Dinde İç-Dış İlişkisi: Zahir ve Bâtın

 indir-3-4 Dinde İç-Dış İlişkisi: Zahir ve Bâtın

Dinin tıpkı bir madalyon gibi iki tarafı, iki yüzü vardır. Bir yüzde temizlikten ibadetlere, haram ve helallerden ticaret hayatına kadar uzanan kurallar, emir ve yasaklar… Diğer yüzde ise insanın iç dünyasını, gönlünü, akleden ve hisseden bir varlık olarak duruşunu, bakışını, sevgisini, nefretini konu alan derunî boyut… Yani “zahir” ve “bâtın”. Yüce dinimiz insanın bu iki yönünü bir arada, bir bütünlük içinde ele alır, işler ve ilahî nurlarla bezer. Zahir ve bâtının biri olmadan diğeri olmaz. İkisi bir arada, kapsamlı ve derin bir itibatla birbirine bağlıdır.

Sahih bir dindarlık ancak bu irtibatı koruyarak gerçekleşir.

On dokuzuncu asırdan itibaren Materyalizm’in ön plâna çıkmasıyla birlikte giderek her şey maddi, zahirî yani dış ölçülerle ele alınmaya başlanmış, din ve maneviyat adına ne varsa inkâr edilmiştir. Hatta o kadar ileri gidilmiştir ki, duyu organlarının algılayamadığı, pozitif bilimlerce doğrulanmayan her şey reddedilmiştir.

Bu akım sadece dinin geri plâna itilmesi ve dinsizliğin moda oluşuna sebebiyet vermekle kalmamış, bir kısım müslümanları, özellikle de bazı müslüman ilim adamlarını etkilemiştir.

Bu etkinin halen devam eden bir sonucu olarak günümüzde keşif, keramet, tasavvuf, şefaat, evliya ve daha birçok manevi hakikati, hatta mucizeleri bile inkâr eden müslüman ilim adamlarının sayısı geçmişe nazaran bir hayli artmıştır.

Dinî hakikatlerin hemen tamamını maddi, zahirî bir yaklaşımla ele alan, her şeyi maddi kalıplara oturtmaya çalışan bu zahirperest insanların, zihniyet olarak manaya ait her şeyi inkâr eden materyalistlerle ortak yönlerinin bulunması dikkate değer bir husustur.

Çağdaş bunalım, arızalı maneviyatçılık

Hızlı maddileşme, maneviyata karşı yabancılaşma, bu sefer de tam zıddı olan başka bir yanlışı körükleme eğilimindedir: Bâtıl ya da arızalı maneviyatçılık…

Zira insanlık aradığı huzuru maddede ve maddecilikte bulamamış, maneviyata yönelme ihtiyacını hissetmeye başlamıştır. Bu ihtiyaca binaen manevi, bâtınî özellikleri öne çıkan dinî ve mistik akımlar çokça taraftar bulabilmektedirler. İfrat tefriti doğurmuş, insanlar yanlış tercihlere sürüklenmişlerdir. Budizm, Uzakdoğu dinleri, bir kısım Yahudi (Kabbalist), Hıristiyan ve Hindu tarikatlarına gösterilen rağbet buna örnek olarak gösterilebilir.

Fakat Allah’a şükür ki, aleyhteki bunca propaganda ve provakasyonlara rağmen halen günümüz Avrupa ve Amerikasında en hızlı yayılan din İslâm’dır. İslâm’ın buralarda hızla yayılmasına sebep olan etkenlerin başında ise tasavvuf gelmektedir.

Sadece Batı’da değil, İslâm aleminde ve özellikle de ülkemizde buna benzer manevi-bâtınî bir yöneliş göze çarpmaktadır. Son zamanlarda hemen her televizyon kanalında “bâtınî sırları” konu edinen programların ortaya çıkışı, söz konusu yönelişin birer ispatı sayılabilir. Bunlardan bazıları zahir-bâtın dengesini kurarak olumlu tesir bırakırken; diğer bazıları namaz, oruç, zekât, güzel ahlâk gibi İslâm’ın zahirî emirlerini ihmal edip, işi sadece olağanüstü hallere, kerametlere havale ederek izleyicilerinin inanç ve düşüncelerini olumsuz etkilemektedirler. Çünkü zahirle bâtın birbirinden kıl kadar ayrıldığı zaman sapmalar baş gösterir.

Zahir ve Bâtın ne demek?

Kelime manası itibariyle zahir; bir şeyin dış yüzü, görünen tarafı ve duyu organları ile hissedilip bilinen kısmı demektir. Bâtın ise bir şeyin gizli, iç, derunî, sırlı tarafı, tefekkür ve ferasetle bilinen manevi ciheti demektir. Her zahirin bir bâtını vardır. Bu bakımdan ilim ve ameller de zahir ve bâtın olarak ikiye ayrılır.

Zahirî ameller, bedenle yapılan iş ve ibadetlerdir. Abdest, namaz, oruç, hac, zekât, nikâh ve benzerleri bu gruba girer.

Bâtınî ameller ise kalplerde zuhur eden iman, yakîn, tasdik, ihlâs, tevekkül, teslimiyet, muhabbet gibi hallerdir.

Zahirî ilim, bedenle yapılan iş ve ibadetlerin dinî hükümlerini anlatan ilimdir. Fıkıh ilminin temel konusu budur. Fizik, kimya, biyoloji gibi müspet ilimler de zahirî ilimlerdendir.

Bâtınî ilim ise varlığın, ibadetlerin ve yukarıda zikredilen kalbî ameller ve bunların hakikatlerini anlatan ilimlerdir. Tasavvuf ilminin konusu da budur. Tarikat ise, bu ilimlerin pratiği ve uygulamasıdır. Ayrıca, iman ve tasdik gibi konular Akaid ilminin de temel esasını teşkil ederler.

Bâtın ilmi, kalp, ruh ve nefs gibi manevi lâtifeleri tanıtıp terbiye yollarını gösteren, Hakk’a ulaştıran yolları anlatan bir ilimdir. Ayrıca isimleri, fiilleri ve sıfatlarından başlayarak Allah Tealâ Hazretleri’ni tanıtan, insan ve kâinatın iç yüzünden bahseden, berzah alemi, melekût alemi, ahiret alemi gibi, manevi alemlerden haber veren bir ilimdir.

Bu ilimlerin bir bölümü ayet ve hadislere dayanırken, diğer bölümü Hakk’a vasıl olmuş, görünürdeki eşya ve olayların arkasındaki hakikatleri keşif ve ilhamla bilen, kalp gözüyle gören velîlerin verdiği haberlere dayanmaktadır.

Bâtınî bilginin ölçüsü

En temel ölçü şudur: Bâtın ilminin asla zahir ilmine ters düşmemesi gerekir.

“Zahire muhalif her bâtın bâtıldır.”

Asıl olan Ehl-i Sünnet alimlerinin bildirdikleri ilimlerdir. Keşif, ilham, rüya, gibi şeyler, müçtehit imamların cumhurunun bildirdiği hakikatlere uygun düşmezse kabul edilmez. Çünkü Ehl-i Sünnet alimlerinin bilgileri peygamberlik kaynağından alınmış olup, vahye dayanmaktadır. Tasavvuf büyüklerinin keşif ve ilhamlarının doğruluğu ise kesin değildir, zannîdir. Her ne kadar ilhamın mahalli olan kalp Emir Alemi’nden olmakla yüksek ise de, akıl ve nefs ile birlikte bulunduğu için yanılabilir. Nefs-i mutmainne bile olsa yine yanılabilir. Ayrıca yolun sonuna gelmemiş velîler manevi sarhoşluktan (sekr halinden) dolayı İslâm’ın bildirdiklerine uygun olmayan sözler sarf edebilirler.

Alimlerin bildirdiklerine göre, onların keşiflerinde hata etmesi, müçtehitlerin içtihatta yanılması gibidir, kusur sayılmaz. Bunlar da müçtehitler gibi hatalarından dolayı sevap alabilirler. O yüzden evliyaya dil uzatılmaz. Böyle bir tavır ve düşünce tehlikelidir.

Fakat evliyanın yanlış keşiflerine uyanlara sevap verilmez. Çünkü ilham ve keşif ancak sahibi için senettir, delildir. Başkalarına senet ve delil olamaz. Müçtehitlerin sözü ise mezhebinde bulunan herkes için senet ve delildir.

Netice itibarıyla, evliyanın yanlış ilhamlarına, keşiflerine uymak caiz değildir. Müçtehitlerin sözlerine uymak ise, hata ihtimali olsa dahi, caizdir ve hatta vaciptir.

Şunu da belirtmek gerekir ki, hakka’l-yakîn mertebesine ulaşmış olan velîler, şuur ve uyanıklık (sahv) halindedirler. Onlar gaybî bilgileri, İslâm’ın hükümlerini geniş ve doğru bir biçimde keşfen müşahede ederler. Başkalarına çalışıp öğrenmekle hasıl olan ilim onlara keşif yoluyla hasıl olur. Velilerin hakka’l-yakîn makamına ulaştıklarının alameti ise, bilgi ve marifetlerinin İslâm’ın bildirdiği hakikatlere tam uygun olması, kıl kadar farklılığın bulunmamasıyla anlaşılır.

Bu kaidelere dikkat edilmediği takdirde, Allah korusun, İslâm dairesi dışına çıkan Bâtınîlerin düştüğü sapkınlık çukuruna düşülmüş olur.

Zahir ve bâtının hükmü

Her şeyden önce, kişinin mümin sayılabilmesi için iman, tasdik, muhabbet gibi, bâtınî amellerden bir bölümünün bulunması şarttır. Ayrıca Kur’an ve Sünnet’in koyduğu hükümlere göre, zahir ve bâtın amellerin bir kısmı herkes için farz-ı ayındır.

Mesela bedenle, zahiren beş vakit namaz kılmak farz olduğu gibi, o namazı kalben riyasız, gösterişsiz ve sırf Allah rızası için kılmak da farzdır. Eğer ihlâs olmazsa ibadet boşa gitmekle kalmaz, kişi ibadeti sebebiyle ceza da görebilir.

İslâm’ın zahirî emir ve yasaklarına uymadan insanın bâtınını düzeltmesi mümkün olmadığı gibi, zahirsiz bâtınî amellerin de bir faydası da yoktur. Hem İslâm’ın emir ve yasaklarına uymak gibi nefsi kıran başka bir şey de yoktur. İmam-ı Rabbani Hazretleri bu hususu şöyle açıklamaktadır:

“İslâm’ın bir emrini yerine getirmek, kendi düşüncesiyle yapılan binlerce senelik riyazet ve mücahededen daha tesirlidir. Hatta İslâm’a uygun olmayan riyazet ve mücahedeler nefsi daha da azdırır. Zahirî emirler ise böyle değildir. Nefsi kırarak bâtını güçlendirir. Meselâ zekâttan bir kuruş vermek, zekâtın dışında kendiliğinden binlerce altın hayır yapmaktan çok daha fazla nefsi tahrip eder. Yine mesela İslâm’ın emri olduğu için bayram günü oruç tutmayıp yiyip içmek, kendiliğinden senelerce oruç tutmaktan daha faydalıdır. İki rekât sabah namazının farzını cemaatle kılmak sünnettir. Bu sünneti yapmak gece sabaha kadar nafile namaz kılarak sabah namazını cemaatsiz kılmaktan daha iyidir. Hz. Ömer r.a. gece sabaha kadar ibadet edip de cemaate gelmeyen biri için, ‘Keşke bütün gece uyuyup da sabah namazını cemaatle kılsaydı…’ buyurmuştur.”

İslâm’dan sapmış olanlar binbir eziyet, riyazet ve mücahedeyle nefislerini köreltiyorlarsa da bir kıymeti yoktur. Bunların kalpleri zulmet içindeyken nefsleri parlayıp cilalanır. Böylece kendilerinden keramete benzer istidraçlar zuhur eder. Mesela Brahman papazları ve Hint fakirlerinin durumları böyledir. Hint fakirlerinden havada bağdaş kurup oturanlar vardır. Ama bu durum onların azabını çoğaltmaktan ve ebedi felakete sürüklemekten başka bir işe yaramaz. Allah Tealâ ancak İslâm’a tabi olanlardan razı olur. Bazen onların bir saatlik çalışmaları yüzlerce senelik manevi kazanca sebep olur. Çünkü Hak Tealâ Hazretleri İslâm’a uygun amelleri kabul eder ve beğenir.

İnceleyin:  "Tasavvuf; dînin derûnî ciheti, özü ve kalbî derinliğidir"

Bilgisiz zahir ve bâtın amelleri

Farz olan zahirî ve bâtınî amellerle ilgili bilgileri edinmek de kadın-erkek bütün müslümanlar için farzdır. Bu ilimleri öğrenmemek, ebedi istikbal bakımından büyük felaketlere sebebiyet verebilir.

Her şeyden önce Ehl-i Sünnet itikadından haberi olmayan bir kimsenin imanını muhafaza etmesi bile zordur. Bu devrin en büyük engeli iman noktasındaki zafiyetlerdir. Çok zaman namaz kılan insanların bile itikadında bozukluklara rastlanabilmektedir. Yolun sonuna gelmemiş tasavvuf erbabı da söz konusu tehlikenin dışında değildir. Zira, diğerlerine nispetle az da olsa, bilgisizlik ve aşırı muhabbet sebebiyle tasavvuf erbabında da bozuk itikatlara rastlanabilinmektedir. Allah korusun insan bir defa dinden çıktı mı, geçmişteki bütün sevapları silindiği gibi, farz olan ibadetlerin vebali de üzerinde kalır.

Cehaletin zararları sadece bununla sınırlı değildir. Amellerin boşa gitmesine, sevaplarının azalmasına veya farkında olmadan haramlara girmeye de sebebiyet verir.

Mesela insan namazın şart ve rükünlerini bilmezse kıldığı namazlar boşa gidebilir. Gusül, abdest, namaz, oruç gibi ibadetlerle ilgili hükümler düzgün bir şekilde öğrenilmezse, ya ameller boşa gider ya da ondan elde edilecek ecir ve sevap azalır. Alışveriş, talâk (boşama) gibi muamele ile ilgili hususlar da böyledir.

Bâtınî ilimlerin önemi de zahirî ilimlerden daha az değildir. Zira sadece bâtınî amellerden kibir bile insanın imanını götürebilir. Nitekim Firavunlar, Nemrutlar ve günümüzdeki insanların çoğu sırf bu yüzden helâk olup gitmişler ve gitmeye devam etmektedirler. Yine sadece ihlâs ve riyadan haberi olmayan bir kimsenin bütün amelleri boşa gidebilir. Hiddet ve şehvet gibi afetlerin kökünü kalpten kazımak için lüzumlu olan ilimleri bilmeyen bir kimse haramlardan kurtulamaz.

Hal böyle olunca, insan nefsinin oyuncağı haline gelir. Kur’an-ı Kerim’de bu hususla ilgili şöyle buyrulmaktadır: “(Bunların) dünya hayatında çalışmaları boşa gitmiştir. Halbuki onlar sağlam iş yaptıklarını sanıyorlardı” (Kehf, 104)

Şunu da belirtelim ki, yukarıda anlatılan zahirî ve bâtınî ilimleri bilmek de kurtuluş için yeterli değildir. Mühim olan bu ilimlerle amel etmektir. İlimsiz amel olmadığı için söz konusu ilimleri öğrenmek farzdır.

Bâtınî mezhepler

İslâm’ın zahirî emirlerine sarılmanın ehemmiyeti noktasında yukarıdaki hakikatlere kulak vermeyenler tarih boyunca sapkınlık vadilerinde helâk olup gitmişlerdir. Kökleri çok eskilere dayanan fakat on ikinci yüzyılda “Bâtınîlik” adıyla ortaya çıkan sapık bir grup, Kur’an ayetlerinin zahirine ehemmiyet vermeyip, onları avama hitap eden dış kabuk hükmündeki manalar olarak gördükleri için dalâlete sapmışlardır. Ayetlerin zahirinden kopuk delilsiz, mesnetsiz, kendi heva ve arzularına göre yaptıkları bâtınî yorumlarla namazı, abdesti ve diğer bütün hükümleri inkâr etmişlerdir. Onlara göre, ayetlerin iç manalarını ancak kendilerince günah işleme kabiliyeti olmayan, masum kişi olarak kabul ettikleri Şiî imamlar anlayabilir. Buna göre mesela namazın manası imama dua etmek, zekâtın manası kabiliyeti olanları ilme teşvik etmek, orucun manası zahir ehlinden ilmi saklamak, haccın manası ilmi talep etmek, guslün manası ise ahdi yenilemektir.

İslâm’ın zahirini terk etmeleri sebebiyle sapıtan daha başka birçok akım vardır. Bunlardan bir tanesi de yirminci asırda ortaya çıkan Kadıyanîliktir. Zahiri bırakıp yoğun bir şekilde bâtınla meşgul olan Gulâm Ahmed Kadıyanî, Hint Yogizmine karşı İslâm adına mücadele ederken, cinlerin ve bir kısım habis ruhların saldırısına uğrayıp onların oyuncağı haline gelmiştir. Habis ruhlar önce kendisine müceddid olduğunu kabul ettirmişler, sonra mehdiliğine, ardından da İsa-Mesih olduğuna inandırmışlardır. En sonunda da, -hâşâ- “Allah bana hulûl etti ve bende göründü.” demeye kadar gitmiştir.

Bâtınîlik ve tarikatlar

Alimlerce İslâm dışı sayılan bu gibi zararlı akımlar, günümüze kadar mevcudiyetini sürdürmekle beraber, bazı tasavvuf kollarının içine de sızmışlardır. Günümüzde namazı ve diğer farzları reddeden sözde tasavvuf erbabına rastlanılmaktadır. Bunlar ilk plânda takiyye yaparak bütün düşüncelerini açıklamasalar da, gayri islâmî tutum ve davranışlarıyla kendilerini ele vermektedirler.

Bunlardan başka, bid’at ehli tasavvuf kolları çerçevesinde Allah Tealânın –hâşâ- kendisine hulûl ettiğini söyleyen, vahiy aldığını belirten, bütün gaybı bildiğini iddia eden cin ve şeytanların maskarası, cahil, kandırılmış insanlara rastlamak ne yazık ki her zaman mümkündür.

Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat itikadına ve İslâm’ın zahirî emirlerine sıkı bir şekilde sarılan tasavvuf pîrlerinde bu gibi arızalara rastlamak mümkün değildir. Tasavvuf ilimleriyle uğraşan alimlerin ve günümüzdeki akademisyenlerin ortak kanaatine göre, bu hususlardaki hassasiyetiyle öne çıkan ekol, Nakşibendîliktir.

Ancak en sağlam tasavvuf kollarında bile mürşidinin sözünü dinlemeyen, hallerini mürşidine arz etmeyen kimselerde her an her türlü arızayla karşılaşılabilir. Nitekim yer yer görülmektedir de… Bu bakımdan tasavvufla ilgili tehlikeleri bilmek, o vartalara düşmemek açısından önemlidir.

Tasavvuf erbabının bâtınla imtihanı

• Meşrebine göre virdini veya diğer vazifelerini muntazaman yaptığı halde, Hz. Peygamber s.a.v. Efendimiz’in sünnetine uygun davranmamak suretiyle dinin adabına ters düşmek…
Halbuki dinin kaidelerine uymanın ufak bir zerresi, bütün dünya lezzetlerinden ve bütün ahiret nimetlerinden daha üstündür. Normalde çekilen virdin günaha meyli azaltması ve kulluk zevkini çoğaltması gerekir. Bu neticeyi vermiyorsa o yapılan derste bir sorun vardır.

• Zayıfları takviye, gevşekleri teşvik, usanç ve meşakkati hafifletmek için mürşid-i kâmilin himmetiyle verilen bir kısım zevkleri, nurları ve kerametleri hoş görüp onların peşine düşerek, bunları ibadete, hizmete ve virde tercih etmek… Bu gibi halleri istemek, ahirette verilecek baki meyveleri dünyada fani bir surette yemek manasına gelir.

• Farz, vacip, sünnet, müstehap, helal-haram, mekruh gibi dinî görevlere tam olarak uymadan meydana gelen bâtınî hallere itimat edip değer vererek, kendini olmuş ya da ermiş zannetmek.

• Azimeti terk edip devamlı ruhsatlarla amel etmek… Azimet, haramlardan ve mübahların fazlasından sakınmak demektir. Ruhsat ise, yalnız haramlardan kaçınmaktır. Mütemadiyen kuyunun etrafında dolaşan kişi bir gün gelir kuyuya düşer. Yani devamlı son sınır olan mübahlarla amel eden bir kimse, bir gün gelir haramlara düşer.

DÖRT HEDİYE DÖRT TUZAK

Nefsini terbiye ve tezkiye ederek Cenab-ı Hakk’ın rızasını kazanmayı hayat gayesi edinen tasavvuf erbabı pek çok tuzakla karşı karşıyadır. Bu tuzakların bazıları manevi hazlarla örülü olduğundan son derece gizlidir, sağlam bilgi ve rehbere sadakatle aşılabilir.

Tasavvuf yolunda bazen sermaye bazen de hediye olarak verilen kimi haller, dinin ölçüleri göz ardı edildiğinde ne yazık ki birer tuzağa dönüşebilmektedir.

Aşağıda tasavvuf ehlinin hep gündeminde olan dört temel kavramın bu açıdan kısa değerlendirmesini bulacaksınız.

Muhabbet

Tasavvuf yolunda seyr ü sülûk eden bir sofinin muhabbeti elde etmesi çok lüzumludur. Çünkü muhabbet sayesinde günah işlemeye meyli kalmaz, İslâm’ın emirleri kendisine ağır gelmez. Allah’a kulluk etmek gayet kolay ve tatlı olur. Ayrıca ibadetlerini gafletsiz bir şekilde huşuyla yapmaya muvaffak olur. Böylece varacağı hedefe ulaşması kolaylaşır.

Muhabbeti elde etmenin birinci yolu ve şartı İslâm’ın zahirî amellerine sarılmaktır. Sonra tasavvuf erbabı olanlar için mürşidi sık sık ziyaret etmek, her fırsatta onun sohbetini yapmak, rabıta ve virdini aksatmamaktır.

Mürşide muhabbet etmek giderek onun gibi olmaya sebep olur. Ondan akseden nurlarla temizlenir. Allah ve Rasulü’nün sevgisi artar. Zevk ve muhabbetle onların emirlerine sarılmak mümkün hale gelir. Hatta kişi öyle bir noktaya ulaşır ki, dünya ve ahiretin bütün zevkleri birleşse, Allah muhabbetinin yanında hiç hükmünde kalır.

İslâm’ın zahirî ve bâtınî emirlerine muhalefet olursa sadık müritte derhal muhabbet kesilir. Özellikle de tasavvuf adabına muhalefet ve din kardeşine buğz, kibir, haset gibi hastalıklar muhabbeti ortadan kaldırır. Bu aslında mürşidin ona himmet ve lütfudur. Durumunu anlayıp kendisine çeki düzen vermesine sebebiyet verir. Zaten dinin kaidelerine ve meşrebine aykırı hallerinin tesirini virdinde, zikrinde ve kalbinde hisseder.

Fakat zahirî ve bâtınî adapsızlıklar yapan müridin cezbe, rüya, ilham ve keramete benzer hallerinde bir değişiklik olmuyorsa, işte o zaman tehlike başlamıştır. Çünkü bu onun için bir sınama yahut dine muhalif hareketlerinden dolayı hüsranını artırmak için mekr-i ilâhî olabilir.

Cam parçalarını elmas zanneden bu gibi kimseler, hallerini mürşitlerine arz etmekten de çekinirler. Arz ettikleri zaman oyalanıp durdukları zevk ve hallerinin gitmesinden korkarlar. Ayrıca bunlar cezbe, rüya, ilham gibi hallerinden dolayı kendilerini başkalarından üstün görürler. Hatta böyle halleri olmayanlara, kabukla oyalanıp duran, öze inememiş zavallılar olarak bakarlar. Gösteriş maksadıyla hoplayıp zıplayarak cezbe taklidi yaparlar. Kendi aralarında din ve tasavvufla alakası olmayan marifetle ilgili sohbetlerden dem vururlar. Huzurlarına ilim sahibi biri girse neşeleri kaçıp susar ve meclisi terk ederler. Sonuçta nefs ve şeytanın oyuncağı haline geldiğini bile anlayamadan helâk olup giderler.

Rüya

Ayakların kaymasına sebep olan hallerden biri de tasavvuf erbabında sıkça rastlanan rüya ve keşif gibi hallerdir. Yolun başında ve ortasında olan sofilerin rüya ve keşiflerinde ciddi tehlikeler vardır.

İnceleyin:  Allah'a ve Resulü'ne Itaat

Aslında rüya, ayet ve hadislerle sabit, tecrübelerle teyit edilmiş bir vakıa olarak prensipte haktır. Kur’an-ı Kerim’de Hz. İbrahim, Hz. Yusuf, Mısır meliki ve Hz. Rasulullah s.a.v.’in gördüğü rüyalardan bahsedilmiştir. Efendimiz s.a.v. “Müminin rüyası, peygamberliğin kırk altı cüzünden bir cüzdür.” (Buharî, Müslim) buyurmaktadır.

Dolayısıyla dine uygun bazı hakikatler rüya vasıtasıyla insana beyan olunabilir. Dinin kaidelerine uygun rüyalarla amel eden kimse de Allah indinde mesul olmaz. Fakat böyle salih rüyalar gayet az olup, şeytanın ve hayalin karışmadığı rüya pek nadirdir. Ayrıca rüyaları doğru yorumlama ehliyetine sahip zevat da çok azdır. O yüzden Nakşibendîlikte rüyalara pek kıymet verilmemiştir.

İmam-ı Rabbanî Hazretleri’nin buyurduğu üzere, şeytanın aldatmasından ancak Allah Tealâ’nın koruduğu, yolun sonuna varmış, seçkin kimseler kurtulabilir. Şeytan onları aldatamaz. Buna rağmen onlar şeytanın aldatmasından korkmuş, titremişlerdir. Yolun başında ve ortasında olanlar ise korunmuş değillerdir. Şeytan her zaman bunları aldatabilir.

Rüyaların bir bölümü de, susuz bir kimsenin kendini pınarlardan su içerken, denizlerde yüzerken görmesi gibi, biyolojik ve psikolojik ihtiyaçtan kaynaklanan şeylerdir. Bazıları da hayale yerleşen şekil ve suretlerin görüntüsüdür. Bir kimse kendisini rüyada vali gibi görebilir, fakat gerçekte vali değildir. Veya meftun olduğu birisi iyice hayaline yerleşir ve sonra onu rüyasında görür. Bu rüya doğru olmadığı gibi, şeytanın karışmasıyla da değildir.

Rüyasında Hz. Peygamber s.a.v.’i veya gavs, kutup gibi büyük velileri gördüğünü ve onlardan bazı şeyler öğrendiğini söyleyen bir hayli insan vardır. Bunları dahi din ve tasavvuf mizanına vurmadan kabul etmek son derece mahzurludur. Zira bu tür rüyalara da şeytan bir şekilde karışabilmektedir. Gerçi peygamberlerin ve gavsların hakiki suretine şeytan giremez. Fakat Muhyiddin ibn-i Arabî Hazretleri, şeytanın başka suretlerde onlar gibi görünebileceğini ifade etmektedir.

Peygamberlerin hakiki suretlerini bu devirde gözüyle gören yoktur. Yolun sonundaki velilerin gerçek suretlerini rüyada ayırt edebilmek ise son derece zordur. Hem şeytanın onların adıyla hiçbir suretle görünemeyeceğini kabul etsek bile, yine de şeytan kendi söz ve işaretlerini o mübareklerin ses ve işaretlerine karıştırabilmektedir.

Ayrıca, rüya doğru olsa bile, çoğunlukla yorumlanmadan bir şey anlaşılmaz. Rüya yormak ise herkesin işi değildir. En doğru tabiri kâmil veliler yaparlar. Bu mertebenin altında olanlar, kalplerine gelen ilhamla tabir ederler. Ehil alimler ise, görülenleri ilişkilendirerek yorum yaparlar. Fakat tabir ilmini bilmeden sadece tahminle rüyayı doğru yorumlayabilmek mümkün değildir.

Rüyada başka mürşidlerden feyz geldiğini gören mürit, onları da kendi mürşidinden bilmelidir. Zira her velinin kabiliyetleri farklı olduğu gibi, bu kabiliyetlere bağlı olan feyzleri de farklıdır. Müridin ihtiyacı olan feyzle herhangi bir velinin feyzi arasında bir paralellik varsa, rüya ve keşiflerde mürşidin lâtifesi o zat şeklinde görünebilir. Tabir ilmini bilmeyen mürid, mürşidinin lâtifesini başka bir zat zannederek feyzin ondan geldiğini sanır ve muhabbeti kayar. Bu da büyük bir yanılma ve kaymadır.

O yüzden sadık bir mürid, mürşidi varken binlerce rüyaya önem vermez, hakikat varken hayalle uğraşmaz. Şayet önemli bir rüya gördüğünü düşünüyorsa bunu muhakkak mürşidine arz eder. Aksi halde ayağı hak yoldan kayar. Nitekim tasavvuf ehlinin bir kısmı sırf bu yüzden kayıp gitmiştir.

Keşif ve keramet

Nefs, şeytan ve içinde yaşadığımız maddi alemden kalbe akan tesirler, kir ve paslar kalbin gayb alemini görmesine engel olan bir perde (hicap) oluşturur. Zikir ve tasfiye yoluyla bu perde kalkınca, Cenab-ı Hak dilerse gayb ayan-beyan olarak görünür. İşte bu perdenin kalkmasına, yani kalp gözünün açılmasına keşif denir.

Doğma, işitme veya hitap şeklinde kalbe gelen bilgilere de “ilham” adı verilir. Keşif ve ilham, Allah Tealâ’nın takva sahibi müminlere bir ikramıdır. Zira İslâm’ın bildirdiği hakikatleri keşfetmekle velinin kalbinde şuhut ve yakîn meydana gelir. Bir nevi görerek, yaşayarak hakiki ve kuvvetli bir imana sahip olur.

Böylece Allah’ın emirlerini severek, can u gönülden ve iştiyakla yerine getirir. Yasaklarından şiddetle kaçınır. Haram ve günahlar kendisine gayet iğrenç gelir. Başkalarına çalışıp öğrenmekle hasıl olan ilimler bunlara keşif yoluyla hasıl olur. İnanç esaslarına dair kısa ve toplu bilgileri geniş bir şekilde müşahede edip, manasını idrak ederler. Akıl ve düşünceyle bulunan manaları da kalple anlarlar.

Keşif ve ilhama dayalı bilgilerin bir kıymet ifade edebilmesi için Kur’an ve Sünnet’e tamamen uygun olması gerekir. Aksi halde bu bilgiler, beş para değeri olmayan “istidraç”a (gayrimüslim veya günahkârlarda görülen olağanüstü hallere) dönüşür. Halbuki, evliya dahil, bilgisini şeytanın karıştırmadığı kimse yoktur. Kaldı ki acemi taliplere çok daha fazla karışabileceği ortadadır.

Bir hikmete binaen yolun başında veya ortasında kalp gözü açılan taliplerin keşiflerine itibar etmeleri tehlikelidir. Çünkü şeytan bunlarla gayet rahat oynayabilir. Gördükleri şeylerin gerçek hayattaki olaylara uygun çıkması onları büsbütün yanıltıp tuzağa düşürür. Boş ve faydasız işlere yöneltir. İnsanların düşüncelerini, iyi ve kötü hallerini keşfetme hevesini uyandırır. Şeytan bu arada boş durmaz, bir tane doğruya on tane yalan karıştırır. Keşif erbabı bu adamlara suizan eder. Hatta daha da ileri giderek kalp gözüyle insanların mahrem hallerini araştırabilir. Böylece keşif istidraca dönüşebilir. İnsanlarla ilgili keşfi doğru olsa bile, yine de tehlike vardır. Zira kalp yeteri kadar genişlemeden başkalarının kendi hakkındaki menfi düşüncelerini keşfeden bir kimse buna tahammül edemez. Suizandan ve insanlara dil uzatmaktan kurtulamaz.

Bu hususla ilgili diğer bir tehlike de şöhrettir. Bunlardan bazıları etrafında toplanan insanlara zarar vermeye başlarlar. Böylece hem çevresindekilerin ayaklarını kaydırır hem de din ile dünyayı satın alarak kendileri kayarlar.

Keşfiyle ilâhî marifetlere yönelen yolun başındaki ve ortasındaki talip şayet alim değilse, mürşidine de danışmıyorsa daha büyük tehlikededir. Çünkü bunların imana taalluk eden konularda hata etme ihtimalleri oldukça fazladır. Mürşidin himmeti olmazsa korunmaları zordur.

Bunlar hayalleri veya şeytanın aldatmasını keşif zannederler. Ya da tabir edilmesi gereken bazı keşifleri olduğu gibi kabul etmekle tehlikeye düşerler. Hem keşif, Kur’an ve Sünnet’e tam olarak ittiba edenlerde görülür. Bunun haricindekiler şayet mürşidin teşviki değilse istidraçtır.

İşte bu ve benzeri sebeplerden dolayı büyüklerin keşiflerinin haricindeki keşiflere itibar etmemek gerekir. Bir takım olağanüstü tesirlerden ibaret olan maddi kerametler de böyledir. Keşifle ilgili tehlikeler kerametler için de söz konusudur.

O bakımdan zahir-bâtın dengesini iyi ayarlamak, zahire uymayan bâtına itibar etmemek, ilme ve amele önem vermek gerekir. Böyle yapanlar tarih boyunca hep selamette kalmışlar, Hakk’a vuslat yolunda cam parçalarını elmas zannedip onlara takılıp kalmamışlardır.

Zahir ve Bâtın ismi:Zahir ve Bâtın her şeyden önce Allah Tealâ Hazretleri’nin isimlerindendir. Ayet-i kerimede: “O evveldir, ahirdir, zahirdir, bâtındır.” (Hadid, 3) buyurularak, Cenab-ı Hakk’ın dört ismi zikredilmektedir ki, bunlar “ana isimler”den sayılmıştır.

Şu halde zahir-bâtın, aşikâr-pinhan, açık-gizli O’dur. Allah zatı itibarıyla gizlidir. Zatının hakikati duyu organlarıyla bilinemez.

Diğer bir cihetle de Allah zahirdir; varlığı her şeyde aşikârdır. Çünkü kainattaki her şey O’nun varlığına delildir. Sıfatlarının tezahürüyle, ilim ve kudretinin tecellisiyle varlığı apaçık olarak bilinmektedir.

Kur’an’da Zahir ve Bâtın:Bir hadis-i şerifte: “Kur’an’ın her ayetinin bir zahirî bir de bâtınî manası vardır.” (İbnu Hıbban, Sahih) buyurulmaktadır. Bu hadis-i şerifte Kur’an-ı Kerim’de bulunan muhkem ayetlerin dahi bâtınî manalarının bulunduğuna dikkat çekilmektedir. Yukarıda belirtildiği gibi, Cenab-ı Hak dostlarının kalbini manaya açmış, Kur’an’daki bilgilerin özüyle kabuğunu, hakikati ile suretini onlara ihsan eylemiştir. Bunlar ummana dalıp inci mercan çıkarırlar. Kur’an’ın hem zahirini hem de bâtınını bilirler.

Kur’an ayetleri “muhkem” ve “müteşabih” olarak ikiye ayrılır. Basit bir tarifle, manası açık ayetlere muhkem, manası gizli olan ayetlere ise müteşabih adı verilir. Muhkem ve müteşabih birbirleriyle mukayese edildiği zaman muhkeme zahir, müteşabihe de bâtın denilir.

Bunlardan birincisi, İslâmî bilgilerin ve hükümlerin kaynağıdır. İkincisi, hakikatlerin ve sırların hazinesidir. Bunlar çok gizli ve derin manalardır.

Muhkem olan ayetleri alimlerin yanı sıra ilmi olmayanlar da anlayabilirler. Çünkü bunlar sarih, yani açık lafızlardır. Fakat müteşabih ayetleri yalnızca “râsih ulema” yani “ilimde kök salıp derinleşen” (Âl-i İmran, 7) büyükler anlayabilirler.

Bâtın ve İstikamet:Dini hükümlerden birini yapmak, kendi anlayışına göre bin sene riyazet yapmak suretiyle nefsani bir arzunun izalesine çalışmaktan daha üstündür. Üstelik bu riyazet ve çalışmalar eğer dine uygun değilse nefsani arzuları takviye eder.

İmam Rabbanî k.s.

AHMET SAFA-

Kaynak: Semerkand Dergisi

Muhammed Ali

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir