Söz ola sıhhati müspet istikameti muhkem

prof-dr-ihsan-fazlioglu-tarih-gelecegin-idrak-7224823_o Söz ola sıhhati müspet istikameti muhkem

CEHÂLET kelimesinin kökü olan, ‘c-v-l’, dönmek, dolaşmak, amaçsızca ve nereye gittiğini bilmeksizin daireler çizerek endişeyle gezinmek; ilim kelimesinin kökü olan ‘i-l-m’ ise, nişan, yol işareti, alâmet gibi anlamlara sahiptir. Her iki kelimenin anlamı, köklerini çöl ile bedevî arasındaki günlük ilişkilerde bulur. Bu nedenle, ilim esas itibariyle, çölde yol almak, dolayısıyla hayatta kalmak için takip edilmesi gereken yol işaretlerine, bir bütün olarak bir hat/çizgi oluşturan alametlere –göre yol almak demek iken; cehalet, habersiz kalındığında ölümle sonuçlanabilecek, bir hat oluşturan yol işaretlerinin rehberliğinin kaybedilmesi demektir ki; yol işaretlerini kaybetmek, çölde başıboş dönüp durmak, kısır bir döngünün içerisinde yuvarlanıp yok olmak anlamına gelir.
Kadim felsefe-bilim mirasımızın temel kavramlarından bu iki kelimenin yol, yol işareti, yol almak gibi merkezinde yol’un bulunduğu birçok yan-kavramla ilişkisi, yukarıdaki açıklamaların ışığında, izahåtan varestedir. Bu nedenle, kudema nezdinde, bilgi’nin sıhhati yanında istikameti de önemlidir. Kişi’nin aklını karıştıran, dolaştıran, yolsuz ve yönsüz; amaçtan, maksattan mahrum haberdar oluşlar, bilgi değil, cehaleti, dolaşıklığı artıran malumatlardır. Söylenen, dile getirilen herhangi bir sözün sıhhati yanında, istikameti yani söylenen kişileri, muhatapları nereye taşıdığı da ihmal edilemeyecek bir öneme sahiptir. Açıktır ki, cahiller yani aklı dolaşıklar yol alamazlar; yola koyulamazlar, bir menzile varamazlar; âlimler, bilginler ise ol kişilerdir ki, bir iz’den bir iz’e ulaşır; bir maksada vasıl olurlar.
Bilgi’nin istikametle olan ilişkisi, düşünce/tefekkür, nazar/theoria gibi aklın pek çok eylemiyle de alakalıdır. Kudema, tefekkürü tertip yani düzen, nazarı ise aklın bilinenler-den bilinmeyenler-e hareketi, nazm’ı ise bir ipe sıra üzere dizilen inciler şeklinde tanımlamıştır. Bütün bu tanımlamalarda hep bir yol ve yön, bir tarik/menhec ve maksad/cihet, kısaca istikamet vardır. Yalnızca bilgi değil amel/eylem de böyledir: İnsan hatt-ı müstakim’de bilgi devşirirken sırat-ı müstakim’de de yürür yani eyler. Eslaf bu muhtevayı farklı bir deyişle de dile getirir: Nazar’da dikkat (dakiku’n-nazar) bilgiye, hâl’de rikkat (rakiku’l-hâl) amele istikamet verir.Öyleyse en nihayetinde bilmek, hakkında olduğu konu için bir yol alış, bir menzile varıştır; öne doğru bir harekettir; kadim’in takaddümüdür.
Bu nedenledir ki, Türkçemizde her eylem bilmeyi şart koşar: Yap-a-bil-mek için bilmek gerekir; öyle ki bil-e-bil-mek için bilmek, olmaz ise olmaz bir koşuldur. Bilginin mündemiç olmadığı, derinliklerinde yer almadığı her eylem dolaşır; mündemiç olduğu, derinliklerinde yer aldığı her eylem ise içerisinde bir istikamet taşır; sahibini bir yere ulaştırır. Örnek olarak, vatan sevgisi, sevgi kelimesinin doğası gereği, ihsas’a ilişkin bir eylemdir; bu eylemi idrak’in alanına taşımak ya da idrak’i ihsas’a indirgemek hem bilginin sıhhatini, hem de istikametini bozar; dolaştırır. İşte tam da bundan dolayı, hem vatanı sevenler hem de yerenler, bu sevgi ve yergilerini ihsastan idrake taşıdıklarında, bilgiyi de sevgi ve yergi’ye bulaştırdıklarında her şeyi dolaştırırlar; hem sıhhati hem istikameti kaybederler. Çünkü ihsastan idrake taşındığında bilgisiz sevgi ihmale, bilgisiz yergi ihanete neden olur.
Benzer durum tarih için de geçerlidir; tarihi sevenler ile yerenler, yine bu sevgi ve yergilerini ihsastan idrake taşıdıklarında konuyla ilgili tasavvurlarının ve tasdiklerinin hem sıhhatini, hem de istikametini kaybetmeye mahkûmdurlar. Tasavvur ve tasdikteki sıhhat ile istikamet ne sevgi, ne de yergiyle, kısaca ihsasla değil; ancak ve ancak idrakle, dolayısıyla bilgiyle kazanılır. Tarihi/vatanı sevenler ve yerenler ile tarihi/vatanı bilenler arasındaki en temel fark budur ve ancak ve ancak bilenlerin bilgisi, sevgi ve yergi’ye temel teşkil ederse, bir istikamet hâsıl olabilir; tersi durumda hem sevenler hem de yerenler dolaşıp dururlar; ya ihmale ya da ihanete neden olurlar.
İyi niyete gelince, sevgi ve yergideki iyi niyete cehalet eşlik ediyorsa, cehenneme giden yolların taşlarını döşemeye yarar; bilgi eşlik ediyorsa ihlâsa, samimiyete inkılab eder. Bilgi’nin, idrak’in gerekli olduğu yerde sevgi ve yergisine, ihsasına göre eyleyen kişi, kudemanın deyişiyle ahmaktır ve Şükrullah’ın güzel ifadesiyle, “bir milleti mahveden yöneticilerinin ve bilginlerinin ahmaklığıdır”.
Düşünce/tefekkür, hiçbir zaman parlak sözcükleri, kavramları, terimleri yan yana koyup cümle kurmak; parlak cümleleri, önermeleri alt alta koyup çıkarım yapmak değildir.
Tanım üzerinden tasavvur üretmeyen bir kavram, kanıt üzerinden tasdik üretmeyen bir önerme, idraki değil, yalnızca ihsası besler.Öte yandan, bir düşüncenin/fikrin sıhhati, hakkında olduğu vakıaya mutabakatı/uygunluğu ise, sıhhati insanları nereye taşıdığı, ne türlü bir yol ve yön verdiğiyle alakalıdır. İnsanın aklını dolaştıran, başka bir deyişle, hissi besleyen, hayalî tahrik eden, vehmi zenginleştiren bir söylem, sıhhati ve istikameti olmayan karmaşık bir yumaktır; felsefî bir deyişle retoriktir. İdrake has bir kavram hoşa gitmemeli, korkutmamalı, tasavvur vermeli; idrake ilişkin bir önerme hoşa gitmemeli, ürkütmemeli, yargı vermeli. Düşünceden kurulu bir söylem ise, idraki acıtmalı; muhatabını beraberce eğlenmeye değil, birlikte yürünecek bir yola davet etmeli.
Sofist ile filozof’un, cahil ile âlim’in en temel farkı budur; birisi kavramlarla heyecan veren hayaller çizer, diğeri tasavvurlar üretir; birisi cümlelerle vecizeler yaratır, diğeri yargılar kurar. Birisi çölde dolaştırır, serap’ın yarattığı vahalarla oyalar; diğeri bir şehre/medine’ye ulaştırır, vakıayla hakikatle muhatap kılar.
Kişi neyi severse sevsin, neyi yererse yersin; neye inanırsa inansın, neyi inkâr ederse etsin, kısaca ne ederse etsin bilerek etsin. Çünkü ed-e-bil-mek, bilmektir. Kudemanın dediği gibi, “Evrende en değerli insandır; insanda en değerli akıldır; aklın değeri bilmesindedir; bilmenin değeri ise adaletle eylemesindedir”. Yine eslafın işaret ettiği üzere: “Kinâye te’vili, mecâz tefsiri talep eder; hakikate gelince o yalnızca ilim ister. O ilim ki, muhatabına bir istikamet verir”. İstikametsiz bütün deyişler/söylemler yalnızca idare etmektir, yani aklı dolaştırmak.
Ihsan Fazlıoğlu – Kendini Aramak,syf.62-65
İnceleyin:  Kemal Sayar - Başı Sınuklar İçin Kılavuz ''Notlar'' -1

Muhammed Ali

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir