beş tekbir getirilir. Bazı âlimlere göre ise, birinci rekâtta okumadan önce ve başlama tekbirinden sonra üç tekbir; ikinci rekâtta ise okumadan sonra üç tekbir getirilir. Sonra, rükuya gitmek için tekbir getirilir. Ebu Bekir İbrahim el-Münzir tekbir hakkında on iki görüş aktarmıştır.
VASIL
Batını Yorum
Bayram namazlarında bilinen tekbire tekbir ilavesi, bayram isminin verdiği ilave bir duruma imkân verir. Çünkü bu isim, dönmek anlamından gelir. Bu nedenle tekbir tekrarlanır, çünkü namaz, tekrar namazıdır. Bu nedenle Haldun büyüklüğü, konuşma yerleşik ve pekiştirilmiş bir büyültmeden meydana gelsin diye okumadan önce yinelenir. Çünkü tekrar, bir şeyi sabitlemek için pekiştirmek demektir. Bu yorumda bayram namazının adı dikkate alınmıştır. Çünkü isimlerin büyük bir etkisi ve mertebesi vardır. Nitekim Adem’in meleklerden üstün olması, isimler sayesinde gerçekleşmişti.
Bayram (îd, tekrar, avdet) adı, tekbirin yenileneceğini bildirir. Çünkü bu mertebede hüküm o isme aittir. Okumadan sonra tekbirin tekrarlanması, bu görüşteki bilginlere göre, bayram namazında rükunun bulunmasından kaynaklanır. Bunun sebebi şudur: Bayram sevinç, süslenme ve neşe günüdür ve o günde nefisler hazlarını elde etme peşine düşmüştür. Şeriatın bayram günü oruç tutmayı yasaklayıp insanların oyun ve eğlence yapmalarını hükme bağlaması, bu durumu destekler. Bayram günü Habeşliler Hz. Peygamberin mescidinde oyunlar oynamış, Peygamber de Hz. Aişe arkasında olduğu halde durup onları seyretmişti. Yine, bayram günü Hz. Peygamberin evine iki şarkıcı kadın girmiş, şarkı söylemişler ve Hz. Peygamber de onları dinlemişti. Hz. Ebu Bekir içeri girdiğinde onlara müdahale etmek istemiş, peygamber ise ‘Bırak onları Ebu Bekir! Bu gün bayram günüdür’ demişti. Bayram günü nefsin haz alma günü olduğu için, Allah namazda tekbirin artmasını istemiştir. Böylece, kullarının kalplerine Hakka yaraşan büyüklük ve yücelik yerleşir. Çünkü nefislerin hazları, gün boyunca insanları farzları yerine getirmekten alıkoyarak, Allah’ın hakkına riayetten uzaklaştırabilir. Kastedilen öğle, ikindi ve diğer namazlardır. Allah şöyle buyurur: ‘Allah’ı zikretmek ise daha büyüktür.’ Yani, hüküm bakmamdan daha büyüktür.
Bayram namazında üç tekbir olduğunu kabul edenler, üç âlemden dolayı bunu kabul etmiştir: Her rekâtta her âlemin bir tekbiri vardır. Tekbiri yedi kabul edenler ise, Allah’ın niteliklerini dikkate almıştır. Böylece her sıfat için bir kere tekbir getirilir. Çünkü kul, Hakkın kendisini nitelediği yedi sıfatla nitelenmiştir. Bu sıfatların Hak ile ilişkisi kulla ilişkisi gibi olsun diye, tekbir getirilir. Kul ‘Allah en büyüktür‘, yani her nitelikte en büyük olandır’ der. Bayram namazında beş kez tekbir getirmeyi kabul eden ise, zata ve dört sıfata bakmıştır. Bu dört sıfat, kendileriyle nitelenmek için âlemin Allah’tan muhtaç olduğu nitelikler iken aynı zamanda onlar sayesinde Allah, ilah olur. Böylece insan, birinci tekbirle Hakkın zan için ‘O’nun benzeri yoktur’ niyetiyle tekbir getirir. Diğer dört tekbirle ise, ilişkide benzerlik olmayacak şekilde yedi nitelikte getirdiği gibi tekbir getirir.
Tekbirde elleri kaldırmak, kendimizle ilişkilendirdiğimiz şeylerin hiç birinin bize ait olmadığı anlamına gelir. Ellerini kaldırmayan ve başlama tekbirinde onları kaldırmakla yetinen ise, namazın dinginlik için emredildiğini düşünmüştür. Bu nedenle ellerini kaldırmaz. Çünkü hareket genellikle şaşırtır. Namaz kılan kişi, özellikle zikir ve tekbirde dağılır, düşüncesini ellerine verip onları kaldıramaz, düşüncesi bölünür. Öyleyse, her arif belirli bir işe riayet etmiş, Hakkın kendisine düşündürdüğü şeye göre amel etmiştir.
——————————-
VASIL
(Ölüye Telkin)
Üzerimizdeki yükümlülüklerden birisi, ölüye telkin vermektir. Ölüye telkin, ölüm anında yapılır. Çünkü korku fazladır, bulunulan durum çok ciddidir. Bu vakit, can çekişen insanın gözünden perde kaldırıldığında gördükleriyle sınandığı ‘hayat fitnesi’ vaktidir. Can çekişen kişi, orada bulunanların göremediği şeyleri görür ve daha önceki bilgileri kendilerini tanıdığı suretlerde ona görünür. Gerçekte onlar, en güzel şekilde ve en güzel biçimde suredenmiş şeytanlardır. Şeytanlar, can çekişen kişiye bu güzel hallere ancak Allah’a şirk koşarak ölmekle ulaştıklarını bildirir. Bu durumda, onun yanında bulunan müminlerin can çekişene tevhidi telkin etmeleri, kendisini uyarmak için bu fitnenin suretini ona bildirmeleri gerekir. Bu sayede mümin, müslüman ve birleyen olarak ölür. Çünkü can çekişen kişi, tevhit lafzım söylediğinde ve onu söylerken dili döndüğünde veya hatırlamakla nuru kalbinde ortaya çıktığında, hiç kuşkusuz ki, rahmet melekleri onun işini üstlenir ve kendisine gelmiş bu şeytanî görüntüleri kovarlar.
Ölü, kabrine konulduğunda ve toprakla örtüldüğünde de, kabir sorgusundan dolayı kendisine telkin verilmesi gerekir. Çünkü iki meleğin görüntüsü korkunçtur. Bilhassa Allah’ın peygamberi hakkında sordukları sorular, saygıdan ve hürmetten yoksun bir ifadeyle gerçekleşir. Ölüye şöyle derler: ‘Bu adam hakkında ne dersin?’ Bu da, kendisinden Allah’a sığınılan ‘ölüm fitnesidir.’
Peygamberlerin ölüm fitnesinden Allah’a sığınmalarına gelirsek, çünkü onlara da kendilerine gönderilen kimse sorulacaktır ki, o da Cebrail’dir. Nitekim bize de Allah’ın peygamberi sorulacaktır. Böylelikle Allah’ın peygamberi, namazda teşehhüde oturduğunda ölüm ve hayatın fitnesinden Allah’a sığınırdı. Çünkü o, müminler gibi, peygamberlerin de ölüm anında sınanacaklarını biliyordu. Bu nedenle bu fitneden namazda Allah’a sığınmalarını müminlere emretti. Çünkü insan, namazda kendisine yakarırken Allah’a yakınlık makamında bulunur ve perdenin kalktığı bir durumla Allah’tan ister.
——————————-
VASIL
Cenaze sahiplerinin sorumlu olduğu müstehap işlerden biri, can çekişme halinde ölüyü kıbleye çevirmektir. Sırt üstü yatıyorsa, ayakları kıbleye çevrilir. Yan tarafına yatıyorsa, yüzü kıbleye çevrilir.
VASIL
Müstehap işlerden biri de, ölüyü defnederken ve onu kabrine götürürken acele etmektir. Çünkü ölü mutlu (mümin) ise, onu iyiliğine yetiştirirsiniz; bedbaht ise, omuzlarınızdan indireceğiniz bir kötülüktür o. Burada, mutluluk durumu söz konusu olduğunda ölü dikkate alındığı gibi onu taşıyan canlı da kötülüğün ondan uzaklaştırılması bakımından dikkate alınmıştır. Ölünün defin işleminin acele ettirilmesinin sebebi budur. Diğeri ise, taşıyandan dolayı acele edilmesidir. Acelenin yorumu şeriat tarafından böyle bildirilmiştir. Buradan, Allah’ın kullarını onlara kötülük ulaşsın diye sorumlu tutmadığı, yoksa iyilikten dolayı onları sorumlu tuttuğu bilinir. Şeriat bedbaht hakkında taşıyanım dikkate almış ve şöyle demiştir: ‘Cenazeyi hızla götürünüz. Çünkü o omuzlarınızdan indirmeniz gereken bir kötülüktür.’ Mutlunun taşınması hakkında ise ölüyü dikkate alarak şöyle demiştir: ‘Onu acele götürün. Çünkü acele götürülmesi onun adına bir iyiliktir.’ Şari’nin hükmü ne kadar incedir!
Üç durumun dışında acelenin şeytanın işi olduğu zikredilir. Bunlardan biri de ölünün hazırlanmasıdır. Hızla gömülme de bu hazırlanmanın bir parçasıdır. Mutlu ölü taşınırken adeta şöyle der: ‘Beni hızla götürünüz!’ Bedbaht olduğunda ise şöyle der: ‘Beni nereye götürüyorsunuz?’ İnsan ve cinlerin dışındaki tüm canlılar bunu duyar.
——————————-
VASIL
Batınî Yorum
Cenazeyi kefenlemenin amacı, ölüyü gözlerden saklamaktır. Mus’ab b. Umeyr, Uhud savaşında üzerinde bulunan tek elbiseyle kefenlendiğinde -ki elbise çok kısaydı ve bütün bedenini örtmüyordu- Hz. Peygamber elbiseyle başının örtülmesini, ayaklarına ise ot konulup gözlerden gizlenmesini emretmişti. İnsan topraktan yaratıldığı için, sürekli Allah karşısında bulunduğunun bilincinde olan Allah ehli, toprağı gördüklerinde yaratıldıkları şeyi hatırlamış ve ‘Sizi ondan yarattık, ona döndüreceğiz ve tekrar ondan çıkaracağız’ ayetini düşünmüşlerdir. Namaz kılan insan, Rabbiyle konuşur ve O’na yakarır. Namazda yakarışa başlayıp toprakla arasında bir engel bulunmadığında, toprağı görmesi ona yaratılışıyla yaratıldığı şeyin düşüklük ve zelilliğini hatırlatır. Çünkü Allah yeryüzünü ‘zelûl (hor, çok değersiz)’ yapmıştır. Bu ifade, mübalağa kipinde gelmiştir ve ‘çokça zelil‘ olan demektir. Şair bu kip hakkında şöyle der:
Kılıcın demiriyle çokça vurmuşsun (darûb)
Rızıktan mahrum kaldıklarında, sen de yoksul kalırsın
Şair cömertlikteki abartıyı anlatmak için mübalağa kipini kullanmıştır. Hor ve zelil varlıkların üzerine bastığı yerden daha zelil ve değersiz bir şey olamaz. Biz insanlar ve bütün yaratıklar, toprağın üstüne basarız. Bizler kuluz, başka bir ifadeyle hor varlıklarız.
Namaz kılanın kendisine ve yaratıldığı şeye bakması kendi sözüyle Rabbiyle konuşmaktan onu alıkoyabilir. Bu durumda Hakk’a söylediği ya da Hakk’ın söylediği şeylerden gafil kalabilir. Bu, okuyanın bir saygısızlığıdır. Bu nedenle, (insanın toprağı görmesini engelleyecek bir) engel daha uygundur. İnsanın kıblesinde kendisi gibi bir adama ya da tam önünde bulunan sütreye yönelmesi yasaklanmış, engeli sağ ya da sol kaşının önüne koyması istenmiştir. Bütün bunlar, engelin namaz kılanın karşısında put yerini almaması içindir. Çünkü onlar, putları insan biçiminde tasvir ediyordu. Bu nedenle Şari, ölünün örtülmesini emretti. Çünkü ölü namaz kılanın önündedir. Namaz kılan ise, o ölüye şefaatçi olarak kıblesinde Hakk’a yakarır. Meselenin batınî yorumu, Allah izin verirse, ölüye namaz bölümünde gelecektir.
———————————–
FASIL
Cenaze Namazının Niteliği
Bilginler, cenaze namazının niteliği hakkında çeşitli hususlarda görüş ayrılığına düşmüştür. Bu konulardan biri, tekbirin sayısıdır. İlk nesil, bu konuda üç ile yedi arasında görüş ayrılığına düşmüştür ki, bu görüş ayrılığının nedeni konuyla ilgili rivayetlerin farklılığıdır. Bir hadiste Hz. Peygamberin cenazeye dört, beş, altı, yedi ve sekiz kez tekbir getirdiği, başka bir rivayette ise üç tekbir getirdiği aktarılır. Habeş hükümdarı Necaşi öldüğünde, Hz. Peygamber cenaze namazını kılmış ve dört tekbir getirmiştir. Allah, kendisini katına alıncaya kadar, cenaze namazında dört tekbir getirdiği sabittir.
VASIL
Batınî Yorum
Farzların sayısının azamîsi dörttür. Cenaze namazında rüku yoktur. Bilakis o, bütünüyle ayakta durmaktır. Okumak için cenaze namazındaki her duruşun bir tekbiri vardır. Böylece Hz.Peygamber farz namazın rekâtlarının en yetkinine dört tekbir getirmiştir. Birinci tekbir,ihram tekbiridir (başlama ve yasaklama tekbiri). Bu tekbir ile namaz kılan kişinin ölü için Allah’tan başkasından mağfiret istemesi yasaklanır.İkinci tekbirde ise, ölümsüz diri olması yönünden Allah yüceltilir. Çünkü her nefis ölümü tadıcıdır ve ‘O’nun yüzünün dışında her şey helak olacaktır. Üçüncü tekbir, şefaatçi olunan ya da dua edilen hakkında şefaatin kabul edilmesinde Allah’ın cömertlik ve rahmetini (celbetmek) için getirilir. Bu durum, vefat etmiş olduğu halde Hz. Peygambere salat ü selam getirmeye benzer. Hz. Peygamber bize şunu bildirmiştir: ‘Her kim Peygamber için Allah’tan vesile isterse, onun adına şefaat helal olur.’ Çünkü salat ü selam getiren kişi, Hz. Peygambere şefaat edemez, sadece Allah’tan vesile isteyebilir. Hz. Peygamber de ümmetini buna teşvik etmiştir. Dördüncü tekbir ise, şükür tekbiridir. Bunun sebebi, namaz kılanın cenazeye yapılan duayı kabul ettiğine dair Rabbine duyduğu hüsn ü zandır. Çünkü Allah, cenaze namazını sadece namaz kılanın cenaze için yaptığı şefaati kabul ettiğini öğrenmemiz için emretti.
Başka bir ifadeyle cenaze namazı, cenazeye dua için Allah’tan verilmiş bir izindir. Allah, dilek sahibinin dileğini kabul etmediği halde izin vermez.
Allah kıyamet günündeki şefaat hakkında şöyle der: ‘Onlar sadece razı olunmuş kimseye şefaat eder,’ Başka bir ayette ise ‘O’nun izni olmadan katında kim şefaat edebilir.’ Başka bir ayette ise ‘İzin verdiklerinin dışında hiçbir şefaat onun katında fayda vermez’ buyurur. Öyleyse Allah,namazını kılmamızla bu ölüye şefaat iznini bize vermiştir. Böylelikle duamızın kesinlikle kabul edildiğini anlarız.
İnsan dördüncü tekbir olan şükür tekbirinin ardından selam verir. Bu selam, ölüden ayrılış selamıdır. Başka bir ifadeyle, (ölüye, artık sen) ‘es-Selam olan Rabbinle karşılaştın’ demektir. Bu nedenle, Hz. Peygamber ölüleri kötü yâd etmeyi yasaklamıştır. Çünkü namaz kılan kişi, namazının sonunda ‘Üzerinize selam olsun (es-Selam aleyküm)’ demiş, ölünün artık kendisinden (dilinden) selamette olduğunu bildirmiştir. Artık ölüyü kötü yâd ederse, hiç kuşkusuz, ‘Size selam olsun’ derken kendisini yalanlamış demektir. Böyle yaptığında, ölümünden sonra kötü yâd ettiği kişi ondan kurtulmuş (salim) değildir. Ölü böyle bir şeyi sevmeyeceği gibi Allah da yaşayan adına bu durumdan hoşlanmaz. Çünkü yaşayan kişi ölüyü kötülükle yâd eder, fakat kendisi de aynı kötülüğü yapmaktan geri kalmaz. Bu ise, insanın Rabbinin karşısında utanma duygusunun azalmasına yol açar.
FASIL İÇİNDE VASIL
Cenaze Namazında Elleri Kaldırmak ve Bunun Niteliği
Her tekbirde ve elleri her bağlayışta, elleri kaldırmak hususunda görüş ayrılığı vardır. Elleri kaldırmak, muhtaçlığı ifade eder ve tekbirin her bir halinde namaz kılan kişi ‘Elimizde bir şey yok’ der. ‘Bu ellerimizi sana kaldırdık, içlerinde bir şey yoktur ve herhangi bir şeye sahip değiller.’ Elleri bağlamaya gelirsek, daha önce zikrettiğimiz gibi, namaz kılan kişi (Allah katında) ölünün şefaatçisidir. Şefaatçi ise isteyendir. İstek, konusu insanın kendisi ya da başkası olsa da, zillet ve yoksunluk içinde yapılır. Başkası hakkında bir şey isteyen kişi, isteğinde onun vekilidir, dolayısıyla söz konusu kişinin muhtaç olduğu konuda zelil ve muhtaç bir halde durmalıdır.
Elleri bağlamak, zelil insanların bir niteliğidir. Bunun tarzı ise, avucu çekerek bir elin diğer bileğinin ve kolun üzerine konulmasıdır. Bu durum, anlaşma yapan tarafların arasında elleri birleştirmede sözleşmeye benzer. Başka bir ifadeyle bu davranışla insan şöyle der: Sana dua edeceğimiz hususunda bizden söz aldın, biz de duamıza cömertliğinle karşılık vereceğine dair Sen’den söz aldık. Çünkü şöyle buyurdun: ‘Kullarım beni sana sorar, ben çok yakınım, dua edenin duasına karşılık veririm.’ Burada Allah, kendisi ya da başkası hakkında ‘dua eden’ ifadesini kullanmadı.
Sonra, bize ölüye dua etmek ve Senin nezdinde ona şefaat için izin verdin. Artık, geride sadece o duaya icabet etmek ve olumlu karşılık vermek kalmıştır. Dolayısıyla Hakk’ın (ölüye yapılan) duaya olumlu karşılık vereceği mümin için kesindir. Bu nedenle, son tekbiri şükür tekbiri saydığımız gibi namazdaki selamı da (ölüden) ayrılış ile ölünün karşılaşacağı es-Selam’ı ve Allah katindaki esenliği bildirme selamı saydık. Bu “selam’ın bizim yönümüzden anlamı ise, ölüye merhamet ve onu kötü yad etmekten uzak durmaktır..
———————————————-
İnsan, başından ayaklarına kadar bütün organlarıyla sorumludur.
Bu nedenle insan dinen bakması helal olmayan şeylere bakmamak zorundadır. Başındaki diğer organlarıyla ilgili yükümlülüklerden de sorumludur. Aynı zamanda, insana gitmesi helal olmayan bir şeye/yere, o şeyden ve o şey içinde yürümemesi emredilmiştir. Gözüyle ayaklan arasında ise, Allah’ın kendi tasarrufunda korumak için insanı sorumlu tuttuğu organlar bulunur. Bunlar el, mide, cinsel organ ve kalp gibi organlardır.
——————————
FASIL İÇİNDE VASIL
İstihare Namazı
Bir rivayette, Hz. Peygamber’in sahabesine Kur’an-ı Kerim’den sure öğrettiği gibi istihare (duasını) da öğrettiği aktarılır. Başka bir rivayette ise ‘Hz. Peygamber istihare için iki rekât namaz kılmayı emrederdi’ denilir. Dua, istihare için kılman iki rekâttan (rekâtın ardından) selam verdikten sonra yapılır Birinci rekâtta Fatiha suresi,’Rabbin dilediğini seçer ve yaratır, onların bir seçimi yoktur’ ayeti ve Kafirûn suresini, ikinci rekâtta ise Fatiha ve îhlas suresini okumak müstehaptır. Selam verdikten sonra bu konuda aktarılan dua yapılır. Yapılması ve gerçekleşmesi istenilen her önemli işte böyle yapılır. Bundan sonra insan, yapmak istediği şeye başlar. Allah katında o işte kendisi için bir hayır varsa, Allah gerçekleşmesi için onun sebeplerini kolaylaştırır ve böylelikle işin sonu asan olur. O işin gerçekleşmesine imkân olmaz ve kolaylıkla gerçekleşmezse, artık kaderle ters düşülmez. İnsan bilir ki, Allah nezdinde o işte bir hayır bulunsaydı (onu gerçekleştirecek) sebepler imkânsız olmazdı. Böylece Allah’ın o işi bırakmasını istediğini anlar. Dolayısıyla ondan dolayı acı çekmez ve o işi bıraktığı için memnun kalır.
Allah ehli, her günün gece ya da gündüzünden belirleyecekleri özel bir vakitte istihare namazım kılmalıdır. İki rekâtın ardından selam verip dua ettiklerinde ise, Hz. Peygamberin emrettiği yerde ihtiyaçlarını söylemeleri gerekir. Daha sonra bunu belirteceğiz. İstihare duasını yapan şöyle der: ‘Allah’ım! Kendim ve başkaları için yaptığım her hareketin ya da başkasının benim, ailem, çocuklarım ve sahip olduğum şeyler hakkında yaptığı hareketin dinimde, dünyamda ve ahiretimde hayırlıysa onu benim için kolaylaştır, onu yapmama güç ver ve benden hoşnut ol!‘
‘Allah’ım! Başkası hakkında yaptığım bütün hareketleri veya başkasının benim, ailem, çocuklarım ve sahip olduğum şeyler hakkında yaptığı bütün hareketlerin şimdiden yarma (dünya ve ahiret) kadar dinim ve dünyamla ilgili olarak benim için kötü olduğunu biliyorsan, onun sebeplerini benim için kolaylaştırma.’ Allah izin verirse istihare duasında bunu zikredeceğiz, insan böyle davranıp bir iş yaptığında ya da başkası onun hakkında bir iş yaptığında, o işte gerçekleşmiş bir iyilik bulunur. Ben bunu bizzat tecrübe ettim.
Her gün belirlediği bir vakit içinde insan bunu yapar.
İstihare duası şöyledir: ‘Allah’ım! Ben senin ilminden hayırlı olanı diliyorum ve senin kudretine sığmıyorum, senin büyük ihsanından talep ediyorum. Sen kadirsin, ben değilim; Sen bilirsin ben bilmem; Sen gaipleri (bilinmezleri) en iyi bilensin. Allah’ım! Bu işin -işin ne olduğunu belirterek- dinimde, geçimimde ve işimin sonunda -ya da dünya ve ahiretimde- benim için hayırlı olduğunu biliyorsan, onu benim için takdir et ve benim (ona ulaşmamı) kolaylaştır. Sonra onu benim için mübarek ve bereketli kıl! Bu işin -işin adını söyleyerek- dünyamda, geçimimde ve işimin sonunda benim adıma kötü olduğunu biliyorsan, onu benden, beni ondan uzaklaştır. Benim için hangisi iyiyse, onu takdir et, sonra o işten dolayı benden razı ol.’
Arif belirli ya da belirsiz bir ihtiyacıyla ilgili Rabbinden hayırlısını istediğinde, ‘Allah’ım!’ deyince onun bilgisi kalbinde canlanır. Yani (arifin duasında Allah’ım demesi) ‘Ey Allah! Yönel (aksıd)’ demektir. Burada, irade işe dahil olmuştur. Çünkü kasıt irade demektir. Mahrece yakınlığı ve komşuluğu nedeniyle ‘Allahümme’ kelimesinden hemze düşmüş ve he harfiyle yetinilmiştir. Bu durum, vuslatın büyüklüğünü gösterir. Çünkü ‘Allahümme’ kelimesinin açıklaması ‘Ey Allah! İyiliğe inandık, yani ona yöneldik’ demektir.
(İstihare duasında geçen ‘innî’, kuşkusuz ben ifadesine gelirsek) Bir şeyin enniyeti (benliği), o şeyin hakikati demektir ve kendisini ifade eder. Duada söylenen ‘senin ilminden hayırlı olanı istiyorum’ ifadesinin anlamı ise şudur: ‘Ey Allah! Hakikatim ve zatımla senin ilminin benim için seçtiği kendisinde hayrımın bulunduğu şeye yöneliyorum.’ Çünkü sen bana uygun iyiliği bilirsin ve talep etmek için yöneldiğim bu şeyi ben bilemem. Sen onu var etmeye kadirsin, ben onu var edemem. Onu yapmada ve varlığını ortaya çıkarmada benim adıma senin bildiğin bir hayır varsa, o şeyi benim için takdir et, yani benim için yap! Benim hakkımda hayırlı olan onu yapmamak ve varlığını ortaya çıkarmamak ise, onu benden uzaklaştır. Çünkü ben onu düşüncemde canlandırdım ve tahayyül ettim. Bu nedenle onun bir çeşit varlığı meydana geldi. Bu varlık, insanın yapmak istediği şeyi zihninde tasavvur etmesidir. Allah’ım! Sen onu varlığının ortaya çıkmasıyla benim üzerimde hükümran yapma! İşte ‘onu benden uzaklaştır’ ifadesinin anlamı budur.
Sonra şöyle der: ‘Beni ondan uzaklaştır!’ Yani benimle onun arasına gir ve aramıza varlık ve yokluk arasındaki perdeyi koy. Böylece onu zihnimde canlandırmayayım, ne varlığıyla ne de hayaliyle bende bulunmasın. ‘Senin kudretinden istiyorum.’ Kudret, var etme niteliğidir ve o ilişme bakımından bilgiden daha özeldir (dar kapsamlı). Böylece (yaratma anlamındaki) iş, bilgiyle yönlendirilirken kudretle var edilir, kudret ile yönlendirilmez. Bu nedenle istihare eden kişi, bilgiyi kudretten önce zikretmiştir. Çünkü insan için iyilik, yapmayı ve var olmasını istediği şeyi terk etmede bulunabilir. Bu durumda adeta şöyle der: Meydana getirmek istediğim şeyi meydana getirmede bana ait bir iyilik varsa da Senin kudretine sığmıyorum. Yani, onu meydana getirme gücünü bana ver. İstihare eden kişi, fiili kulla ilişkilendirmeyi kabul edenlerden ise -Mutezile gibi- bu durumda ‘senin kudretinle’ ifadesindeki izafet, ‘kullarında yarattığın kudretin ile’ anlamına gelir. Fiilin kulla ilişkilendirilmesini (nispet) benimsemeyenlere göre ‘kudretinle’, (kullarda bu gücü) yaratma hükmüne değil, nitelik olarak Allah ile ilişkilendirilen kudret sıfatı anlamına gelir.
‘Sen güç yetirirsin, ben güç yetiremem.’ Bu ifade, (fiillerin kullarla ilişkisi hakkında görüş ileri süren) her iki gruptan ortaya çıkar. Yani, Sen istediğim işte benim iyiliğimin bulunduğunu bilirsen, onu yapma gücünü bende yaratmaya kadirsin. Bazen bu ifade, kudretin kuldan uzaklaştırılmasını bildirmek anlamında kullanılabilir. Bu durumda şöyle demiş olur: Çünkü Sen onu var etmeye ve istediğim şeyi meydana getirmeye kadirsin, ben ise, kadir değilim. Yani onu meydana getirecek bir kudretim yoktur. Çünkü insan, (kendisinde) yaratılmış kudretin tekvin (birşey meydana getirme) özelliğinde olmadığın ve kendi sımam aşmadığını bilir.
‘Beni o fiilden hoşnut eyle’ Ezeli ilminde seçmiş olduğun duruma göre o fiilin meydana gelip gelmemesiyle beni sevindir ve mutlu eyle. ‘Hakk’ımda hayırlı olanı ver!’ Sen benim hayrımın hangi mekân, zaman ve hallerde bulunduğunu en iyi bilensin. ‘Çünkü sen gaipleri bilensin!’ Yani, bizden gizli iyilikleri Sen bilirsin, ben bilmem. Bir şeyi bilmenin onu görmeyi içermediğini bilmelisin. Bu durum, eşyayı görme özelliğinin onları bilme özelliğinden farklı olduğunu gösterir. Dolayısıyla bilme özelliği (nispet), görülen ve görülmeyene ilişir. Başka bir ifadeyle görülen her şeyden görülen kısım bilinirken bilinen her şey görülmez.
————————————
VASIL
Bilmelisin ki, Allah namaz kılmayı zamanlara bağlamıştır. Bunlar, farz namazları kılmanın şart olduğu vakitlerdir. Allah şöyle buyurur: ‘Namazı kılın, çünkü namaz müminlere vakitleri belirlenmiş olarak yazılmıştır.’ Allah namazları yerlere de bağlamıştır ki, bu yerler mescitlerdir. Allah şöyle buyurur: ‘Allah’ın yükseltilmesine izin verdiği evlerde kılınız.’ Kast edilen şey, kendisiyle irtibatlı evlerin yaratıkların evlerinden farklılaşması için Allah’ın yükseltilmesini emrettiği evlerdir. ‘Orada Allah’ın ismi zikredilir’ yani ezan, kamet, tilavet, zikir ve vaazla Allah’ın adı zikredilir. ‘O’na tespih edilir’ Yani, namaz kılınır. Bunun nedeni, mescitlerde namaz kılmayı Allah’ın kendilerine emretmiş olmasıdır. ‘Gece ve gündüz erkekler.’ Burada, kadın zikredilmemiştir, çünkü Havva, Adem’in bir parçası olduğu için erkek kadını içerir. Bu nedenle, erkekleri şereflendirmek ve kadınların erkeklere katıldığına dikkat çekmek için sadece erkekler zikredildi. Öyleyse, burada kadınlar erkekler olarak isimlendirildi. Çünkü kadınlar, kemal derecesine ulaşmaktan mahrum bırakılamaz, kadınlar da tıpkı erkekler gibi kemale ulaşabilir. Bir hadiste Meryem ile Firavun’un eşi Asiye’nin kemali zikredilmiştir.
Allah şöyle der: ‘Onları ticaret ve alış veriş alıkoyamaz.’ Yani, herhangi bir ticaret veya alışveriş onları meşgul edemez. Ticaret bir şey satmak ve almak demek iken bey’ ise sadece satmak demektir. Allah, onları ticaret yapmakla övmüştür. Kast edilen şey, Allah’ın ticaret yapmayı emrettiği konularda herhangi bir şeyin alım veya satımıdır. ‘Sizi acı bir azaptan kurtaracak bir ticareti bildireyim mi? Allah’a ve peygamberine inanır, mallarınız ve canlarınız ile O’nun yolunda cihat edersiniz.m2 Satış hakkında ise şöyle der: ‘Allah müminlerin canlarını ve mallarını cennet karşılığında satın aldı.’ Bu, üründür. Allah’ın cenneti ürün yapması, zalim ve mazlum iki hasım hakkındaki bir hadisten bilinir. ‘Allah kıyamet günü yaratıklarım barıştırır. Mazluma başını kaldır mas mı emreder, o da yücelere (illiyyîn) bakar. Orada, güzelliği insanı şaşırtan şeyler görür ve şöyle der: ‘Bu güzellik hangi peygamberin ya da hangi şehidindir? Allah ‘bana ürün (semen) verenindir’ der. Kul ‘buna kim sahip olabilir ki?’ der. Allah ise Talan kardeşini affetmen karşılığında sen sahip olabilirsin’ der. Bunun üzerine kul £onu affettim’ der. Allah ise o halde, kardeşinin elinden tut ve cennete gir’ der. Hz. Peygamber bu hadisi söylediğinde ‘Allah’tan korkun ve birbirinizle barışın’ ayetini okumuştur. Çünkü Allah, kıyamet günü kullarını barıştırır.
O halde, mümin satım hakkına sahip olduğu şeylerde ticaret ve satım yapmakla Kur’an-ı Kerim’de övülmüştür. Allah, (ticaret yapmakla kulunu övdüğü ayette) kulunun özel bir şey satın aldığım belirtmemiştir. Çünkü ticaret, karşılık ve bedel almak demektir. Bey’ ise, sahip olunan malı satmak demektir. Şira’ ise, sahip olmadığın şeyi satın almaktır. Kur’an-ı Kerim’de ‘şira’ yapmakla, sadece Allah’ın günahlarına tanıklık ettiği kimseler nitelenmiştir. Şöyle der: ‘Onlar hidayet karşılığında sapkınlığı, bağışlanmak karşısında azabı satın alan (iştera) kimselerdir.’ Başka bir ayette ise ‘Allah’a verdikleri sözün ve yeminlerin karşılığında az bir bedel satın almışladır (iştera).’
Kur’an-ı Kerim’in mümini (ticaret yapmış olmakla överken) ‘satın almak’ eylemiyle nitelemeyişinin sebebi, Allah’ın onu yaratıp yeri ve yurdu olan yeryüzünde yarattığı her şeye onu sahip kılmasıdır, Allah ‘yeryüzündeki her şeyi sizin için yarattı’ der. Yeryüzündeki her şey insanın mülküyse, satın alabileceği bir şey geride kalmamıştır. Allah insana ‘sapkınlığı’ da yasaklamıştır, çünkü sapkınlık (dalalet), var olmayan bir niteliktir ve batılın ta kendisidir. Batıl ise yokluktur, Allah bize ona uymayı emretmedi. Çünkü yokluktan varlığa çıktık ve dolayısıyla kendisinden çıktığımız şeyi bir daha istemeyiz. Bunun gerçek açıklaması budur. Çünkü Allah, bizi kendisine ibadet edelim diye yarattı. Hidayet karşılığında sapkınlığı satan aldığımızda, hiç kuşkusuz varlığa karşı yokluğu, kendisinden dolayı yaratıldığımız gerçeğe (hakka) karşı batılı seçtik demektir. Bu nedenle Kur’an-ı Kerim, mümini satın alıcı diye nitelemedi.
Allah’ın, kulu sahibi yaptığı şeylerin bir kısmı kendisine mübah, bir kısmı ise ‘elinden çıkarmaması’ ve ‘satmaması’ zorunlu şeylerdir. Bunlar, vacip ve farzlardır. Mümin, farzlar karşılığında mübahları satar. Bu nedenle, satımı serbest hususlarda satım yapması kendisine emredildi. Öyleyse, zeki ve akıllı mümin mubahlık hükmüyle içinde bulunduğu vakte bakar ve şöyle der: ‘Sahip olduğum bu mülkte benim kazancım yoktur, dünya ise ticaret yeridir. O halde benim hakkımda daha uygun olan bir vacip karşılığında bu mübahı satmalıyım ve vaktimi boşa harcamamalıyım.’
Söz gelişi, kardeşleriyle bir sohbet ediyor olabilir. İçinden şöyle der: ‘Rabbim! Bu mübah davranışı farz olan karşılığında satmak istiyorum.’ Allah şöyle der: ‘Bu sana kalmıştır!’ Bunun üzerine kul, bulunduğu mekânın sağladığı Allah’ı gösteren iyilik ve güzelliği düşünmek karşılığında sohbeti ‘satar’ ve (dostlarıyla sohbet yerine) Allah’ın yaratmasının güzelliği, yetkinliği ve iyiliği hakkında düşünür. Böyle yapınca, sohbeti daha tam ve kalbine daha uygun hale geldiği gibi herhangi bir mübah içinde de bulunmaz. Çünkü o mübah davranışı bu vacip karşısında satmıştır. Böylece Hak, satım yönünü dikkate, alırken müminin satım karşısında akşını dikkate almamıştır. Bu durumda mümin, (adeta bir) mübahlık elbisesi ve vaciplik elbisesine sahiptir. Her ikisi de kendisine ait iken, mübahlık elbisesini çıkarır, vaciplik elbisesini giyer. Elbiseyi çıkarması ‘satış’ diye isimlendirilirken, vaciplik elbisesini giymesi ise ‘alış’ diye isimlendirilmedi. Çünkü dünya onun mülkü, bineği ve malıdır ve insan sahip olduğu şeyi satın almaz. Allah yaratıklarına sapkınlığı yasaklamışken onlardan sapkınlığı hidayete yeğleyenler, hiç kuşkusuz, sapkınlığı ‘satın almış’ demektir. Çünkü onlar, Allah’ın kendilerini sahibi yaptığı ‘hidayet‘ sayesinde sapkınlığa sahip değillerdi. Dolayısıyla ticaretleri kazançlı olmadığı gibi bu alışverişte doğruya da ulaşmamışlardır. Çünkü Allah kullarrna satın almayı emretmedi.
Ardından şöyle der: ‘Ya da satış onları Allah’ı zikretmekten alıkoymaz.’Yani, o mescitte müezzinin Allah’a çağırdığını duyduklarında hiçbir şey kendilerini Allah’ı zikretmekten alıkoyamaz. Müezzin, kapının teşrifatçısıdır ve onlara ‘haydin namaza,’ yani Rabbiniz ile konuşmaya gidiniz, der. Çünkü o evinin girişinde size tecelli etmiştir ki, orası kıbledir. Çünkü Allah kulun kıblesinde bulunur. Allah ehli, dünyada bilinen satış ve ticaretlerini yaparken müezzini işittiklerinde bu zikre koşar, namazı kılar, yani en güzel şekilde imama uyarak rükû, secde ve Allah’ı zikretmenin -ki o namazdaki en büyük iştir- gerektirdiği şeyleri güzelce yapmakla namazlarım tamamlarlar. Nitekim Allah şöyle der: ‘Kuşkusuz namaz kötülük ve çirkin davranışlardan alıkoyar.’ Bunun nedeni, (başlama ve yasaklama anlamındaki) ihram tekbiridir. Çünkü ihram tekbiri, namaz esnasında başka bir şeyle ilgilenmeyi yasaklar ve insan da bu yasağa uymuştur. Öyleyse, bu ‘ihram’ kişiyi taşkınlık ve kötü işlerden alıkoyar. Bunları bıraktığında ise, Allah’ın emrini yerine getiren kişiyle birlikte buna niyetlenmese bile namaz esnasında Allah’ın yasakladıklarından uzak duranın ödülünü alabilir.
Namazın ne kadar değerli olduğuna bakınız! Nasıl oluyor da namaz bu şaşırtıcı sonucu meydana getirebiliyor! insan bir vacibi işlediğinde alacağı sevap o vacibi işleyenin sevabıdır. Vacip olan namazla ilgilenmek ise, aynı zamanda yapılması yasaklanmış kötülük ve taşkınlığa kalkışmayı da ortadan kaldırır. Bu durumda ise, herhangi bir kötülük ve taşkınlık yapmamaya niyetlenenin sevabını da kazanır. Çünkü insanların çoğu, en uygunu akla getirmeyi beceremedikleri için, yapmazlar ve bu düşünceye sahip olmazlar. Böyle olmasaydı, ‘Namaz taşkınlık ve kötülükten alıkoyar’ ifadesinin bir anlamı olmazdı.
Namaz, kulun bir fiilidir. İnsan namaz kılarak kötülük ve taşkınlıktan da uzak durduğu için, namaz sayesinde ‘kötülük ve taşkınlıktan uzak duranların’ sevabını da elde eder, Halbuki kendisi konuşmamışlar. Dolayısıyla, onun iki ibadeti vardır. Birincisi namaz sevabı, İkincisi ise kötülük ve taşkınlıktan uzak durmanın sevabıdır ki, her ikisi de bir ibadettir. İbadetlerinde zihnini Kitap ve Sünnette Şari’nin diliyle ifade edilen bu gibi ilahi bildirimleri incelemeye ve gözetlemeye veren arkadaşlarımız pek azdır!
Sonra şöyle der: ‘Allah’ın zikri en büyüktür.’ Namazdaki en büyük şey, Allah’ı zikretmektir. Başka bir ifadeyle Allah’ı zikretmek, namazın en büyük fiilidir, çünkü namaz bir takım söz ve fiiller içerir. Allah ise namazda yapılan zikrin namazın hallerinin en büyüğü olduğunu söyler. Namazın her sözü zikir değildir, çünkü onların içinde dua da bulunur. Allah duayla zikri ayırt ederek şöyle der: ‘Beni zikretmenin benden bir şey istemekten alıkoyduğu kişi…’ Kastedilen duadır. Öyleyse, buradaki zikir namazın dışındaki zikir değil ki, onu namazdan üstün sayalım! Bu zikir, namazdaki zikirdir. Bu da, namazın yer ve hale bağlanmasının başka bir yönüdür.
Başkasına iyiliği emredip de kendisini unutanlar için namaz kılmanın bir sonucu, Allah’ın bu nitelikteki insanları ayıplayıp akılsız kimseler saymasıdır. Şöyle der: ‘İnsanlara iyiliği emredip kendinizi unutuyor musunuz’ iyilik, namazın hallerinden biridir, çünkü Hz. Peygamber şöyle der: ‘Namaz iyilik ve dinginliğe dayanır.’ Allah bu nitelikteki insanların namaz ve sabır vasıtasıyla yardım dilemesini emretti. Başka bir ifadeyle, namaza karşı sabırla yardım dilenmesini emretti. Böylece Allah, nefsi tutmayı (sabır) namaza öncelemiştir. Şöyle der: ‘Ailene namazı emret ve ona karşı sabırlı davran.’ Burada ‘ona’ zamiri dişi geldi, çünkü namaz kastedilmiştir.
‘Kitabı okuyorsunuz.’ ayetinin konuyla ilgisine gelirsek, orada ‘Ey iman edenler! Niçin yapmadıklarınızı söylersiniz’ ayetinden sonra ‘Yapmadığınızı söylemeniz Allah katında büyük bir günahtır’ ayetini okuyorsunuz. Bu, başkasına iyiliği emredip kendisini unutanın haline benzer. ‘Düşünmez misiniz’ Yani, yaptığınız işin ne kadar çirkin olduğuna bakacağınız bir aklımız yok mudur? Allah namazda korku ve huşuyu zikretmiş ve şöyle demiştir: *Namaz huşu sahiplerinin dışındakilere ağır gelir.’Çünkü Allah karşısında huşu duymak, ilahi bir tecelliden kaynaklanabilir. Namaz ise, bir yakarış ve karşılıklı konuşmadır. Dolayısıyla bir insan namazda huşu sahibiyse, orada bir tecellinin bulunması kaçınılmazdır. Namazda huşu yoksa, namaz kılınmamıştır. Çünkü Hz. Peygamber, özellikle namazda olmak üzere ilahi tecelliyi kalpteki huşunun sebebi saymıştır. İnsanların çoğuna göre tecelli ya huzurla ya da hayali bir düşünceyle gerçekleşir. Birincisi fertler içindir, İkincisi ise seçkinlerin genelini etkisi altına alan tarzdır. Çünkü Allah namaz kılanın kıblesinde bulunur. Mele-i Ala’ya (Yüce Topluluk) katılmış büyüklerin huşu duygusu ise, gerçek tecelliden kaynaklanır. Şu halde onlar, yeseler, içseler, cinsel ilişkiye girseler ve ticaret yapsalar bile namazlarında süreklidirler. Böyle bir halde olduklarında Allah namaz ve namaza karşı sabırla yardım istemelerini emretmiştir. Çünkü namaz kılan kişi Rabbiyle konuşur. Kul, sürekli Rabbiyle konuştuğunda, Allah’tan utanma duygusu onun ayrılmaz özelliği haline gelir. Dolayısıyla, başkasına iyiliği emredip kendisini unutması mümkün olamaz, bilakis önce kendisinden başlar.
————————–
VASIL
(İyilikler Nefislerin Sadakasıdır)
Maddi veya manevi bütün iyilikler, nefislerin sadakasıdır. Müminin bu konuda kendi arzusuyla değil, Rabbinin yasasıyla ve hükmüyle hareket etmesi gerekir. Çünkü kul, efendisinin emri altındaki bir memur-
dur. Rabbinin bir konudaki hükmünü aştığında ise, artık sadece kendi arzusuyla hareket edebilir. Bu durumda ise, o yüce mertebeden sıradan müminlerin katındaki daha düşük mertebeye iner. Ariflere göre ise, böyle bir insan günahkârdır. İnsan bir ‘sadaka’ vereceği zaman, önüne çıkacak ilk muhtaç kendisi olacaktır. O, sadakayı muhtaçlara verecekti. İlk muhtacı dikkate almazsa, bu, Allah için değil, kendi arzusundan dolayı yapılmış bir davranıştır. Çünkü Allah kendisine ‘önce kendin ile başla’ demişti. O halde, sadaka verilecek ilk muhtaç, insanın kendisidir. Allah, ihsan ederken yakın akrabadan başlamayı emretmiştir, insan ihtiyaçta eşit olan iki kişiden daha uzaktakini yakına yeğlerse, hiç kuşkusuz, arzusuna uymuş ve Rabbinin sınırında durmamış demektir. Bu durum, bütün iyi davranışlarda geçerlidir. Böyle davranmanın nedeni, Allah’tan gafil olmaktır. Bu nedenle kula Allah karşısında bilinç ve huzur kazanacağı bir fiil emredilmiştir ki, o da namazdır.
———————————–
‘ Ey Dost! Eşyanın en yücesinde -ki Allah’ı zikretmektir- Hakk’ın kendisi yerine koyduğu bir halden, sıfattan, hareketten ve fiilden seni sakındırır. Namaz kılan insan, adeta Hakk’ı giyinen kimse gibidir. Hak ise nurdur. Bu nedenle Peygamber şöyle der: ‘Namaz nurdur.’ Böylece, Allah namazı kendi yerine koydu. Hz. Peygamber ise, ‘gözümün aydınlığı namaz yapıldı’ der. Göz aydınlığı, bir şeyi görmek nedeniyle gerçekleşen göz sevincidir. Öyleyse, namaz kılan kişi namazında Hakk’ı giyinir, 0’nu görür ve O’nunla konuşur. Böylece, namaz bu üç hali birleştirir.
Aynı durum, bu ayetteki’benim için şükredin’ ifadesi için geçerli- dir. ‘Ona şükrettim’ ya da ‘Onun adına şükrettim’ denilir. ‘Ona şükrettim’ ifadesi, O’nun şükredilenle aynı olduğunu bildirir. ‘Onun adına şükrettim‘ ifadesinde ise iki yorum vardır. Birinci yorum, ‘Ona şükrettim’ ifadesi gibi sayılmasıdır, ikinci yorum ise bir şeyden dolayı şükretmektir. Bir şeyden dolayı şükredildiğinde Allah şükredene şöyle der: Benden dolayı sana bir nimet veren kimseye şükret! Böylece (nimeti ulaştıran) sebebe şükretmek, Allah’a şükretmenin aynı olur. Çünkü insan sebebe Allah’ın emriyle şükretmiş ve nimet vereni burada Rabbinin vekili saymıştır. Vekile itaat ise, onu halife atayana itaat demektir. Peygambere itaat eden kişi, hiç kuşkusuz, Allah’a itaat etmiştir.’ Bu nedenle Allah her iki durumu içermesi için,”benim için şükredin’ demiş, ‘bana şükredin’ dememiştir.
Allah, her iki yoruma göre de,’Sabır ve namazla yardım isteyin’ der. Nitekim şükür gereken -ki iyiliktir- konuda da yardım istemeyi emretmiş ve şöyle demiştir: ‘İyilikte yardımlaşın.’ Bu, nimet vererek ihsan etmektir. ‘Takvada yardımlaşın’, yani bunu bir siper edinin. O da, namaza uygundur. Çünkü namaz, kötülük ve taşkınlığa karşı bir siperdir. Allah kendisini el-Vaki (koruyan) diye isimlendirmiştir. Namaz da koruyucudur. Kul da, kendi namazını giyinir. Öyleyse namaz, zikrettiğimiz şeyden korunmaktır. Koruyan ise, Allah’tır.
Bakan ve basiret gözüyle gören için namazın durumunun ne kadar üstün olduğuna bak! O halde mutlu kişi, namaza devam eden, onu koruyan ve bu konuda ısrarlı olan kişidir.
———————————-
Allah, kullarına (zekât) emrederken şöyle der: ‘Namaz kılın, zekât verin, Allah’a karz-ı hasen (iyi borç) verin.’ Burada karz, gönüllü sadaka demektir. Böylece ayette, gönüllü sadaka emredildiği gibi zekât vermek de geçmiştir. Bunlar arasındaki fark şudur: Zekât zaman, nisap miktarı ve kendilerine zekât verilecek türlerle sınırlıyken gönüllü sadakanın böyle bir şartı yoktur. Bazen zekât, sadakaya (karz) dahil olabilir. Allah adeta şöyle der: ‘Zekâtı Allah’a bir borç olarak veriniz ki, sizin adınıza onu artırsın.’ Bu durum, güvenilir bir rivayette Allah’ın, ‘Acıktım, beni doyurmadın’ demesine benzer. Kul Allah’a, ‘Sen âlemlerin Rabbiyken, ben seni nasıl doyurabilirim?’ der. Allah ise, ‘Falan kulum senden yemek istedi, ona yemek vermedin, şayet verseydin onu benim yanımda bulurdun’ der. Bu rivayet, meşhur ve güvenilir bir rivayettir. Zekât kısmına girmeyen sadaka (karz), ne kendiliğinde, ne zamanda ne de herhangi bir sınıfla sınırlı olmayandır.
Dince belirlenmiş zekât ve sadaka, eş anlamlı iki sözdür. Allah şöyle der: ‘Onların mallarından kendilerini temizleyen ve arındıran sadaka al.’ Başka bir ayette ise, ‘Sadakalar yoksullar içindir’ denilir ve onları ‘sadaka’ diye isimlendirir. Öyleyse verilmesi zorunlu olan, zekât ve sadaka olarak isimlendirilmişken zorunlu olmayan ise, ‘gönüllü sadaka’ diye isimlendirilerek dini anlamıyla ‘zekât’ diye isimlendirilmemişim Başka bir ifadeyle artış, bereket, temizleme gibi anlamlar kendisinde bulunsa bile, şeriat bu lafzı kendisine vermemiştir. Güvenilir bir rivayete göre bir bedevi, Peygambere bir elçisinin mallarında sadaka hakkı bulunduğunu söylediğini aktarmış. Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle demiş: ‘Doğru söylemiş!’ Bedevi başka bir yükümlülüğüm var mı diye sorunca Hz. Peygamber, gönüllü verdiğinin dışında yoktur demiştir. Bu nedenle farzm dışında kalan ‘gönüllü sadaka’ diye isimlendirilmiştir. Burada Hz. Peygamber, ‘Allah onu size farz kılmamıştır’ demiştir. ‘Kim bir iyilik yaparsa, o kendisine aittir.’ Bunun için Allah zekâttan sonra,‘Allah’a borç veriniz’ ve ‘kendiniz için hangi hayrı gönderirseniz, Allah katında om bulursunuz.’ buyurur.
Hayır, sadaka vb. gibi Allah’a yaklaştıran bütün davranışlardır. Fakat yine de mala ‘hayır’ adı verilmiş ve Allah şöyle demiştir: ‘insana bir hayır ulaştığında…’ Yani insan, bu özellikte yaratılmıştır. Bu durumu, ‘nefsinin cimriliğinden korkan kişi’ ayeti destekler. Öyleyse, nefis malı sevmek ve biriktirmek özelliğinde yaratılmıştır. Allah şöyle der: ‘İnsan hayrı sevmede çok şiddetledir’Burada da, ‘hayır’ derken mal kastedilir Bu nedenle malda cömertlik, (yaratılıştan gelen) bir ‘huy’ değil ahlaklarına (hulk değil tahalluk) sayılmıştır. Bu nedenle, zekâtı ‘sadaka (güç, çetin)’ diye isimlendirdi. Başka bir ifadeyle, zekât verirken nefs doğasının dışına çıktığı için, zekât vermek nefse ağır bir yükümlülük gelir. Bu nedenle Hz. Peygamber’in diliyle Allah zekân nefislere sevdirmiştir. ‘Sadaka Rahman’ın eline düşer. Aranızdan biri malım artırdığı gibi Allah da onu bereketlendirir.’ Bunun iki nedeni vardır: Birincisi, zekat alan kimsenin sadakayı verenden değil, Rahman’ın elinden almasını sağlamaktır. Çünkü Hz. Peygamber şöyle der: ‘Sadaka alıcının eline düşmezden önce, Rahman’ın eline düşer.’
Bu durumda sadaka alan kişi, sadaka verene değil, Allah’a ait minnet duyar. Çünkü Allah, zekât verenden ‘borç istemiştir.’ Sadakayı alan ise, bu borcu istemede Hakk’ın tercümanıdır. Dolayısıyla (bu hadise) inandığında, sadaka alan kişi veren karşısında mahcup olmayacağı gibi onun kendisine bir iyiliğinin olduğunu da düşünmez. Çünkü insan sadakayı, onun adına bereketlendirmek için borç isteyen Allah’a verir. İşte bu, ilahi gayretin ve ilahi ihsanın bir yönüdür. Diğer neden ise, sadakayı alan kişinin sadakanın kendisi için bereketleneceği ve artacağı bir yere verildiğim öğrenmesini sağlamaktır. Bütün bunlar, insanın sadaka verirken cömert davranmasını ve nefsinin cimriliğinden sakınmasını sağlar.
İnsan yaratılışının gereği olarak ticarette kazanç arar ve malının bereketlenmesini ister. Bu nedenle, Allah’ın sadakaları bereketlendireceği bildirilmiştir. Bunun amacı, zekât olması bakımından (verdiği mala karşılık) bedel, artış ve bereketlenme nedeniyle insanın malını verirken doğasından gelen hırsı korumasını sağlamaktır. Nitekim insanın mal toplaması ve cimriliği de yaratılışındaki hırsından kaynaklanır. Allah yaratılmış olduğu özellikten kendisini çıkarmayarak, kuluna şefkat gösterir. Tacirin can ve malı telef edecek tehlikeli yerlere yolculuk ettiği; daha çok kazanmak, malını çoğaltmak ve artırmak için elindeki malını verdiği görülür. Üstelik bunu yaparken mutludur. Allah ise, ondan bütün karşılığında borç almayı ister. Çünkü onun malının üçte biri ya da yarımı karşılığında borç verdiğini bilir. Kulun verdiği borcun katı kadar almakla sevinmesi daha fazla ve daha büyük olur.
Allah’ın verdiği bu bilginin ardından ve malın artışıyla ilgili nefsin aratılış özelliğine rağmen, sadaka verirken cimri davranmak belirttiğimiz konuda iman azlığına kanıttır. Çünkü insan Rabbine karşı kesin inanç sahibi olsaydı ve kulundan borç almada verdiği haberi doğrulasaydı, doğal olarak sadaka vermeye koşardı, dünyada peşin veya gecikmeli kazançlar için koştuğu gibi. Söz gelişi insan birine malının yarısı ya da üçte biri karşılığında borç verir, borcu alan kişi başka bir şehre yolculuk yapar, iki sene kaybolur ve bu esnada malı teslim etmesi ya da yok olması ya da herhangi bir artış olmaması mümkündür. Mal telef olduğunda, borcu alanın bir sorumluluğu olmaz. Bu ihtimallere rağmen, insanın gözü körelir ve malını vererek gerçekleşmesi kesin olmayan bir neticeyi beklemeye koyulur.
Gecikme, erteleme ve verip vermeme ihtimaline rağmen gönlü hoştur. Böyle bir insana ‘Allah’a borç ver, o borcu ahirette üçte biri ya da yarısı olarak değil, bütün kazanç ve sermaye sana ait olmak üzere kat be kat alırsın’ denildiğinde ise pek az sabreder. Bu durumda nefs direnir ve sadece az bir şey verebilir. Halbuki bütün bunların gerçekleşeceğinden de (güya) eminsin! İşte bu, yaratılışın kabullenemediği bir konuda imanın nefse hakim olamayışı değil de nedir? Halbuki daha önce ifade ettiğimiz gibi, başka gönül hoşluğuyla borç verebilir. Halbuki ölüm ona ayakkabının bağından daha yakındır. Bilal şöyle der:
Herkes ailesi içinde sabahlar
Ölüm ise ona ayakkabı bağından daha yakındır.
Bu nedenle Allah onu sadaka diye isimlendirdi. Başka bir ifadeyle o, nefse ağır gelir. Araplar Rumh-ı sadk [sağlam, sert ok] derler. Anlamı, sağlam, güçlü ve kuvvetli olmak demektir. Başka bir ifadeyle nefs bu malı Allah için elinden çıkardığında bir sıkıntı ve güçlük duyar. Nitekim Salebe b. Hâtib böyle demişti.
————————————
‘O’na iyi bir borç verirseniz’ ayetine gelirsek, bir ameldeki güzellik (ya da onu güzel yapmak), Allah’ı onda görmek demektir. Amelde Allah’ı görmek ve müşahede etmek ise, ihsanın bir gereğidir. Hz. Peygamber, kendisine ihsanın ne olduğunu soran Cebrail’e ihsanı böyle yorumlamıştı. İhsan, malın Allah’ın malı olduğunu; senin sahipliğinin ise
Allah’ın seni sahip kılması demek olduğunu bilmendir. Seni mal sahibi yaptıktan sonra Allah, lütuflarında ‘borçlanma kapısı’na gelir ve şöyle der: ‘Bu malda senden borç istediğimi unutma. Çünkü biliyorsun ki, mal senin değil, benim malimdir. Öyleyse, kendi malında keyfince tasarruf ettiğini gördüğün bir insanın davranışı sana güç ve ağır gelmediği gibi seni kendisine vekil yaptığım maldan istemem de sana güç ve ağır gelmesin. Çünkü biliyorsun ki, dilediğim kullara vermek için senden sadece seni emini yaptığım malımı istiyorum. Bu miktardaki zekâtı sana vermemiştim, bilakis onu sana emaneten vermiştim. Emin kişiye ise, emaneti sahibine ulaştırmak ağır gelmez. Emanetin sahibinin elçisi ve vekili olan sadaka memuru geldiğinde, gönül hoşluğuyla emaneti teslim et! Ayette geçen ‘güzel borç’ budur.
Çünkü ihsan, Allah’ı görüyormuş gibi O’na ibadet etmek demektir. İnsan Allah’ı gördüğünde, malın O’nun malı, kulun O’nun kulu olduğunu; tasarrufun da O’na ait olup bu konuda hiç kimsenin Allah ı zor- layamayacağını anlar. Verilen zekât ve sadakalardan Allah a herhangi bir yarar m dönmeyeceğini de anlarsın. Vermediğinde ise, Allah bundan bir zarar görmez ve hepsi (kar veya zarar) sana döner. Öyleyse, kendin hakkında en güzelini seç ki, kendine ihsanda bulunasın! İhsan sahibi olduğunda ise, nefsinin cimrilik ve hasisliğinden sakınmış olursun. Bu davranış, senin için ihsan ve takvayı bir araya getirir, böylece Allah seninle beraber olur. Çünkü Allah takva ve ihsan sahipleriyle beraberdir. Zekâtını vermekle nefsinin cimriliğinden korunan kişi takva sahiplerinden olduğu gibi, ‘Beni görürcesine ibadet eden kişi de ihsan sahiplerin“ dendir.’ Kulumun kendisini bana ait bir malda tasarruf etmekle sorumlu tuttuğumu bilip verdiği sadakanın yararının bir iyilik ve lütuf olarak kendisine döneceğini anlaması, beni görmesinin delilidir. Bununla beraber bu konuda en güzel övgü kendisine aittir.
——————————————
FASIL
‘Nefislerinizi tezkiye etmeyin. O takva sahibi olanı daha iyi bilir’ ayetine gelince, şöyle deriz: Allah nefsini kendisine izafe eden birinin zekâtını (ve tezkiyesini) kabul etmez. Çünkü Allah ‘nefislerinizi tezkiye etmeyin’ demiş, onları size izafe etmiştir. Başka bir ifadeyle, nefislerinizin bana değil de size ait olduğunu görebilirsiniz. Zekât ise benim hakkımdır, siz onun emanetçisisiniz. Siz nefisleriniz hakkında iddiada bulunur ve size ait olan şeyi bana verdiğinizi iddia edebilir ve sizden bana ait olmayan bir şeyi istediğimi söyleyebilirsiniz. Halbuki gerçek böyle değildir. İşte böyle davranan kişinin zekâtı onu temizlemez. Çünkü ben sadece bana ait olan bir şeyi istedim. İşin sonunda bana kavuşursun ve ahiret diyarında perde açılır. O zaman zekât vermenizi farz kıldığım nefislerinizin size mi, yoksa bana mı ait olduğunu öğrenirsiniz. Gerçi orada bunu öğrenmeniz size bir fayda vermez. Bu nedenle Allah Nefislerinizi tezkiye etmeyin‘ demiş, kendisine ait iken onları size izafe etmiştir.
—————————————-
VASIL
Kime Zekât Verilir ?
Bilginler hür, akıllı yetişkin, tam nisap miktarına sahip her müslümana zekâtın farz olduğunda görüş birliğine varmıştır. Görüş birliği konusu budur. Bununla beraber öksüze, deliye, köleye, zimmet ehline, mülkiyeti eksik olana farz olup olmadığı hususunda ise, görüş ayrılığına düşmüşlerdir. Mülkiyetin eksikliğine örnek olarak, borcu olan ya da alacağı olan kimseyi veya rehin malı verebiliriz.
VASIL
Görüş Birliğine Varılan Şartların Yorumu
Müslüman, istenilen şeye boyun eğen demektir. Allah’tan başka herkesin varlığını Allah’a dayandırmaya boyun eğdiğini söylemiştik. Onlar, varlıklarını sadece Allah’tan kazanmıştır ve Allah sayesinde (billahi) olmaksızın varlıkları devam edemez. Hürriyet de bunun gibidir, çünkü bu durumdaki kişi hürdür. Başka bir ifadeyle, Allah’ın yaratıklarından hiç biri onun varlığına sahip değildir. Yetişkinliğin batım yorumu ise, Rabbinin hak ettiği şeylerle hak etmediklerini ayırt edebilme yeteneği demektir. Kişi bunun farkına vardığında, hiç kuşkusuz, bütün işleri Allah’a havale etmesi gereken bir sınıra ulaşmış demektir. Bu da, kendisine farz olan zekâttır. Akıl ise, nefsine ilham ettiği ya da peygamberinin diliyle gönderdiği hitabında Allah’ın kendisinden istediği şeyleri bizzat Allah’tan anlamak demektir. Varlığım Yaratanın varlığıyla sınırlayan kimse hiç kuşkusuz nefsini anlamış demektir. Akıl, ‘hayvanın bağlanması’ anlamındaki ‘ikal’ kelimesinden türetilmiştir. Gerçekte ise, ‘hayvanın bağlanması’ akıldan türetilmiştir. Çünkü akıl, hayvanın bağlanmasından öncedir. Bir iple bağlandığında hayvanın serbest dolaşmaktan engelleneceği ve sınırlanacağı bılinmeseydi (akl), onu bağ’ diye isimlendirmezdi.
Zekât verecek kimsenin nisap miktarına sahip olmasına gelirsek, daha önce Müslüman olmak, hürriyet, yetişkinlik ve akıl hakkında ifade ettiğimiz gibi, bir insanın nisap miktarına sahip olması, varlığının ta kendisidir. Burada tam sahip olmak ifadesi şu anlama gelir: Tam, eksiğin bulunmadığıdır. Eksiklik ise, yokluğa ait bir niteliktir. (Gazzâlî) Şöyle demiştir: ‘Eksiklik yokluk iken tam olan varlıktır.’ Bu, İmam Ebu Hamid’in şu ifadesinin anlamıdır: ‘imkanda bu âlemden daha güzeli yoktur (olabilecek âlemlerin en güzeli).’ Çünkü onun örneksiz yaratılışı, başka bir şey değil, bizzat varlığının kendisidir. Yani, imkânda onun varlığından daha güzeli yoktur. Çünkü âlem, özü gereği mümkündür ve varlıktan başka bir şey kazanmamıştır. Dolayısıyla imkânda varlıktan daha güzeli yoktur ve o da gerçekleşmiştir.
—————————
VASIL
Bilginlerin zekâtla ilgili görüş ayrılıklarından biri de, kiralanmış yerin yetiştirdiği ürünün zekâtının kime farz olduğudur. Bazı bilginler, zekâtın ekinin sahibine farz olduğunu söylemiş, bazı bilginler ise, zekâtın toprak sahibine farz olup toprağı işletenin bu konuda bir yükümlülüğünün olmadığını söylemiştir. Ben ilk görüşteyim. Zekât, ekin sahibinin yükümlülüğüdür.
VASIL
Batınî Yorum
İmam, müezzin, cihat eden, sadaka toplayan, kısaca işi karşılığında bir ücret alan herkes, o konuda kendisini ücretle çalıştırandan hakkını alır. Kiralanan toprak ise, sorumlunun ta kendisidir. Onun çıkardığı şeyler ise, bu nefisten ortaya çıkan amellerdir. Gerçek ziraatçı Haktır. Allah şöyle der: (Siz mi onu ekiyorsunuz, yoksa biz miyiz ziraatçı?’ Toprağın sahibi, Şari olması yönünden Haktır. Nitekim O, ekinde ‘başarıya ulaştıran’ olması bakımından bulunur. Allah bir peygamberinin şöyle dediğini bildirir:’Başarın sadece Allah sayesindedir.’
Allah, hidayet ve başarı tohumunu nefislerin toprağına eker. Nefis toprağı da, ekilen şeye göre bir ürün yetiştirir. Bu topraktan yetişen şeylerde Allah’ın hakkı olduğu gibi bir kısmında da insanın hakkı vardır. Öyleyse, Allah’a ait olan kısım zekât diye ifade edilirken kalan kısmı ise insana aittir. Ücretle çalıştırma ise, dince geçerli bir davranıştır.
Çünkü Allah bizden nefislerimizi satan almış, sonra onda bir (öşür)’ karşılığında bize kiralamış ve şöyle demiştir: ‘İyilik getiren kimseye on katı verilir.’ İyilik, Allah’a verip O’nun da nefislerimizin topraklarında ektiği ve bu iyi ameli bitiren iyilik değildir. Öyleyse, toprağın sahibi Allah’tır. Aynı zamanda O, eken, kiralayan ve kiralanandır. O, zekâtın farz olduğu kimsedir ve sadakaları alandır. Allah şöyle buyurur: ‘O, kullarından tövbeyi kabul eden ve sadakaları alandır.’ Fakat, farklı ilişki ve yönlerle. Öyleyse Hak, veren ve alandır. O’ndan başka ilah yoktur ve O’ndan başka fail yoktur. Söz gelişi şöyle olması yönünden şunu gerektirirken böyle olması yönünden ise kendisine bir şey farzdır.
Allah şöyle buyurur:’Rabbiniz nefsine rahmeti yazmıştır.’ Başka bir ifadeyle, vacip ve farz kılmıştır. Onu herhangi bir zorlayıcı kendisine farz kılamazdı. Bilakis, kendisinden bir lütuf ve size yönelik bir ihsan olarak, nefsine rahmeti farz kılan bizzat kendisidir, isimlerinin hakikatleriyle bize tanındığı gibi bu isimlerin hakikatlerine göre bütün ilahı şeriatlar sabitleşir. ‘De ki, hepsi Allah katındandır. Bu topluluğa ne oluyor ki, neredeyse sözü anlamıyorlar?’ Allah, bu ifadenin devamında şöyle der: ‘Sana ulaşan her iyilik Allah’tan, sana ulaşan her kötülük kendindendir’ Kötülük, seni üzen şeydir. Dolayısıyla sen, kötülüğün etkisinin bulunduğu bir yersin. Kötülük, bir fiil olması yönünden kötü diye nitelenemez. Her fiil, kendisini var eden ilahi bir ismin fiilidir. Bir ilahi ismin böyle bir fiili var etmesi, kendisinden ortaya çıkan bir iyiliktir. Dolayısıyla bu fiil, sadece onu kötü gören ya da kötüleştirdiği kimsede kötü olabilir. Bu ise, insanın nefsidir. Çünkü acıyı ancak bulunduğu kimse bulabilir. Acının hükmü, kendisini var edenden değil, acıyı duyanda ortaya çıkar. Çünkü kötülüğün, öznesinde bir hükmü yoktur.
‘Sana ulaşan her kötülük kendindendir’ ayetinin anlamı budur. İyilik de böyle olsa bile, iyilik insanda güzel karşılanır. Çünkü o, kendisini var eden Hakk’ın nezdinde de bir güzelliktir. Böylece iyilik, Allah’a izafe edilir, çünkü O, kendiliğinden iyiliği var edendir. Bununla beraber, var edildikten sonra bile, sende onun iyiliği bulunabilir. Fakat meşru olmasının dışında iyilik diye isimlendirilemez. Meşru olması ise, Allah katından olabilir. Dolayısıyla iyilik ancak Allah’a izafe edilebilir.
————————————–
VASIL
Zekât Hangi Mallara Farzdır?
Bilginler, zekâtın türeyenlerle sınırlı sekiz şeye vacip olduğunda görüş birliğine varmıştır. Türeyenler maden, bitkiler ve canlılardır (hayvanat). Madenler altın ve gümüş; bitkiler tohum, buğday ve hurma; hayvanlar ise deve, inek ve koyundur. Üzerinde görüş birliğine varılanlar bu sınıflardır ve bize göre doğru olan da budur. Kuru üzümde ise görüş ayrılığı vardır.
Meselenin batını yorumu şudur: Zekât insanın sekiz organına farzdır: Göz, kulak, dil, el, mide, cinsel organ, ayak ve kalp. Bu organların her birinin ahirette Allah’ın kendisiyle kulu sorumlu tutacağı vacip bir sadakası vardır. Gönüllü sadakaya gelirsek, insanın her bir damarında bir sadaka vardır. Hz. Peygamber, ‘insanın her damarına (sülamî) sadaka düşer’ demiştir. Sülamî, avucun dışındaki damarlardır. Her tespih bir sadakadır, her tehlil (La-ilâhe illallah) bir sadaka olduğu gibi hamd ü senalar ve tekbirler de sadakadır. Öyleyse, bu organlardaki zekât, bu sekiz organa farz kılınmış Allah hakkıdır. Allah onu altın ve zikrettiğimiz diğer sekiz şeyde de farz kılmıştır. Bunlar, görüş birliğiyle zekâtın farz olduğu kısımlardır. Böylece müminin Allah’ın her organdaki hakkını eda etmesi gerekmiştir.
Gözün zekâtı, Allah’ın ona farz kıldığı yükümlülüklerdir. Bunlara örnek olarak, harama bakmamak, Allah nezdine yaklaşmaya sebep olacak şeylere bakmayı verebiliriz. Örnek olarak, Kur’an-ı Kerim sayfasına bakmak, âlimin yüzüne bakmak, aile, çocuk ve benzerleri gibi kendisine bakmakla mutlu olunan kimselerin yüzüne bakmak, yanında bulunduğunda Kabe’ye bakmayı verebiliriz. Bir rivayette, Kabe’ye bakan kişiye her gün yirmi rahmet, onu tavaf edene ise altmış rahmet verileceği bildirilir. Gereken yerde kullanma veya gerekli olmayan yerde geri çekmede insanın sorumlu bütün organlarına böyle bakabiliriz.
————————————
Bilmelisin ki, zekâtın bir nisabı ve senesi vardır. Başka bir ifadeyle, zamanda ve miktarda bir ölçüsü vardır. Organların zekâtının batım yorumu da böyledir. Organların da, zaman ve miktarda bir ölçüleri vardır. Nisap miktarı, (söz gelişi) gözün ikinci bakışa ulaşmasıdır (sorumluluk bu esnada başlar), çünkü ancak ikinci bakış kasıtlı olabilir. Duymanın nisabı, ikinci duymaya ulaşmasıdır. Bütün uzuvlarda nisap, İkinciye (eyleme) ulaşmaktır. Bunun nedeni, kastın ikinci aşamada gerçekleşmesidir. Zamansal ölçü de, ona eşlik eder. Şimdi ise, bu konuyla ilgili hususları Allah’ın düşünceye ulaştırdığı ölçüde mesele mesele zikredelim. Başarıya ulaştıran Allah’tır ve O, dosdoğru yola iletendir.
————————————-
VASIL
Bunlar Kur’an-ı Kerim’de zikredilen sekiz sınıftır: Yoksullar, miskinler, zekât memurları, kalpleri İslam’a ısındırılanlar, köleler, borçlular, savaşanlar ve yolda kalanlardır.
Meselenin batını yorumu şudur: Zikredilen organlar, zekâtlarını kendi fiillerinden çıkarır (verir) ve varlıklarına döndürürler (aslî temizliklerine). Bu durum, onların ‘sevabı’ diye isimlendirilir. Dolayısıyla bu organların fiillerinde zekât bulunduğu gibi onların varlıklarına da zekât bölünür. Bakışını kendi nefsiyle arındıran kişi, zekâtı gözüyle vermiş, daha önce ‘nefsi vasıtasıyla gören’ iken ‘Rabbiyle gören’ haline dönmüştür. Kulağını nefsiyle arındıran kimse de zekâtı kulağına verdir iniştir. Böylece ‘Rabbi ile duyar’ hale gelir. Bu durum, kutsi bir hadiste dile getirilen, ‘Onun kulağı ve gözü olurum’ ifadesinin anlamıdır. Aynı şekilde konuşur, tutar ve yürür. Bütün bunlar, Rab vasıtasıyla gerçekleşir. Bu durumda insan, bütün işlerinde Rabbiyle hareket eder.
———————————–
TAMAMLAYICI VASIL
* Allah seni başarıya erdirsin! Bilmelisin ki, insanın kendilerinde tasarruf ettiği işler, Allah’ın bütün haklarıdır. Bu haklar çok olsa bile, belirli bir şekilde iki kısımla sınırlıdır. Bir kısmı, yaratılmışların Allah’a ait hakkıdır. Bu durum, Hz. Peygamberin Nefsinin senin üzerinde hakkı vardır, gözünün senin üzerinde hakkı vardır, eşinin senin üzerinde hakkı vardır’ hadisinde dile getirilir. Diğer kısım ise, Allah’a ait olan Allah’ın hakkıdır. Bu da, ‘Benim bir vaktim vardır ki, ona Rabbimden başkası giremez.’ Allah’a ait olan bu hak, Allah’a ait hakta yaratılmışların haklarının zekâtıdır. Bütün bu haklar sekiz sınıfta sınırlıdır. (İnsandaki) Bilgi ve amel, altın ve gümüş mesabesindedir. Hayvanda ise, koyun, inek ve devenin karşılığında ruh, nefs ve beden vardır. Bitkilerden ise tohum, buğday ve hurma vardır.
Batınî yorumda bu mütekabiliyet, ruh, nefis ve organların meydana getirdiği bilgi, düşünce ve amellere denk gelir. Bu bağlamda koyun ruha, inek nefse, deve ise bedene aittir. Koyunu ruhların karşılığı saydık, çünkü Allah koçu saygın bir peygamberin ruhunun kıymeti yapmış ve şöyle demiştir: ‘Onun fidyesi büyük bir koç idi.‘ Böylece koçu yücelterek peygamber oğlu peygamber olan İbrahim’in oğlunun bedeli yapmıştı. Hayvanlar içinde bu yorumla koyundan daha üstün derece yoktur. Onlar, bu ümmetin kurbanlarıdır. Onları görmez misin? Allah’ın devedeki hakkını da koyun saymışlardır. Bu, her beş devede bir koyun zekât verilmesidir. Yüz deve ise, peygamber ve nebi olmayan canın bedeli sayılmıştır. Devenin mertebesi karşısında koyunun mertebesine bakınız!
Hz. Peygamber, koyun ağıllarında namaz kılmamızı emretmiştir (kılabileceğimizi söylemiştir). Namaz, Allah’a yakınlıktır ve namaz kılınan yerler ise Allah’ın mescitleridir. O halde koyun ağılları, Allah’ın mescitlerinin bir türüdür. Dolayısıyla, o mekânlar da yakın mekânlardır. Develer ise, bu özelliğe sahip değildir. Daha büyük olsalar bile, bu özellikten yoksun oldukları için develeri bedenlere ait saydık. Onların isimlerinden birinin ‘bedene (deve)’ olduğunu görmez misin? Cisim, beden diye isimlendirilir. Beden ise, tabiat (doğa) âlemidir. Doğayla Allah arasında iki âlem vardır: Bunlar, nefs ve akıldır. Doğa, yakınlıkta üçüncü derecededir. Dolayısıyla o, Hakk’a yakınlıktan uzaktır. Hz. peygamberin deve ağıllarında namaz kılmayı yasakladığını görmez misin? Buna neden olarak, o mekânların şeytan (mekânları) olduğunu göstermiştir. Şeytanlık ise, uzaklık demektir. Dibi derin kaba, ‘rakiyyetün şatune’ denilir. Namaz ise Allah’a yakınlıktır ve uzaklık yakınlıkla çelişir. Bu nedenle Hz. Peygamber, kendilerinde uzaklık bulun- duğu için deve ağıllarında namaz kılmayı yasakladı. Doğal cisim de böyledir: Ruha ait yakınlık nerede, o nerede! Ruh akıldır, çünkü o ilk yar olandır. Ruh, ‘Ona kendi ruhumdan üfledim’ ayetinde belirtilen ‘üflenen’ şeydir. Bu nedenle ruhu koç, bedeni deve saydık.
İnek ise nefsin mukabilidir. İnek koyundan aşağı, deveden yukarıdadır. Bu durum, nefsin bedenin ruhu olan akim aşağısında bulunmasına benzer. İsrailoğulları bir can öldürüp tartışmaya kapıldıklarında, Allah kendilerine ‘bir inek kesin, onun parçasıyla ölüye vurun’ diye emretmişti. Bunu yapınca ölü, Allah’ın izniyle canlandı. Ölünün canı inek vasıtasıyla hayat bulunca, onunla nefs arasında bir bağıntı ve ilişki olduğunu anladık. Böylece ineği nefsin remzi ve simgesi saydık.
Ruhtan -ki akıldır- ise, Allah’ın kendisine ektiği hikmet, bilgi ve sırlardan O’nun bildikleri (diledikleri) ortaya çıkar. Bu bilgilerin bir kısmı oluşla, bir kısmı Allah ile ilgilidir. Bunlar, tohumlulardan buğdayın zekâtı gibidir, çünkü buğday hububatın en üstünüdür. Nefsten ise, Allah’ın kendisine ektiği düşünce ve arzulardan sadece Allah’ın bildikleri çıkar, bu da nefsin bitkileridir. Bu da, hurma gibidir. Allah’ın nefsten ortaya çıkan şeylerdeki zekâtı, ‘ilk düşünce’dir; arzulardan ise, Allah uğruna olan şehvet ve arzudur. Nefsi hurmaya bitiştirdik, çünkü hurma ağacı halamızdır. Dolayısıyla akıl karşısında nefs, Adem karşısındaki hurma gibidir. Çünkü hurma, Adem’in toprağının kalıntısından yaratıldı. Allah organlara da bütün amelleri ekmiş, onlar da amelleri ‘bitirmiş ve yetiştirmiştir.’ Onlarda Allah’a ait zekât payı ise, kendisinde Allah’ın gözetildiği meşru amellerdir.
Bunlar, kendilerine zekât düşen sekiz sınıftır. Bu bağlamda, altın konumundaki bilgiye gelirsek, onda altına farz olan şey farzdır. Gümüş konumundaki amelde ise, bitkilerde farz olan şeyler farzdır. Ruhta ise, koyunlarda farz olan zekât farzdır. Nefste, ineklerde farz olan şey farzdır. Organlarda ise, devede farz olan şey farzdır. Aklın ürettiği bilgiler ve yetiştirdiği sırlarda, buğdayda farz olan şeyler farzdır. Nefsin ürettiği şehvet ve düşüncelerde, yetiştirdiği varidatta ise, buğdayda farz olan kısım farzdır. Organların yetiştirdiği amellerde ve bitirdiği itaat ve benzeri şeylerde ise, buğdayda farz olan şey farzdır.
VASIL
Besinlerin Vakitlerle Değerlendirilmesi
Bilmelisin ki, Allah yolunda vakitler amel sahibi bilginler için doğal cisimlerin yararları için gerekli besinlere benzer. Bazı besinler o sınıfın zekân olduğu gibi aynı şekilde ilahi vakit de, (var olana ait olan) kevnî vakitlerin zekândır. Çünkü besinlerde hayvani ve bitkisel bedenlerin gıdası bulunduğu gibi vakitte de ruhların gıdası bulunur. Organların gıdası ise amellerdir.
Bilgi ve amel, iki madendir (altın ve gümüş). Onların varlığıyla dünya ve ahirette Hakk’ın maksatlarına erişilir. Bu durum, gümüş ve altın sayesinde bütün amaçlara ulaşmaya benzer.
Şimdi ise, bu tür ve türlerle ilgili Allah’ın hakkım -İd zekâttır- açıklayalım.
VASIL
İnsanın Sorumlu Organları ile Zekât Verilmesi Gerekli Sınıfların Karşılaştırılması
Birinci sınıf, yoksullardır. Yoksulların organlardaki dengi ve karşılığı, cinsel organdır. Miskinlerin dengi ise midedir. Zekât toplayıcılarının dengi kalp, kalpleri ısındırılacak olanların dengi kulak, kölelerin dengi göz, borçluların dengi el, mücahitlerin dengi dil ve yolda kalmışların dengi de ayaktır. Bu sınıflar ile bu organlar arasındaki dengeyi zikrettiğimiz tarzda dikkate aldığında, işaret ettiğimiz hikmeti öğrenirsin. Buna göre, cinsel organlardaki ‘fakirlik’ bellidir. Aynı şekilde, midedeki miskinlik (mide ve miskinlik ilişkisi) bellidir. Kalp ile çalışan kişi (arasındaki ilişki) açıktır. Kalpleri ısındırılanların kulağa benzetilmesi de açıktır. Kölelerin göze benzetilmesi gerçekçi bir benzetmedir. Borçlunun ele benzerliği, açıklayıcıdır. Mücahidin dile benzemesi ise geçerli- dir. Yolda kalmışların ayağa benzemesi ise hepsinden daha açıktır.
—————–
Zekâtta Karışık Şeylerin Ayrışması
Dârekutnî, Sa’d b. Ebi Vakkas’tan Hz. Peygamberin şöyle söylediğini aktarır: ‘İki karışık şey bir havuzda bir araya gelmez; çoban ve at.’
Meselenin batınî yorumu şudur: Allah, ‘iyilik ve takva hususunda yardımlaşın’ buyurur. Bir şeyde yardımlaşmak, onda ortak olmak demektir. iki karışık şeyin anlamı budur. Havuz ise, kalplerin canlanmasına yol açan amel ya da bilgidir. Bu iki şey, söz konusu konuda her birinin muhtaç olduğu şeye göre arkadaşından yardım ister. Bu havuz insanda bulunur. Kalp ve organlar ise, iki karışık şeydir. Organ amelle kalbe yardım ederken kalp ihlas ile organa yardım eder. Öyleyse o ikisi, amel ya da bilgi talebinde birbirine katılır.
Hadiste geçen çoban, ameli koruyan sebep demektir ki, huzur ve bilinçtir. Örnek olarak, namazı verebiliriz. Namaz kılanın yüzünü kıbleden başka bir yöne çevirmesi mümkün olmadığı gibi bu ibadetle Rabbinden başka bir şeyi amaçlaması da mümkün değildir. İşte bu, o ibadeti korumak demektir. Kalp ve duyu ise, onda birbirine karışmıştır. At, o bilgi ya da amelin Allah katında meydana getirdiği kabul ve sevabı sağlayan şeydir. Bu ikisi ödülde ortaktır. Böylece nefs, bilginin verdiği şeyden kendisine yaraşır olanı alırken bedene ait duyu da, ahiret hayatında yaraşır güzel sureti alır. Her ikisi için bu durumu meydana getiren ise, ortak oldukları güçlüktür.
VASIL
Sadaka Bulunmayan Amel
Hz. Peygamber şöyle buyurur: ‘Avamile (develer) sadaka yoktur, cepheye (atlar) sadaka yoktur.’
Hadisi Dârekutnî Hz. Ali’den aktarır. Avamil, çalıştırılan develer; cephe ise atlardır. Daha önce atın zekâtından söz etmiştik.
VASIL
Batınî Yorum
Bedenler ruhların hizmetkârlarıdır, çünkü ruhlar, sorumlu oldukları şeyleri bedenleri üzerinde icra eder ve bedenler vasıtasıyla amel gerçekleşir. Bedeninde çalışan kimseye ise zekât düşmez. Zekât, bedeni çalıştıran ruha düşer. Ruhun zekâtı ise niyet ve takvadır. Niyet, ameli sırf Allah için yapmak demektir. Allah şöyle buyurur: ‘Onların etleri ya da kanları Allah’a ulaşmaz, fakat sizden olan takva Allah’a ulaşır.’
VASIL
Definelerin Zekâtı
Müslim, es-Sahih’inde Hz. Peygamberin şöyle dediğini aktarır: ‘Definede (rikaz) beşte bir zekât vardır.’ Rikaz, kâfir veya cahiliye döneminden toprakta kalmış defineler demektir.
VASIL
Batınî Yorum
İnsan doğasında gömülü olan şey definedir. Bu, başkanlık sevgisi, hem cinslerinin önüne geçmek, çıkar sağlamak ve zarardan kaçınmaktır. Bunlardaki zekât beşte birdir. Kul kalbinde başkanlık arzusunu bulursa, onu Allah’ın kelimesini -gerçekte olduğu gibi- kâfirlerin kelimesinin üzerine çıkarmak için kullanmalıdır. Çünkü ‘Allah’ın kelimesi yüce, kâfirlerin kelimesi düşüktür.’ Burada küfür, başka bir şey değil, şirk ve ortak koşmak demektir.
Hz. Peygamber kendisinden kılıcı hakkını vermek üzere alıp onunla safların arasına kahramanca yürüyen Ebu Dücane’nin savaştaki böbürlenmesini gördüğünde şöyle demişti: ‘Bu yürüme savaşın dışında Allah m sevmediği bir yürüme tarzıdır.’ Onun zekâtı ise, daha önce belirttiğimiz gibi, kâfirleri yenme niyeti, onların arasına dalmak, Allah’ın
kelimesini -İslam- yükseltmek ve Allah’a ortak koşanlara değer vermemektir. Yarar sağlamak ve zarardan korunmak da böyledir. Yarar sağlamanın zekâtı, insanın uyku, yemek, içmek ya da dinlenmek ya da mal saklamak vb. şeyleri bırakıp Allah’a itaati yerine getirmede kendisine yardımcı olacak yararı amaçlamasıdır. Zararı uzaklaştırmanın zekâtı ise, yapmak istediği Allah’a itaat ve ahirette mutluluğunu sağlayacak şeylere engellemekten onu uzaklaştırmayı amaçlamaktır. İşte definenin zekâtının beşte biri bu demektir.
Şöyle denilebilir: ‘İnsan dinine nasıl zarar verebilir?’ Burada, o zararı kendisinden uzaklaştırmazsa, onun Allah’ın herhangi bir farzını yerine getirmeye engel olacağını ya da kendisiyle hayır sebepleri arasına gireceğini kastediyorum. Dolayısıyla, insanın yaratılışında bulunan zarardan uzak durma duygusuyla (doğasındaki gömünün) beşte birini uzaklaştırması, yapmak zorunda olduğu bir farzı ihmale yol açmaz. Hz. Peygambere ‘Define’ sorulmuş, oda şöyle demiştir: ‘Define, Allah’ın gökleri ve yeri yaratırken toprakta yarattığı altındır.’ Başka bir ifadeyle madenlerdir.
FASIL İÇİNDE VASIL
Çalışma veya Gayret Olmadan Allah’ın Mal Verdiği Kimse
Bir rivayette Hz. Peygamberin böyle bir mala sahip olan kişi hakkında şöyle dediği aktarılır: ‘Elindeyken üzerinden bir yıl geçmeden böyle bir mala zekât düşmez.’
Meselenin batını yorumu şudur: Kulun Allah’a yaklaşma niyeti taşımadan işlediği güzel huylar, ahiret hayatında kendisine yarar sağlar. Güzel huyları sergilemek için, mutlaka Allah’a yaklaşmaya niyet etmek gerekmez. Fakat herhangi bir görüş ayrılığı olmaksızın, güzel huylan yerine getirirken Allah’a yaklaşmaya da niyet etmek, kul hakkında daha üstün ve daha iyidir.
Bu konuda aktarılan hadis, Ebu Davud’un Dabaa b. ez-Zübeyr’den aktardığı şu hadistir: ‘Mikdad hacet gidermeye çıkmıştı. Bir farenin delikten bir altın çıkardığını görmüş. Ardı ardına dinar çıkarmayı sürdürmüş en sonunda sayı on yedi dinara ulaşmış. Sonra bir dinar daha çıkarmış, sonra içinde dinar bulunan kızıl bir hırka çıkarmış. Toplam on dokuz dinar olmuş. Mikdad, bunları Hz. Peygambere götürmüş ve ‘bu dinarların sadakasını al’ demiş. Hz. Peygamber ‘Sen deliğe yaklaşmış miydin?’ diye sormuş. O da ‘hayır ‘diye cevap vermiş. Bunun üzerine Hz. Peygamber ‘Allah bunları sana mübarek etsin’ demiş
—————-
FASIL İÇİNDE VASIL
Sadakada Aşırı Giden
Bir ravi Hz. Peygamberin şöyle dediğini aktarır: ‘Sadakada aşırı giden onu vermeyen gibidir.’ Hadisi Ebu Davud aktarmıştır.
Meselenin batini yorumu şudur: ‘Nefsinin senin üzerinde hakkı vardır, gözünün senin üzerinde hakkı vardır.’ Onları güçlerinin üzerinde bir yükle sorumlu tuttuğunda hasta edersin ve bu durum pek çok iyiliğin ihmaline yol açar. Bu durumda sen, bir hayır yapmak isterken diğer hayırları engelleyen haline gelirsin. Halbuki sen, nefsin ancak bu organlarla iş yapabildiğini biliyorsundur. Daha önce sıkıntılı işlere zorlanmaları nedeniyle, araçlar işlevsiz kaldığında ve amel yapamadıklarında ise, iyiliği engelleyen kimse sayılırsın. Bu konuda şöyle bir mısramız vardır:
Sanatkârın bir işte yapabildiği
Araçların ona imkân verdiğidir.
Sınırı aşmak, belirlenmiş olanın eksikliğidir.
——————————
Zekât Vermeyen İnsandan Hükümdarın Önce Zekâtı, Sonra Malının Yarısını Alması
Ebu Davud, Hz. Peygamber’in zekât alımı ve zekâtı vermeyen kişiyle ilgili bir hadiste şöyle dediğini aktarır: ‘Rabbimizin büyüklüğünün bir gereği olarak, biz hem zekâtı hem de malının yarısını alırız.’
Meselenin batını yorumu şudur: insanın amelleri iki kısma ayrılır. Bir kısmı nefsine, bir kısmı ise organlarına özgüdür. Ameldeki zorunlu zekât, Allah’ın insana farz kıldığı ameller mendup veya mübah davranışlardır. Malının zekâtını vermediğinde Allah, farzı yerine getirmenin zorunlu olduğu esnada yaptığı davranışlarına bakar. Bu esnada yaptığı davranışlar güzel huylar ise, hak ettikleri sevabı vermeyip o vaktin amelinin zekâtı olarak tutar. İnsan bu esnada kötü davranışlar yapmışsa günahı katmerleşir. Çünkü farz bir ibadeti yerine getirmediği gibi aynı zamanda kötü bir amel sahibi de olmuştur. Bu durumda iki kötülüğü birleştirmiş sayılır. Birincisi uygun olmayan şeyi yapmak, İkincisi ise yapması gerekli ameli yapmamaktır. O esnada mübah bir davranış yapıyor idiyse, özellikle farzı terk etmesi nedeniyle cezalandırılır.
‘Amelinin yarısını almaya‘ gelince, bu, kendisinde iddianın bulunduğu tasavvur edilen kısımdır. O da, ameldir. Çünkü yükümlülük, yapmak ve yapmamak diye ikiye ayrılır. Yapmamada herhangi bir iddia yoktur. Geride (iddianın konusu olarak) yapmak kalır. Allah ise, o fiildeki failin kendisi olması kanıtıyla ameli (sahibinden) alır. Bu durum ona gösterildiğinde, geride ödül olarak isteyebileceği bir şey kalmaz. Çünkü ödül almak, onun bir davranış sahibi olmasına bağlıydı. Halbuki failin Allah olduğu kendisine görünmüştür. Böylece, ya cezadan sonra ya da cezadan önce olmak üzere, Allah ihsanıyla kendisini bağışlayınca- ya kadar hayret içinde kalır. Hesabın görüleceği ahiret hayatında, (zekât vermeyenden) malın yarısının alınmasının anlamıdır.
——————————————-
Yakın-Mağrip’te muvazene (denge, bilgisi ledünni değil, salih amelden meydana gelen kişi) ehlinden bir şeyhin başına şöyle bir hadise gelmişti: Hükümdara şeyhin öldürülmesini gerektirecek bir takım işler bildirilmişti. Hükümdar, bir yandan şeyhin tutuklanarak getirilmesini emrederken öte yandan şeyhi kendilerine sormak amacıyla da bütün insanlara toplanmaları söylenmiş. İnsanlar şeyhin öldürülmesini ve zındık sayılmasını gerektirecek sözler söylediği iddiasıyla öldürülmesi hususunda görüş birliğindeydi.
Bu esnada şeyh yolda ekmek satan bir adama rastlamış ve ona: Bana yarım somun ekmek borç ver, deyince adam da vermiş, şeyh de yoldan geçen birine ekmeği sadaka olarak vermiş. Sonra, o büyük topluluğun araşma getirtilip oturtulmuş. Hakim, insanlar şeyhin hakkında söylenenler hususunda tanıklık ederse, kötü bir şekilde öldürüleceği hükmünü vermiş. Hakim de şeyhten en çok nefret edenlerden biriydi. Şöyle demiş: -Ey Merakeşliler! Bu gördüğünüz adam falancadır. Onun hakkında ne dersiniz.?
Hepsi birden: -Adil ve beğenilen biridir demiş. Hakim şaşırmış, şeyh ise ona şöyle demiş: -‘Şaşırma! Bu mesele, yadırganacak bir iş değildir. Hangisi daha büyüktür: Senin gazabın mı, yoksa Allah’ın ve ateşin gazabı mı? Hakim: -‘Allah’ın gazabı ve ateşin gazabı daha büyüktür.Şeyh şöyle sormuş: -Ölçü ve miktar bakımından hangi şey daha koruyucudur (takva): Yarım somun ekmek mi, yarım hurma mı? Hakim: -‘Yarım somun diye cevap verince, şeyh şöyle demiş: -Senin ve bu topluluğun öfkesini yarım somun ekmekle dindirdim. Çünkü Hz. Peygamber’in şöyle dediğini duydum: ‘Bir hurma parçasıyla bile olsa cehennemden korunmaya çalışın.
Başka bir hadiste ise şöyle buyurdu: ‘Kuşkusuz sadaka, Rabbin öfkesini söndürür, kötü ölümü def eder. Hiç kuşkusuz Allah bunu yaptı: (Allah’ın öfkesi karşısında) Sizin (öfkenizin) küçüklüğü ve (hurmaya göre) benim sadakamın büyüklüğü sayesinde, Allah kötülüğünüzü ve kötü ölümü benden uzaklaştırdı. Çünkü benim sadakam, hurma tanesinden daha büyük iken sizin öfkeniz ise ateşin ve Rabbin öfkesinden daha küçüktür.
Bunun üzerine, oradakiler şeyhin imam karşısında hayrete düştüler. Ölümlerin en kötüsü, inşam bedbahtlığa götürecek bir halde ölmektir ve Allah sadece bedbahta öfkelenir. Rabbin öfkesinde, kötü ölümde ve cehennemin otoritesinde sadakanın nasıl etkin olduğuna bakınız!
Öfkeliyken nefsine sadaka veren kişi, o esnada nefsine sahip olmakla sadaka verebilir. Öfkeliyken insanın kendine sahip olması, farkında olmadığı bir yönden verilmiş bir sadakadır. Hz. Peygamber şöyle buyurur: ‘Güçlü insan güreşte iyi olan değil, öfkelendiğinde nefsine sahip olan kimsedir.’ Çünkü öfke, yakıcı bir ateştir. İşte bu (öfkeye sahip olmak), insanın kendisine verdiği sadakadır.
—————————————–
FASIL İÇİNDE VASIL
Sevdiği Şeylerden İnfak Eden Kimsenin Durumu
Allah şöyle buyurur: ‘Sevdiklerinizden infak edinceye kadar iyiliğe ulaşamazsınız.’ Abdullah ibn Ömer , bu ayetin gereğini yerine getirmek amacıyla tatlı satın alır, onu sadaka olarak verir ve şöyle derdi: ‘En çok tatlıyı severim.’ İnsan için sevimli olan şey, onun nefsidir. Nefsini Allah yolunda infak ederse, onun karşılığını ve bedelini elde eder, çünkü bir şeyi yok eden kimsenin yok ettiği şeyin değerini ödemesi gerekir. Hak, kulun nefsini yok etmesini istemiştir, çünkü insana sevdiği şeyleri infak etmeyi emretmiştir. O’nun yanında nefse bedel olarak ise cennetten başka bir şey yoktur. Bu nedenle, başka bir şey bulamadığında, Allahı bulursun, çünkü Allah, kendilerine boyun eğilen eşya bulunmadığında bulunabilir. İnsanın nefsi ise, bütün eşyadır ve o yok olmuştur. Öyleyse, nefsin bedeli zikrettiğimiz şeydir (Allah), Sadakanın değerinin ne kadar yüksek olduğuna bakınız!
İbn-i Arabi – Futuhat-ı Mekkiye,cilt:3 / Litera Yay.