Bir İçselliğe Sahip miyiz?

aralikta-gokyuzu-2018-cep-04-234x300 Bir İçselliğe Sahip miyiz?

Başladukça ben söze başlar hücûma vâridât

Şöyle kim takat getürmez anı takrire zeban

Nef’î

İçsellik (interiorite) dediğimiz hergünkü sıradan hayatin ru­tin olaylarının mütemadiyen üstünü örttüğü ve neredeyse hissedilmez kıldığı şu ortamdır, iç âlemdir, gönül dünyasıdır. Hergünkü hayatin alelade akışı esnasmda biz ekseriya yüzey- deyizdir. Yüzeyde sıradan olaylar içinde yüzmekteyizdir. De­rine dalma, düşüncelere gark olma gibi bir vaziyet söz konu­su değildir. Keza içsellikle alış verişimiz tamamen namevcut değilse de kısıtlı ve kesintilidir bu durumda. Gündelik hayat, içselliğin ve içsellikle birlikte düşünselliğin neredeyse has­talandığı bir hengâmede cereyan eder ekseriya. Düşünceyse kendini göstermek, gelişip serpilmek için uygun bir atmosfer arar daima. Gerçekte düşünce hem bir içsellikten itibaren gelişir, hem de dönüp böyle bir içselliği besler ve destekler. Düşünceyle içsellik arasında karşılıklı bir bağlılaşım vardır sonuçta.

Bugün canhıraş bir şekilde yürürlükteki ortama uyma gayreti gösteren harcıâlem ortalamayı gözetmekten başka bir şey yapmayan, yapamayan biz modern insanlar hayatiyete, ama sahici bir hayatiyete kavuşmak üzere içselliğimizin, gönül dünyamızın ihyasına muhtacız bir şekilde. Böyle bir ihya, ruhî bünyemizin sıhhat ve selameti için olduğu kadar, dü­şünme melekemizin canlılık kazanması için de elzemdir hiç şüphesiz. Gönül dünyamızın ihyasıyla biz hem hilkatle daha sahih bir bağ kurma fırsatını elde edebilir, hem de bu yolla hayatta daha sağlam durmanın imkânlarına kavuşabiliriz. So­nuçta, bir içselliğe, bir gönül ortamına sahip olmak, sathiliğin ve içi boşalmışlığın tehdidi altında kalakalan ve ne yapsa ha­yatta bir türlü tutunamayıp oradan oraya savrulup duran bizler için başka bir şeyle ikame edilemeyecek varoluşsal bir ihti­yaçtır. Bunun için her şeyden önce gönül diye bir iç mekânın farkına varmak gerek.

Gönül, insanın insanlığının mütemekkin olduğu manevi mekândır. Manevi ifadesi sonuçta mana ile ilgilidir ve ona gönderir. İnsanlık gönülde yani içte, içsellikte gerçekleşir veya kemale erer. Hayatımızın harici tezahürlerini geriye doğru ta­kip ettiğimizde ulaşacağımız mehaz gönülden başkası değildir. Keza tersinden düşünmek de mümkündür: Haricen ne yapar, ne işler, ne eylersek o gönülde makes bulur bir şekilde.

Öte yandan, vârit olanın vârit olduğu mekân gönüldür yine. Varit, kişinin kastı ve dahli olmaksızın gönle vürut eden yani “varan, gelen, inen, vasıl olan” manadır tam olarak. Gök’ten düşer bu mana. Gökten yani Kelâm’ın semavi yurdundan. Düşünsel öz olarak mana Gök’ten düşer düşmesine ve fakat düştüğü yerden yani gönülden fışkırır ve çıkar yeryüzüne. Tıpkı yağmur olarak gökten düşenin filiz olarak topraktan fış­kırması misali.

İnsan gönlüne neyin vârit olacağım bilemese de, bir kez gönle varit olan vârit oldu mu ona şekil verebilir, onu geliştirebilir ve başkalarınca da tanınır hâle getirebilir. Varit olanı başkala­rınca da tanınır kılan bizim beşer olarak çabamızdır. Demek ki bize ata olarak gelen düşünsel öze -manaya- biz beşer ola­rak mührümüzü vurur ve onu artık kendimizin kılarız. Keza bu noktada insanın bütün çabası bu düşünsel öze bir kıyafet giydirmeye ve onu tanınır kılmayı müteveccihtir. Toprağa dü­şen tohumu filiz olarak gün ışığıyla buluşturmak bizim çaba­mızla olur. Düşen düştüğü gibi kalmamalıdır. Onu işlemeli ve görünür kılmalıyız o hâlde.

Anlaşılmış olmalıdır ki düşünce zihnimizin özerk bir üretimi ya da şahsi bir yaratımımız değildir esas itibariyle. Keza insan düşünmesine ancak mecazen malik olabilir, yoksa hakiki ma­nada değil. Düşünme insanın keyfince tasarrufta bulunduğu bir mülkü değildir sonuçta. İnsan düşüncesine çobanlık eden, onu güdüp yeden kimsedir olsa olsa. Ama çobanlıktan ziyade tarım mecazı belki daha uygundur burada: İnsana düşen gö­rev, gönül toprağını gökten düşecek olana hazır ve müsait kıl­mak yani gönlü vürut edeni ahzedebilecek durumda tutmak­tır. Tıpkı toprağı ona düşecek tohuma hazırlamak gibi. Bir de yağmuru beklemesini bilmelidir insan. Bu da atmosfer olay­larına dair bilgi sahibi olmakla alakalıdır. Atmosfer olaylarına yani ahval bilgisine. Bu bilgi haddizatında gönül dünyamızda vukua gelen hâllere dair bilgidir. İçinde bulunduğumuz hâl­ler o anki düşünmemize tesir eder ve onu biçimlendirir hiç şüphesiz. Zira hâletiruhiyeler içinde/n düşünürüz biz her neyi düşünüyorsak. Zihnimiz ve gönlümüz birbirinden bihaber iki yaka değildir hiçbir şekilde. Bunlar birbirini tamamlar, hatta denebilirse bunlar bir bakıma aynı şeydir. Beynimizle düşün­düğümüz kesin değildir; ihtimal, kalbimizle/gönlümüzle dü- şünüyoruzdur. Düşünmek salt bilişsel (cognitif) değildir, ona her zaman hâletiruhiyelerimiz (affectiorıs) eşlik eder. Bazı hâ­letiruhiyeler şu tarz düşünceler için, bazıları da bu tarz düşün­celer için elverişlidir. İşin aslı, gerek umumi manada hâllere dairbilgimiz, gerekse hususi manada hâllerle düşünceler arasındaki ilişkiye dair bilgimiz kendilik bilgimiz cümlesindendir. Kendimizi tanımak hâllerimizi tanımaktır esasında, başka bir şey değil;insan(ın gönlü) hâllerinden yapılmadır çünkü.

İnceleyin:  Mevlânâ’ya Göre Gönül/Zihin Kontrolünün Önemi

Düşüncenin peyda olabilmesinde yani gökten düşenin gö­nülden neşet edebilmesinde uygun bir ortamın hazırlanması ya da insanın kendini böyle bir ortama uyarlaması büyük bir önem arz ediyor gerçekte. Bu meyanda tecerrüdü ve yalnız­lığı anmalıyız ilk elde. Bunların her ikisi de elbet gönüllü ve bilinçli bir şekilde yani bile isteye ve seve seve gerçekleşti­riliyor olmalıdır, yoksa modern insan bunları -başka bir dü­zeyde- kerhen ve gayrişuurî bir şekilde de olsa tecrübe edi­yor zaten. Sonuçta tecerrütten ihtişam ve sefaletiyle gündelik hayatın paranteze alınmasını, yalnızlıktan da (bu paranteze alış akabinde) insanın kendiyle baş başa kalıp yüzleşmesini anlıyoruz ki mezkûr insan için, güç hem ne güçtür bu şartla­rın teşekkülü! Ama zaten bir içselliğe sahip olan veyahut da bir içselliğe sahip olma iradesini ve dirayetini gösteren kimse için bu şartları oluşturmak çok da zor olmayacaktır. Kişinin boğucu şehir hayatında nefes alabilmesi için zaman zaman da olsa başvurmasında fayda mülahaza ettiğimiz pratikler olarak tecerrüt ve yalnızlık, içselliğin teşekkülüne ve bu temelden hareketle düşüncenin neşvünemasına uygun düşen atmosfe­ri oluştururlar birlikte. Geriye sabırla beklemek, beklemesini bilmek kalır. Tarlayı çapaladınız, toprağı hazırladınız, tohumu saçtınız, şimdi yağmuru bekliyorsunuz. Bekliyorsunuz ki gök kapılarını açsın. Bekliyorsunuz, bekliyorsunuz… Ve bir bakı­yorsunuz önce bulutlar peyda oluyor, sonra bunlar birbirleri­ne çarpıyor, derken gök gürlemesi kendini duyuruyor, ardın­dan yıldırımlar ve nihayet sicim gibi bir yağmur! Bu yağmur içimize yağıyor esasında, gönül toprağımıza, oradan düşünce filizleri fışkırsın diye. Her şeyin olduğu gibi içselliğin de olu­şum ve gelişiminin şartları var demek ki.

Şartlar bir şekilde oluştu diyelim. Buna rağmen, ne yapsak düş/ün/ce semtimize (gönlümüze) uğramıyorsa, gökten tek damla yağmur düşmüyorsa ne yapmalı? Bu durumda da yine beklemeli, beklemesini bilmeliyiz. Ama beklerken de bizden evvel düşünmüş olanların düşüncelerinden yararlanmanın yol­larına bakmalıyız. İmdi “zaten düşünülmüş olan”la diyaloğa geçmek, düşünmenin gelişini ya da gelişimini hazırlayabilen bir çaredir. Ama bunun için ne denli yetkin de olsalar başkala­rının düşüncelerini yalayıp yutmak, hatmetmek, tekrarlamak yeterli değildir hiçbir şekilde. Aslolan bu düşünceler üzerine ariyeten düşünmeyi, bu düşünceler münasebetiyle bizzat dü­şünmeye çevirmek, çevirebilmektir. G. Christoph Lichtenberg (ö. 1799) “Pek çok insan vardır ki düşünmekten muaf olmak üzere okur” derken isabet kaydetmektedir. Düşünmek öyle bir şeydir ki onu bizzat kendimiz ifa ettiğimiz takdirde ancak anlamlı ve değerlidir. Ödünç alınmış ya da iktibas edilmiş bir kafayla düşünülemez. Düşünce salim bir kafayla olur elbet, ama bu kafanın kendi kafamız olup olmadığı daha önemlidir. Düşünce otantik bir faaliyettir ki ona bir kendilik bilinci eşlik eder. Başka bir ifadeyle, düşünmek yalnız kendi başına değil dahası kendi başıyla düşünmektir. Bizi başkalarının düşünce­lerini düşünmeden yani elekten geçirmeden ve özümsemeden ikrara ve tekrara iten ve bizi kendi başımızla düşünmekten alıkoyan okumalardan uzak durmalıyız o hâlde.

Bununla birlikte, okuma dediğimiz faaliyet her hâlükârda gereklidir, zira düşünmenin mütemmim cüzüdür. Okuyan düşünür, düşünen okur. En azından ideal planda bu böyledir. Okumalarımız düşünmelerimizi derinleştirmeye ve zengin­leştirmeye hizmet edebilir, etmelidir de. “Zaten düşünülmüş olan”dan verimli bir şekilde yararlanabilmenin yolu, bu “dü­şünülmüş olan”ı filtreden geçirmeyle, onu bir kez daha ama yeni baştan düşünmeyle, ölçüp tartmayla olur. Kitaplar don­muş düşünceler buzhanesi olmadığı gibi serdedilmiş fikirler defilesi de değildir. Ne de onlar paketlenmiş ve kullanıma hazır zihinsel gıdalardır. Bize düşen kitaplarda meknuz kül­lenmiş ateşi bulup çıkarmaktır. Isıtan ve ışıtan ateşi! Kitaplarla ısınma ve aydınlanma onlarla epistemoloji değil, daha ziyade varoluşsal bir bağ kurmakla mümkündür ancak. Bu durumda, komşuda pişen bize de düşecek, başkalarının dü­şüncelerinden verimli bir şekilde yararlanmak mümkün ola- bilecektir Bu yararlanma öyledir ki işbu düşünceler bir kez filtremizden geçtikten sonra bizim olurlar artık.

İnceleyin:  Orada Kimse Var Mı?

Düşüncelerimizin gelişmişliğine, dolayısıyla da içselliğimi- zin inkişafına giden yol başkalarından alıp kendimizin kıldı­ğımız yanı kendi zihin/gönül iklimimize uyarladığımız dü­şüncelerden geçer aynı zamanda. Onlar kendimizin kılışımız yanı özümseyişimiz ölçüsünde, onlar artık bizimdir, evet. Öte yandan, bu düşüncelerin bazen bizde mukabil düşünce­leri tetiklediği de olur ki doğrusu bu düşünülmüş bir şeyi yeni bir tarzda düşünmenin bereketinden kaynaklanır. Bazen bu yeni bir tarzda düşünme, “düşünülmüş olan”ın salt bir tek­rarının ötesine geçer ve “daha önce düşünülmemiş olan”m keşfine hizmet eder. Bazen bir yazarın, bir filozofun, bir dü­şünürün düşüncesinde(n hareketle) onun hiç düşünmediği, aklına dahi getirmediği şeyleri keşfedebiliriz ki bu durum hiç de istisnai değildir.

Demek ki bir metni okuma, salt bir “okuma”nın ötesinde onu yorumlamadır aynı zamanda. Kısacası, başkalarının düşün­cesi bizim okuyuşumuz/yorumlayışımız neticesinde yeni ve belki de hiç beklenmedik manalar kazanabilir. Amerika’yı yeniden, yeniden keşfetmek mümkündür her zaman. Verimli bir okuma yani metinle kurulan taze bir ilişki yeni düşünceler ilham eder, edebilir demek ki. Düşünmeler üzerine düşünme­ler faydadan hâli değildir hiçbir zaman.

Şu bir gerçek ki düşünme düşündüğü şeyi tüketemez. Şu hâl­de düşünme dediğimiz her daim yeni baştan alınması gere­ken, bitmez tükenmez bir çabadır. Beklemenin, korku ve ümit arasında beklemenin kendisine eşlik ettiği bir çabadır düşün­ce. Düşünme yani tefekkür, tezekkür ve teemmül. Gönül daimi bir kıpırtı hâlinde ve Gök’ten düşecek olanı ahzetme- ye hazır bir vaziyette beklemededir. Beklemekle olmaz belki, ama beklemeden hiç olmaz. Düşünebilmek, beklemeyebil­mek yani beklemeyi bilmektir aynı zamanda.

Vel-hâsıl burada düşünme üzerine düşünmeye çalıştık ve bu esnada içselliğin işin içine nasıl giriverdiğini ve oradan bir daha da çıkmadığını gördük. Ve gördük ki modern insanın düşünmeye pek gönlü yok sanki. Daha doğrusu bunu şöyle ifade etmeli: Daha en başta gönül dediğimiz bir iç mekâna sa­hip olmadığı içindir ki işbu insan o hiç tanımadığı düşünmeye uzak duruyor gibi. Esasen içselliğe, içsel derinliğe, dolayısıy­la da bir kendilik şuuruna sahip görünmüyor câri akışa ken­dini kaptırmış bu insan. Gündelik hayhuy içinde denebilirse kendi-siz-leşmiş bir durumda hayat sürüyor o. Bu insan elbet ‘düşünüyor’ bir şekilde, ama bu ‘düşünüş’ Mevcut Durum’a uyarlanma mesabesinde, dolayısıyla hesabi karakterde, yok­sa Durum’u sorgulama tarzında değil hiçbir şekilde. Böyle bir sorgulama zengin ve derin bir iç âleme sahip olmayı icap ettirir. Oysa modern insan “kendi olma”ya bakacak yerde, “herkes”e (das Man) boyun eğiyor. “Herkes” gibi yaşamayı seviyor o, sevmese de buna alışmış, bunu kanıksamış bir şe­kilde. Tecerrütten ve yalnızlıktan yani “herkes”ten uzaklaşıp kendi ile yüzyüze gelmekten ödü kopuyor bu insanın. Bu an­laşılabilirdir, zira bizim burada müspet boyutuyla aldığımız tecerrüt ve yalnızlığı o menfi boyutuyla tecrübe ediyor. Derdi satha yayılmak modern insanın, yoksa derinliğe inmek ve/ veya irtifa kaydetmek değil. Derinlere inildikçe vurgun yeme, irtifa kaydettikçe de nefes darlığı tehlikesi baş gösterir zira. Bunlardan korkuyor o insiyaki bir şekilde. Kabul etmek la­zım: “Herkes” gibi sormadan sorgulamadan yaşamak, keza “herhangi biri” olarak ömür sürmek, muhataradan uzaklık ve bir nevi kolaylık sağlıyor bu insana. Ama bunlar makûs bir içkinlik düzlemine raptolma ve orada kendisizleşme pahasına söz konusu olabiliyor ancak.

Sonuç olarak, sahiciliği yakalamak yani herkes değil de ken­di olmak, iç âlemini tahkim çabasından geçer. Bu da, düşün­meyle barışık olmayı gerektirir. İnsan bir kere muhkem bir iç âlemine sahip oldu mu dışarıda hangi fırtınalar eserse es­sin kendini bu fırtınalara karşı korunaklı ve donanımlı bulur. Fırtınalar onu sağa sola eğebilir belki ama onu kökünden sö­küp atamaz, nasıl söküp atsın ki o içselliği mesken tutmuştur, kökü içerdedir yani. İçsellik insanın hakiki “yaşam-alanı”dır denebilirse. Bu yaşam-alam insanın harici olaylar karşısında sığınabileceği bir melce, bir liman olabildiği gibi, göğe uza­nırken ayağını basacağı bir istinat mahalli de olabilir. Göğe uzanırken… İçselliğin aşkınlıkla bir ilişkisi, hem de asli bir ilişkisi vardır. Dahası var: îçselliğe sahip olmak, aşkınlıkla ilişkinin tam da koşulunu oluşturur ki bu başlı başına ele alın­ması gereken bir konudur.

Özkan Gözel – Kendi İçine Düşmek,syf:158-165

Muhammed Ali

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir