Can Sıkıntısından Kaçmak
Meltem, büyük bir şirkette yönetici olarak çalışıyor, işinde oldukça başarılı ve genç yaşına rağmen daha şimdiden çok iyi bir terfi aldı. Aslında bu terfi, onu tanıyanlar için sürpriz değil çünkü bu terfiyi almak için çok çalıştı. Meltem de bu durumdan çok memnun görünüyor. Yeni pozisyonu daha çok çalışmasını gerektirecek ama olsun o zaten bunu seviyor. Üstelik, emeğinin takdir edilmesini kim sevmez ki?Fakat işler tam olarak Meltem’in planladığı gitmiyor. Bu terfi için zaten çok çalışmıştı; yeni görevinde daha fazla yoruluyor. Artık kendine ve sevdiklerine ayıracak hiç boş vakti yok. Terfinin üzerinden sekiz ay geçti, fiziksel yorgunluğuna bir de ruhsal çöküntü eşlik ediyor. Bir sabah, patronunu arıyor, “Hastanedeyim, tükenmişlik sendromu olabileceğini söyledi doktor; bir süre dinlenmem lazım, işe gelemeyeceğim,” diyor. “Elbette, iyice dinlen,” cevabını alıyor patrondan. İşyerindeki tempoyu diri tutması gerektiğini bilen patron, telefonu kapatınca yanındaki meslektaşına dönüp şöyle diyor, “O kadar fazla bir iş yoğunluğu yoktu aslında, abartıyor galiba…”
Zamanla yanşan insanlar var, mutlaka bazılarını tanımışsmızdır. Hep aceleleri ve yapılacak işleri var. Her işleri önemli ve hepsini sadece onlar yapmalı. Bazen bu insanların kendilerine sürekli iş icat ettiğini düşünürüm. İnsan bunu kendine neden yapsın, diye sormayın çünkü bu çok yoğun olma hissi ile varlıklarını anlamlandırmaya çalışırlar. Aşırı meşguliyet bir tür narsisistik kafes. Kendini çok meşgul eden işkoliklerin böylece kendilerini daha önemli hissettiğini söyleyebiliriz. Varoluşsal yaralarımıza bir pansuman gibi.
Çok şükür, dijital çağ kendimizi meşgul etmemizi ve can sıkıntısından kaçmamızı sağlayacak yeterince araç sunuyor! Üstelik sunduğu araçlar mekândan bağımsız kullanılıyor; yolculukta, işte, evde her daim elimizin altındalar. Canımızın sıkılmaya âdeta vakti kalmadı. Can sıkıntısı, buhran içindeki modern öznenin yaygın bir ruh hali olarak karşımıza çıkıyor. Yenilik ve buluşun, hız ve ilerlemenin kutsal bir mertebe kazandığı modern dünyada, onca uyandan bitap düşmüş ruhun imdat çığlığı. Arzuyu, iradeyi ve anlamı yutan bir canavar ağzı, modern bir iblis. Can sıkıntısı, yalnızlık gibi asrın vebası halini aldıysa kültür ve toplum anlam taşıyıcısı olarak görevlerini yapmıyor demektir. “Boş” zamandan, aylaklıktan, ruhun kuluçkaya yatabileceği anlardan korkuyor ve onu etkinliklerle tıka basa dolduruyoruz. “En hareketli olanlarımız, sıkılma eşiği en düşük olanlarımız,” diyor Lars Svendsen. Sıkıntı halinde zaman geçmez, insan zamanı hisseder. İçi anlamlı bir biçimde doldurulamayan ve giderek uzayan zaman, acı verici bir sıkıntıya dönüşür. Sıkıldığımızda zamanla bir meselemiz vardır, onunla ne yapacağımızı bilemeyiz. Sıkıntı, varlığı zamana hapseder.
Can sıkıntısı, modern insanın anlam buhranının en önemli belirtisi. Ruhlarımıza yön tayin eden kutup- yıldızını yitirmiş gibi, anlamın olmadığı bir dünyada kaybolmuş ve şaşkın bir haldeyiz. Her sokak başında anlam krizi karşımıza çıkıyor. Anlamın yerine koyacağımız, anlam yanılsaması yaratacak her şeye umutsuzca yapışıyor, geçici nesnelerde kimliğimizi arıyoruz. Hayatlarımızı artık “tamzamanlı turistler” olarak yaşıyoruz: “Bir turist uğrağı olarak hayat”. Tatilde, günlük hayatta, evde, dışarıda, her zaman turist. Gelenek tevarüs ediliyor ve hiç yoksa, insana bir süreklilik duygusu kazandırıyordu. Modern insan hiçbir şeye sadakat duymak zorunda değil, hayatın albenili seçenekleri arasından dilediği yaşam biçimini seçebilir ve yeri geldiğinde onu terk edip bir başkasına yönelebilir. Hayat tarzı bir libas gibi giyinip soyunulur, ne geçmişten tevarüs edilir ne de bugün uğruna ter dökülür. Emeğin olmadığı yerde anlam da yoktur. Ruha canlılık hissini veren anlamın ta kendisidir ve anlamın kaybı dünyanın kaybedilişi ve yoksullaşmasıdır. Anlam kaybını hisseden bir varlık sıkılabilir ancak.
Can sıkıntısı, anlamın geri çekilmesi ve anlam ihtiyacımızın karşılanmamasıyla ortaya çıkıyor dedik. Bize tatmin bulmayan bir anlam açlığını haber veriyor. Zamanın boşluğundan bahsederken galiba aslında anlam boşluğundan bahsetmiş oluyoruz. Bir tür “niteliksiz yaşantı”. Sual şu: İnsanlar iki yüz yıl önce de sıkılıyorlar mıydı? Pek çok kuramcı, moderniteye yol açan toplumsal ve kültürel değişikliklerin, sıkıntının yaygınlaşmasına hizmet ettiğini söylüyor. Bütün imkânların eşit ölçüde değersiz olduğu bir dünya “hiper- sıkıntı” dünyasıdır ve geleneksel anlam kaynaklarının kurumasıyla da yaygın bir kültürel kuvvet halini almıştır.
Modern anlam krizi, geleneksel anlam yapılarının sökülüp atıldığı bir dünyada, onun yerine sadece tüketiciliğin ikame edilebilmiş olmasıyla kendisini gösteriyor. İçimizdeki boşluğu ancak dışarıdan alman nesnelerle doldurabileceğimizi sanıyoruz. Sıkıntıdan kaçmak için yöneldiğimiz etkinlikler de bir süre sonra sıkıcı hale gelmeye başlıyor ve sonra dikkatimizi çelebilecek güçte başka eylemlere yöneliyoruz. Ruhu heyecana boğacak her türlü etkinliğin peşi sıra sorgusuz sualsiz sürüklenirken içimizdeki karadelik bütün heyecanları yutuyor. Tüketim endüstrisi o zaman bize yeni zevk ve heyecanlar pazarlıyor zira mutlu hayat, sıkıntıya karşı inşam koruyan, yeni mal ve heyecanlar satın almaya izin veren bir hayattır. Modern insanın pasaportu olarak para, can sıkıntısını savabileceğimiz “AVM”lere, spor merkezlerine, güzellik salonlarına, eğlence parklarına giriş izni verir. “Ölmeden önce” yapmamız gereken ne çok şey vardır! Her şeyi denememiz ve hayatın sunabileceği hazlar havuzundan yeterince kâm almamız beklenir.
Derin can sıkıntısı, “varlığı bütünüyle yutan” bu kayıtsızlık hali aslında, içinde bir imkân olarak “muhayyile anları”nı da barındırır. Varlık, özgürlük ve sorumluluğu üstlendiğinde, anlamı eksen alan bir hayatı seçebilir. Can sıkıntısının panzehiri işte bu doğurgan andır: Sığ dikkatin talim ile derinleşmesine izin vermemizledir ki tefekkür ve murakabeye kapı açarız. Derin ve yoğun bir dikkati öğrenmek ve hayata geçirmek için insana, tabiata, kâinata hayret nazarıyla bakmayı başarabilmek gerek. Gönül gözümüzü dört açarak. İnsan ancak yo- ğunlaşabilmekle kendi ruhuna değebilir. Kendi ruhuna değmekle başka ruhlara da dokunabilir. Ancak yoğunlaşmakla kendi dışımıza çıkar ve varlığa nüfuz ederiz. “Manzara bende düşünüyor, ben onun bilinciyim” diyen ressam Cezanne gibi, o zaman şeylerin kokusunu da görebiliriz. “Hak bir gönül verdi bana, ha demeden hayran olur” diyen Yunus Emre asırlar öncesinden varlığa anlam katan hayret duygusuna işaret ediyor. Ve “Rabbim hayretimi artır,” diye dua eden son Resul. Can sıkıntısını iyileştirmek için, Kartezyen şüphenin yerine hayret nazarını yerleştirmemiz gerekiyor. Sanal yaşantıların yerine de gerçek ve organik yaşantıları.
Kakılmış candan umut kesilmez.
Hatırlatma:
- Kuşak farkını ciddiye alın. Milenyumluların farklı düşünce ve iletişim tarzlarını önemseyin.
- Roma’da Romalılar gibi davranın; bir Milenyumlu ile karşılaştığınızda da Milenyumlu gibi! Tabii eğer kendinizi dinletmek istiyorsanız…
- Çocuğunuzun ya da gençlerin değişen öğrenme alışkanlıklarını gözlemleyin; onlara bir şey öğretmek istiyorsanız aynı frekanstan yayın yapın ki sizi duyabilsinler.
- Dijital yerlilerin ya da çocuklarınızın teknoloji ile ilişkisini sürekli eleştirerek, iletişim kanallarını kapatmayın. Ernpati kurun. Onların yaşamındaki karşılığını anlamaya çalışın.
- Zihninizin sınırlarını iyi kavrayın. Bilişsel kontrol becerilerinizi artırmak için çaba gösterin, ister yürüyün, ister koşun, ister aikido yapın ama sağlıklı bir zihne sahip olmak ve dikkatinizi geliştirmek istiyorsanız fiziksel egzersizi hayatınızdan eksik etmeyin.
- Çoklu görevler üstlenerek ya da sürekli görev geçişi yaparak dikkatinizi dağıtmayın, iyi bir planlama ile işe başlayın.
- Ekrana değil, sevdiklerinizin yüzüne bakın. Çocuklarınızı ekran karşısında unutmayın!
- Ödevlerini ekran karşısında yapmak isteyen dijital yerlinize, bunun pek verimli olmadığını basitçe anlatın.
- Kitaplıklar ve kütüphaneleri hayatınızdan çıkarmayın. Bir kitabın sayfalarında kaybolma, hayal kurma yetinizi kaybetmeyin.
- Hızlanarak değil, yavaş yavaş hayatta kalıyoruz, insanlık tarihini yeniden yazacak bir teoriniz yoksa, buna uygun davransanız iyi edersiniz.
- Deneyimlerinizi zenginleştirin. Daha çok yürüyün. Günlük rutininizin dışına çıkın. İşe gittiğiniz, eve döndüğünüz yolu değiştirin. Yeni uğraşlar edinin.
- Hayal kurmaktan vazgeçmeyin. Unutmayın, hayalleri elinden alınmadıkça, kimse kaybetmiş sayılmaz!
- Zihninizi bir çöplüğe çevirmeyin. Dikkatinizin nasıl çelindiğinin bilincinde olun ve ona göre pozisyon alın.
- Yeni konular öğrenin. Fiziğin temel yasaları, basketbolün kuralları ya da dinler tarihi… Neyi merak ediyorsanız okuyun. Bilmek, “anlamlandırmanızı” sağlar, “anlam” da yaşamdan daha çok keyif almanıza yardımcı olur.
- Açık havada daha çok zaman geçirin. Zihninizi serbest bırakın. Bir “yapılacaklar listesi” ile yaşamayı bırakın.
- Dikkatle dinlemeyi öğrenin. Daha çok susmaya, daha az konuşmaya çalışın.
- Sevdiklerinize vereceğiniz en güzel hediye, dikkati- nizdir; bu konuda cömert olun.
Kemal Sayar-Berna Yalaz – Ağ:Sanal Dünyada Gerçek Kalmak,syf.