Fetih

images-1 Fetih

Bu, Plutarhos’un rivayeti: Bir gün, Pyrrhus yer­yüzünü almak için düşler kuruyordu: “Önce Yunanistan’a baş eğdireceğiz” diyordu.

-Ya sonra? Diye Cineas sordu.

-Sonra Afrika’ya el atacağız.

-Afrika’dan sonra?

-Asya’ya geçeceğiz. Anadolu’yu, Arabistan’ı alacağız. -Sonra?

-Hindistan’a kadar gideceğiz.

-Peki, ondan sonra?

-Ah, dedi Pyrrhus, ondan sonra dinleneceğim!

-Niçin? Diye sordu Cineas. Niçin şimdiden dinlen­miyorsun?

(S. de Beauvoir, Denemeler, Payel Y. İst. 1976)

*

Bu anekdot, içi boş istila hevesiyle fetih olayının far­kını kavramamıza yardımcı oluyor.

Gayesiz ve maksatsız bir istila hevesiyle, bütün bir yer­yüzü işgal edilmiş olsa bile, insan, bu işi gerçekleştirene: “Peki sonra?” demekten kendini alamıyor.

İnsan, ne zaman başına bir bombanın düşeceği sıkın­tısını yaşarken, karşısında, böylesine başıboş bir işgal gü­cünü tahayyül ediyor olmalıdır. Faulkner, 1949 yılında, yaptığı Nobel ödülü konuşmasının bir yerinde böyle söy­lüyordu: Bu günün insanı, ne zaman bir bombayla havaya uçurulacağım kaygısıyla yaşıyor, diyordu. Çünkü İkin­ci Dünya Savaşı’ nın şartları, böylesine serseri güçlerin bü­tün insanlığa musallat olduğu bir süreci içermişti ve sa­vaşın olumsuz etkileri baskısını eksiltmeden sürdürü­yordu. Kimin nereye çarpacağı, serseri bir mayının kimin ayağına takılacağı, kimin başına ne zaman bir bombanın düşeceği belli değildi. Ve insan korku altında tutuluyordu: böylesi bir korkuysa, insan haysiyetini rencide eden fi­illerin en şeni olanlarından biriydi.

Elinde serseri ve hoyrat bir güç bulundurabilen bir ma­ceraperestin sağa sola saldırdığı, elindeki gücü bilinçsizce, çılgınca kullandığı görülmemiş olaylardan değildir. Da­hası, aklı başında sayılan birinin bile, böyle bir gücü eli­ne geçirmiş olduğuna kani olduktan sonra, komşularına saldırabileceği, komşusunun malım mülkünü talan ede­bileceği insanların tanık olmadığı bir şey değildir. Cen­giz, zamanında, nerdeyse bilinen dünyanın tümünü iş­gal ve istila edebilmişti. Ama onun unvanları arasında “cengâver” kelimesine yer verilmiş olsa bile, kimse onun bir “fatih” olduğunu düşünmemiştir. Timur, or­dusuyla Ankara yaylasına kadar geldi ve orada Bayezid Han’ı yendi ve onu esir aldı. Sonra da, dönüp ülkesine gitti. Peki niçin? Basit bir kuvvet gösteri için, bir bilek gü­reşi için bunca insanın kanım heder etmenin anlamına akıl erdirebilmek mümkün görünüyor mu?

İnceleyin:  Hümanizm,Rönesans Hareketiyle Çıkmış Değildir

Kimilerine göre dünyanın gelmiş geçmiş en iyi askerlerinden biri sayılan Napolyon, Moskova’ya niçin girdi ve oradan niçin çık­tı? Bu soruyu, kimileri, Fransa’nın oralardaki hakimiye­tinin sağlanması için diye cevap verebilir. İyi de, sonra niçin ricat edildi? Çünkü Moskova’da ona karşı çıkan bir ordu bulunmuyordu. Napolyon, Moskova’ya kadar bü­tün Rusya’yı istila etti, ama Rusya’yı veya Moskova’yı fet­hetmeyi başaramadı. Ben burada, ileri sürülebilecek as­kerî gerekçelerin bizi ikna etmeye güç yetirebileceğine inanmıyorum. Bu istila olayı da Timur’unki gibi, bir kuv­vet gösterisinden ibaret kalmıştır. Bu kuvveti besleyecek manevî bir gücü içinde barındırmasını bilmeyen ve ner- deyse başıboş bir güç., bir heves.. Napolyon’a hayranlık duyanlar kabul etmekte zorlansalar bile, ortadaki ger­çeklik budur.

Demek ki, bir ülkeyi ele geçirmenin, bir başına fetih sayılamayacağına dair bir kanaatimiz açığa çıkıyor. Fa­tih, bir ülkeyi acaba niçin kendisine ve kendi insanına açar? Mesele, bu sorunun cevabını doğru vermekte te­merküz ediyor. Eğer ulaşılan ülkelerin zenginliklerini ta­lan etmek veya o ülkelerin zenginliklerini zaman içinde sömürmek fetih sayılsaydı, Avrupa’nın bütün emperyalist ülkelerini ve onların komutanlarını fatih diye adlandır­mamız gerekecekti. Oysa onlar zaptiye olabilir, sömür­geci olabilir, şâgil olabilir, müstevli olabilir, ama fatih., asla! Bir sömürgecinin, sömürge haline getirdiği bir ül­keyi sonuna kadar sömürebilmesi ve işgalini meşru gösterebilmesi için oraya kendi medeniyetinin manevî de­ğerlerini getirdiğini ileri sürmesi bile, bu bağlamda inandırıcılıktan uzak duruyor. Çünkü emperyalistin sö­mürülen bir yere girmesi, yalnızca sömürme amacına matuf bulunuyor: bundan ötesi, sömürme işleminin kolay­laştırılması niyetini taşıyor.

Bir kere daha, diyoruz ki, bir ülkeyi ele geçirmenin, ıstılah anlamıyla fetih sayılabilmesi için, oranın zengin­liklerini talan etmenin dışında bir amaca yönelmiş ol­masını esas alıyoruz. Medine, bu yüzden, Allah’ın Resulü (sav) tarafından fethedilmiştir, diyoruz. O’nun (sav), Me­dine’ye girişi savaşla değil ve fakat davetle ve sulh yo­luyla olmasına rağmen, burada bir fetih gerçekleştiril­miştir. Mekke’ye girilmesi ise savaş şartları içinde müm­kün olmuştur, ne var ki, bu savaşta kan dökülmemiştir. Ve Mekke, kansız bir savaşla fethedilmiştir. Her iki fet­hin özelliği de, bu sitelerin zenginliklerini talan etme ni­yetini gözetmemiş olmasıdır. O kadar ki, orada yaşayan insanların dinlerini değiştirmeleri hususunda bile bir zor­lama vaki olmamıştır. Ancak oralara, üstün tutulan, kut­sal bilinen manevî değerlerin taşınması esas alınmış, an­cak ve yalnız böyle bir hedef öne alınmıştır. Böylece bu kutsal değerlerle temas imkânı elinden alınmış olan o bel­delerin insanlarının söz konusu teması sağlamaları müm­kün kılınmıştır.

İnceleyin:  Kul hakkı versus insan hakkı

İstanbul’un fethi için de aynı mülahazalar söz konu­sudur. İstanbul, oranın zenginliklerini talan için ele ge­çirilmemiştir. Bilakis, orada yaşayan insanlar için oldu­ğu gibi, oranın hinterlandında bulunan ülkelerin de İs­lâm’la temas yolunun açılması önkabul olarak benim­senmişti. Niyet oralara İslâm’ı taşımak, orada bulunan yö­netimlerin, kendi insanlarının İslâm’la temasının önünü kesen engelleri bertaraf etmekti.

Bu bakımdan bir komutanın heva ve hevesini tatmin için gerçekleştirilen bir işgal ve istila eyleminin arkasından: “Peki sonra?” diye sorutabiliyor ve bu soru tekrar­landıkça, söz konusu eylemin saçmalığı ortaya çıkarı­labiliyor. Ama adına layık bir fatihin: “Peki sonra?” so­rusuna verebileceği cevaplar tüketilemez olarak duruyor. Çünkü onun dönüştürmeyi düşündüğü bir ülke, erişilen her amaçtan sonra, önünde gerçekleştirilmesi gereken baş­ka bir amaçla karşılaşıyor. Eğer fetih, insanlara “imanlarını bir imanla artırsınlar” (Kur’an/Fetih: 1-4) diye bahşe­dilmişse, böyle bir artırımın sonsuza kadar sonunu bul­mak imkân dışı kalır: bu da, fethin yalnız dışarıya dönük anlamına değil ve fakat onun insanın içine dönük anla­mına da işaret eder, delil olur.

 

Rasim Özdenören-Eşikte Duran İnsan

Muhammed Ali

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir