İnsanda esrarlı, ele avuca gelmez, sezici, keşfedici ve yapıcı bir yetenek vardır ki, onu diğer canlılardan ayıran en önemli özelliktir. İnsana bu özelliği veren şey, kendi varlığını, kâinatı ve kâinattaki yerini sorgulamasıdır. Sorgulamayı da belli disiplinlere kavuşmuş bilimlerle yapar.
Aslında bilimleri birbirinden ayırmak mümkün değildir; hepsi de, insandaki merak unsurunun tatminine yöneliktir. Ancak kolay öğrenilebilmeleri ve araştırmalarda sağlıklı sonuçlar elde edilebilmesi için katı ölçülere ulaşmasa bile sınırları belirlenmiş, farklı disiplinlere ayrılmıştır. Bu disiplinlerin, bütün sorulara cevap verebilmesi için de insanın bütün melekelerine açık olması gerekmektedir.
Birkaç yüzyıldan beri bilimle ilgili gelişmeler âdeta Batı’nın tekeline girmiştir. Batı’da bilim kiliseye, yâni mâneviyata sırt dönerek geliştiğinden, günümüzde insanlığın ortak malına dönüşen bilimler sadece aklın mahsûlüdürler. Halbuki insanın merak unsurunu akıldan başka tatmin edecek sevgi ve sezgi gibi melekeleri de vardır. Bu melekelerin bize kazandıracağı, insanlığı zenginleştireceği hususlar birimlerle ifade edilmediği için Batı’nın “modern bilim anlayışının perspektifinde yer almaması, insanlığı besleyen en önemli damarı zaafa uğratmıştır. Günümüzde Batı âleminde bir Goethe, Bethoven, bir Pascal’ın yetişmemiş olmasını da bu damarın zaafa uğramasında aramalıdır.
İnsanları telakkileri ve hayattan bekledikleri yönlendirir. İmkânlar da gayelere göre değerlendirilir. Doğulular genellikle hayatta huzuru, Batılılar ise refahı ararlar. Bundan dolayı Doğuluların bakışlarım iç dünyalarına çevirmelerine karşı Batılılar İlmî faaliyetlerini, maddî ihtiyaçlarını daha kısa yoldan karşılamak, hayat standartlarını yükseltmek esasına dayandırdılar.
Maddî ihtiyaçları karşılamak hayatın biricik gayesi haline geldi mi, bu yolda herhangi bir yerde durmanın imkânı yoktur. Çünkü nefis ön plâna çıkarılmıştır; her gün yeni bir şeye ihtiyaç duyacaktır. Her ihtiras gibi, ihtiyaçları karşılama hırsının da soylu hasletleri törpülemesi mukadderdir. Bunun için pragmatik felsefe Batı dünyasında gün ışığına çıkmış, bilhassa uzak Batı olan Amerika’da hayatın düzenleyicisi olmuştur. Bu telakkî, maddenin yegâne gerçek olduğunu ifade eden “materyalizm” kelimesini ilk defa Berkeley’e kullandırmıştır.
İnsanoğlu tabiatta yaşar ve maddî ihtiyaçlarını oradan karşılar. Auguste Comte de, bunun dışındaki olaylar insanoğlunun ilgilendirmemen diye düşünmüş olmalı ki, tabiatın dışında bir bilginin söz konusu edilemeyeceğini ileri sürer. İlim yolunda rehberi de sadece akıldır. Bergson da zekâyı bir yönüyle bu anlayışa göre tarif eder: “Zekâ, aslî görevi gibi, görünen yanıyla ele alındığında, maddî şeyler, özellikle alet yapan ve bunların imalatını sonsuza kadar değiştirebilen bir yetenektir.”
Modern bilimlerin sınırları son yüzyıllarda önemli sayılan birçok bilgin tarafından gayet belirli bir şekilde çizildi. Galile, Kepler, Descartes’in zamanlarından beri gelişen ilmî araştırma metotlarıyla maddî dünyamıza ait sorularda, ölçü ve tartılabilen hususlarda pek çok şeyi ispatlama imkânına kavuşuldu. Ama yegâne kaynağı akıl olduğu için bu metotla gelişen ilimler insanın iç dünyasına, varlık cevherine, her an bizlere kendini duyuran evrendeki ulvî sırlara gözlerini kapamak mecburiyetinde kaldılar. Ünlü Kant’ın duyularımızı aşan şeyler (noume- non) hakkında kesin bilgiler elde edemeyeceğimizi ileri sürmesi, Batı bilim dünyası bakımından kesin kural oldu İnsanoğlu nereden geliyor, nereye gidiyor? İlk muharrik ve varlığın cevheri nedir? Ruh nedir ve varlığın problemleri nelerdir?… Bu ve insan zihninden eksik olmayan benzeri soruları “bilinemez”likle damgalayıp, ilim dünyasının gündeminden çıkardılar.
Batı medeniyetinde idrâkini ve şahsiyetini bulan Schröder de, bu konudaki eksikliği fark etti ve ‘Tabiat ve Yunanlılar” adlı eserinde dile getirdi: “İlim emin ve değişmez bilgiler edinmemiz yolunda ulaşabildiğimiz en yüksek seviyeyi temsil etmektedir. Ama etrafımızdaki gerçek dünyaya ait bilgilerin pek yetersiz olduğuna şaşıyorum. İlim gerçekten kalbimize yakın olan, bizi aşırı derecede alâkadar eden her şeye karşı müthiş bir sessizlik içindedir… Yaratıcı ve ebediyet, iyi ve kötü, güzel ve çirkin hakkında bir şey bilmiyoruz. İlim bazen bu hususlara ait sorulara cevap vermeye kalkıyor; fakat verdiği cevaplar çok defa ciddîye alınamayacak kadar aptalca şeyler oluyor.”
Schröder’in de belirttiği üzere, mevcut bilimlerin kurduğu dünyada İnsanî bir hassasiyet yok. Ne çare ki insan, ona dair bir hassasiyetin bulunmadığı dünyada yaşamak zorundadır. Bu dünyaya ayak uydurabilmek için de, doğuştan getirdiği bazı değerleri unutmak mecburiyetinde kalıyor.
Bugünkü ilimlere “modern”den ziyade “birimlerin ilmi” demek daha yerinde olur. Maddenin mahiyetinden çok, geçirebildiği safhalar, nasıl daha yarayışlı hâle gelebileceği bizi ilgilendiriyor. Amelî fayda, merak unsurumuzun yerini almış bulunuyor. Bunun için de geçen yüzyıllarla mukayese ettiğimizde, yüzyılımızda Batı’nın İlmî gelişmesinin yavaşladığını müşahede ediyoruz. Karl Poper, çağdaş fiziğin içinde bulunduğu uyku halini,”Bir metafizik araştırma programının yokluğuna bağlamakla aynı noktaya işaret ediyor. Bu, çağı aşan kafalar da, ,bugün geldiğimiz noktayı arzu etmiş olsalardı, Descartes hiç bu husûsun altını çizer miydi?: “Bütün felsefe,bir ağaca benzer. Kökleri metafizik, gövdesi fizik ve dalları bütün diğer ilimlerdir.”
Üstünkörü bir dikkatle bakılsa bile, bugünkü Batı biliminin bir paradoksun esîri olduğu, kiliseye karşı yüzyıllarca savunduğu hürriyeti başkalarına tanımadığı anlaşılıyor. Hissedilir dünyanın olaylarını inceleyen ilimler, kendilerini aşan meselelere ilgisiz kalmaktadırlar. Aslında bu tavırları özelliklerinin icabı da sayılabilir; fakat kendi iktidar sahalarına girmeyen konuları inkâr etmemelerine rağmen, bilinemeyeceklerini ilân etmeleri çok düşündürücüdür. İnsan, ruh, ölümden sonraki hayat ve benzerlerinin ilim için ebedî meçhul kalacağını kabul ediyorlar. Kendi aczini itiraf etmeyip, takatinin tükendiği yerlere başkalarının girmesine de müsaade etmeyen sınır taşları dikmek İlmî zihniyetin boy attığı hürriyetle ne derece bağdaşık? René Guénon Müslüman olduktan sonra (Abdülvahid Yahya) evrene bir başka açıdan bakabiliyor ve gözlerini açtığı medeniyetin çelişkisini sert bir dille eleştiriyor: “İşte hiçbir yerde, hiçbir zaman eşi görülmemiş şey! Hiçbir devirde insanların cahilliklerini ikrar ettikten sonra, bu ikrarı bir program ve meslek haline getirdikleri ve bunu agnostizm (bilinmezlik, lâedrî) diye sözümona bir öğretiyle yafta olarak resmen taktıkları görülmüş şey değildir.”
Kendilerinin bilmediğini, başkalarının da bilmeyeceğini söylemek ilim dünyasına despotizmi sokmaktır. Bu zihniyet Batı’da oldukça eskidir. “Felsefe bilgiyi genişletecek âlet değil, bilgiyi sınırlandıracak bir disiplindir.” diyen Kant’ın sözünün anlamı, kendi idraklerinin sınırını insanlığa mal etmek gayretinin bir başka ifadesidir.
Batı da gelişen ilim, mahiyeti icabı, akli bilgidir.Bu konuda akılcılık, sadece aklın bir değer olduğunu göstermekle kalmıyor, onun üstünde başka birşeyin bulunmadığını, dolayısıyla ilmi bilginin ötesinde mümkün olabilecek bir bilgiden söz edilemeyeceğini savunuyor; böyle olunca da metafiziğin inkârı zaruri hale geliyor,
Bergson ilmi bilginin Acizliğini idrak ediyor; onu sezgicilik (intnition) ile tamamlamaya çalınarak, bilginin sadece akıl yürütme yoluyla değil, doğrudan kavrayışla da kazanılabileceğini ileriye sürüyor. Ancak Bergson, bu sezgisine rağmen konuyu ihatalı bir şekilde kavrayamamıştır; zira idrakin oluşmasında kültürün payı çok büyüktür. Kültürlerin temelinde dinler bulunmaktadır; dinlerin mihrakı da Allah anlayışlarıdır. Batılılar müşahhas (somut) Tanrı anlayışım kabul etmiş, inançlarım da onun çevresinde yapılandırmalardır. Dolayısıyla kültürünün taşıyıcısı olan Batı insanının idraki da mücerret (soyut) kavramlara yeterince açık değildir. Bunu onların dillerinde de müşahede ediyoruz. İlimle, sanatla işlenen dilleri eşyanın bütün şekillerini rahatlıkla ifade ettikleri halde, manevî konularda kısırlaşmaktadır. Bunun için de Bergson eksikliklerini sezebildiği halde, ne yapılması lâzım geldiğini ortaya tam koyamadı. Aslında madde ile madde ötesini birbirinden kesinlikle ayırmak mümkün değildir. İnsan yapısıyla da her ikisinin özetidir. Sanıldığı üzere bunlar birbirine zıt değil, birbirini tamamlayıcıdırlar. Mayasından gelen özellikle insanoğlu birine sahip olursa, diğerini aradığının örneklerine materyalizmin şahlandığı Amerika’da çok sık rastlıyoruz. Amerika gibi modern bir cemiyette dimağları müspet bilimlerle donanmış insanların arasında mistisizm adına saçmalıklar doğuyor, inanılmaz bir rahatlıkla yayılıyor.
Metafizik, her şeyin bağımlı olduğu küllî iradeye dair bilgidir. Metafizikte yükseldikçe birliğe (Vahdet’e) yaklaşılır, aşağılara inildikçe çoklukla karşılaşılır. Metafizığin bulunmadığı yerde, mevcut bütün bilgiler temelden yoksun olduğundan devreye kabuller girer. Metafiziği inkâr bu bilimlere bağımsızlık sağlıyorsa da, onları sığlaştırıyor; bizleri de eşyanın mahiyetinin bilinmeyeceğini kabul etmek zorunda bırakıyor. Sonuç itibariyle İlmî faaliyetleri amelî esasa dayandırıyor.
Toplumun harcında önemli payı bulunan metafizik, ya toplumun hurafede boğulmasına sebebe olur, yahut da cemiyetin özünü teşkil edecek manevî dinamizmi ortaya çıkarır. Derinliğini bu manevî dinamizmde bularak, cemiyetin ahlakı, gelenekleri, maddî âlemi ayakta tutan ne varsa oluşur. Metafiziğin hayatın dışına atılmasıyla kader haline gelen dejenerasyon cemiyetin bütün boyutlarına sirayet eder; herşeyi kurutur. Bazı tarihçiler metafizik konusunda yapılan yanlışlığın cemiyet için önemi üzerinde durmuşlardır. R. G. Collıgvvood’un şu cümleleri ne kadar dikkat çekicidir: “Greko-Romen uygarlığın çürüyüşüne patrisyen yazarların koydukları teşhis, metafizik bir hastalıktır… Greko-Romen dünyasını yıkan barbarların saldırıları değildi… Metafizik bir nedendi. “Putperest” uygarlık kendi temel inançlarını yaşatmayı beceremiyor, diyorlardı. Çünkü metafizik çözümlemelerindeki yanlışlar yüzünden bu inançların ne olduklarını şaşırmışlardı… Metafizik salt entelektüel bir lüks olmuş olsaydı, bunun hiç önemi olmazdı.”
Önce de belirtildiği üzere, refah nefsimize hitap eder. İnsan tabiatı da daima tatmin olabileceğinden daha fazla sun’î ihtiyaç üretir. Nefsin ardına düşülünce, yollar bir noktada karanlık dehlizlere dalar. Nefisle pek bağdaşmayan yüksek idealler, soylu duygular, diğerkâmlık insanı terk edince, hodbinlikle hayat süflileşir.
Bazı Batılı bilginler, içinde bulundukları durumdan bunalıyorlar; telâkkilerini sîgâya çekerken bazen hayatın özünü hissediyorlar. İspanyol düşünürü Unamuno, “Kültürün bağımsızlığının tartışıldığı bir konferansta (1933’ te Madrid) şunları söyledi:”… İtiraf edeyim ki kırk yıllık profesörlük hayatımdan sonra bugün kültürün ne olduğunu bilemeyecek hale geldim. Bildiğim bir şey varsa kültürün beni biraz ezdiğidir. Kendimi yorgun hissediyorum ve zannediyorum ki medenî insanlığın çok büyük bir kısmı yorgundur. Bugün bizim muhtaç olduğumuz barıştan ziyade sükûndur. Sükûnsuz bir barış vardır ve bu çok fecî bir şeydir.”
Huzurun kaynağı yürektir. Hayata onu da katmalıyız. Akıl bize kendimizi düşündürürken yüreğimiz de başkalarının varlığını bizlere duyurur. Yüreğin kaynaklık yaptığı sevginin bize duyuracaklarını muhakkak ki akılla idrak edemeyiz.
Akılsız bir şey yapmak, klâsik anlamda bilgi sahibi olmak elbette mümkün değildir; fakat aklı putlaştırmak da son derece yanlıştır. Muhyiddin-i Arabî, şu örnekle aklın sınırlarını, çelişkilerini çarpıcı bir şekilde ortaya koyuyor: “Birisi peygamberliğini iddia etse, mucizesini de karşısındaki duvarı konuşturmakla göstereceğini söylese, “Konuş ya duvar!” dese ve duvar da konuşsa… Konuşan duvar, “Sus ey şarlatan, sen peygamber değilsin” dese, akıl ne hüküm verecektir! İddia sahibi peygamber olmasa, duvarı konuşturamazdı; peygamber olsa idi, duvar “Sus ey şarlatan, sen peygamber değilsin” demezdi.”
Modern denilen ilimler ortaya bir medeniyet çıkardılar. Tabiata karşı, insanın mücadelesinde yardımcı olan bu medeniyet maddenin kombinezonlarına dayanmaktadır. Maddenin kombinize edilmesinde muharrik unsur akıl olduğuna göre, ortaya çıkan medeniyetin en belirgin özelliğinin hodkâmlık olması tabiîdir; çünkü az önce de işaret edildiği üzere, akıl nalıncı keseri misâli devamlı kendine yontar. Bu telakkî tarzı şahıstan topluma doğru yayıldıkça felaketler de o oranda büyür. Amerika yerlilerinin Avrupalılar tarafından öldürülmeleri, kitle halinde soy kırımları, Batıkların sömürgelerini talan etmeleri hep bu medeniyetin tabiî sonuçlarıdır.
Bugünkü sanayi medeniyetinin geleceği, pek muhtemelen mevcut anlayıştaki ilim adamlarından, mühendis ve iktisatçılardan ziyade, insan şahsiyetini mükemmelleştirme yolunda yeni gayretler sarf edeceklere bağlıdır. Onlar bizlere ruhumuzun ve kalbimizin kalitatif kaynaklarını duyurabilirlerse, maddenin kombinezonlarından oluşan medeniyetimize yüreğimizi katar, onu insanîleştiririz.
Sonuç olarak insanın mutluluğu, bizzat insanın fıtratında mevcut bulunan, fakat günümüzde kullanılmayan özelliklerimizin geliştirilmesine bağlıdır. Bu özelliklerimizin arasında sevgi ve ihsan, akıl kadar önem kazanmazsa, ihtiraslarımız iyice mahutlaşır; biz de sadece onları tatminle yükümlü kölelere döneriz.
Evet, son dönemlerde Batı’da gelişen bilimler, insanlığın refahını yükselttiler. Ama aynı bilgiler karanlığa düşen ışık parçalarını menşeini düşünmeden kovaladığı ve insanlığı maddenin esîri haline getirdiğinden olmalıdır ki bir Hintli bu ilimler için, “Batı ilmi, cahil bir bilgidir” demiştir.
Mehmed Niyazi-Medeniyetimizin Analizi ve Geleceği
0 Yorumlar