Ekrem Tahir – Babildeki Türkiye ”Notlarım”
Her kitap bir ön söz, yani bir revaktır. Rüya sarayının revakıdır her kitap. Her ön söz de rüyanın ışıktan, kelimeden merdivenidir. Onun için, uluların kitaplarında ön söz yoktur. Uluların her ön sözü bir kitap, bir revaktır. Mukaddime, İbn Haldun’un Tarih-i İber’inin revakıdır. “Metot Üzerine Risale” Descartes’in eserlerinin bir revakı, yani ön sözüdür. Ruhun Fenomenolojisi, Hegel’in bir ön sözüdür.
Ya Sombart (1863-1941)?.. O olmadan M. Weber, M. Weber olmazdı… M. Weber olmasaydı Sombart, Sombart olmazdı. Modern Kapitalizm’in yazarına, tarihçi F. Braudel hayran… Sombart, hakikatte eserleriyle “Annales Okulu’nun” manevi babası… W. Sombart, bugün unutturulmak istenilen bir dahi… Sombart 1915 yılında İngiltere aleyhinde bir kitap yazar: Kahramanlar ve Tüccarlar. Bu eserinden dolayı, Yahudi kilisesinin ve Liberallerin (!) hışmına uğramış üstadımız. Kitabın başlığı, Nietzsche’nin bir yazısının adı… Alman sosyolojisinin hakikatte tek kurucusu değil, üç kurucusu var: M. Weber, W Sombart ve G. Simmel. s.19
Amerika… Önceleri, Hegel için bir ümidin adı, Yeni Dünya… Sonra, Amerika bir Altonodur üstat için. “Avrupa, Hamburg… Amerika ise Altonodur” A. de Tocgueville (1805-1859) için demokrasinin vatanı… Şair Valery için Avrupa düşüncesinin, kültürünün bir projesidir. Ama üstat sevmemiş… Ne şair Rilke ne de filozof Heidegger sevmiş Amerika’yı. Hani, “Ah! Keşke bizim dehamız daha fazla deha olsa!” diyen Amerikalı Ralph Waldo Emerson (1802-1882), Geothe, Rilke, yaşsalardı hepsini Amerika, hapse atardı. Unutmayalım… Şair Valery 1939’da, bir radyo konuşmasında, Hitler Almanyası Fransa’ya saldırmaya hazırlanırken, şunu söyler: “Şayet bugün Goethe yaşasaydı, ya hapse atarlardı ya da safımıza geçip bizden olurdu.” diyor şair… Evet, Batı’nın bir ucubesi, bir melanet soyu olan bugünkü Amerika yönetimi, bugün yaşasalardı R. W. Emerson’u, Geothe’yi, P. Valery’yi, Rilke’yi, filozof Hegel’i ve Amerikan sosyolojisinin manevi babası olan Max Weber’i terörist ilan edip hapse atmak isterlerdi. Ya da hapse atılmasalardı bu ışık, nur çocuklar hemen mazlumların safına geçip bu dehşetin dehşeti olan bu ucube (Levithan) ile savaşırlardı. Ama şunu unutmamalı: Yeryüzünde hiçbir zafer ilelebet değildir. Hiçbir mağlubiyet de ezeli değildir. Tarih, bunların resmigeçitleriyle dolu… s.20
Ya bizde?.. Sismograflarımızı çıkarırsanız bizde entelektüel yok. Münevver ve aydın vardır. Aydın her türlü karanlığın ayartmasına açık, mülevves, müflis ve müfsit bir karakter… Düşüncesizliğe ve karanlığa göbek bağından bağlı… Gerçek münevverler C Meriç, Necip Fazıl, Nurettin Topçu ve Said Nursi gibi şahsiyetler… Bunlar bizim asil ve gerçek entelektüellerimiz… Bu uluların her biri tek başına Avrupa medeniyeti için alabildiğine çok büyük… Kadirşinas Avrupa için bunlar çok büyük düşünürler… Bu, hiçbir ölçüye sığmayan, klişeler üstü, her türlü tutsaklık zincirini parçalayan, Batı’nın hiçbir ülkesinin ölçülerine sığmayan, fevkinde olan, her ölçüyü, her sınırı aşan, parçalayan, tarumar eden usta düşünürlerdir N. Fazıl, C. Meriç ve S. Nursi. s.29
Evet… Hakikatte Batı medeniyeti, uçsuz bucaksız, donmuş bir mavi denizin üzerindeki Mavi mezarlık… Dostoyevski, “Çavuşlar Medeniyeti” dediği bu ayartma medeniyetini görür ve tanır. Dostoyevski, hem dünya edebiyatının en usta romancısı hem de Rus aydınlarının kendi kafalarında ördükleri demir perdeyi parçalayıp onları bir araya getirmek isteyen büyük bir gönül, usta bir şair ve düşünürdür. 20 Haziran 1880’de Puşkin üzerine konuşması, o dönemin bütün Rus aydınlarını, yani sağcısı, solcusu ve Batıcısıyla tek vücut yapar Dostoyevski. s.31
19. asır Almanyası, Goethe ve Hegel’in asrıdır. Asra hükmeden, yön veren onlardır. 20. asrın Fransası, Gide’den sonra, filozof ve romancı )J. P. Sartre’nin asrıdır. 20. asrın Almanyasına tek başına hükmeden, yön veren, onun asrı olan düşünür yok. Sadece ses, ton, yön verenler var. M. Weber, M. Heidegger, Wittgenstein, H. G. Gadamer, J. Habermas ve Theunissen gibi… Bizde 20. asır Türkiyesi Necip Fazıl Kısakürek ve bir parça Cemil Meriç’in asrıdır. İkisinin ortak özellikleri, şair oluşlarıdır. Birisi şiirin zirvesi, diğeri düşüncenin zirvesidir. İki nur çocuk N. Fazıl ve C. Meriç… s.39
Her güzelde bir esrar, bir büyü, bir ilahilik var. Yani sonsuzun nefesi saklı güzellikte. Garip, esrarlı, bir kış gecesinin zifiri karanlığında, soğuğa görünmek istemeyen, gölgenin kaçışına benzer güzellik. Her güzellikte cıvıl cıvıl bir kıpırdayış, bir aşk vardır. Pırıl pırıl bir rüya; şırıl şırıl, mırıl mırıl sonsuzluğun sesi saklıdır bu güzellikte, Kelime nedir? Sadece sembol mü? Bilginin, düşüncenin topoğrafyası mı? Hayır! Kaybolan, parçalanan, dağılan rüyaların, arzuların, ümitlerin ve sonsuzluk düşüncesinin toplanması, yani yeniden inşası değil mi? C. Meriç kaybolan, parçalanan rüyaların, ümitlerin, sonsuzdaki gölgenin ve ışığın sesidir. Her güzel, bütün asırların şarkısı, rüyası… C. Meriç de asırların şarkısı, yani ebedi melodisidir. s.45
Hegel haklı. “Hakikat bütündür ama bütün, yalnız gelişme, olgunlaşma ile kendisini tamamlayan varlıktır.” Biz ne diyelim! Bin yıllık düşünce tarihimizle göbek bağımız koparılmış… Varlığını, hafızasını lağıma fırlatan, beynini kaşıklayan tek millet biziz. Sadece biziz… s.48
Türk aydını, 1944 yılında sağ, sol, Müslüman (İslamcı) ayırt edilmeden kıyıma uğrar. Hepsi gençliğini hapishanelerde geçirir ve olgunlaşır. N. Fazıl, K. Tahir, N. Hikmet, Kerim Said, C. Meriç, Aziz Nesin, Osman Yüksel, Said Nursi ve daha niceleri maskesiz dolaşmayı hapishanelerde öğrenirler. Bu, ulu ağacın köklerine vurulan acımasız bir yıkım ve tahrip darbesidir. Bu devir, Türk tarihinin güneş tutulması devridir. … 1944 neslinin en büyük özelliği, hepsinin samimi ve kadirşinas oluşudur. Arayış içindedirler. Batı’nın yalanlarıyla, yani mitleriyle büyürler. Batı’nın dişi yalanlarıyla uyanır, karanlığa ve zulme karşı haykırır ve çoğu daha sonra ülkesinin birer sismografı olur. Sismograf nesil, bu nesil… | s.49
Tenkitçilere göre İngiliz edebiyatında, Shakespeareden sonra en fazla yaratıcı sanatkârdır J. Joyce.” Eser hem bir dil şaheseri hem de en yaratıcı bir dehanın eseridir. Üç işaretin şaheseri: Suskunluk, göç ve bilginin. s.54
Dünyada bir ilk olan ihtisas (branş) ilminin lügati, İslam medeniyetinin fikir şehzadesi olan Dineveri Ebu Hanife’ye (810-895) ait Kitabu’n-Nebat’tır. Üstat sistematik olarak bir ilmin, bir disiplinin lügatini yazar. Eser, botanik ve farmakolojinin lügatidir. Harizm’in (ölümü yaklaşık 990) Mefatihu’l-Ulum’unu da unutmamak lazım. Yazar; ilahiyat, hukuk, mantık, aritmetik, geometri ve mekaniği ihtiva eden lügatini hazırlar. İkisi de kendi zamanlarının kelime hazinelerini, ıstılahlarını sabitleştirirler. Fransada Descartes, Almanyada Chr. Wolf ve G. M. Leibniz; felsefe dilini kurarlar. İslam dünyasında felsefe dilini kuranlar Farabi, El Kindi, İbn Sina ve Harezmli Türk Birüni’dir. Bunlar, İslami ilimlerde, bilhassa felsefenin dil ve ıstılahlarını inşa ederler. Sonra uzun bir suskunluk, unutkanlık ve sırtını kendi yıldızlarına çevirme dönemi başlar. Batı’da ise ilk lügat çalışmaları ancak 17. yüzyılda görülür. Her ne kadar ilk felsefe lügatlerinden birisi, 1613 yılında basılan, Rudolph Gocleniusa ait Lexicon Philosophicum ise de felsefe lügatleri ciddi manada 18. asırda başlar ve 19. asrın sonlarına doğru ancak iyi felsefe lügatleri yazılır ve yayımlanır. s.62
(Babanzade)Ahmed Naim, iki medeniyeti tanıyan; düşüncenin, bilginin kudretidir. Çoğu çağdaşları gibi, düşüncenin ve bilginin altında ezilen, güçsüz, kudretsiz bir düşünür, bir ilim adamı değil, hem Doğu hem de Batı’nın kültürünü hakkıyla bilen gerçek bir ilim adamıdır. Ülke düşüncesinin rayının yönü tamamen değişirken, tanımadığımız başka bir medeniyete kendini şuursuzca teslim ve tebcil ederken, yani bilgi hazinelerimiz gölgenin, karanlığın uçurumuna yuvarlanırken, Ahmed Naim Efendi neleri kaybedeceğimizi işaret eden, düşünen ve yazan âlim ve fazıl bir insandır. s.64
Evet… Said Nursi, 20. asrın Mevlanasıdır. Said, hiçbir hizbin, hiçbir grubun malı değildir, düşünen her insanın dostudur. Düşünen ve soru soran her insanın dostudur. Bir düşünce, bir felsefe kendisini bir cümle içinde özetliyorsa, daha doğrusu hapsediyor ve sloganlaşıyorsa o, düşünce değildir. O, iptidai bir din veya onun kopyası olan bir ideolojidir. Said ise İslam medeniyetinin gür sesi, büyük bir mütefekkir, daha doğrusu ilahiyatçı-filozoftur. Mevlana Celaleddin-i Rumi’nin kendisi için söylediği şu sözler, bu düşüncenin sultan kapısı için de geçerli:
“Ben, sağ olduğum müddetçe Kuran’ın kölesiyim.
Ben, Muhammed Muhtar’ın yolunun tozuyum.
Benim sözümden, bundan başkasını kim naklederse,
Ben ondan da bizarım, o sözlerden de bizarım.” s.70
Tanpınar, geçiş döneminin tipik bir çocuğu, yani hıncahınç bir tereddüt, bir ürperti, bir gizli dissitenttir (muhalif). Ülke topraklarının işgal edildiği, kaybedildiği bir dönemde, bir cıngılda; bir geçiş, kaçış ve arayış döneminde yaşadı Tanpınar. Batı’nın zehriyle en çok büyüyen, büyütülen ve tam uyanamayan odur. Bizde aydın, genellikle ölmediyse altmışından sonra uyanır ve İslam’ın asude, derin berrak limanına sığınır. Diğerleri de ardından kelbi bir sırıtışla “Klişe değiştirdi!” diye baykuşlar gibi kahkaha atarlar. Karanlığın, şuursuzluğun ve peşin hükümlerin kahkahasını atarlar.Tanpınar, kendisi kalabildiğinde Türk düşuncesinin en orjinallerinden birisidir. s.80
Kader, 20 yaşındaki genç Valery’nin karşısına Mallarme’yi çıkarır. H. G. Gadamere Heidegger’i, Tanpınar’ın karşısına şair Yahya Kemal’i çıkarır. Her dâhi, usta bir hocanın, bir kılavuzun eseridir. Deha, dehayı keşfeder ve anlatır. E. Husserl ve Heidegger olmasaydı, bir J. Derrida olmazdı. M. Heidegger olmasaydı, felsefi hermenötiğin kurucusu Gadamer olmazdı. Gadamer, Alman düşüncesine, daha doğrusu Batı düşencesine M. Heidegger’in armağanıdır. Tıpkı Yahya Kemal olmasaydı, Tanpınar’ın olmayacağı gibi… Tanpınar, bir ömür boyu, Yahya Kemal ile yaşamış. Hocası, kılavuzu, arkadaşı ve fikir arkadaşı olmuş. Filozof H. G. Gadamer, “Hep omuzlarımın arkasından, beni gözetleyen bir Heidegger var, zannediyorum” diyor. Ama kim Gadamer’in orijinal bir filozof olmadığını iddia edebilir ki? Şiirde de Tanpınar, tıpkı filozof Gadamer gibi, ensesinde hep Y. Kemal’in nefesinin yakıcılığını ve ağırlığını hissetmiştir. Ama sadece şiirde… Düşünce tarihinde “anasız doğan çocuk” çok azdır. s.82
Her kitap, meçhul dostlara, sevgililere yazılmış kâh uzun kâh kısa ve bazen hacimli bir mektuptur. Bazen posta kutusunda unutulur. Çoğu zaman posta kutusuna bakılıp alınmaz. Kitap, gönlün rüya şişesiyle gönderilen bir mektuptur. Bir düşünce şehzadesinin eline geçinceye kadar, kıymeti bilinmez. Her kitap bir çığlık ve şarkıdır. İyi kitaplar bir nevi bilmece, sır anahtarı, yabancı dilden yazılmış bir mektuptur, sırrını hemen faş etmez. Her kitap bir kadındır. Büyük eserler, ulu bir ormana benzerler. Daha doğrusu sfenks ormanıdır büyük kitaplar. s.91
İrfan coğrafyamızın mücevherler atlası, lügattir. Lügat, irfanımızın en büyük ordusudur. 16. asırda, Osmanlı’da Vankulu’nun 160 bin kelimeyi ihtiva eden bir lügati var. Firuzabadi’nin Tâcü’-Arüs’u 200 bin kelime ile 19. asrın uçsuz bucaksız bir kelimeler okyanusu… Bu umman cedlerimizin emrinin altında, raflarında… Başlarını biteviye bu deryanın sayfalarına eğip okudukları bir irfan okyanusu… Türk’ün, Arap’ın ve İran’ın ortak şaheseri olan Arapçanın, daha doğrusu İslam medeniyetinin en güzel lügatlerinden birisidir Tâcü’-Arüs el Lügatü’T-Okyanus (19 cilt). Filozof A. Schopenhauere göre, Avrupadaki kültür zengini bütün milletlerin 11. emri şudur: “Asla ara verme!” Yani irfanda sürekliliği kesmeyecek, ara vermeyeceksin emri (Never interrupt/ Du solist niemals unterbrechen)… s.96
E Reşad, bir eserinde, Osmanlı devri Türk medreselerinde bir edebiyat müderrisinin (profesör), sadece Arapçadan ezbere olarak 10 bin beyit bildiğini belirtir. Bugünkü üniversitelerdeki edebiyat profesörleri değil 10 bin Arapça beyti, 500 Türkçe beyti ezbere bilemezler. Daha doğrusu metin açıp kitaptan doğru dürüst okuyamayacak hâle geldik. Hâlbuki dünyada, ilk “siyasi ilimler fakültesi” olan Enderun mekteplerini cedlerimiz kurmuşlar. s.114
Max Weber ise (1864-1920) hem büyük bir tarihçi hem de büyük bir sosyologdur ama ikisini bir araya getirseniz, bir Ahmed Cevdet Paşa etmez. s.124
Bugün bir Webster, bir OED (Oxford English Dictionary, 20 cilt) yaklaşık 600 bin kelimeyi ihtiva ediyor. Almanların 33 cilt. lık Deutsche Wörterbuch (Grimmsche Wörterbuch) lügati yakla şık 350 bin kelimeyi kucaklıyor. Biz hafızamızı biteviye lağıma fırlattığımızdan, taşlaştırdığımızdan; hâlen 19, asrın sonunda yazılan Türkçe lügatleri aşamadık. Hâlbuki Türkçe, İngilizceden çok daha fazla milletlerle ilişkisi olmuş, bir sürü iklimlerde hüküm sürmüş bir dildir. İngilizce, daha çok şu üç dilin karışımından oluşmuş: Anglosakson, Norman ve Latin. Mesela hiç kimse Lambın Almanca “lamm’dan (kuzu) geldiği için kullanmayalım demiyor. Tam tersine, diğer milletlerden aldığı kelimeleri koruyor ve kullanıyor. Hem de asırlarca önce aldığı kelimeleri, öz İngilizce imiş gibi telakki ediyor ve kullanıyor. Kafatasını kırıp beynini yemiyor bizim gibi. Biz, yüzde yüz bizim olan, bin sene bizimle yaşamış, ruhumuzun, rüyalarımızın, dualarımızın özü ve rengi olan kelimeleri Arapça, Farsça deyip atmışız. Bu bedbaht, bu idrak sefaletinin imzası olan hareketi ne Almanlar ne Fransız ne de İngilizler yapmışlar; hatta Araplar bile bizden geçen, hem de kök kelimeleri, bu Türkçedir deyip makaslayıp atmamışlar. Hiçbir Batılı “Yoğurt Türkçe bir kelime (yoghurt), Türkçeden geçti bize, bunu lügatimizden atalım.” demez. Tek tahripkâr millet biziz! s.139
İbn Hazm’ın Aşk Tarifi: “Sevgi bizatihi bir arazdır (accidetio-akzident) ve bundan dolayı başka arazların taşıyıcısı olamaz.” (Bkz. 1. bölüm: Aşkın Mahiyeti). Dante Alighieri’nin Aşk Tarifi: “Sevgi bizatihi cevher (subtantia) olarak vücut bulmuyor; o, bir cevherin arazıdır?” (Bkz. Vita Nova, XXV. bölüm). Hakikatte Batılı; bir Dante, bir Cervantes’iyle tam bir kaba hırsızdır. İslam düşünürlerinin eserlerini talan edip kendilerine mal etmeyi galiba miri malı zannediyorlar….Ya Spinoza ve Ethica?.. Eserlerinde Gazali ve İbn Rüşt kokar. Neyi aşırdıklarını, neleri kendi fikirleriymiş gibi yansıttıklarını, sevimli ilim adamlarımız araştırmamışlardır.
Batı’nın büyük düşünürlerini, yani demir leblebilerini okumalıyız. Onların kaynaklarına kadar eğilmeliyiz. Taraf ve karşıtlarının bütün fikirlerini, bütün dimensiyonlarıyla bilmeliyiz. Heidegger, evet, usta bir düşünür; Batı felsefesini sarsmış, etkilemiş, şoka sokmuş bir filozof… Varlığa, usanmadan sorular soran bir düşünür… Karşıtlarını bile etkilemiş bir filozof… Ama bir R. Carnap, bir E. Cassirere eğilmeden, bunların Heideggere yönelttikleri tenkitleri ve soruları bilmeden ve Heidegger’in kaynaklarına eğilmeden Heidegger’i anlayamayız. Heideggersiz bir 20. yüzyıl Batı felsefesini anlamak, hemen hemen mümkün değil… Onsuz ne bir |. P Sartre’nin “Egzistansiyalizm”ini ne de E. Levinas’ın “Etik”ini anlamak, çok az mümkün olurdu. s.205
Esrarın fısıltısı: Rüzgâr. Tercüme edilemeyen mistik: Rüzgâr. Çölde bir esrarlı kalem; sesleri içinde barındıran, sonsuzun senfonisi: Rüzgâr. En anlamlı, en hırçın, en şuh; biteviye hür varlık: Rüzgâr. Saçlarında gök kubbenin görünmez, esrarlı merdivenleri saklı… Çığlık kolay… Çoğu kez anlamı yok çığlığın. Suskunluk zor… Zor sanat, suskunluk. Şeytanı çıldırtan sessiz çığlık, suskunluk. Ah! Rüzgârı bile şaşırtıyor suskunluk. Ruzgâr hep derin ve tercüme edilemeyen, mistik. Suskunluk: Mistiğin mistiği. s.226